11 Ekim 2024 Cuma

ANILAR VE PANTOLON

Ezgi Budak

Bir noktadan sonra gelen farkındalık hissi; kaosta ve düzende bize, bizi aramaya zorlar. Fakat karanlık bize hep hiçbir şey verir. Koca hiçliğin arasında bakındığımız heplik. İnsan hep kendini arar ve doğru olanın bu olduğunu savunur. Savunduğu şey insanda “v” aramaktan farksızdır. 
Hayat yolunda giderken aradığımız en büyük şey kendimizdir. Oysa hiç kaybetmemişizdir onu. Aramak için kaybetmek mi gerekir? Arayanlar bulamaz ama bulanlar hep arayanlardır… bir şeyi kafamıza ne kadar çok takarsak o kadar bela olur bize. Kendi kendimize bela oluyoruz, belalardan kaçmaya çalışırken. Bu kısır döngü bize görülecek hiçbir şey bırakmayıncaya kadar döndürüyor ve en sonunda elimize geçen ufak tefek anılar oluyor dönüşümüze dair. Bu döngüye bizi iten neydi, kaosun ve düzenin kapılarını kapatan? Beklenti ve inançtı; ümit ve umuttu, bizlere ait olmayan gelecekti. 
Her şeyi başlatan o farkındalık yine bizlere kendilerine ait olmayan bir gelecek için yürüyen insanlardı. Diğer insanlar tarafından kabataslak ölçülerle alınmış bize biçilen pantolonlar gibi. Dar ya da geniş olmak fark etmeksizin sırf rengi güzel diye biçilmiş pantolonlardı bizi engelleyen. O döngünün içinden çıkıp gitmemize mâni olanlar. Neden kendi ölçümüzü kendimiz alamıyorduk ki? Rengi de biz seçebilirdik. Kapalı kapıları açıp açık olanları kapatabilirdik. İyileşebilirdik. Üzerimize yük olan tüm bu beklentilerden kurtulup kaosa karışabilirdik, düzene katılabilirdik. Döngüden kurtulup yeni yollar açabilirdik. Anılarla kendimize yeni bir çizgi çizebilirdik. İyileşebilirdik…
Şu ana kadar hiçbir insan iyileşememiş. Ya hala o hiçlikte kendi için boş yerlere bakıyor ya da farkında fakat kendi ölçülerini alamıyor, renk seçemiyor. Kimsenin daha önce biçemediği beklentisiz geleceğe bakıyor. Zaten yazmak kolay olsaydı üzerine düşülmeye gerek kalmazdı. 
Beklenti baskıya dönüşür, baskı da beceriksizliğe. Bu yüzden insan hayatı boyunca her yerde ve her zaman kendisini arar. Arar çünkü hiçbir zaman ve hiçbir yerde aradığı kendisini bulamaz. Bulduğu zaman ise ne pantolona gerek kalmıştır ne de anılara. 

PİKNİK

Akın Eliş

Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Bende bir şeyler vardı, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm. Karanlık ve uğursuz bir gölge gibiydi bu adını koyamadığım şey. Evet, tam olarak “uğursuz”… Bende bir uğursuzluk olduğunu hissediyordum. Aslında bunu benden önce arkadaşlarım sezmiş olmalı ki beni dışlamaya başlamışlardı. Sıramda yalnız oturuyordum kaç zamandır. Teneffüslerde yalnız geziyordum. Oyunlara alınmıyordum. İstenmediğimin farkındaydım. 
O kadar büyüdü ki içimde bu tedirginlik, bir bahçeden geçsem sararacağını düşünmeye başladım. Bir çiçeğe dokunsam solacağını. Bir ağacın altında otursam yaprak dökeceğini. Güneşlenmeye çıksam yağmur yağacağını… Böyle bir hayatı yaşamak zorunda mıydım?
Her şey kırdığım bardakla başlamıştı. Annemin genç kızlık döneminden beri sakladığı bardağa çay koyarken bardak ortadan ikiye ayrılmıştı. Yıllardır kullanılan ve eskimeyen bardağın çöpe atılmasına sebep olmam çok hoş olmamıştı. Hatıralar vardı o bardakta, yılların yaşanmışlığı… Aldırma, olur böyle şeyler, demişlerdi ve aldırmamıştım ta ki ağabeyimin ilkokuldan beri kullandığı kaleminin elimde kırılmasına kadar. Oysa birkaç satır ya yazmıştım ya yazmamıştım. Aldırma, demişti ağabeyim. Zaten senelerce kullandım ben onu. Aldırmamıştım ta ki okulda arkadaşımın en sevdiği topun ilk kez ayağıma gelişinde patlayışına kadar. Aldırma, diyen olmamıştı zaten ve aldırmıştım. Çok derinden aldırmıştım. Bu son olayın etkisi uzun sürmüştü ve daha bundan kurtulamamıştım ki öğretmenimin en sevdiği pantolonuna kahve dökmesinde benim de payım olduğunu söylemişti herkes. Oysa sınıfta kahve içmemesi gerekiyordu, kimse bunu demedi. Öğretmenin pantolonuna kahve dökülmüştü benim yüzümden ve öğretmen bir hafta okula gelememişti. Bardağı taşıran son damla buydu. 
Anlamıştım, bende bir uğursuzluk vardı. Belki sakarlıktı bunun adı belki… Belki… Belki… Bunun adı neydi bilmiyorum fakat hayatımı zorlaştıran bir durumdu. Hep böyle mi devam edecekti hayatım? Hep bir korku, endişe mi olacaktı içimde? İlerleyen günlerde, yıllarda ne gibi olumsuzluklar vardı beni bekleyen?
Neyse ki okulların tatil olmasına az bir zaman kalmıştı. Zaten dersler bitmiş ve piknik sezonu başlamıştı. Pazartesi pikniğe gidecekti bütün sınıf. Artık son haftaydı ve bir uğursuzluk yaşansın istemiyordum. Aklıma bin türlü olay geliyordu. Pikniğe gittiğimiz aracın başına bir iş gelmesi, piknikte olumsuzluklar yaşamak, pikniğin iptal olması… Kötü düşünceleri kafamdan kovmalıydım. Belki de her şey benim kuruntumdan ibaretti ve olumsuz diye düşündüklerim hayatın doğal akışının bir parçasıydı. Bardak, kırılabilirdi. Kalem, bozulabilirdi. Top, patlayabilirdi. Kim bilir kaç öğretmenin üzerine kahve dökülmüştü şimdiye kadar? Benimle bir ilgisi yoktu bu yaşananların. Arkadaşlarım zalimdi, beni teselli etmek yerine, aldırma, demek yerine bir yarayı kanatmaya devam etmişlerdi. Belki bu hafta her şey düzelecekti ve “eski ben” olarak tatile girecektim. 
Nihayet pazartesi gelmişti ve tüm sınıf, üzerine kahve dökülen öğretmenimiz rehberliğinde piknik için yola çıkmaya hazırdı. Yolculuğun ilk dakikalarında bana atılan sert bakışları görmezden geldim. Fısıltıyla konuşan herkesin benden bahsettiğini düşünüyordum nedense. Ben, onların bu tavrına tebessümle karşılık verdim. Aklıma kötü şeyler getirmedim hiç. Kazasız ve belasız piknik yerine ulaştığımızda kendime güvenim daha çok gelmişti. Kahvaltı yapıldı, çay içildi, oyunlar oynandı. Cesaretim vardı oynamaya, topa vurmaya fakat kimse beni çağırmıyordu oyun için. Öğleye kadar herkes çok eğlendi. Çok güldü. Olması gerektiği gibi bir piknik yaşıyordu herkes fakat ben yalnızdım ve eğlenemiyordum. Daha fazla bu ortamda kalarak kendimi üzmemeliydim. Kendime bir eğlence, uğraş bulmam gerekiyordu. Kuş seslerine dikkat ettim önce. Şehrin kalabalığında duyulmayan kuş sesleri… Sonra çiçeklere, kelebeklere eğildim. Şehrin egzoz kokan sokaklarında hissedemediğim çiçek kokularına kaptırdım kendimi. Yürüdüm… Dakikalarca yürüdüm. Artık arkadaşlarımın şen kahkahaları duyulmuyordu. Kuş ve böcek sesleri birbirine karışıyordu. Mutluydum yürümekten. Yükseğe, daha yükseğe çıkmalıydım. Kayalıklardan aştım, tepelerden geçtim huzur bulmak için. Yükseldikçe huzurum, neşem arttı. Yorulmuştum. Bir ağaç gölgesi buldum kendime ve biraz oturduktan sonra uzandım. Gökyüzüne baktım. Masmaviydi. Hafif bir meltem esiyordu. Bulutlar sanki tebessüm ediyordu.  Kuşlar şarkı söylüyordu, böcekler ninni. Usul usul dünyadan uzaklaşıp sükunetin, huzurun kollarına kendimi bırakmaya başladım. Ayaklarım, ellerim, zihnim sanki yok gibiydi. Ruhum havalanıyordu daha yükseğe, daha yükseğe. 
Gürültücü bir karganın tepemde çıkardığı seslerle uyandım. Vakit geçmiş olmalıydı. Piknikte olduğumuzu hatırladım. Arkadaşlarımın yanına dönmeliydim. Güneş neredeydi batmaya yaklaşmıştı. Hızla koşmaya başladım. Zaten yokuş çıkmıştım, iniş kolaydı. Koştum, koştum, koştum. Hayatımda hiç koşmadığım kadar hızlı koştum. Piknik yerine yaklaştığımda en azından arkadaşlarımın seslerini duyarım diye düşünüyordum fakat ses gelmiyordu. Kalan son gücümle piknik yerine attım kendimi. Kimse yoktu. Sağa sola baktım, seslendim. Galiba uyanamamıştım ve rüyanın içindeyim, diye düşündüm. Fakat gerçekti bu. Sınıfım ve öğretmenim beni burada unutmuştu. Üzüldüm. Çok üzüldüm. Güneş batmıştı. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmıştım. Ağlamak üzereydim ki korna sesiyle piknik servisimizin bana doğru geldiğini gördüm. Bu bir rüya mı, hayal mi diye düşünüyordum. Arkadaşlarım neşeyle araçtan indiler ve bana doğru koştular. Öğretmenim de yanlarındaydı. Ne olduğunu ben sormadan onlar anlattı. Dönüş yolunda şehre girdikleri an servisin lastiği patlamış ve herkes bu uğursuzluğun sebebi olarak beni aramış. Kimse beni göremeyince piknik yerinde unuttuklarını hatırlamışlar. Aracın lastiğini onardıktan sonra beni almaya gelmişler. 
Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Her ne kadar arkadaşlarım unutmuş olsa da bazı şeyleri ve ailem baştan beri “aldırma” dese de bende bir şeyler var, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm.

KIVILCIM

 İdil Karaman


Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Kelimeler birer birer tepemde uçuşuyor ancak onları tutup anlamlı bir cümle kuramıyordum. Bir kuş olsaydı zihnimde uçuşan onu tutup yazabilirdim ama kelimeleri yakalayamıyordum. Kanatları yoktu kelimelerin belki de bu yüzden yakalayamıyordum. Kuş olsaydı zihnimde uçuşan ihtimal aynı türde kuşlar olurdu fakat kelimeler öyle değil. Her biri farklı bir renk, farklı bir boyut. 

Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Kelimeleri tam tutacakken bazen bir telefon bildirimi ürkütüyordu onları bazen dışardan geçen bir araç sesi. Bazen üst kattan gelen sakin adım sesleri bazen damlatan bir musluk sesi. Dikkatimin dağılması bu kadar mı kolaydı, yoksa bende bir sorun mu vardı? Yazmak, bu kadar zor olmamalıydı. 

Konuşurken ne kadar rahattım oysa. Birilerine anlatırken bir olayı, birilerine aktarırken düşüncelerimi su gibi akıyordu kelimeler ancak masamın başına elimde kalemle geçince tıkanıyordum. Trafikte sıkışmış yeşil ışığı bekleyen bir araç gibi hissediyordum kendimi. Asla yanmayan bir yeşil ışık. O ışık dakikalarca, saatlerce, günlerce, aylarca yanmayacak ve ben orada öylece kalacağım diye düşünüyordum. Belki de yeşil ışık yanıyordu lakin ben fark etmiyordum. Önümdeki büyük araçlar engel oluyordu yeşil ışığı görmeme ve o büyük araçlar park etmişti. 

Yazmak zorunda mıydım? Kendimi bu kadar yormak zorunda mıydım? Yorucu muydu yazmak yoksa şimdi mi yorucu geliyordu? 

Yazmak zorundaydım. Zihnimi bir yere boşaltmam gerekiyordu bu kahrolası dünyanın boğuculuğundan kurtulmak için. Bir kağıt ve bir kalem yeterliydi arınmaya bu dünyanın karanlığından. Zihnimde küçücük bir kıvılcım gerekiyordu bu karanlığı aydınlatacak bir meşaleyi tutuşturmaya. O kıvılcım aydınlatmaya da yeterdi her yeri yakıp kül etmeye de.  Ama bu kıvılcım yoktu. Saatlerdir masamın başında oturuyordum ve bu kıvılcım bir türlü gelmiyordu. 

Düşünüyordum ve başa dönüyordum. Düşünüyordum demek yanlış, düşünmeye çalışıyordum. Pek başarılı değildim. Hayatta başarılıydım oysa. En azından öyle olduğumu söyleyenler çoktu. Yazarken neden mağlup oluyordum? Mağlubiyet sayılır mı bu? Tek seferlik bir mağlubiyet. Yazmam gerekliydi bunu aşmak için. Sayfalar dolusu yazabiliyorken nasıl bu hale gelmiştim? 

Birdenbire gelmiştim buraya. Aşama aşama olsa önlem alırdım belki de. Hazırlıksız yakalanmıştım. Gece yarısı karanlık yolda yürürken aniden bir çukura düşer gibi düşmüştüm buraya. Kendi kendime çıkamayacağım derin, zifiri bir çukur. Kökler geliyordu ellerime yukarıya doğru uzandıkça. Tutundukça kopup elimde kalan ıslak kökler. Toprak kokusu geliyordu karanlığın içinden. Dünyanın boğuculuğundan kaçmaya çalışırken daha boğucu ve karanlık bir yere hapsolup kalmak… Buraya kendi kendimi getirmiştim. Ben getirmiştim kendimi ruhumun ellerinden tutarak. 

Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Masam dikdörtgen biçimde ve siyah. Penceremin kenarındaydım. Bazen dışardaki manzara bazen de masamın üzerindeki eşyalar… Normalde bana ilham olan her şey şimdi yazmama engel olan unsurlara dönüşüyordu. 

Belki de bir yazar gibi düşünmeye başlamalıydım. Bir yazar sayfalar dolusu yazı yazdığı günlerde böyle şeyleri bir engel olarak düşünmez ve yazı malzemesi olarak kullanır. Bir yazarı yazar yapan da buydu. Yazmak istiyorsam yapmam gereken de buydu. Saatlerdir masamın başında oturuyordum, oturduğum yeri değiştirerek yazmaya başlamalıydım. 

Merhaba kıvılcım. 


9 Ekim 2024 Çarşamba

YARIM MAVİ

Asya Zoroğlu
Zeynep Ayten
Zeynep Akbulut

Masada duran mavi bardağa baktım. Mavinin hayatımın içinde bu kadar yoğun olduğu hiç aklıma gelmezdi. Tişörtüme baktım, maviydi. Önümdeki şişenin kapağı gibi. Gökyüzü geldi aklıma, bulut yoktu, maviydi. Odamın duvarlarını bile maviye boyatmışım, farkında olmadan. Kalemlerim geldi aklıma bunları düşünürken. Evet farklı renkte olanlar da vardı fakat en çok mavi renkli kalemim vardı. Dünyamı ve dünyayı maviye boyamışım farkında olmadan. Maviydi benim dünyam. Gökyüzü gibi, okyanuslar gibi, nazar boncuğu gibi mavi. Evet evet, belki de nazar boncukları ile başlayan bir süreçti bu. Küçücük bir kız olduğum zamanları hatırlıyorum. Kendimi bildim bileli hep bir nazar boncuğu olurdu bileğimde ya da boynumda. Eğer buralarda değilse yakamda hatta küpelerimde. Annem, üzerimde bir yerlerde nazar boncuğu bulunmadan dışarıya çıkmama, bakkala bile gitmeme izin vermezdi. Nazar, denilen bir şey vardı ve hep değerdi. Anneme değerdi, babama değerdi, evimize değerdi, arabamıza değerdi, notlarıma değerdi, sağlığıma değerdi. Nazar, değen bir şeydi. Değdiği yerde dert, acı, sıkıntı bırakan bir şeydi. 
Aslında benim yaşlarımdayken annem inanmazmış nazara, nazar boncuğuna. Düğünlerinde yaşadıkları küçük kaza, daha sonra ilk çocuğunun dünyaya gelmeden ölmesi, babamın bir süre sonra işini kaybetmesi, annemin dizlerinde git gide artan sızılar ve bu sızılar yüzünden yürümesinin güçleşmesi, mahallede çıkan bir yangında yalnızca bizim evin yanıp küle dönüşmesi gibi bütün olumsuzlukların sebebini annem nazara bağlamış. Nazar; deveyi kazana, insanı mezara sokarmış. Bunları düşüne düşüne annem nazar boncuklarına merak salmış ve yalnızca kendi dünyasını değil bizim de dünyamızı maviye boyamaya başlamış. Bütün kızlar pembe elbiseler giyerken annem bana mavi elbiseler almış, diktirmiş. Hatta akrabalarımız daha ben dünyaya gelmeden hazırlanan kıyafetlerimi görünce annemin erkek çocuk beklediğini düşünmüşler. Mavi tutkumun temelleri galiba buralara kadar dayanıyor. 
Rahatsız mıyım maviden? Bazen, evet. Birkaç kez direndim, farklı renklere yöneldim. Odamın rengini değiştirmek istedim fakat annem buna izin vermedi. Üzerimde mavi boncuk olmadan gittiğim bir sınavdan iyi bir not alamayınca annem nedenini bulmakta hiç zorlanmadı başarısızlığımın. 
Ben maviden kaçınmaya çalıştıkça mutlaka olumsuz bir şeyleri annem nazara bağladı ve sonunda ben de maviye bağlandım. Ayrılmamak üzere bağlandım. Sevdim sonunda bu rengi galiba. Annem gibi düşünerek, nazara bağlayarak değil… Sadece bir renk olarak sevdim.
Masada duran mavi bardağa bakmış düşünürken arkadaşım Yusuf Enes sordu:
-On dakikadır önündeki bardağa bakıyor ve uzaklara dalıyorsun? Neler geçiyor zihninden. 
-Hiç, dedim. Dalmışım öylesine. 
Bu esnada Yusuf’un siyah bilekliği gözüme çarptı. Çantası da siyahtı. Ayakkabıları, pantolonu hep siyahtı. Ama bu siyahların onun için bir anlamının olmadığı belliydi. Bardağın durduğu masa da siyahtı üstelik. Renkleri düşünmekten vaz geçmeliydim. Geçmişi, çocukluğumu düşünmekten uzaklaşmalıydım. 
-Yusuf, dedim. Anneni anlatır mısın biraz? Mesela onun en sevdiği renk nedir?
Yusuf hiç düşünmeden cevap verdi:
-Mavi.
II.
Otobüs hayli gecikmişti. Neyse ki mavi rengiyle uzaktan bile geldiği fark edilebiliyordu. Okula geç kalacağım endişesinden nihayet kurtulmuştum. On dakika sonra okulumda olacaktım. İlk dersim fizikti ve fizik dersine henüz ısınamamıştım. Garip bir dersti fizik. Matematik desem, değil. Fen desem, pek benzemiyor. Kimya ve biyoloji derslerinin fen alanında olduğu kesin fakat bence fiziği birileri sonradan eklemiş buraya. Dersi sevdiren şeyin konuları değil de öğretmenleri olduğunu söylerlerdi. Ben bir dersten uzaklaşmaya başladığımda öğretmen ne kadar çaba sarf ederse etsin sevemiyorum. İlk dersim fizikti ve ben on dakikalık yolculuk boyunca bunları düşünmüştüm. Otobüsten inip sınıfıma doğru ilerledim. Hiç kimse sınıfta değildi. Kimileri bahçedeydi arkadaşlarımın, kimileri kantinde. Fizik öğretmeninin raporlu olduğuna dair söylentiler vardı. Yine de sırama geçtim defterimi çıkardım. 
Bu hikâye belki de başka birinin hikayesiydi. Ben onu yazmaya çalışıyordum ve bu beni zorluyordu. Yazdıklarımı yeniden yeniden okuyordum. Mavi renkten başladım, nazardan devam ettim, annemle ilerledim. Yukarda yazdıklarımın aslında iyi bir hikâye girişi olmadığını fark ettiğimde sınıfın çoktan kalabalıklaştığını, öğretmenin sınıfa girdiğini, dersin başladığını fark etmemiştim bile. 

KEŞKE

 


ZEYNEP AKBULUT

Keşke bir duvar olsaydın
O zaman seni ne kadar
Sevdiğimi, özlediğimi
Asla unutamadığımı anlardın

Ya da bir kalem
Veya her şeyi silen bir silgi
Bile olamadın
Keşke olsaydın
İşte o zaman 
Beni anlardın


UMUT


ASYA ZOROĞLU

Yarını düşlüyoruz daha gelmeden
Olmayan bir görkem istiyoruz
Gün daha bitmedi
Yarın tek umudumuz

Çoktan bitmiş olması gereken
Bir savaşa giriyoruz
Tarih daha yazılmadı
Gelecek tek umudumuz
Gelecek 
Tek
Umudumuz 

8 Ekim 2024 Salı

TECRÜBE

Hayrettin Eymen Bulut

Dursa günler keşke
Saatler dursa her gece
Uyusak uyanmasak 
Günlerce, senelerce

Neden uyanmayalım bilir misin
Hiç hoş konuşmuyor hislerim
Tecrübesi belki de
Daha önce hissettiklerimin 

ZAMANIN ELİ


Zaman 
Çoğu zaman akıp gittiği söylenir
Zaman zaman
Geçmediği bilinir

Zaman aslında yekpare değil
Şimdiki zaman, gelecek zaman, geniş zaman
Veya
Geçecek zaman, unutulamayan zaman
Yaşanılan zaman, her zaman

Zaman geçiyor ya da geçmiyor
Neye göre, kime göre
Akıp gidiyor 
Ya da donup kalıyor
Neye 
Göre
Kime 
Göre 

Değiyor eli
Yaşama
Yaşadığıma 
Bakıyorum takvime bir de zamana
Biri durunca diğeri de duruyor
Zaman geçtikçe 
Savruluyor takvimlerden yapraklar
Kime göre
Neye
Göre 

BÜYÜDÜKÇE

Salih Taha Balta



Sabah kalktı yorgun argın
Görmüyordu çocukluktan doğuştan
Erindi
Gerindi
Aynası boşa duruyordu odasında

Yüzünü yıkamaya gitti
Çıktığında tarçınlı kurabiye kokusunu fark etti
Annesi her gün yapardı
Biliyordu

Bilmiyordu
Ne zaman göreceğini
Babasını ve annesini
Kardeşinin yüzünü hiç bilmiyordu

Görmüyordu dünyayı
Ama dünyanın da görülecek bir yer olmadığını
Büyüdükçe anlıyordu

İSTEKSİZ

Salih Taha Balta

Çatık kaşlısın
Sert bakışlısın
Hamuru dövüyorsun resmen
Madem bu mesleği istemiyordun
Neden yapıyorsun bu işi
İçerde odunlar tutuşuyor
Ben burada çöreğimi beklerken şimdi
İçim sana yanıyor