1 Kasım 2024 Cuma

BİR ÇİFT KÜRE

İdil Karaman


Gözleriydi hayal
Hayatta tutan can simidi
Orman kadar sonsuz
Okyanus kadar derin
İnsan hasta olabilir miydi gözlere
Sadece bir çift göz
Ormanlar kadar yeşil
Uzay kadar uçsuz, bucaksız
Bir çift göz için hissedilebilecekleri anlatsam anlar mıydı bu duvarlar, 
Onların dışında her şeyin gölgeye düşmesini?
Belki ölmek için işe yaramazdı bunlar
Onların karanlığında yaşamak daha zorken

AKLIMDA DELİ SORULAR

İdil Karaman

İnsan duygularını gösterebilir miydi?
Duyguların göstergesi miydi gözler
Yoksa en büyük yalancı mı?
Anlayamıyorum.

Ağız, içindeki duyguları söyleyebilir miydi?
Çırılçıplak yansıtabilir miydi hisleri?
Yoksa sadece konuşur muydu?
Anlayamıyorum.

Hayat mıydı duyguların olduğu?
Duygular mıydı bizi hayatta tutan?
“İyiyim” derken miydik gerçek deli
Kötü olduğumuz hâlde

YOLCULUK

Akın Eliş

Bu şehirden sonunda ayrılıyordu. Çoğu insan yaşadığı şehrin güzelliğinden, nimetlerinden bahsetse de ortaokula başladıktan sonra şehir onu boğmaya başlamıştı. Dört sene boyunca hep yaşadığı şehirden gitmek üzerine kurmuştu planlarını. Başka bir şehirde iyi bir lise kazanacak ve bir daha dönmemek üzere bu şehirden ayrılacaktı. Ailesi de bu durumu artık kabullenmişti çünkü onlarda da yaşadıkları şehre dair olumlu bir izlenim yoktu. Kış oldukça ağır geçiyordu burada. Yaz akşamları bile ceket giyilmesi gerekiyordu. Yeşillik yoktu, orman yoktu, deniz yoktu. Yine de kimileri şehrin övünülecek bazı şeylerini bulup çıkarmakta hayli yetenekliydi. 
Bu şehirden sonunda ayrılıyordu. Bursa’da bir liseye yerleşmeyi hak etmişti. İlk tercihiydi bu şehir. Yeşil Bursa, ifadesi onu cezbetmişti. Tatil boyunca Bursa’nın güzelliklerini araştırarak zaman geçirmişti. Bursa, onun için gurbet değil de anavatan gibiydi. Daha görmeden sevmişti bu şehri ve işte o şehre gideceği gün, gelmişti. Bu şehirden kurtulacaktı. Son zamanlarda şairini bile bilmediği bir şiiri tekrar ediyordu durmadan:
Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.
Arkadaşları ve akrabaları bu durumu anlamsız buluyordu. Henüz liseye geçmiş bir çocuk, il dışında tek başına ne yapar, diye düşünüyorlardı. Hadi üniversite olsa neyse… Daha lise çağında bir çocuk. Ailesi, akrabaların ve arkadaşlarının görüşlerini önemsemiyordu. Hele bir de Uğur’un tek başına Bursa’ya gideceğini bilseler ihtimal çıldırırlardı. Bunu yalnızca Uğur ve ailesi biliyordu. 
Gün boyu yolculuk hazırlığını tamamlayan Uğur, akşamüzeri otogarda ailesi ile vedalaştı. Ayrılık zor derlerdi fakat onda bir hüzün ya da acı hissi yoktu. Ailesi biraz üzgün gibiydi ama Uğur’un heyecanı ve neşesi onların yüzündeki üzüntüyü gidermeye yetti. 
Yanına küçük bir valiz almıştı yalnızca. Yalnızca bu şehirden değil, bu şehirdeki insanlardan da ayrılacaktı ve yeni arkadaşlarını düşündükçe sevinci daha da artıyordu Uğur’un. 
Veda töreni çok uzun sürmedi. Tek kişilik koltuğuna oturduktan sonra yolda okumayı düşündüğü kitabı eline aldı Uğur ve okumaya başladı. Otobüs, bu esnada yola çıkmıştı bile. Bu kitabı okumayı çok istiyordu ama özellikle bugün okumak için bekletmişti. Sevdiği bir yazara aitti kitap. Gözünü kırpmadan sayfalarca ilerlemişti. Hatta havanın karardığını bile sonradan fark etti. Biraz yorulmuş gibiydi ve uykusu gelmişti ama uyumamalıydı. Otobüsün içini hızlıca süzdü gözleriyle. Hayli kalabalıktı ama nedense kimse konuşmuyordu. Ağlayan çocuklar ya da telefonla bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışan amcalar yoktu. Herkes sessizdi ve kimileri uykuya dalmıştı bile. 
Uyumalı mıydı? Belki bir saat kadar uyursam sabaha daha dinç olurum, diye düşündü. Hem yolculuk da biraz kısalmış olurdu böylece. Koltuğunu geriye yasladı ve gözlerini kapattı. Rüyasında Bursa’yı ya da Bursa’daki yeni arkadaşlarını görmeyi umuyordu. Gözlerini kapattıktan hemen sonra derin bir uykuya daldı. Normalde evinde olsa bu saatlerde asla uyumazdı fakat sanki üzerine çöken bir ağırlık vardı. Bu ağırlığın kollarına kendisini bırakmıştı çoktan. Bir saatlik uyku yeterdi nasıl olsa.
Gözlerini açtığında güneş çoktan doğmuş, otobüste çok az insan kalmıştı ve otobüs hareket etmiyordu. Bir dinlenme tesisinde olduklarını düşündü. İnip hava almayı düşündü. Her yanı kaskatı kesilmişti. Bir saatlik uyku düşüncesiyle gözlerini kapatmıştı. Saate bakmak aklından bile geçmedi. İndi, hemen ilerdeki çeşmede yüzünü yıkadı. Hava hayli güzeldi. Bursa’ya yaklaştığını düşününce heyecanı daha da arttı. Bu, Bursa’dan önceki son mola olmalıydı. Koltuğuna yeniden oturdu. Bursa’ya iner inmez güzel bir kahvaltı yapmayı planladı ve kitabını eline alarak yeniden okumaya başladı. Otobüs hareket etmişti ama kendisini yine kitabına kaptırdığı için bunu çok geç fark etti. Kitabın son sayfasına ulaştığına otobüs yeniden durmuştu. Heyecanla etrafa baktı, Bursa’ya nihayet ulaştık, dedi içinden. Bu esnada muavin konuşmaya başladı:
-İstanbul yolcusu kalmasın. 
Büyü bozulmuş gibiydi. İstanbul’a ne zaman gelmişlerdi? Bursa’yı ne zaman geçmişlerdi? Neden kendisini uyandırmamışlardı? Konuşmak, hesap sormak istedi birilerine. Bursa’ya geri dönüşü ne kadar sürerdi? Her şey birdenbire çok garip bir hâl almıştı. Muavine doğru hareket etmek ve bir şeyler sormak istedi fakat yerinden kalkamıyordu. Sanki bir ağırlıkla oturduğu yere bağlanmış gibiydi. Seslendi:
-Bakar mısınız? Ben Bursa’da inecektim. Nasıl geldim buraya kadar?
Muavin sanki onu görmüyor, duymuyor gibiydi. Sağdaki soldaki insanlara derdini anlatmaya çalıştı fakat sesi bazen çıkıyor bazen çıkmıyordu, yerinden kalkamıyordu ve insanlar sanki kendisini görmüyormuş gibi davranıyordu. Derin bir nefes alıp çığlık atmaya çalıştı. 
Bir çığlık sesiyle uyandı. Çığlık kendisine aitti. 
Muavin koştu ve geldi:
-İyi misin delikanlı?
Uğur muavine:
-Bursa’yı ne zaman geçtik, dedi. Muavin tebessüm etti. -Henüz yolun yarısına bile gelmedik. Bursa’ya daha çok vakit var, dedi. 
Yolun kalanında uyumamalıydı Uğur. Kitabını açtı ve okumaya devam etti. Dışarısı karanlıktı. 
Sonunda o şehirden ayrılmayı başarmıştı. 

31 Ekim 2024 Perşembe

YENİ HAYAT

Zeynep Karaman

Bir kapı hepimizin önünde
Raflarında, elinde
Sihirli bir kapı 
Ardında kelimelerin dünyası
Okuyanı alıp götüren uzak diyarlara
Bir kapı, senin kalbinde anahtarı

Bir kapıyı aralayarak başlıyor her kitap
Saklı her masal bir kapının ardında 
İster inan ister inanma
Yeni bir hayat saklı sararmış sayfalarda

Yeni bir hayat, yeni bir göz, yeni bir zihin
Yeni bir sen
Sadece üç beş satır dediğin

KELİMELER

 Meryem Katırcı

Bir kelime yetiyor bazen mutlu olmaya
Bir kelime yetiyor üzgünlüğe
Bazen bir iltifat
Bazen bir kötü söz

Sadece bir insanı değil
Dünyayı bile değiştirmeye yeter
Bir kelimenin gücü

Kelimeler
İyi, kötü, güzel, çirkin
Bazen bir kitapta rastlarız onlara
Bazen biri fısıldar kulağımıza
Kelimeler, kelimeler
Her yerdeler

ÜÇLÜ PÜRÜZ

Zehra Yıldırım, Zeynep Karaman, Meryem Katırcı

Üç kişilerdi. Üç bela. Onları gören servis şoförü yolunu değiştiriyordu. Aileleri onları okula bırakacak servisçi bulamadıkları için kendileri okula bırakıyordu. Yalnızca servis sorunu değildi yaşadıkları. Okula başladıklarından beri dolaşmadıkları sınıf kalmamıştı. Her dönem öğretmenler toplantısında bu üç kişinin sınıfının değiştirilmesi kararı alınıyordu. Önce bu üçlüyü ayrı ayrı sınıflara yerleştirmeyi denediler fakat bu üç kişinin üç ayrı sınıfta gösterdikleri üstün performanstan dolayı üçünün bir arada kalması gerektiği fikri üstün gelmişti. En azından her dönem bir sınıf gözden çıkarılıyordu bu üç kişi için. 
Onları tanıyanlar adeta onların hayatını özetleyen, kişiliklerini yansıtan bir isim bulmuşlardı: Üçlü priz. Kendileri de hoşnuttu bu isimden. Aslında kimseye zararları yoktu fakat müthiş bir enerjiyle doluydular ve bu enerjiyi kullanıyorlardı sadece; derste, oyunda, bahçede, yolda, evde, serviste…
Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Beden eğitimi derslerinde tüm arkadaşları nefes nefese kalıp bir kenara yığıldığında onlar halen koşmaya devam ediyorlardı. Bu da yetmiyor futbol kalesinin direkleri üzerinde yürüyor, potadan kendilerini geçirmeye çalışıyorlardı. Dersleri başarısız değildi lakin ilgi alanları çok değişikti. Dünya siyasetini ve gündemini takip ediyorlar, bir yandan da yorumlayarak geleceğe dair kehanette bulunuyorlardı. Onları tanımak için aslında bir dersi birlikte geçirmek yeterliydi. Fen bilgisi dersinde deney tüpünden bardak yaptıkları oluyordu ya da bilgisayar dersinde klavyeye kısa devre yaptırdıkları da. 
Aileler de bu üçlü priz yüzünden artık dost olmuşlar, sorunlarını ancak kendi aralarında konuşuyor ve çözüm bulmaya uğraşıyorlardı. Her gün sırayla bir aile bırakıyordu bu üç kişiyi okula ve aynı kişi tekrar alıyordu akşamları. 
O gün çocukları bırakma sırası üçlü prizin ikinci kişisinin ailesindeydi. Zaten hayli meşgul olan baba, çocuğunu aldıktan sonra diğer iki arkadaşını da almak üzere yola çıktı. Tez vakitte ekibi tamamladı ve okul yoluna koyuldu. İlk kez çocuklarda bir sessizlik vardı. Bu pek hayra alamet değildi ama belki de artık büyüyorlardı, akıllanmışlardı. Bu sessizlikten gizli bir sevinç duydu baba. Çocuklar araçtan inerken gözleri parlıyor ve sevgiyle arkalarından bakıyordu. Tebessüm ederek işine döndü ve üç çılgın roket gibi okul bahçesine daldı. Baba, iş yerine dönüp aracını park ettiğinde arka koltuklardaki gariplik dikkatini çekmişti. Kapıyı açtığında sinir krizi geçirmekten son anda kurtuldu. Koltukların tamamı kemirilmiş, süngerler oraya buraya fırlatılmıştı. Üstelik diş izleri vardı süngerlerin bazılarında. Sessizliğin nedenini anlamıştı. Oysa nasıl da güzel şeyler düşünmüştü onların sessizliğinden hareketle. Artık bu işe bir çözüm bulunmalıydı. Diğer iki aileyi acilen görüşmek üzere iş yerine çağırdı. Yarım saat içinde üç baba otoparkta buluştu. Görüşmeye çağıran baba:
-Sizlere hiçbir şey söylemeden önce şu arka koltuğu göstereyim, dedi. Koltuğu açtı fakat diğer babalar sessizdi. Diğer baba:
-Buyurun, bir de benim aracın arka koltuğuna bakalım, dedi. Manzara neredeyse aynıydı. 
Üçüncü babanın aracı da aynı durumdaydı. Bu işe bir çözüm bulmak amacıyla dakikalarca konuştular, düşündüler en sonunda bir çözüme ulaştılar. Çocuklarını eğitim gördükleri okuldan alarak farklı bir kuruma vermeyi ve özel olarak ilgilenecek öğretmenler bulmayı kafaya koydular. Bunun için açılmış tek okul vardı yaşadıkları ilde. Derhal üç baba bu kuruma gitti ve  durumu anlattılar. Kurum Müdürü:
-Sizin üçlü prizin durumunu biz de buralardan duyduk. Şöhret iyi bir şey aslında ama bu şöhreti kullanmak, bu enerjiden faydalanmak gerek. Bizler, sizin çocuklarınızla ilgileneceğiz ve onların normal bir çocuk olabilmeleri için emek vereceğiz. Bunun için buradayız, dedi. 
Üç babanın da sinirleri yatışmıştı. Akşam vakti çocuklara durum anlatılacak, artık okullarının değiştiği söylenecekti. Üstelik bu okulun kendi servisi de vardı ve servis koltukları metaldi. 
Bir sorunu çözmüş olmanın huzuruyla üç baba vedalaştı. 

2.
Üçlü Priz akşam olduğunda aileleri tarafından acı gerçeği öğrendiler. Artık okulları değişmişti fakat çok da mutsuz değillerdi çünkü üçü bir aradaydı. Kahve kıvamında hayat devam edecekti onlar için. Mekânın değişikliği onların hayata bakışını değiştirmek için yeterli değildi. 
Ertesi sabah kurum servisi üç belayı evlerinden birer birer topladı. Veliler son derece mutluydu ve ilk iş olarak araçlarının koltuklarını yaptırmayı düşünüyorlardı. Hatta birkaç usta ile görüşmüşlerdi bile. 
Sabah mahmurluğu ile aynı serviste bir araya gelen üçlü küçük bir şaşkınlık yaşamıştı çünkü koltuklar çok sertti, servis şoförü çok sertti. Yolculuk boyunca ses çıkaramadılar. Zaten kendilerinden başka kimse de yoktu kocaman araçta. Bu araç daha ilk dakikada yenen gol gibiydi. Morallerini bozmuştu. Servisi böyle olan bir kurumun sınıflarını, öğretmenlerini düşünmek bile ürkütücüydü. Yaklaşmakta olan iyice yaklaşmıştı ve kurum kapısının önünde üç kafadar indi. Ne bahçede koşuşan gençler vardı ne top oynayan birileri. Elinde çay bardağıyla gezen öğretmenler de yoktu. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmış eski Alman binaları gibiydi kurum. Kapıyı aralayıp içeri girdiklerinde nihayet insan görmeye başladılar. Öğrenciler bir garipti. Kimse onların yüzüne bile bakmıyordu. Kimse onlara selam vermiyordu. Sanki görünmez adam olmuştu üçü. Gürültü yoktu. Etraftaki çocuklar robot gibi, bot gibi geziyorlardı. Hepsi gözlüklüydü. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Eli boş kimse yoktu. Hepsinin elinde kocaman kitaplar vardı. Öğretmenlerin bir kısmı kitaplarda gösterilen yere bakıyordu fakat sessiz sinema setine düşmüş gibilerdi. Bu şaşkınlığı bir ses böldü:
-Nihayet gelebildiniz gençler. Artık sizler de bu saygın kurumun çocuklarısınız. Sizi sınıfınıza götüreceğim. 
Bu sesin sahibi mutlaka idareci olmalıydı. Peşinden yürüdüler. Bir kat yukarıya çıktılar ve soldaki ilk kapıdan girdiler. Sınıfta üç kişi daha vardı. İlk kez kendilerine bakan, varlıklarının farkında olan birilerini görmüşlerdi. Konuşup kaynaşacaklarını zannettiler fakat bu üç kişi hemen bakışlarını çevirdi ve önlerindeki kitaptan bir şeyler okumaya devam etti. 
Onları sınıfa getiren kişi kaybolmuştu. Kendilerine birer sandalye seçtikten sonra sıkılarak etrafı süzmeye başladılar. Nedense başka bir dünyaya düşmüş gibilerdi. Ya da başka bir ülkeye. Paralarının geçmediği, dillerinin anlaşılmadığı bir ülkeydi burası. Üçlü Priz’in en neşelisi kitaplarla meşgul kişilere dönerek:
-Tanışmayacak mıyız? Biz buraya yeni geldik de. Hiç misafirperver bir kurum değilmiş burası. Haydi tanışalım.
Diğer üçlüden ses çıkmadı. Bu kez Üçlü Priz’in ikincisi söze devam etti:
-Gençler, siz hayatta mısınız? Canlı mısınız? Dışardan bakınca hayalet gibi görünüyorsunuz.
Üçlü halen suskundu. Üçlü Priz’in üçüncüsü şansını denedi, konuşmayan sadece o kalmıştı:
-Şaka mısınız siz? Neden konuşmuyorsunuz? Belki geçmişte koltuk kemirmişliğimiz var fakat biz insan yemeyiz. (şüpheli)
Üçlü, aynı anda başını kaldırdı ve sırasıyla üçlü prize baktılar. Bakışlarında bir küçümseme vardı. 
-Koltuk kemirenler… Bu hangi canlı türü? Önümüzdeki kitaplarda görmedik. 
Bu sırada sınıfa giren öğretmene:
-Burada olmaması gereken birileri var galiba öğretmenim. Durumu onlara anlatır mısınız, dediler. 
Üçlü Priz’e geçmişti suskunluk sırası. Üçü de artık elektrik akımı olmayan boş birer priz gibilerdi. Gün bitinceye kadar sustular ve öğretmenleri ne istediyse yapmaya çalıştılar fakat çok yetersizlerdi, çok başarısızlardı. 
Akşam evlerine döndüklerinde kocaman bir çuval vardı ellerinde. Çuval kitaplarla, testlerle doluydu. Üçü de aynı şeyi yaşadı. Sessizce odalarına geçip kitapları yerleştirdikten sonra erkenden uyudular. Aileler şaşkındı. 
Günler hızla geçiyordu. Üçlü Priz’deki değişim herkesin dikkatini çekiyordu. Aile bireyleriyle konuşmuyorlar, odalarından çıkmıyorlardı. Her hafta yeni kitaplar istiyorlardı. Yeni çalışma setleri istiyorlardı. Sessizlik istiyorlardı. Her şey dakikasında olsun istiyorlardı. Kardeşlerini görmüyorlardı. Anne babalarını da görmüyorlardı. Sadece kitaplar, testler, setler, dersler. 
Aileler durumdan tedirgin olmaya başlamıştı. Bir doktora gitmek gerekli mi diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Üçlü Priz’in elemanları bir doktora gitmek gerektiğini ancak bu doktorun göz doktoru olması gerektiğini söylüyordu. Artık yazıları okumakta zorlandıklarını birkaç kez söylemişlerdi.
Çok geçmeden Üçlü Priz artık siyah, kalın gözlüklü üç kafadar olmuştu. Yürüyüşleri de değişmiş ve kilo vermeye başlamışlardı çünkü yemek yemiyorlardı. Artık kurumun öğrencilerinden farkları kalmamıştı. Eski günler unutulup gitmişti. Sadece ders çalışıyorlar, test çözüyorlar ama bunları niçin yaptıklarını bilmiyorlardı. 
Aileler, kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Çocukları için üzülüyorlardı. Her gün yeni kitaplar almaktan usanmışlardı. Çocuklarının yüzlerini bile göremiyorlar, kitapları odalarının kapısının önüne bırakıyorlardı. Arabaları temizdi ve koltuklar pırıl pırıldı. Çocuklarına dair sorunları kalmamıştı ama onların bu hâli hiç iç açıcı görünmüyordu. Zaman çocuklarının eski yaramazlıklarını anlatıp gülüyorlar sonra hepsi birden hüzünlü hüzünlü boşluğa bakıyordu. Gerçekten de kurum, onların hakkından gelmişti. 
Öte yandan eski okullarında da arkadaşları zaman zaman Üçlü Priz’i özlemeye başlamıştı. Aslında gıcıklardı, yaramazlardı, zararlıydılar fakat etrafa bir neşe yaydıkları da gerçekti. Okulda olmadıkları çok belliydi. Hayat, onlar için de sıkıcı bir durum almaya başlamıştı. Sonunda, Üçlü Priz’in yokluğunun oluşturduğu boşluk öğretmenler odasında bile konuşulmaya başlandı. Öğretmenler “keşke burada kalsalardı” diye hayıflanıyorlardı. Bu tarz bir konuşma üzerine okul müdürü:
-Hep beraber gidip Üçlü Priz’i ziyaret edelim, dedi. Öğretmenlerden ve öğrencilerden bir komisyon kuruldu. Üçlü Priz’i ziyaret etmek için yola çıktılar ve üç ayrı hediye aldılar. Üç tane üçlü prizi hediye kutusuna ayrı ayrı yerleştirdiler. Prizlerin üzerine okullarının adını da yazmışlardı. 
Uzun sayılabilecek bir yolculuktan sonra Üçlü Priz’in bulunduğu kuruma üç idareci, üç öğretmen ve üç öğrenciden oluşan komisyon ulaştı. Daha binayı görür görmez hepsinin içini bir sıkıntı sarmıştı. Tek tük gördükleri öğrencilerin öğrenci mi robot mu olduğunu bile fısıldadılar birbirlerine. Kurum idaresinden Üçlü Priz’in sınıfını öğrendiler ve teneffüsü beklediler. Teneffüste kimse sınıf dışına çıkmıyordu. Sınıfa girdiklerinde yanlış sınıfa girdik diye düşündüler önce. Fakat dikkatlice bakınca Üçlü Priz’i tanıdılar. İğneden ipliğe dönmüş üç genç vardı karşılarında. Kalın gözlükleri vardı bu gençlerin ve önlerindeki kitaplardan gözlerini ayırmıyorlardı. Eski Okul Müdürü elini cebine attı ve kağıt mendil çıkararak dökülen gözyaşlarını kuruladı. Öğretmenlerden biri de ağladığını belli etmemeye çalışıyordu. Öğrenciler suskundu. Nihayet başlarında bekleyen tanıdık yüzleri gören Üçlü Priz aynı anda önlerindeki kitabı kapattılar. Sadece baktılar. Hoş geldiniz, bile diyemeden baktılar. Ruhlarını önlerindeki kitaplara hapsetmiş robotlar gibiydiler. Önce öğrenciler ellerini uzattı Üçlü Priz’e fakat elleri boşlukta kaldı. Sonra öğretmenler uzattı, onların da elleri boşta kaldı. Okul Müdürü kocaman bir çığlıkla sessizliği bozdu:
-Size ne yaptılaaaar?
Kimse bu çığlıktan rahatsız olmuyordu. Öğretmenler Üçlü Priz’i kollarından tuttu ve sınıfın dışına aldılar. Sırasıyla üçü de konuştu:
-Test kitaplarımızı orada unuttuk, dedi biri. 
Diğeri:
-Testlere dönmemiz lazım. Bizi meşgul etmeyin, dedi.
Üçlü Priz’in üçüncüsü:
-Bizi kurtarmaya mı geldiniz hocam, diyebildi fısıltıyla ve ekledi, ben sizleri çok özledim. 
Okul Müdürü daha fazla dayanamadı ve kurum yetkililerine giderek öğrencilerini sonsuza dek buradan almak istediğini söyledi. Yetkililer, ailelerle görüşmeleri gerektiğini dile getirdiler. 
Okul Müdürü hemen oracıkta üç veliyi de aradı ve kuruma davet etti. Kurum yetkilisi Üçlü Priz’in kuruma başlarken imzalanan belgeleri çıkardı ve:
-Kurumumuzun şimdiye kadar çocuklarınıza verdiği eğitimin karşılığı olarak ödeme yapmanız gerekiyor, dedi. 
Veliler, çocuklarının sağlığının burada bozulduğunu dile getirdi. Sözleşme iptal edilmezse sağlık kurumlarından rapor alarak kurumu mahkemeye vereceklerini söylediler. 
Kurum, bu durumun olumsuz bir reklama sebep olacağı düşüncesi ile sözleşmeyi iptal etti. 
Ertesi gün Üçlü Priz eski okullarına döndüler. Arkadaşları, öğretmenleri ile konuştukça usul usul eski günlerine dönmeye başladılar. Arkadaşlarıyla konuştukça, oynadıkça, yaramazlık yaptıkça gözlerinin daha iyi görmeye başladığını fark ettiler ve gözlüklerden kurtuldular. 
Yine üç kişilerdi ama artık bela değillerdi çünkü arkadaşları da öğretmenleri de hatta aileleri de onları bela olarak görmüyor, neşe kaynağı olarak düşünüyorlardı. 

30 Ekim 2024 Çarşamba

BELKİ

ZEYNEP AKBULUT

Herkes iyi olduğunu söyler
Herkes iyilik yaptığını düşünür
Fakat iyilik farkında değildir bunun
Kötülük ise sessizce kenarda
Olan biteni seyreder

Kimse kötüyüm demez
Kötülük yaptığını bile düşünmez
Kötülük, sözlüklerde aranır çoğu zaman
Ya da başkalarının hayatında

Oysa iyi de senin içinde 
Kötü de
İyi de sensin 
Kötü de sensin belki de

BÜYÜK DEĞİŞİM

Zeynep Akbulut


Hiçbir şey değişmiyordu. Günler hep birbirine benziyordu. Ara sıra derin bir nefes alıyordum, sonra yeniden bir koşunun içinde buluyordum kendimi. Her şey üst üste geliyordu. Bitmeyen işler, yapılması gereken şeyler, yetiştirilmesi gereken ödevler, ev temizliği, akrabaların gereksiz ziyaretleri… Bazen bir film arası gibi her şeye ara verdiğim dönemler oluyordu fakat çabucak bitiyordu bu süre ve yeniden kendimi aynı kaosun içinde buluyordum. Hiç bitmeyen mesajlar, aramalar, yol ortasında hâl hatır sormalar… Usanmıştım durmadan tekrar eden bu olayların içinde. Yarın ne yaşayacağımı biliyordum mesela; okula git, sınava gir, ummadığın soruları karşında gör, eve dön, ders çalış, yine sınava gir. Sonraki gün ne yaşayacağımı da biliyordum. Hatta sonraki haftaları, ayları da biliyordum. Bunları düşünmek beni yoruyordu. Yapmam gereken işlerden daha çok yoruyordu. 
Yine nasıl geçeceğini bildiğim bir sabahtı ve yola çıkmıştım. Az sonra yanımdan başka bir okulun öğrencisi geçecekti. Her sabah aynı yerde, aynı saatte karşılaşıyorduk onunla. Adını bilmiyordum ama mavi çantası hep sırtındaydı. Kocaman kulaklığı hep kafasındaydı. Ne dinlediğini bilmiyordum ama kendini çok kaptırdığı belliydi. Mutlu olduğu da belliydi. Belki de uyuşmuş olmanın verdiği bir mutluluktu bu. Müzikle, derslerle, arkadaşlarıyla uyuşan biriydi belki de. Yalnız o mu? Etrafımdaki çoğu arkadaşım da onunla aynı özelliklerdeydi. Tebessüm etmiyorlar, kahkaha atıyorlardı. Biri sendelediğinde ya da başından bir olay geçtiğinde herkes gülüyordu. Sadece ben gülmüyordum. 
Yola çıkmıştım ve okuluma doğru bu düşüncelerle ilerliyordum. Havanın farklı olduğunu hissettim nedense. Hava değişikti ve içimde garip bir koşma isteği vardı. Kendimi zor tutuyordum. İlk kez kuş seslerini duydum. Beni mest eden kuş seslerini. Kuş seslerinin geldiği ağaçlara baktım. Ağaçlar bir gecede büyümüş gibiydi. Yalnızca ağaçlar mı? Kaldırımlar yükselmiş, yollar kocaman olmuştu. Ezberden bildiğim bir yoldu burası fakat sanki onlarca kat büyütülmüş gibiydi her şey. Kuşlar, beni davet ediyor gibiydi yanlarına. Birkaç ağaca tırmanmaya bile çalıştım fakat kuşlar uçtu gitti. Kocaman bir sineğin gürültüsünü duydum ve sineğe bakarken ağaçtan düşüverdim. Neyse ki bir yerim acımamıştı. Kendimi hayli çevik ve atılgan hissediyordum. Bu sırada sırtımda çantamın olmadığını fark ettim. Belki de yola çıktığımdan beri kendimi bu kadar hafif hissetmemin sebebi buydu. Bambaşka bir dünyaya gelmiş gibiydim. Yaşamak bu kadar keyifli ve hayat bu kadar güzeldi de neden ben daha önce fark etmemiştim? Belki de her sabah gördüğüm mavi çantalı öğrenciye benzemiştim artık. Okula gitmek hiç cazip gelmiyordu fakat yine de gitmeliydim. Kuşlar sürekli ötüyordu, kocaman sinekler ya da arılar yanımdan gelip geçiyordu. 
Okulun önüne yaklaştığımda okulumuzun kedisi Selçuk’la karşılaştım. Her zamanki gibi bakmıyordu. Biraz tehditkâr bakıyordu bana. Üstelik bir gecede nasıl bu kadar büyümüştü? Neredeyse benim kadar olmuştu. Yaklaştığım anda garip sesler çıkardı ve bana saldırmaya kalkıştı. Zaten onunla uğraşacak vaktim de yoktu. Okul kapısından içeri girdim. Kuşlarla, sineklerle uğraşırken okula geç kalmıştım. Bahçede kimsecikler yoktu. Merdivenleri hızla çıktım, tam içeriye girecektim ki nöbetçi öğretmenlerden biri beni ensemden yakaladı. Öğretmenle göz göze geldiğimizde tanıdım onu. Dev gibi görünüyordu bana öğretmenim. Tek eliyle beni merdivenlerin aşağısına bırakırken bir yandan şöyle diyordu:
-Selçuk yetmiyormuş gibi bir de sen mi çıktın başımıza. Burada senin için ders yok. Haydi, geldiğin yere git. 
Bu söylenenlerden bir şey anlamamıştım. Selçuk, bahçenin dışında bana kızgın kızgın bakıyordu. Yoklama alınmadan sınıfa girmem yazımdı. Birkaç kez daha şansımı denedim fakat bu kez koridorda başka bir öğretmen beni yakaladı. O da ensemden tutarak dışarıya bıraktı. Kapıyı kapatırken söylediği sözler, olduğum yere yığılmamı sağlayacak cinstendi:
-Okul değil kedi bahçesi. Biri bahçenin dışında bekliyor, birini koridordan dışarıya ben atıyorum. 
Bahçenin dışında bekleyen Selçuk’tu. Koridordan dışarıya attığı galiba bendim. Tüm bunların nasıl olduğunu anlamıyordum. 
Her şey değişmişti. Her şey…
-


KAHKAHA

Zeynep Akbulut

Bulutlar ne kadar güzel görünürse görünsün
Ben o kadar bir geç kalıyorum aslında
Yarın gidip oturmam gereken sıraya
Bungunum 
Dışarda hiç dinmeyen çocuk sesleri
Kocaman bir dünyayı paylaşıyorlar gibi

Kemençe havası doluyor odaya
Bir bardağın sessiz sessiz soğuyuşunda
Bir mikrofon, bir ekran
Bu karanlıktan çıkıyorum sonra
Matbaalar her şeyi basıyor
Kahkaha hariç
En çok ona ihtiyacım var oysa

27 Ekim 2024 Pazar

İLELEBET CUMHURİYET

Mehmet Çınar 

Kuruldu Cumhuriyet
29 Ekim 1923’tü tarihi
Eklendi Anayasa’ya
İlk kez laiklik ilkesi

Okunması zordu
Osmanlıca yazının
Bu dönemde getirildi
Yeni Türk alfabesi

Karışırdı isimler
Yoktu soyadı
Yeni Soyadı Kanunu’yla
Lakaplar bile kalmadı

Hak ve özgürlükleriyle
Eşitlik sağlandı
Erkek ile kadın arası
Ayrımcılık kalmadı

Eşitlikle, yenilikle
Hep yaşasın Cumhuriyet
Herkes mutlu olsun diye
İlelebet, Cumhuriyet