11 Ekim 2024 Cuma

PİKNİK

Akın Eliş

Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Bende bir şeyler vardı, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm. Karanlık ve uğursuz bir gölge gibiydi bu adını koyamadığım şey. Evet, tam olarak “uğursuz”… Bende bir uğursuzluk olduğunu hissediyordum. Aslında bunu benden önce arkadaşlarım sezmiş olmalı ki beni dışlamaya başlamışlardı. Sıramda yalnız oturuyordum kaç zamandır. Teneffüslerde yalnız geziyordum. Oyunlara alınmıyordum. İstenmediğimin farkındaydım. 
O kadar büyüdü ki içimde bu tedirginlik, bir bahçeden geçsem sararacağını düşünmeye başladım. Bir çiçeğe dokunsam solacağını. Bir ağacın altında otursam yaprak dökeceğini. Güneşlenmeye çıksam yağmur yağacağını… Böyle bir hayatı yaşamak zorunda mıydım?
Her şey kırdığım bardakla başlamıştı. Annemin genç kızlık döneminden beri sakladığı bardağa çay koyarken bardak ortadan ikiye ayrılmıştı. Yıllardır kullanılan ve eskimeyen bardağın çöpe atılmasına sebep olmam çok hoş olmamıştı. Hatıralar vardı o bardakta, yılların yaşanmışlığı… Aldırma, olur böyle şeyler, demişlerdi ve aldırmamıştım ta ki ağabeyimin ilkokuldan beri kullandığı kaleminin elimde kırılmasına kadar. Oysa birkaç satır ya yazmıştım ya yazmamıştım. Aldırma, demişti ağabeyim. Zaten senelerce kullandım ben onu. Aldırmamıştım ta ki okulda arkadaşımın en sevdiği topun ilk kez ayağıma gelişinde patlayışına kadar. Aldırma, diyen olmamıştı zaten ve aldırmıştım. Çok derinden aldırmıştım. Bu son olayın etkisi uzun sürmüştü ve daha bundan kurtulamamıştım ki öğretmenimin en sevdiği pantolonuna kahve dökmesinde benim de payım olduğunu söylemişti herkes. Oysa sınıfta kahve içmemesi gerekiyordu, kimse bunu demedi. Öğretmenin pantolonuna kahve dökülmüştü benim yüzümden ve öğretmen bir hafta okula gelememişti. Bardağı taşıran son damla buydu. 
Anlamıştım, bende bir uğursuzluk vardı. Belki sakarlıktı bunun adı belki… Belki… Belki… Bunun adı neydi bilmiyorum fakat hayatımı zorlaştıran bir durumdu. Hep böyle mi devam edecekti hayatım? Hep bir korku, endişe mi olacaktı içimde? İlerleyen günlerde, yıllarda ne gibi olumsuzluklar vardı beni bekleyen?
Neyse ki okulların tatil olmasına az bir zaman kalmıştı. Zaten dersler bitmiş ve piknik sezonu başlamıştı. Pazartesi pikniğe gidecekti bütün sınıf. Artık son haftaydı ve bir uğursuzluk yaşansın istemiyordum. Aklıma bin türlü olay geliyordu. Pikniğe gittiğimiz aracın başına bir iş gelmesi, piknikte olumsuzluklar yaşamak, pikniğin iptal olması… Kötü düşünceleri kafamdan kovmalıydım. Belki de her şey benim kuruntumdan ibaretti ve olumsuz diye düşündüklerim hayatın doğal akışının bir parçasıydı. Bardak, kırılabilirdi. Kalem, bozulabilirdi. Top, patlayabilirdi. Kim bilir kaç öğretmenin üzerine kahve dökülmüştü şimdiye kadar? Benimle bir ilgisi yoktu bu yaşananların. Arkadaşlarım zalimdi, beni teselli etmek yerine, aldırma, demek yerine bir yarayı kanatmaya devam etmişlerdi. Belki bu hafta her şey düzelecekti ve “eski ben” olarak tatile girecektim. 
Nihayet pazartesi gelmişti ve tüm sınıf, üzerine kahve dökülen öğretmenimiz rehberliğinde piknik için yola çıkmaya hazırdı. Yolculuğun ilk dakikalarında bana atılan sert bakışları görmezden geldim. Fısıltıyla konuşan herkesin benden bahsettiğini düşünüyordum nedense. Ben, onların bu tavrına tebessümle karşılık verdim. Aklıma kötü şeyler getirmedim hiç. Kazasız ve belasız piknik yerine ulaştığımızda kendime güvenim daha çok gelmişti. Kahvaltı yapıldı, çay içildi, oyunlar oynandı. Cesaretim vardı oynamaya, topa vurmaya fakat kimse beni çağırmıyordu oyun için. Öğleye kadar herkes çok eğlendi. Çok güldü. Olması gerektiği gibi bir piknik yaşıyordu herkes fakat ben yalnızdım ve eğlenemiyordum. Daha fazla bu ortamda kalarak kendimi üzmemeliydim. Kendime bir eğlence, uğraş bulmam gerekiyordu. Kuş seslerine dikkat ettim önce. Şehrin kalabalığında duyulmayan kuş sesleri… Sonra çiçeklere, kelebeklere eğildim. Şehrin egzoz kokan sokaklarında hissedemediğim çiçek kokularına kaptırdım kendimi. Yürüdüm… Dakikalarca yürüdüm. Artık arkadaşlarımın şen kahkahaları duyulmuyordu. Kuş ve böcek sesleri birbirine karışıyordu. Mutluydum yürümekten. Yükseğe, daha yükseğe çıkmalıydım. Kayalıklardan aştım, tepelerden geçtim huzur bulmak için. Yükseldikçe huzurum, neşem arttı. Yorulmuştum. Bir ağaç gölgesi buldum kendime ve biraz oturduktan sonra uzandım. Gökyüzüne baktım. Masmaviydi. Hafif bir meltem esiyordu. Bulutlar sanki tebessüm ediyordu.  Kuşlar şarkı söylüyordu, böcekler ninni. Usul usul dünyadan uzaklaşıp sükunetin, huzurun kollarına kendimi bırakmaya başladım. Ayaklarım, ellerim, zihnim sanki yok gibiydi. Ruhum havalanıyordu daha yükseğe, daha yükseğe. 
Gürültücü bir karganın tepemde çıkardığı seslerle uyandım. Vakit geçmiş olmalıydı. Piknikte olduğumuzu hatırladım. Arkadaşlarımın yanına dönmeliydim. Güneş neredeydi batmaya yaklaşmıştı. Hızla koşmaya başladım. Zaten yokuş çıkmıştım, iniş kolaydı. Koştum, koştum, koştum. Hayatımda hiç koşmadığım kadar hızlı koştum. Piknik yerine yaklaştığımda en azından arkadaşlarımın seslerini duyarım diye düşünüyordum fakat ses gelmiyordu. Kalan son gücümle piknik yerine attım kendimi. Kimse yoktu. Sağa sola baktım, seslendim. Galiba uyanamamıştım ve rüyanın içindeyim, diye düşündüm. Fakat gerçekti bu. Sınıfım ve öğretmenim beni burada unutmuştu. Üzüldüm. Çok üzüldüm. Güneş batmıştı. Karanlığın ortasında yapayalnız kalmıştım. Ağlamak üzereydim ki korna sesiyle piknik servisimizin bana doğru geldiğini gördüm. Bu bir rüya mı, hayal mi diye düşünüyordum. Arkadaşlarım neşeyle araçtan indiler ve bana doğru koştular. Öğretmenim de yanlarındaydı. Ne olduğunu ben sormadan onlar anlattı. Dönüş yolunda şehre girdikleri an servisin lastiği patlamış ve herkes bu uğursuzluğun sebebi olarak beni aramış. Kimse beni göremeyince piknik yerinde unuttuklarını hatırlamışlar. Aracın lastiğini onardıktan sonra beni almaya gelmişler. 
Son zamanlarda farklı bir tedirginlik bir çıban gibi büyüyordu içimde. Her ne kadar arkadaşlarım unutmuş olsa da bazı şeyleri ve ailem baştan beri “aldırma” dese de bende bir şeyler var, adını koyamadığım, gittiğim her yere götürdüğüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder