meryem katırcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
meryem katırcı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2025 Cuma

BİR BARDAK

ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Nasıl olsa toplamda on üç saatti oruçla geçirilecek süre. On üç saat yemeden, içmeden durduğum çok olmuştu. Sabah kahvaltı yapmadan okula gidip akşam yemeğine kadar aç kaldığım da çok olmuştu. Böyle olacağını hiç düşünmemiştim.
Şimdi iftara son bir saat yirmi dakika kala, bu kadar sarsılabilir miydi insan susuzluktan. Susuzluktan mıydı yaşadıklarım yoksa uykusuzluktan mı? Belki de çok fazla yemediğimden ama böyle olacağını hiç düşünmemiştim. 
İftara bir saat on dakika vardı ve ben sahurda içemediğim o son bir bardak su yüzünden bir çölde iftarı bekleyen insanlardan farksızdım. 
O bir bardak suyu içseydim şimdi ne baş ağrısı olacaktı ne de acıkma. O bir bardak suyu içmiş olsaydım uykusuz da olmayacaktım bu kadar. O bir bardak suyu ezan okunmadan önce içmiş olsaydım şimdi yaşayan bir ölü gibi olmayacaktım. Bütün çeşmelere şelaleye bakar gibi bakmayacaktım. Durup durup o şarkı dilime dolanmayacaktı:
Yandım ama susuzluktan
İçmiyorum haram diye
İftara yaklaşık bir saat vardı ve yalnız ben değil, etrafımdaki arkadaşlarım da günlerce çölde susuz kalmış gibiydiler. Boşluğa bakıyor ve serap görüyorlardı. Oysa onlar sahurda son bir bardak su yerine bir litre su içmişlerdi. Üstelik iyi de yemek yemişlerdi ama şimdi benimle aynı hisler içindeydiler. 
İftar süresi mi uzamıştı yoksa sahur süresi mi kısalmıştı, anlayamamıştık. Belki de havaların ısınmasıydı bu kadar bizi perişan eden. Hepimizi uykusuz bırakan. Oysa mart ayındaydık ve yaz sıcakları gelmemişti bile henüz. Sadece yumuşak bir bahar havası vardı dışarda ve bu hava bizi susuz düşürmeye yetmişti. 
İftara yaklaşık elli dakika vardı ve etrafımda dolaşan şeytanın ayak seslerini duymaya başlamıştım. Bazen önüme bir yemek görüntüsü düşürüyordu bazen su şişelerini getirip önüme diziyordu ve diyordu ki:
-Senin daha yaşın küçük. Yarın oruç tutma, yarın oruç tutma. 
Bu fikir bana cazip gelmeye başlamıştı. Geceden başladığım bu şanlı mücadeleye devam etmeliydim ve iftar vaktine ulaşmalıydım. Bu esnada yine bir fısıltı duymaya başlamıştım:
-Kendine eziyet etmek günahtır. Acı çekiyorsun, git ve su iç. Böyle ibadet olmaz. Kendini kandırma, git ve su iç, su iç, su iç…
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Oysa geçen yıl daha sıcak günlere denk gelmişti ramazan ayı ve ben üç gün hariç tüm oruçları tutmuştum. Hatta oruçlarımı dedeme satmıştım. Ona sattığım yetmemiş, amcama satmıştım. Belki de aynı orucu farklı kişilere sattığım için çekiyordum bu azabı. Belki de tekne oruçlarım yüzündendi bu azap ama benim günahım yoktu. Bana, gün ortasında bir yerlerde oruca ara verebileceğimi söylemişlerdi ve ben de yapmıştım bunu zaman zaman. 
Güneş nihayet batmaya başlamıştı ama baş ağrısı daha da artıyordu. Namaz tutup oruç kıldığımı düşünüyordum. Son yarım saat kalmıştı iftara ve hazırlıklara başlamalıydım. 
Önce beş litrelik soğuk su bulmalıydım ve bunu beş ayrı bardağa koymalıydım. Bardak yerine tasla içmek daha iyi bir fikirdi. Beş tane tas ayarladım kendime iftarda su içmek için. Yemeğe gerek yoktu. Üç beş hurma, nefsimi körlemeye yeterdi. Beş litrelik soğuk suyu bulmuştum ama tasları aramaya gidip geldiğimde su yerinde yoktu. Bu şakayı kaldıracak halim yoktu. Suyu kim götürmüştü bıraktığım yerden. Ben gün boyu onun hasretiyle beklemiştim güneşin batmasını. Suyumu yeniden buldum fakat bu kez de bardaklarım, taslarım kaybolmuştu. Saate bakıyordum fakat durmuştu. İlerlemiyordu. Batmaya yüz tutan güneşe bakıyordum fakat güneş olduğu yerde duruyor bir türlü batmıyordu. Ezan sesini bekliyordum fakat ezan da okunmuyordu. Sanki zaman durmuş gibiydi. 
İlerde, çok ilerde yemyeşil bir ışık görünüyordu. Galiba akşam karanlığı çökmüş, minarenin ışığıydı bu. Minareye doğru yöneldim. Yürümüyordum, uçuyordum sanki. 
Susuzluğum da gitmiş gibiydi. Birdenbire yüzümde, alnımda, dudaklarımda ıslaklık ile irkildim. Annem ve babam başucumda bekliyorlardı. Ellerinde beş litrelik su bidonu vardı:
-Açlıktan mı bayıldın, susuzluktan mı? Haydi, iftar vakti yavrucuğum. 
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim.

2 Ocak 2025 Perşembe

ZAMANIN KARMAŞASI


Rukiye Tokgöz
Meryem Katırcı

1. Bölüm: Bela

Son günlerde telefonuyla başı beladaydı. Durup dururken telefonu kapanıyor, kapalıyken açılıyordu. Şarjı bazen yüzde yüz dolu iken birdenbire bitiyordu. Bu da yetmiyormuş gibi bazı uygulamaların kendiliğinden açıldığını görüyordu. Artık bu telefonu değişmenin zamanı geldi, diye düşünüyordu ama bu telefonu alalı henüz birkaç ay olmuştu. 
Telefonunu sıfırladı, uygulamaları sildi, hatta telefondan, yazılımdan anladığını düşündüğü arkadaşlarına gösterdi fakat onlar telefonu eline aldığında her şey normale dönüyordu. Telefon, onun için artık hayatı kolaylaştıran değil zorlaştıran bir araca dönmüştü. En iyisi evde olduğu zamanlar telefonunu kapalı tutmak, dışarıya çıkınca açmaktı. 
Evdeydi ve telefonunu kapattı. Bir süre sonra gözü telefonuna ilişti, telefon kendiliğinden açılmıştı. Kapatmaya üşendi. Çözmesi gereken sorular, yapması gereken ödevler vardı. Bir süre sonra ekran ışığı yeniden dikkatini çekti. Üstelik bir de bildirim sesi gelmişti. Belki de arkadaşı yarın yapılacak sınav hakkında bir şeyler soruyordu. İstemsizce telefona uzandı. Telefonuna bir mesaj gelmişti ama gönderen kişi görünmüyordu. Bu tarz mesajlara tıklanmaması gerektiğini biliyordu. Yeniden derslere döndü fakat bir kez daha bildirim sesiyle dikkati dağıldı. Bu kez doğrudan doğruya mesajlar düğmesini tıklayarak okumaya başladı. Bu bir bilgilendirme mesajına benziyordu: 
Yarın, 2 Ekim 2068 tarihinde kuvvetli rüzgâr ve şiddetli meteor yağışı beklenmektedir. Tedbirli olmanız ve sığınaklardan çıkmamanız önemle rica olunur. 
Bunun mesajın gereksiz bir şaka olduğunu düşünerek ders çalışmaya yöneldi fakat diğer mesaj da aklındaydı. Henüz onu okumamıştı. Yine istemsizce diğer mesaja göz ucuyla baktı:
Dün, 2 Ocak 2032 tarihinde yaşanan depremden dolayı hasar tespit çalışmaları için en kısa zamanda kurumumuza müracaat etmeniz gerekiyor. 
Her iki mesajın da gönderen kısmında bir isim yoktu. Bu bir şaka olmalıydı. Aynı kişinin gönderdiği saçma sapan bir mesajdı. Zaten mesajları okuduktan sonra telefon kapanmıştı. Açmaya çalıştı fakat telefon açılmıyordu. Ders çalışmalıydı. Böyle garipliklerle uğraşacak zamanı yoktu. Hem iyi notlar alırsa belki de ailesi yeni bir telefon almak için gönüllü olabilirdi. Gecenin geç saatlerine kadar ders çalıştı. Artık sınava hazırdı. 
Ertesi gün sabah telefonunu açmaya çalıştı ancak telefonu yine açılmıyordu. Belki de servise göndermeliydi. Halen garantisi devam ediyordu. Sınava girdi, çıktı. Telefonsuz hayat da aslında fena değildi. Kimse aramıyordu, kimseyi de arama ihtiyacı hissetmiyordu. Artık birileriyle irtibatı kesmek için bir bahanesi de vardı: Telefonum bozuk. 
Gün bitip eve döndüğünde ertesi günün sınavına çalışmak için masasına oturdu. Telefonunu da yine yanına koydu. Artık açmaya bile lüzum yoktu. Tam ders çalışmaya başlamıştı ki telefon yine kendiliğinden açıldı. Telefonu umursamıyordu artık fakat yine bir bildirim sesi geldi. İçinden, yine başlıyoruz saçma mesajlara, diye geçirdi. Göz ucuyla telefona baktı. Gelen bir video mesajdı. Açıp açmamakta tereddüt yaşadı. Sonunda videoya tıkladı. Bir öğrenci, bir okul çıkışında merdivenlerin önünde açıklama yapıyordu. Mikrofonlar tutulmuştu öğrenciye. Öğrenci şöyle diyordu:
Sınava çok çalıştım ancak bu kadar iyi bir başarı elde edeceğimi ben de bilmiyordum. Hayalimdeki üniversiteye kayıt yaptırmak benim için harika bir duygu. 
Bu sesi bir yerden tanıyordu ama nereden? Bu yüzün sahibini bir yerden tanıyordu ama nereden? Birkaç kez daha aynı videoyu izledi. Bu esnada telefon kapandı ve siyah ekranda kendi yüzünü gördü. Videoda konuşan kişi kendisine çok benziyordu. Üstelik sesi de aynı kendi sesi gibiydi. Çok mu uykusuz kalmıştı, çok mu besinsiz kalmıştı? Bu yaşadıkları, zihninden geçenler… Hepsi saçma sapan şeylerdi. Belki de dün mesaj filan da gelmemişti. 
Telefonu yeniden açmaya çalıştı. Bir süre uğraştı ve sonunda başardı. Hemen mesajları açtı, gerçekten de düne dair herhangi bir mesaj yoktu. Az önce gördüğü ya da gördüğünü sandığı video da yoktu. Telefonu yeniden kapattı ve sonraki günün sınavına çalışmaya devam etti. 
Bu dönemin son sınavını da geride bırakmıştı. Sınavların bittiği gün telefonu normale dönmüştü. Artık açmak istediği zaman telefon açılıyor, kapatmak istediği zaman kapanıyordu. Uygulamalardan da kendi kendisine çalışan yok gibiydi. Her şey normal görünüyordu ta ki bir hafta sonrasına kadar. 

Bir hafta sonra ara tatil başlamıştı. Tatil boyunca nasıl vakit geçireceğine henüz karar vermemişti. Tatilin ilk sabahı telefonunun yine kendiliğinden açıldığını gördü ve bildirim sesiyle biraz canı sıkıldı. Yatağından kalkmadan telefonuna uzandı. Yine bir mesaj gelmişti. Belki de virüs girmişti telefonuna. Tüm bu yaşadıklarının başka açıklaması olamazdı. Telefonu bu hafta garantiye göndermeli ve tatil sonrasına daha huzurlu başlamalıydı. Mesajlara baktığında daha önce göremediği iki yazılı ve bir video mesaj yerinde duruyordu. Bu üçüncü mesaj da yazılı olarak gelmişti. Okudu mesajı fakat anlam veremedi. Mesaj şöyleydi:

Galiba şaşkınsın hem de çok üzgün
Elinde telefon hayattan bezgin
Lavaboya git ve uyan hemencik
Evde olanlara söyleme bir şeycik
Cevap bekliyorum senden kaç gündür
Endişe etmeden yazsaydın bana
Kendimi söylerdim belki de sana

Zihnin çok karışık ama panik yok
Artık senin işin zor mu hem de çok
Mesajları atan benim aslında
Anlamak istersen ilk harflere bak
Nasıl da şaşırdın küçük yavrucak

2. Bölüm 
zeynep karaman, zehra yıldırım, rukiye tokgöz, meryem katırcı

Gelen mesajı bir kez daha, bir kez daha okudu, farklı anlamlar bulmaya çalıştı fakat sondan bir önceki dizede “ilk harflere bak” ifadesine gözü takıldı. Mesajların ilk harflerini birleştirdiğinde “Gelecek Zaman” kelimelerini gördü. Gerçekten de gelen mesajlardaki tarihler on yıllar sonrasına aitti. Artık bu şakanın tadı kaçmıştı. Muhtemelen bilgisayar ve telefon işlerinden iyi anlayan bir arkadaşı yapıyordu bu şakayı fakat telefonundaki anormalliğin sebebi neydi? Belki de virüs girmişti telefonuna. Bu cihazı garantiye göndermeliydi ve yazılımının yenilenmesini talep etmeliydi. Tatilini bu saçmalıklarla geçirmeye niyeti yoktu. 
Olan biten her şeyi başından sonuna düşündü ve ailesine anlatmaya, telefonu garantiye göndermeye karar verdi. 
Durumu paylaştığı babası ve annesi telefonu görmek istediklerini söylediler ve olanlara pek anlam vermediler. Telefonu annesine ve babasına uzattı. Büyük bir dikkatle telefonu inceleyen babası anormal bir durumla karşılaşmadı. Mesajlara baktı, silinen mesajlara baktı, dosyalara baktı fakat hiçbir anormallik görünmüyordu. Telefonu annesi eline aldı ve bir süre de o kurcaladı. Kendisine mesaj attı, kendi telefonunu aradı. Kendi telefonundan mesaj attı. Telefonu defalarca kapattı, açtı fakat hiçbir sorun görünmüyordu. Ailesi bu hikâyeye inanmamıştı anlaşılan. Telefonu garantiye göndermek yerine, kendi telefonuyla değişmeyi teklif etti babası. Bunu kabul edemezdi. Ailesinin gözünde artık telefon değil de kendisi anormal görünüyordu. Bunu, sessizlikten ve birbiriyle işaret diliyle anlaşan anne babasının tavırlarından anlıyordu. 
Telefonu hiç açmayacaktı. Hatta internet bağlantısını kesecek, kartını çıkaracaktı. Yeni mesaj geldiğinde ise açmadan annesine, babasına gösterecekti. Telefon, onun için büyük bir gizemdi. Anlam veremediği bir gizem. 
Anne ve babası bu esnada psikolog arayışına girmişlerdi bile. Çocuklarının durumunu hiç iyi görmüyorlardı. Oysa birkaç hafta öncesine kadar bu tarz bir davranış hiç göstermemişti. 
Belki de ailesi haklıydı. Çok uykusuz kalmış ve son zamanlarda arkadaşları da çevresinden iyice uzaklaşmıştı. Bu yaşadıkları belki de sanrıydı. Uyumalı, dinlenmeli ve kendini toparlamalıydı. Düzensiz bir hayat, bu tarz şeylere neden olabilirdi. İnsanın hastalığını kabul etmesi ile başlar iyileşme süreci, diye düşündü. Ailesini daha fazla üzmeden psikoloğa gitmeyi kendisi teklif edecekti. Şimdi yeniden telefonla uğraşmak istemedi. Bilgisayarını açtı ve psikolog aramaya başladı. En azından ailesine, gitmek istediği psikoloğu kendisi söylemeliydi. İnternet tarayıcısını açtığında garip haberler gözüne çarptı. Normalde haberlere hiç dikkat etmezdi fakat bütün haberlerdeki kişilerin kıyafetleri çok garipti. Haberlerin hepsine birer birer bakmaya başladı ve o anda yine morali bozuldu. Açtığı ilk haberin başlığı şöyleydi: “İstanbul’a Uçuş Fiyatları Mars’a Uçuş Fiyatlarını Geçti.” Bir sonraki habere baktı: “Ay’da Bulunan Tüm Otellerde Uzay Böcekleri Yayılıyor.” Hızlıca tüm haberlere baktı. Bunlar da bir şaka olamazdı. Bilgisayarının tarihine baktı 2 Haziran 2072’yi gösteriyordu. Bilgisayarını kapatacaktı ki masaüstünde Windows 33 logosunu gördü. Bilgisayarını kapatmaktan vazgeçti. Ailesine bilgisayarı götürmeyi ve haberleri göstermeyi düşündü. Bilgisayarını masadan aldı ve ailesine götürüyordu ki ekranın karardığını gördü. Tuşlara bastı ama nafileydi. Bilgisayar açılmıyordu. Bu esnada babasını gördü ve bilgisayarın açılmadığını söyledi. Bilgisayarı eline alan babası tek dokunuşla bilgisayarı açtı. Her şey normal görünüyordu. Neyse ki babasına az önce gördüğü şeyleri söylememişti. Sorun kesinlikle kendisindeydi. 
Biraz oyalanmak için televizyon izlemek, iyi bir fikirdi. Salona geçti. Televizyonu açtı. Neyse ki her şey normaldi. Arka Sokaklar, dizisini epeydir izlemiyordu ve özet bölümü geçiyordu. Özet bölümünde kaçırdığı ne kadar çok şey olduğunu düşündü. Bir süre sonra nihayet özet bölümü bitti ve yeni bölüm yazısını gördü. 5602. Bölüm yazısını görünce başı dönmeye başladı. Diziyi izlemeye devam etmeliydi fakat mekânlar, oyuncular değişmişti. Bu esnada annesinin yanına geldiğini fark etti. Annesi odaya girdiğinde televizyona baktı, her şey normal görünüyordu. Az önce gördüğü mekânlar, oyuncular değişmişti. Odasına dönüp uyumalıydı ve düşünmemeliydi. 
Odasına döndü ve uzandı. Kaç dakika, kaç saat uyuduğunun farkında bile değildi ki bir bildirim sesiyle uyandı. Telefonu kapalıydı. İnternetini kesmişti, kartı çıkarmıştı ve şimdi bu telefondan bildirim sesi geliyordu. Eliyle telefona uzandı ve yine bir mesaj geldiğini gördü. Mesajı okudu:
Telefonu kapatmanın çözüm olmadığını gördün. 
Bağlantıları kesmenin çözüm olmadığını da gördün. 
Bilgisayarını gördün. 
Televizyonu gördün.
Gördüklerini başkalarına anlatmanın bir çözüm sağlamayacağını da gördün. 
Artık kabullenmelisin. 
Sen, gelecek zaman içinde gezinebilen birisin.
Hayatını buna göre şekillendirmelisin.
Sen, anormal değilsin. 
Sen, seçilensin.  
Son cümle tüm öfkesini yatıştırmaya yetmişti. “Sen seçilensin.”
Kim seçmişti onu? Neden ve ne için seçmişti? Görevi ne olacaktı? Zihninde bu sorular dolaşırken aklına ilk kez bir şey geldi: Cevap yazmak… Gelen mesaja bir cevap yazmalıydı. Düşünmeden yazmaya başlamıştı bile:
Beni seçen kim? Sen kimsin? Gelecek zamanın bir sınırı var mı? Gelecekteki hangi zamana kadar gidebilirim? Geçmiş zamana da gidebilir miyim? 
Cevap gecikmedi:
Benim kim olduğum önemli değil ama bu telefon senin kaderin. Kaderinden kaçamazsın. Seni kimin ne için seçtiğinin de önemi yok. Sadece kabullen. Geçmişe gitmen mümkün değil. 


26 Aralık 2024 Perşembe

VESVESE

 

1. BÖLÜM

ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ
HÜLYA DOĞANCIK

Yine olmuştu işte. Aniden oluyordu bu. Günün ortasında bir yerlerde, hiç ummadığı bir zamanda önce başı ağrıyor sonra pıt pıt pıt burnundan kan damlaları düşüyordu önüne. Ne yaparsa yapsın burnunun kanamasını durduramıyordu. Bir süre sonra kendiliğinden burun kanaması geçiyordu. Doktorlara gitmişti bu yüzden. Hastane hastane dolaşmıştı fakat muayene sonrası kesin teşhis konulamamıştı. Hayatının en güzel günleri hastane koridorlarında geçmişti. Artık teşhis konulacağından umudu kesmişti, kendisi de ailesi de. 
Yine olmuştu işte. Artık alışmıştı bu duruma. Öğlen yemeği vaktiydi ve henüz birkaç lokma yiyebilmişti. Zaten yemek yemeyi de çok sevmezdi. İştahı kaçmıştı. Sessizce yanındaki peçeteye uzandı. Derin bir nefes aldı. Etraftaki insanlardan bazıları ona bakıyordu. Hatta biri gelerek:
-Yardıma ihtiyacın var mı, iyi misin, diye sordu. 
Başıyla ve elleriyle iyi olduğunu ima etti ve suskunluğa büründü. Nasıl olsa biraz sonra duracaktı burnunun kanaması. Öyle de oldu. Kantinden kalkıp sınıfının bulunduğu kata doğru yöneldi. Öncesinde bir ayna bularak yüzünü, burnunu kontrol etti.  Kan izi kalmadığını fark edince sınıfına geçmeye karar verdi. 
Tam sınıfına yaklaşmıştı ki kapıda bir kalabalık gördü ve içerden gelen çığlıkları duydu. Adı Mebrure değildi ama şaşırmıştı. Şimdi bu manzara karşısında Mebrure de nerden çıkmıştı? Zihni karışıktı. Oysa her zaman yaşadığı gibi bir burun kanamasıydı yaşadığı sadece kan biraz daha sıcak ve fazlaydı. 
Kalabalığın arasından ilerlemeye ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sınıf arkadaşlarından biri yerde yatıyordu. Önce bayılmıştır, diye düşündü fakat diğer arkadaşları nefes alıp vermediğini söylüyorlardı. Nihayet sağlık ekipleri geldi. Bir kenarda olup bitenleri seyrediyordu. Sağlık ekipleri yerde yatan arkadaşının kalbinin durduğunu söylediler ve müdahale için onu bir sedye ile alıp götürdüler. 
O gün dersler iptal olmuştu. 
İlk kez, burnunun kanamasından bir şeyler çıkarma çabasına girmişti o gün. Ertesi gün arkadaşının ölüm haberini alınca kendini çok kötü hissetti. Bu duyguya nereden saplanmıştı? Bir açıklaması yoktu bu düşüncelerin. Saçma geliyordu bu bağlantı ona. Arkadaşının ölümüne üzüleceği yerde zihninde kurduğu şeylerden utandı. Zaten kalp krizi demişlerdi arkadaşının ölümü için. Hem yıllardır burnu kanıyordu ve bu tarz bir düşünce aklının ucundan bile geçmemişti. Düşündü, düşündü… Tam kendisini bu düşüncelerden uzaklaştırmıştı ki üç sene önce kedisinin öldüğü gün de burnunun şiddetle kanadığını hatırladı. 
Bu düşünce bağından kaçmak istedikçe aklına yeni yeni şeyler geliyordu. Dedesi rahmetli olduğu gün de burnu kanamıştı ama o zamanlar ailesi bunun stresten kaynaklandığını söylemişti. Öğrenciliğin çetin geçtiği yıllarda olmuştu bu olay. Sonra büyük depremi hatırladı. Depremin yaşandığı bölgeden çok uzaktalardı fakat gece uyandığında burnunun kanamasından yastığının kıpkırmızı olduğunu görmüştü. 
Zihninden bunlar geçerken dudağının üstünde bir ılıklık hissetti ve yine başladı: pıt, pıt, pıt… Bu sefer farklı hissediyordu kendini. Etrafa baktı, yanından gelip geçen insanlara baktı. Bir felaket haberi bekledi. Çok kısa sürmüştü burnunun kanaması. 
Beklediği kötü haberin gelmeyişi onu biraz rahatlatmıştı. Yüzünü, burnunu temizledi. Dışarıya çıkıp hava almak iyi gelir, diye düşündü ve apar topar bir yürüyüşe çıktı. Tam birkaç adım atmıştı ki önündeki kalabalığı gördü. Bir trafik kazası yaşanmıştı ve manzara çok kötüydü. Geri döndü. Yaşadıklarının bir kâbus olduğuna kendini inandırmaya çalıştı bir süre. Sonra yüzünü yıkamaya karar verdi. Olabildiğince soğuk suyla yüzünü yıkadı, yıkadı. Hırsını alamadı başını soğuk su musluğunun altında tuttu bir süre. Başının, beyninin soğuktan sızladığını hissedinceye kadar öylece kaldı. 
Başını kaldırdığında aynada kendi yüzünü gördü. İlk kez gördüğü bir yüz gibiydi. Burnuna dokundu, yüzüne, kaşlarına dokundu. Bu düşünceden sıyrılmanın bir yolu olmalıydı çünkü mantıklı bir tarafı yoktu bu düşüncenin. Birinin burnunun kanaması ve yeryüzünde bir canlının o esnada ölmesi… Bu düşüncesini ailesine anlatsa ihtimal yine hastane süreci başlardı fakat bu kez psikiyatri. Kendine bir kurtuluş yolu arıyordu. Karıncalar, sinekler geldi aklına. Hatta böcekler… Madem böyle bir bağlantı var, burnumun kanının hiç durmaması gerek, diye içinden geçirdi. Her saniye bir yerlerde böcekler, sinekler, karıncalar ölüyordu. Vahşi doğada büyük hayvanlar küçükleri öldürüyordu, denizlerde büyük balıklar küçükleri yutuyordu. Hatta sokak hayvanları da ölüyordu etrafında. Neredeyse birkaç ayda bir mutlaka ezilmiş bir kedi, köpek cesedi görüyordu sağda solda. 
Kendine bir çıkış yolu bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla uzanmayı, dinlenmeyi düşündü. Burnunun kanadığı bir gerçekti. Henüz bunun nedeninin bulunmadığı da bir gerçekti. Geriye kalan her şey onun kurgusuydu. 
Uzandı, rahatlamış hissediyordu kendini. Kaç vakittir beynini kemiren düşüncelerden uzaklaşmıştı. Huzurluydu. Hayat, bunları düşünecek kadar uzun değildi. Bir an önce okulunu bitirmeliydi, başka ülkeler görmeliydi. Belki de yurt dışında burun kanamasına teşhis koyabilecek doktorlar da vardı. Uyudu…

2. BÖLÜM

Ertesi sabah uyandığında yeniden doğmuş gibiydi. Beynini kemiren düşüncelerden uzaklaşmıştı. Burnunun kanamasına zaten alışkındı. Önünde uzayıp giden hayata dahil olmalıydı. Gelecek hayalleri kurmalıydı. Öğrenciliği gereği gibi yaşamalıydı. Yaşıtı olan gençler gibi düşünmeli, hayata onlar gibi bakmalıydı. Müzik dinlemeli, film izlemeli, pikniklere katılmalıydı. Doğum günü yakındı. Güzel bir doğum günü partisi vermeliydi. Hazırlıklara başlaması gerektiğini düşündü ve başladı. Bir hafta sonrası için bütün arkadaşlarını doğum gününe davet etti. Pastalar, balonlar aldı. Normalde doğum günlerini kutlamayı sevmezdi. Davetlere de gitmezdi. Bu doğum günü aynı zamanda sembolik bir değer taşıyordu. Onun yeniden doğduğu gün olmalıydı. Hayata yeni bir gözle bakmaya başladığı günlerin içinden geçiyordu. Normalde arkadaşları ona hediye almalıydı fakat o, şimdiye kadar hediye almadığı, doğum gününe gitmediği arkadaşları için de özenle hediyeler aldı. Bu günü ölümsüzleştirmek için yeni bir fotoğraf makinesi bile aldı. Odasının her yanını süsledi. 
Nihayet doğum günü gelmişti ve doğum gününe kadar da burnu hiç kanamamıştı. Belki bu sorunu da aşıyordu. Yeni biri olmuştu. Mutluydu, hayatı seviyordu. Hayata derin anlamlar yüklemiyordu artık. Soruları, sorguları, şüpheleri, vesveseleri geride kalmıştı. Evet, yaşadığı her şey vesveseydi. Keşke söylenişi kadar güzel bir kelime olsaydı bu. Vesvese, vesvese… Birkaç kez tekrar etti bu kelimeyi ve saate baktı, aynı anda kapı çaldı. Kutlama saati gelmişti. Arkadaşları birer ikişer gelmeye başlamıştı. Sonunda doğum günü pastası masaya konulmuştu. Mumlar yakıldı. Müzik aleti çalmayı bilen arkadaşları yanında çalgılarını da getirmişlerdi. Mumlara üflemek için yaklaştı, bir değil birkaç dilek tutmuştu içinden. Daha önce kutlamadığı doğum günlerinin dileklerini de dilemenin zamanıydı. Buna hakkının olduğunu düşünüyordu. Arkadaşları bir yandan şarkılar çalmaya, söylemeye başlamışlardı. Gözlerini kapatıp mumlara üfleyeceği anda yanaklarında ılık bir ıslaklık hissetti. Gözlerini kapattığında bu ıslaklık daha da artmıştı. Kalp atışı hızlanmış, elleri titremeye başlamıştı. Gözlerini açmak istiyor fakat açamıyordu. Mumlara arkadaşlarının alkışları arasında üfledi. Gözlerini açtı, annesini yanı başında gördü. İstemsizce yanaklarına götürdü parmaklarını. Elinin tersiyle de gözlerinin altını sildi. Ellerinin üzerindeki kırmızılığı gördüğünde annesine endişeyle baktı. Herkes sessizdi. Herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Burnu kanamamış ama bu kez de gözlerinden kanlı damlalar gelmeye başlamıştı. Hâlen annesine bakıyordu. Kendisinden bir cevap beklendiğini gören annesi:
-Hiç zamanı değil biliyorum ama bir an önce kutlamayı bitirelim. Üzücü bir haberim var, dedi. 
Zihninde yeni bir senaryo, vesvesenin gücüne yaslanmış dolaşıyordu. Vesvese, sanki beyninde halay çekmeye başlamıştı. Annesine döndü:
-Söyle anne. Söyle… Dinliyorum.
Annesi elini uzattı ve ellerinden tuttu, gözlerinin içine bakarak fısıldadı:
-Benzine müthiş bir zam gelmiş hem de yirmi beş kuruş. 

28 Kasım 2024 Perşembe

AKŞAM SANRISI

ZEHRA YILDIRIM, MERYEM KATIRCI


Akşama kalan dersleri oldum olası sevemedim. Bir yandan karnım acıkmış oluyor bir yandan da yorulmuş oluyordum fakat haftanın iki günü dersler uzadıkça uzuyordu. Herkesin evinde yemeğini yediği saatte ben halen sınıfımda derste oluyordum. Tek başıma değil elbette. Benimle aynı durumu paylaşan bir avuç kaderdaşım vardı neyse ki. Akşam derslerine de bir yere kadar dayanabilirdim fakat bu ders matematikse… Katlanılmaz bir azaba dönüşüyordu haftanın bu iki günü.  
Matematik dersi başlamıştı ama ben başlayamamıştım. Öğretmen soruları yazmıştı ama ben soruları göremiyordum. Öğretmen soruları çözmüştü, ben onları da göremiyordum. Zaman zaman önüme bir yemek tabağı geliyordu, içinde dolmalar olan, mantı bulunan, yaprak sarmaları olan…  Sonra öğretmenin sesiyle o tabak uzaklaşıp gidiyordu. Bazen bir çay bardağı düşünüyordum masada, elimi uzatınca pet şişeye dönüşüyordu. Akşam dersleri böyle bir havada ilerliyordu. Matematik dersi başlamıştı ve bitmek üzereydi. Ben çoktan bitmiştim. 
İkinci dersin tam ortasında sınıfın kapısı vurulmadan açıldı. Nefes nefese bir adam girdi içeriye. Bu adamı ilk kez görüyordum.  Hiçbir şey söylemedi ve sanki benden başka kimse de görmüyordu. Göz göze geldik fakat o ani bir hareketle duvardaki düğmeye bastı ve lambaları söndürdü. Ardından hızla kapıyı çarpıp gitti. Sınıf karanlığa gömülmüştü. Kimse bir şey söylemiyordu. Öğretmenimiz yerinden kalkarak lambayı yeniden açtı. Bu esnada sınıfın kapısını açarak az önce lambayı söndüren kişiye baktı. Kimse görünmüyordu. Sınıf kapısını kapattı ve kaldığı yerden sorular yazmaya, çözmeye devam ediyordu ki kapı yeniden açıldı. Yine kapı vurulmamıştı ve gelen yine aynı kişiydi. Kendi kendine:
-Perili sınıf mıdır nedir? Az önce söndürdüm buranın lambasını yine açılmış, diyerek lambayı söndürdü. 
Öğretmenimiz bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama adam duymuyordu bile. Yeniden sınıfı karanlığa boğarak uzaklaştı adam. 
Öğretmenimiz şaşkındı. Benim de yemek hayallerim çoktan uçuşmuştu. Hatta bu hareketlilik yorgunluğumu da almıştı. Öğretmenimiz yeniden lambaları açtı. Bu kez tahtaya bir şey yazmadı. Bize de bir şey söylemedi. Sınıfın kapısını açtı ve beklemeye başladı. 
Çok geçmeden aynı adam nefes nefese sınıfa yine girdi. Sınıfa girerken besmele çekiyor ve söyleniyordu:
-Ya benim kafam çok karışık ya da bu sınıfta bir şeyler var. Adım gibi biliyorum, iki kez kapattım bu sınıfın lambasını. 
Bu esnada öğretmenimiz adama bir şeyler anlatmaya çalıştı fakat adam sınıf boşmuş gibi davranıyordu. Bizler de bir şeyler söylemeye çalıştık. Adam görmüyor, duymuyordu. Yeniden lambaları söndürdü ama bu kez çıkmadı dışarıya. 
Öğretmenimiz lamba düğmesinin yanına gitti yeniden ve lambayı açtı. Adam, bembeyaz olmuş, hareketsiz kalmıştı. Titrek parmağı ile düğmeye yeniden bastı ve kapattı lambayı. Öğretmenimiz bu kez lamba düğmesine üst üste basmaya başladı. Lamba, bir yanıyor bir sönüyordu. Bu esnada çığlık çığlığa adam koşmaya başladı koridorda. Dışarıya çıktığında halen bağırıyor, bir şeyler söylüyordu. Neyse ki ders bitmişti. Çantamı toparladım. Değişik bir gün olmuştu. Acaba evde akşam yemeğinde ne vardı? Belki dolma, belki sarma, belki mantı. Belki de dünden kalan mercimek çorbası. Hayır hayır, yeni ve sıcak bir şeyler olsun.  
Akşama kalan dersleri oldum olası sevemedim dedim ya. Artık bir şey de anlamıyorum bu derslerden ve derslerde garip şeyler oluyor. İyi miyim? İyiyim iyiyim. 


BİRLEŞEN YOLLAR


ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

I.
Ne zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Yıllarca karanlıkta kaldıktan sonra gözlerini bir gün burada açmıştı. Burada, göz kamaştırıcı ışıkların altında. Burada kalabalıkların arasında. Burada yani bu soğuk beton binada.
Etrafında başkaları da vardı. İlk zamanlar onunla hiç konuşmamışlardı. Kendi aralarında her türlü dedikoduyu yaparken onu yok saymışlardı. Hatta bir gece kendi aralarında onun dedikodusunu bile yapmışlardı hem de sabaha kadar. Onun ne kadar anlamsız, suratsız ve boş olduğuna dair birçok cümle kurmuşlardı. Hatta onun yerinin burası olmadığını bile söylemişlerdi. Onlar için önceleri çok değersiz birisiydi. Yalnızca onlar için mi? Hayır… Buraya ziyarete gelen insanlar da diğerleriyle dakikalarca zaman geçiriyor fakat sıra ona gelince göz ucuyla bakıp geçiyorlardı. Güvenlik görevlisi ile bazen göz göze geliyor, güvenlik görevlisi ellerini arkasında bağlayıp şöyle diyordu:
-Bunun nasıl bir değeri olabilir ki? Saçma sapan bir şey bu.
Burayı sevmiyordu ama gidecek başka yeri de yoktu. Burada en azından kendisine ayrılmış bir bölüm vardı. Gece gündüz korunaklıydı. Bazen kendisi de düşünüyordu anlamsızlığını. Neredeyse kendisinin de anlamsız olduğuna ikna olacak gibiydi. Yine de buradaydı. Burayı sevmese de buradaydı. 
Hayatının geriye kalanını burada tamamlamak zorundaydı. 

II.
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu. Tek başına yaşıyordu. Çocuklarından yıllardır haber alamıyordu eşi ise sonsuzluk alemine gideli yirmi yılı geçmişti. Yirmi yıldır bu evin tavanlarını, duvarlarını seyrediyordu. Yalnız değildi aslında çünkü pencerenin önündeki Nazmiye hanım ile konuşuyordu her gün. Nazmiye, onun evinin neşesiydi. Evinin en konuşkan bireyiydi. Nazmiye, bir nilüfer çiçeğiydi. Kendisiyle konuşuldukça yaprakları büyüyen, çiçekleri açan bir çiçekti Nazmiye. Zaman zaman çocuklarının hatta rahmetli eşinin bile dedikodusunu yapıyordu Nazmiye ile. Nazmiye böyle zamanlarda:
-Ölünün ardından konuşmayalım, diyordu. 
Nazmiye de olmasa iyice bunalıma girecekti. Aslında duvarın bir kenarında duran Fadik de vardı ama suskundu o. Hiç konuşmaz üstelik kendisiyle biraz ilgilenince mutlaka iğnelerdi. Fadik, Nazmiye’ye göre içine kapalı ve depresif biriydi. Bulunduğu köşede yıllardır sessiz sedasız büyüyen bir kaktüstü Fadik. Su bile istemiyordu. 
Evin diğer sakinlerinden biri olan Dudu, herkese tepeden bakıyordu ve kafasına estikçe ses veriyordu. Evin en eski sakinlerinden biriydi o. Normalde saat başı çıkarak “guguk” yapması gerekirken galiba yaşlılıktan kafasına göre takılıyordu. Bazen dışarı çıkmayı bazen içeri girmeyi unutuyordu. Bazen sadece “gu” diyor, birkaç saat sonra “guk” ekliyordu. Bazen de dakikalarca ötüyordu: 
-Guguk, guguk. 
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu ve ilk kez sokağa, çarşıya çıkma ihtiyacı hissediyordu. Ev sakinlerinin hepsine sordu:
-Nazmiye hanım, benimle birlikte dışarıya gelir misin?
Nazmiye cevap vermediği gibi bir de surat yapmış, tek dalını yere düşürmüştü. 
Bir süre sonra Fadik’e sordu aynı soruyu fakat cevap alamadı. 
Dudu ise zaten ortalıkta yoktu. İhtimal kulakları da duymaz olmuştur, diye düşünerek ona sormadan evden ayrıldı. Hava güneşliydi ama yanına şemsiyesini aldı. Yağmur varsa yağmurdan, güneş varsa güneşten korurdu onu bu şemsiye. Üstelik eşinden yadigardı. Eşinin elini tutuyor gibi sarıldı şemsiyenin koluna. Nereye gideceğini bilmiyordu. Ne alacağını da bilmiyordu. Mahalleden uzağa gitmeye ilk kez niyetlenmişti. Arada bir yiyecek, içecek için hemen evlerinin yanındaki markete gidip geldiği oluyordu ama marketin ötesine ilk kez geçiyordu. 
Yürüyordu, sağa sola bakmadan. 
Yürüyordu, nereye gittiğini bilmeden.
Yürüyordu; Fadik, Dudu ve Nazmiye’yi düşünmeden.
Caddeler gürültülü ve kalabalıktı fakat onun kulakları duyma yeteneğini çoktan kaybetmişti. Gözleri ise zaten sadece yakını görebiliyordu. Evden uzaklaşmış olmanın endişesi biraz içine düşmüştü ki ayaklarına sürünen bir kedi ile irkildi. Kedi, kendisini sevdirmek istiyor gibiydi. Kediye doğru eğildiğinde kedi zıplayarak yürümeye başladı. Galiba onu bir yerlere götürmek istiyordu. Kedi bazen duruyor, onun yetişmesini bekliyor sonra aniden hızlanıyordu. Kedinin peşinde yürümekten nefes nefese kalmıştı. Biraz dinlensem iyi olur, diye aklından geçiyordu ki kedinin büyük bir kapıdan içeriye girdiğini fark etti. Belki de dinleneceği yer burasıydı.
Kedinin ardından içeriye adım attığında ışıktan gözleri kamaştı. Kedi onu nereye getirmişti, bilmiyordu. Etrafından insanlar geçiyordu. Kedi de kaybolmuştu gözden. Oturacak bir yer buldu kendine. Bir süre dinlendikten sonra etrafı incelemeye başladı. Burası bir müze olmalıydı. Belki de resim sergisiydi fakat resimden başka objeler de vardı etrafta. Bir müzeye gitmeyeli yıllar olmuştu. Evini ve evdeki arkadaşlarını unutmuştu. 
Duvarlardaki resimlerin hepsi anlamsız gelmişti ona. Vazolar, biblolar da saçma sapan şeylerdi. Bu düşüncelerle dolaşırken gözlüklerinin buğulandığını fark etti. Gözlüğünü sildiği anda hemen önünde durduğu tablo dikkatini çekti. İnsanlar bu tablonun önünde bile durmadan geçiyorlardı fakat tabloda bir şey vardı onu çeken. Gözlüklerini bir daha sildi, bir daha sildi ve tablonun önünde öylece kalakaldı.

III.

İlk defa biri onun önünde bu kadar uzun süre beklemişti. İlgiyle bakıyordu yüzüne, gözlerine. Sanki konuşacak gibiydi kendisiyle. Tam ağzını açmış, bir şeyler söyleyecekti ki karışışındaki yaşlı kadın dişlerinin yerinden oynadığını fark etti. Kadın, dişlerini yerleştirdikten sonra:
-Hayatımda hiç bu kadar anlamlı bir resim görmedim, dedi.
Bu cümle onda büyük bir heyecan ve sevgi oluşturmuştu. İlk kez biri onun önünde duruyor, üstelik onunla ilgili güzel şeyler söylüyordu. Kendinden geçmişti bu mutlulukla. Hafif yana doğru kaydığını güvenlik görevlisi fark etti uzaktan ve koşarak yere düşmekten onu kurtardı. Bayılmıştı. Güvenlik Görevlisi yaşlı kadına:
-Bu tablo ilk kez birinin dikkatini çekti. Ben bile yıllardır buradayım, buraya ait olmayan tek şey bence bu. Şayet dilerseniz bu tablonun size hediye edilmesini sağlayabilirim, dedi.
Böylelikle bu tablodan kurtulmuş olacaktı güya. Kadın, önce kendisiyle dalga geçildiğini zannetti fakat görevli ciddiydi. 
-Bu tabloyu çok istiyorum, fiyatı neyse ödemeye de hazırım, dedi. 
-Siz yeter ki bunu başımızdan alın, üste para bile vermeye razıyız teyzeciğim, dedi görevli. Şaka yapılmadığını anlayan kadın:
-Bana vereceğiniz parayla sokak kedilerine mama alın o halde, dedi.
Tablo, gözlerini açtığında bambaşka bir yerdeydi. Biraz yorgun ve gevşemiş hissediyordu kendini ama ilk kez huzur vardı içinde. Sağa sola bakarken teyzenin sesini duydu:
-Yeni evin hayırlı olsun. Burada Nazmiye, Fadik ve Dudu’yla birlikte yaşıyoruz. Sana da bir isim bulmamız lazım. 
Duyduklarına inanamıyordu. Bu esnada teyze devam etti:
-Eski mekanındaki herkes sana tipsiz, diyordu anladığım kadarıyla. Senin adın Tipitip olsun. Tipin de tip yani, diye ilave etti. 

IV.
Artık bu eski konakta beş kişiydiler. Ne kadar yaşayacaklardı, zamana ne kadar direneceklerdi, önce kim ayrılacaktı aralarından, belirsizdi. Artık resmin bir parçası daha Tipitip’le tamamlanmıştı. Nazmiye, Fadik, Dudu, Tipitip ve teyze bir eski zaman masalı gibi kimsenin bilmediği bir hayatı kocaman şehrin tenha bir mahallesinde yaşamaya devam ediyordu.
Tablonun, duvar saatinin, kaktüsün, nilüferin bile adı vardı fakat teyze kendi adını unuttuğunun farkında değildi. Sadece “teyze” denildiğinde bakıyordu sesin geldiği yere. 


7 Kasım 2024 Perşembe

İKİSİ BİR ARADA

Meryem Katırcı, Zehra Yıldırım


Hiçbir yerden haber, mail beklemiyordum fakat bir Salı sabahı ansızın gelen bir bildirimle irkildim. Okulun ilk günü, sabahın erken saatinde kimden geldiğini bilmiyordum bu e-postanın. Önceleri umursamadım çünkü okula hazırlık yapmam gerekiyordu fakat belki de hesaplarım ele geçirilmiştir endişesiyle göz ucuyla e-postayı açmaya karar verdim. Bu esnada evden çıkmıştım ve kapıda bekleyen servise binmiştim. Serviste e-postayı okumaya başladım:

Ben Beste. 
On beş yaşımdayım fakat otuz yaşımda gibi hissediyorum kendimi. Bazen çocuk gibiyim bazen olgun biriyim. Beni tanıyanlar hep neşeli görse de zaman zaman duygusallaştığım da olur. Mesela bir perdeye bir sinek konunca, mesela kalemimin ucu ansızın kırılınca, mesela çantamda ıslak mendil kalmayınca. 
On beş yaşımdayım ama hayallerim kaç yaşında bilmiyorum. Bir dağ köyünde öğretmen olmak hayaliyle yaşıyorum. Çalıkuşu Feride gibi olmak istiyorum. Kış boyu sobamın üzerinden çaydanlık hiç eksik olmasın, bahar mevsimi geldiğinde bahçeme soğan, maydanoz ekeyim istiyorum. Yaz tatilinde öğrencilerime örgüler öreyim ve okullar açıldığında onlara hediye edeyim istiyorum. 





Ben Beste, on beş yaşımdayım ve sınavlarla boğuşuyorum. Asla işime yaramayacağını bildiğim problemleri çözmek için döküyorum saçlarımı. Netlerimi biraz artırmak için gece gündüz test çözüyorum. Tost yiyorum acıktığım zamanlarda kantinden. Sunta gibi sert tostları çayla, ayranla yumuşatarak yiyorum. Sabahın erken saatlerinde servise binmek için uyanıyorum. Akşam geç saatlerde dönüyorum eve. Servis şoförü bana Beste, diyor. Annem babam Beste, diyor. Herkes bana Beste, diyor. Kimin bestesi olduğunu bilmediğim bir şarkının içindeyim sürekli. Kim söylüyor beni, kim dinliyor bilmiyorum. Arkadaşlarım bir var, bir yok etrafımda. Bir masalın içinden geçiyor gibi yaşıyorum hayatı. Yapmadığım şeyleri yaptığımı söylüyorlar ama ben hatırlamıyorum. Yaptığım şeyleri, yapmadığımı söylüyorlar ama ben onları hatırlıyorum. Etrafımdaki yüzler bazen çok tanıdık bazen çok yabancı. Yabancı insanlar bana adımla hitap ettiğinde tedirgin oluyorum. Haftada üç gün okula gidiyorum ama beş gün gittiğimi söylüyor arkadaşlarım ve ailem. Haftanın dört gün olduğunu bilmiyorlar galiba. Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri okuldayım. Cumartesi günleri evimdeyim. Bazıları bir haftanın yedi gün olduğunu söylüyor oysa diğer günleri bilmiyorum. 

Bu e-posta bana mı gönderilmişti yoksa bir yanlışlık mı vardı bilmiyordum ancak samimi bir üslubu vardı cümlelerin. Mektubun içinde adını hiç bilmediğim günler vardı ve haftanın dört gün olduğu yazılıydı. Oysa hafta üç günden ibaretti. Salı, Perşembe ve Pazar. Pazar gününe “tesi” ekini ekleyerek yeni bir gün uydurmuştu mektubu yazan kişi. Demek ki hayli kafası karışık ve farklı bir dünyada yaşayan biri diye düşündüm. Benim de ona bir cevap yazmam gerekiyordu. Okulda yazamazdım bu cevabı. Beste’nin okul hayatı aslında benim hayatıma benziyordu. Ben de haftanın bazı günlerini onun gibi yaşıyordum ama günlerin adı farklıydı. Belki de Beste başka bir ülkeden ya da gezegenden yazıyordu. Akşama kadar ona yazacağım mektup zihnimde dolaştı durdu ve akşam ona güzel bir cevap yazmak için bilgisayar başına oturdum.
2.

Hiçbir yerden haber, e-posta beklemiyordum fakat bir pazartesi sabahı ansızın gelen bir bildirimle irkildim. Okulun ilk günü, sabahın erken saatinde kimden geldiğini bilmiyordum bu e-postanın. Önceleri umursamadım çünkü okula hazırlık yapmam gerekiyordu fakat belki de hesaplarım ele geçirilmiştir endişesiyle göz ucuyla e-postayı açmaya karar verdim. Bu esnada evden çıkmıştım ve kapıda bekleyen servise binmiştim. Serviste e-postayı okumaya başladım. 
Ben Gül. 
Otuz yaşımdayım fakat kendimi on beş yaşımda gibi hissediyorum. Bazen yaşımın çok altında hareketler yaptığımı söylüyorlar bana. Beni tanıyanlar hep üzgün görse de zaman zaman neşeli, mutlu da olabiliyorum. Mesela bir kedi çıktığında karşıma ve bana uzattığında başını, mesela günlerdir görmediğim bir arkadaşıma bir markette rastlayınca, mesela kendime yeni bir çanta alınca.
Otuz yaşımdayım ama hayallerim kaç yaşında bilmiyorum. Mesela aya yolculuk yapmak istiyorum ya da bütün dünyayı dolaşmak. Dünyanın bütün denizlerine ayağımı sallamak istiyorum. Bütün ırmaklarında yüzmek. Göçmen kuşlarla her sonbaharda sıcak ülkelere gitmek istiyorum. Her bahar onlarla yeniden dönmek. Benim hayallerim on beş yaşında biri için garip mi bilmiyorum. Bulutlara dokunmak istediğim oluyor kimi zaman kimi zaman bulutları bir pamuk şekeri gibi ısırmak. 
Ben Gül, otuz yaşımdayım ve hiçbir meşgalem yok. Elimde kitaplarla bir yerlere gidip geliyorum ama nereye gittiğimi ve nereden geldiğimi tam olarak ben de bilmiyorum. Bir kopukluk var gibi hayatımda. Bir şeyler eksik gibi. Sabahın erken saatlerinde servise binmek için uyanıyorum. Akşam geç saatlerde dönüyorum eve. Servis şoförü bana Gül, diyor. Annem babam Gül, diyor. Herkes bana Gül, diyor. Ben hiç gülmüyorum. Ben genelde hüzünleniyorum hatta ağlıyorum. Arkadaşlarım bir var, bir yok etrafımda. Bir hikâyenin içinden geçiyor gibi yaşıyorum hayatı. Yapmadığım şeyleri yaptığımı söylüyorlar ama ben hatırlamıyorum. Yaptığım şeyleri, yapmadığımı söylüyorlar ama ben onları hatırlıyorum. Etrafımdaki yüzler bazen çok tanıdık bazen çok yabancı. Yabancı insanlar bana adımla hitap ettiğinde tedirgin oluyorum. Haftada iki gün okula gidiyorum ama beş gün gittiğimi söylüyor arkadaşlarım ve ailem. Otuz yaşında bir insan okula niye gider anlamıyorum. Haftanın üç gün olduğunu bilmiyorlar galiba. Salı ve perşembe günleri okuldayım. Pazar günleri evimdeyim. Bazıları bir haftanın yedi gün olduğunu söylüyor oysa diğer günleri bilmiyorum.

Mektubu okuduğumda kafam hayli karışmıştı. Hiçbir şey anlamamıştım mektuptan. Yerimde öylece kalakalmıştım. Servis şoförünün sesiyle irkildim:
Bestegül, bütün arkadaşların indi. Senin okula gitmeye niyetin yok galiba. 
Her gün bana Beste, diye seslenen şoför, neden Bestegül, demişti?



31 Ekim 2024 Perşembe

KELİMELER

 Meryem Katırcı

Bir kelime yetiyor bazen mutlu olmaya
Bir kelime yetiyor üzgünlüğe
Bazen bir iltifat
Bazen bir kötü söz

Sadece bir insanı değil
Dünyayı bile değiştirmeye yeter
Bir kelimenin gücü

Kelimeler
İyi, kötü, güzel, çirkin
Bazen bir kitapta rastlarız onlara
Bazen biri fısıldar kulağımıza
Kelimeler, kelimeler
Her yerdeler

ÜÇLÜ PÜRÜZ

Zehra Yıldırım, Zeynep Karaman, Meryem Katırcı

Üç kişilerdi. Üç bela. Onları gören servis şoförü yolunu değiştiriyordu. Aileleri onları okula bırakacak servisçi bulamadıkları için kendileri okula bırakıyordu. Yalnızca servis sorunu değildi yaşadıkları. Okula başladıklarından beri dolaşmadıkları sınıf kalmamıştı. Her dönem öğretmenler toplantısında bu üç kişinin sınıfının değiştirilmesi kararı alınıyordu. Önce bu üçlüyü ayrı ayrı sınıflara yerleştirmeyi denediler fakat bu üç kişinin üç ayrı sınıfta gösterdikleri üstün performanstan dolayı üçünün bir arada kalması gerektiği fikri üstün gelmişti. En azından her dönem bir sınıf gözden çıkarılıyordu bu üç kişi için. 
Onları tanıyanlar adeta onların hayatını özetleyen, kişiliklerini yansıtan bir isim bulmuşlardı: Üçlü priz. Kendileri de hoşnuttu bu isimden. Aslında kimseye zararları yoktu fakat müthiş bir enerjiyle doluydular ve bu enerjiyi kullanıyorlardı sadece; derste, oyunda, bahçede, yolda, evde, serviste…
Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Beden eğitimi derslerinde tüm arkadaşları nefes nefese kalıp bir kenara yığıldığında onlar halen koşmaya devam ediyorlardı. Bu da yetmiyor futbol kalesinin direkleri üzerinde yürüyor, potadan kendilerini geçirmeye çalışıyorlardı. Dersleri başarısız değildi lakin ilgi alanları çok değişikti. Dünya siyasetini ve gündemini takip ediyorlar, bir yandan da yorumlayarak geleceğe dair kehanette bulunuyorlardı. Onları tanımak için aslında bir dersi birlikte geçirmek yeterliydi. Fen bilgisi dersinde deney tüpünden bardak yaptıkları oluyordu ya da bilgisayar dersinde klavyeye kısa devre yaptırdıkları da. 
Aileler de bu üçlü priz yüzünden artık dost olmuşlar, sorunlarını ancak kendi aralarında konuşuyor ve çözüm bulmaya uğraşıyorlardı. Her gün sırayla bir aile bırakıyordu bu üç kişiyi okula ve aynı kişi tekrar alıyordu akşamları. 
O gün çocukları bırakma sırası üçlü prizin ikinci kişisinin ailesindeydi. Zaten hayli meşgul olan baba, çocuğunu aldıktan sonra diğer iki arkadaşını da almak üzere yola çıktı. Tez vakitte ekibi tamamladı ve okul yoluna koyuldu. İlk kez çocuklarda bir sessizlik vardı. Bu pek hayra alamet değildi ama belki de artık büyüyorlardı, akıllanmışlardı. Bu sessizlikten gizli bir sevinç duydu baba. Çocuklar araçtan inerken gözleri parlıyor ve sevgiyle arkalarından bakıyordu. Tebessüm ederek işine döndü ve üç çılgın roket gibi okul bahçesine daldı. Baba, iş yerine dönüp aracını park ettiğinde arka koltuklardaki gariplik dikkatini çekmişti. Kapıyı açtığında sinir krizi geçirmekten son anda kurtuldu. Koltukların tamamı kemirilmiş, süngerler oraya buraya fırlatılmıştı. Üstelik diş izleri vardı süngerlerin bazılarında. Sessizliğin nedenini anlamıştı. Oysa nasıl da güzel şeyler düşünmüştü onların sessizliğinden hareketle. Artık bu işe bir çözüm bulunmalıydı. Diğer iki aileyi acilen görüşmek üzere iş yerine çağırdı. Yarım saat içinde üç baba otoparkta buluştu. Görüşmeye çağıran baba:
-Sizlere hiçbir şey söylemeden önce şu arka koltuğu göstereyim, dedi. Koltuğu açtı fakat diğer babalar sessizdi. Diğer baba:
-Buyurun, bir de benim aracın arka koltuğuna bakalım, dedi. Manzara neredeyse aynıydı. 
Üçüncü babanın aracı da aynı durumdaydı. Bu işe bir çözüm bulmak amacıyla dakikalarca konuştular, düşündüler en sonunda bir çözüme ulaştılar. Çocuklarını eğitim gördükleri okuldan alarak farklı bir kuruma vermeyi ve özel olarak ilgilenecek öğretmenler bulmayı kafaya koydular. Bunun için açılmış tek okul vardı yaşadıkları ilde. Derhal üç baba bu kuruma gitti ve  durumu anlattılar. Kurum Müdürü:
-Sizin üçlü prizin durumunu biz de buralardan duyduk. Şöhret iyi bir şey aslında ama bu şöhreti kullanmak, bu enerjiden faydalanmak gerek. Bizler, sizin çocuklarınızla ilgileneceğiz ve onların normal bir çocuk olabilmeleri için emek vereceğiz. Bunun için buradayız, dedi. 
Üç babanın da sinirleri yatışmıştı. Akşam vakti çocuklara durum anlatılacak, artık okullarının değiştiği söylenecekti. Üstelik bu okulun kendi servisi de vardı ve servis koltukları metaldi. 
Bir sorunu çözmüş olmanın huzuruyla üç baba vedalaştı. 

2.
Üçlü Priz akşam olduğunda aileleri tarafından acı gerçeği öğrendiler. Artık okulları değişmişti fakat çok da mutsuz değillerdi çünkü üçü bir aradaydı. Kahve kıvamında hayat devam edecekti onlar için. Mekânın değişikliği onların hayata bakışını değiştirmek için yeterli değildi. 
Ertesi sabah kurum servisi üç belayı evlerinden birer birer topladı. Veliler son derece mutluydu ve ilk iş olarak araçlarının koltuklarını yaptırmayı düşünüyorlardı. Hatta birkaç usta ile görüşmüşlerdi bile. 
Sabah mahmurluğu ile aynı serviste bir araya gelen üçlü küçük bir şaşkınlık yaşamıştı çünkü koltuklar çok sertti, servis şoförü çok sertti. Yolculuk boyunca ses çıkaramadılar. Zaten kendilerinden başka kimse de yoktu kocaman araçta. Bu araç daha ilk dakikada yenen gol gibiydi. Morallerini bozmuştu. Servisi böyle olan bir kurumun sınıflarını, öğretmenlerini düşünmek bile ürkütücüydü. Yaklaşmakta olan iyice yaklaşmıştı ve kurum kapısının önünde üç kafadar indi. Ne bahçede koşuşan gençler vardı ne top oynayan birileri. Elinde çay bardağıyla gezen öğretmenler de yoktu. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmış eski Alman binaları gibiydi kurum. Kapıyı aralayıp içeri girdiklerinde nihayet insan görmeye başladılar. Öğrenciler bir garipti. Kimse onların yüzüne bile bakmıyordu. Kimse onlara selam vermiyordu. Sanki görünmez adam olmuştu üçü. Gürültü yoktu. Etraftaki çocuklar robot gibi, bot gibi geziyorlardı. Hepsi gözlüklüydü. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Eli boş kimse yoktu. Hepsinin elinde kocaman kitaplar vardı. Öğretmenlerin bir kısmı kitaplarda gösterilen yere bakıyordu fakat sessiz sinema setine düşmüş gibilerdi. Bu şaşkınlığı bir ses böldü:
-Nihayet gelebildiniz gençler. Artık sizler de bu saygın kurumun çocuklarısınız. Sizi sınıfınıza götüreceğim. 
Bu sesin sahibi mutlaka idareci olmalıydı. Peşinden yürüdüler. Bir kat yukarıya çıktılar ve soldaki ilk kapıdan girdiler. Sınıfta üç kişi daha vardı. İlk kez kendilerine bakan, varlıklarının farkında olan birilerini görmüşlerdi. Konuşup kaynaşacaklarını zannettiler fakat bu üç kişi hemen bakışlarını çevirdi ve önlerindeki kitaptan bir şeyler okumaya devam etti. 
Onları sınıfa getiren kişi kaybolmuştu. Kendilerine birer sandalye seçtikten sonra sıkılarak etrafı süzmeye başladılar. Nedense başka bir dünyaya düşmüş gibilerdi. Ya da başka bir ülkeye. Paralarının geçmediği, dillerinin anlaşılmadığı bir ülkeydi burası. Üçlü Priz’in en neşelisi kitaplarla meşgul kişilere dönerek:
-Tanışmayacak mıyız? Biz buraya yeni geldik de. Hiç misafirperver bir kurum değilmiş burası. Haydi tanışalım.
Diğer üçlüden ses çıkmadı. Bu kez Üçlü Priz’in ikincisi söze devam etti:
-Gençler, siz hayatta mısınız? Canlı mısınız? Dışardan bakınca hayalet gibi görünüyorsunuz.
Üçlü halen suskundu. Üçlü Priz’in üçüncüsü şansını denedi, konuşmayan sadece o kalmıştı:
-Şaka mısınız siz? Neden konuşmuyorsunuz? Belki geçmişte koltuk kemirmişliğimiz var fakat biz insan yemeyiz. (şüpheli)
Üçlü, aynı anda başını kaldırdı ve sırasıyla üçlü prize baktılar. Bakışlarında bir küçümseme vardı. 
-Koltuk kemirenler… Bu hangi canlı türü? Önümüzdeki kitaplarda görmedik. 
Bu sırada sınıfa giren öğretmene:
-Burada olmaması gereken birileri var galiba öğretmenim. Durumu onlara anlatır mısınız, dediler. 
Üçlü Priz’e geçmişti suskunluk sırası. Üçü de artık elektrik akımı olmayan boş birer priz gibilerdi. Gün bitinceye kadar sustular ve öğretmenleri ne istediyse yapmaya çalıştılar fakat çok yetersizlerdi, çok başarısızlardı. 
Akşam evlerine döndüklerinde kocaman bir çuval vardı ellerinde. Çuval kitaplarla, testlerle doluydu. Üçü de aynı şeyi yaşadı. Sessizce odalarına geçip kitapları yerleştirdikten sonra erkenden uyudular. Aileler şaşkındı. 
Günler hızla geçiyordu. Üçlü Priz’deki değişim herkesin dikkatini çekiyordu. Aile bireyleriyle konuşmuyorlar, odalarından çıkmıyorlardı. Her hafta yeni kitaplar istiyorlardı. Yeni çalışma setleri istiyorlardı. Sessizlik istiyorlardı. Her şey dakikasında olsun istiyorlardı. Kardeşlerini görmüyorlardı. Anne babalarını da görmüyorlardı. Sadece kitaplar, testler, setler, dersler. 
Aileler durumdan tedirgin olmaya başlamıştı. Bir doktora gitmek gerekli mi diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Üçlü Priz’in elemanları bir doktora gitmek gerektiğini ancak bu doktorun göz doktoru olması gerektiğini söylüyordu. Artık yazıları okumakta zorlandıklarını birkaç kez söylemişlerdi.
Çok geçmeden Üçlü Priz artık siyah, kalın gözlüklü üç kafadar olmuştu. Yürüyüşleri de değişmiş ve kilo vermeye başlamışlardı çünkü yemek yemiyorlardı. Artık kurumun öğrencilerinden farkları kalmamıştı. Eski günler unutulup gitmişti. Sadece ders çalışıyorlar, test çözüyorlar ama bunları niçin yaptıklarını bilmiyorlardı. 
Aileler, kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Çocukları için üzülüyorlardı. Her gün yeni kitaplar almaktan usanmışlardı. Çocuklarının yüzlerini bile göremiyorlar, kitapları odalarının kapısının önüne bırakıyorlardı. Arabaları temizdi ve koltuklar pırıl pırıldı. Çocuklarına dair sorunları kalmamıştı ama onların bu hâli hiç iç açıcı görünmüyordu. Zaman çocuklarının eski yaramazlıklarını anlatıp gülüyorlar sonra hepsi birden hüzünlü hüzünlü boşluğa bakıyordu. Gerçekten de kurum, onların hakkından gelmişti. 
Öte yandan eski okullarında da arkadaşları zaman zaman Üçlü Priz’i özlemeye başlamıştı. Aslında gıcıklardı, yaramazlardı, zararlıydılar fakat etrafa bir neşe yaydıkları da gerçekti. Okulda olmadıkları çok belliydi. Hayat, onlar için de sıkıcı bir durum almaya başlamıştı. Sonunda, Üçlü Priz’in yokluğunun oluşturduğu boşluk öğretmenler odasında bile konuşulmaya başlandı. Öğretmenler “keşke burada kalsalardı” diye hayıflanıyorlardı. Bu tarz bir konuşma üzerine okul müdürü:
-Hep beraber gidip Üçlü Priz’i ziyaret edelim, dedi. Öğretmenlerden ve öğrencilerden bir komisyon kuruldu. Üçlü Priz’i ziyaret etmek için yola çıktılar ve üç ayrı hediye aldılar. Üç tane üçlü prizi hediye kutusuna ayrı ayrı yerleştirdiler. Prizlerin üzerine okullarının adını da yazmışlardı. 
Uzun sayılabilecek bir yolculuktan sonra Üçlü Priz’in bulunduğu kuruma üç idareci, üç öğretmen ve üç öğrenciden oluşan komisyon ulaştı. Daha binayı görür görmez hepsinin içini bir sıkıntı sarmıştı. Tek tük gördükleri öğrencilerin öğrenci mi robot mu olduğunu bile fısıldadılar birbirlerine. Kurum idaresinden Üçlü Priz’in sınıfını öğrendiler ve teneffüsü beklediler. Teneffüste kimse sınıf dışına çıkmıyordu. Sınıfa girdiklerinde yanlış sınıfa girdik diye düşündüler önce. Fakat dikkatlice bakınca Üçlü Priz’i tanıdılar. İğneden ipliğe dönmüş üç genç vardı karşılarında. Kalın gözlükleri vardı bu gençlerin ve önlerindeki kitaplardan gözlerini ayırmıyorlardı. Eski Okul Müdürü elini cebine attı ve kağıt mendil çıkararak dökülen gözyaşlarını kuruladı. Öğretmenlerden biri de ağladığını belli etmemeye çalışıyordu. Öğrenciler suskundu. Nihayet başlarında bekleyen tanıdık yüzleri gören Üçlü Priz aynı anda önlerindeki kitabı kapattılar. Sadece baktılar. Hoş geldiniz, bile diyemeden baktılar. Ruhlarını önlerindeki kitaplara hapsetmiş robotlar gibiydiler. Önce öğrenciler ellerini uzattı Üçlü Priz’e fakat elleri boşlukta kaldı. Sonra öğretmenler uzattı, onların da elleri boşta kaldı. Okul Müdürü kocaman bir çığlıkla sessizliği bozdu:
-Size ne yaptılaaaar?
Kimse bu çığlıktan rahatsız olmuyordu. Öğretmenler Üçlü Priz’i kollarından tuttu ve sınıfın dışına aldılar. Sırasıyla üçü de konuştu:
-Test kitaplarımızı orada unuttuk, dedi biri. 
Diğeri:
-Testlere dönmemiz lazım. Bizi meşgul etmeyin, dedi.
Üçlü Priz’in üçüncüsü:
-Bizi kurtarmaya mı geldiniz hocam, diyebildi fısıltıyla ve ekledi, ben sizleri çok özledim. 
Okul Müdürü daha fazla dayanamadı ve kurum yetkililerine giderek öğrencilerini sonsuza dek buradan almak istediğini söyledi. Yetkililer, ailelerle görüşmeleri gerektiğini dile getirdiler. 
Okul Müdürü hemen oracıkta üç veliyi de aradı ve kuruma davet etti. Kurum yetkilisi Üçlü Priz’in kuruma başlarken imzalanan belgeleri çıkardı ve:
-Kurumumuzun şimdiye kadar çocuklarınıza verdiği eğitimin karşılığı olarak ödeme yapmanız gerekiyor, dedi. 
Veliler, çocuklarının sağlığının burada bozulduğunu dile getirdi. Sözleşme iptal edilmezse sağlık kurumlarından rapor alarak kurumu mahkemeye vereceklerini söylediler. 
Kurum, bu durumun olumsuz bir reklama sebep olacağı düşüncesi ile sözleşmeyi iptal etti. 
Ertesi gün Üçlü Priz eski okullarına döndüler. Arkadaşları, öğretmenleri ile konuştukça usul usul eski günlerine dönmeye başladılar. Arkadaşlarıyla konuştukça, oynadıkça, yaramazlık yaptıkça gözlerinin daha iyi görmeye başladığını fark ettiler ve gözlüklerden kurtuldular. 
Yine üç kişilerdi ama artık bela değillerdi çünkü arkadaşları da öğretmenleri de hatta aileleri de onları bela olarak görmüyor, neşe kaynağı olarak düşünüyorlardı. 

3 Ekim 2024 Perşembe

HÜZÜNSÜZ KÜÇÜK BİR VEDA

Zehra Yıldırım, Zeynep Karaman, Meryem Katırcı

Eren’le tanıştığımızda yaz mevsiminin en sıcak günleriydi ve bir gece yarısıydı. Önce sesini duydum, sonra kendisini gördüm. Onu tanıdığım için mutlu değildim aslında çünkü özellikle geceleri huzursuzluk veriyor, uyutmuyor, habire bağırıp çağırıyordu. Sinir bozucuydu Eren ve bunun farkındaymışçasına davranıyordu. Her yerde karşıma çıkma ihtimali vardı. Bazen salonda, bazen mutfakta bazen kendi odamda. Sarı, bir canlıda ancak bu kadar itici durabilirdi. Baştan ayağa sapsarı ve gevezeydi Eren. 
Aslında Eren günün belli saatlerinde bana musallat olan bir kâbus gibiydi. Aradığımda ya da boş zamanımda karşıma çıkmazdı hiç. Ya çok dersim olduğunda ya da uykum geldiğinde karşıma çıkardı. Herkesin hayatında mutlaka onun gibi birilerine rastladığı dönemler olmuştur. Sesi sanki kulağımdan bir iğne gibi ilerliyor ve beynimde inliyordu. Onun kadar çelimsiz, küçük biri bu kadar büyük bir rahatsızlığa nasıl sebep oluyordu, anlamıyordum bunu. Boş bir vaktimde karşıma çıksa ben çözümü biliyordum fakat boş zamanlarımda özellikle saklanıyordu sanki benden. 
Onun iyi bir eğitimle düzelebileceğine, faydalı bir canlıya dönüşeceğine inandığım zamanlar bile vardı. İyi kötü bir mevsim başımın belası oldu Eren. Sonbaharla birlikte artık onun sesini duymaz oldum, yüzünü görmez oldum. Üzüldüm diyemem yokluğuna ama demek ki alışmışım varlığına da. 
İyi ki diyorum onun yüzünden katil olmadım. Buna gerek kalmadı yani. Bir sabah uyandığımda pencerenin önünde ölüsünü gördüm. Sırtüstü yatmış ve hareketsizdi. 
Odamdaki saksının toprağına küçük bir katkıda bulunur belki diyerek çiçeğimin dibine gömdüm onu. Üstelik gömerken onun çıkardığı vızıltıya benzer vızıltılar çıkardım ben de. Küçük bir tören de yaptım kendimce ve şöyle dedim:
-Seni sevmemiştim hiç sivrisinek fakat yine de yokluğunu şimdi hissediyorum. Işıklar içinde uyu. 

26 Eylül 2024 Perşembe

CUMARTESİ

 Meryem Katırcı

En sevdiğim gün cumartesi
Niye diyecek olursanız
Tamamen benim günüm
Film izlerim, yürüyüş yaparım 
İstediğim yemeği yerim
Bugün tamamen benim

Bazıları pazar gününü sever
Pazar da fena bir gün değil 
Ama cumartesi özgürlüğün günü
Pazarı kötü yapan 
Kendisi değil pazartesi

Keşke bana günlerin adını yeniden sırala deseler
6 günün adını yaparım cumartesi
Bir gün de pazar olabilir
Küsse de pazartesi
Ertesi gün yeniden cumartesi

19 Eylül 2024 Perşembe

ÖZGÜRLÜĞÜN ÜLKESİ

 Meryem Katırcı

Akşam vakitlerinin benim için ayrı bir güzelliği var. Dolu dolu geçirdiğimi söylemem fakat akşamın sessizliği, sakinliği, dinginliği hoşuma gidiyor. Hele o usul usul çöken karanlık yok mu? Karanlık çöküyor ve sokaklar bambaşka bir hâl alıyor. Yollarda evlerine dönen insanlar, okuldan dönen öğrenciler…
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, akşamları kuşlarda bile bir telaş oluyor ve onlar da yuvalarına dönmek için çaba sarf ediyor. 
Biraz vakit ilerleyince şayet hava açıksa nazlı nazlı bir ay yükseliyor uzaklardan. Yıldızlar göz kırpmaya başlıyor sessiz sessiz. 
Şehirde de akşamın güzelliği başka fakat ben bir dağ başında yaşamak isterdim akşamı. Gökyüzüne daha yakın bir dağ başında. Yıldızları, şehir ışıklarının yutmadığı, ayın parlaklığını perdelemediği bir dağ başında. Bir yanda çekirge sesleri, bir yanda ateş böcekleri olsun isterdim. Uzaktan bir derenin şırıltısı gelsin kulağıma isterdim. Gözlerimi kapatıp açayım ve ay ile, yıldızlar ile selamlaşayım isterdim. 
Gündüzün vedasıdır akşam, güneşin vedası. Ayın ve yıldızların merhabası. 
Her vaktin bir bereketi var ama akşam vakitleri benim için daha bereketli. Özellikle ev halkı uyumaya başladıktan sonra yeni bir dünya, yeni bir hayat başlıyor benim için. Ödevlerin, soruların, sorunların ötesinde kendime ait bir dünya. Galiba akşamı en çok bu yüzden seviyorum. Akşam benim için özgürlüğün ülkesi. Kimse rahatsız etmiyor beni bu ülkede. Bu ülkenin tek sahibi benim ve süsü karanlık, yıldızlar, ay.

OKUL SEVGİSİ

 Meryem Katırcı

Sınıftaki herkes ondan rahatsızdı. Öğretmen bile ondan rahatsızdı. Oysa öğrenmeye çok meraklıydı ve kimseye bir zararı yoktu. Bir şeyler öğrenmek ve hayatında uygulamak istiyordu. Bütün dersleri seviyordu ve kaçırmadan dinlemek istiyordu fakat çoğu zaman ya kapıdan çıkarıyorlardı onu ya da pencereden. Evet, pencereden kovulduğu zamanlar da olmuştu. 
Sesi çok çıkmıyordu. Hatta sadece yakınında olanlar onun sesini duyabiliyordu ve cüssesi de yer kaplamıyordu. Sınıfta olmadığı zaman kimsenin yeri genişlemiyordu ve onun yokluğunu kimse fark etmiyordu da. 
Yoklama alınıyordu ama o olmadığı zamanlarda yoklama fişine “yok” yazılmıyordu. Yaramazlık yapanların isimleri tahtaya yazılıyordu fakat bazen yaramazlık yapmaya yelteniyor ama bir türlü adını tahtaya yazdıramıyordu. Kimse onunla konuşmuyordu. 
Lavaboya gidince de istenmeyen kişi oydu. Onu görmekten en  çok kantinde rahatsız oluyorlardı. Kantinci kaç kez kovalamıştı onu kantinden. Hatta bir keresinde az kalsın bacağı kırılacaktı kantinciden kaçarken. 
Çok şey istemiyordu ki… Sadece ders dinlemek istiyordu. Bilgi sahibi olmak, kültürlenmek istiyordu. Sıradan bir canlı olmamak istiyordu. Açık kitap gördüğünde mutlaka satır satır okurdu. Bazen tahtada yazılı olanları görmek için tahtanın en yakınına giderdi. Özellikle tahtaya yaklaştığında öğretmen değişik hareketler yaparak kovardı onu tahtanın etrafından. Suçu neydi, bu hayat ona neden layık görülmüştü anlamıyordu. 
Anne babası ve arkadaşları onun okula gitmesini istemiyordu. Okul tehlikeli bir yer diyorlardı. Hastalanırsın, bırak bu okul sevgisini, parklar, bahçeler daha güzel diyorlardı ama nafile. Bir kez okul aşkına yakalanmıştı. Okul bambaşka bir yerdi onun için. Teneffüs zillerini de seviyordu, pazartesi sabahları, cuma akşamları müdürün yaptığı konuşmaları da. Birkaç kez de müdür odasına gitmişti ama müdür onu çok korkutmuştu. O günden beri müdüre sadece dışarda selam vermeye başladı. Müdür, onu görünce kızgın bakışlarla değişik davranışlar sergiliyordu. Bir keresinde de öğretmenler odasına girip orada kültürlenmek, yeni şeyler öğrenmek istemişti ama oradan da kovulmuştu. 
Hayatı bir yerlerden kovulmakla geçiyordu. Oysa çok şey istemiyordu ki. Ailesi ve arkadaşları istemese de kış mevsiminde okulun sağladığı imkanlar başka bir yerde yoktu. Kışın sıcacık oluyordu sınıflar. Üstelik akşamları kimsecikler olmuyordu ve o istediği gibi hareket edebiliyordu. Kovulmuyordu akşamları. Tüm koridorlar, öğretmen odası, diğer sınıflar… Hepsine girip çıkabiliyordu. Ders olmuyordu, öğrenci ve öğretmen olmuyordu, kovan olmuyordu ama akşam vakitleri hayli keyifliydi onun için. 
İnsanlar neden anlamıyordu kendisini. Öğrenmek isteyen, bir şeyler dinlemek isteyen bir karasineğin onlara ne zararı olabilirdi ki?

KIŞ BİTTİ

Meryem Katırcı, Zehra Yıldırım

Normalde kış mevsiminin usul usul kasabayı terk etmesi, baharın ilk seslerinin duyulması gerekiyordu fakat kışın gitmeye niyeti yok gibiydi. Sanki bu kasabayı sahiplenmiş gibiydi soğuk ve kar. İnsanlar haftalardır devam eden kar yağışı yüzünden evden çıkamaz olmuştu. Çoğu evde yakacak sorunu başlamıştı bile. Eskilerin zemheri dedikleri zaman dilimi çoktan geride kalmıştı. Dedesi böyle zamanlarda cebinde taşıdığı eski defteri çıkarır zemheri, gücük, abrul, kocakarı soğukları gibi şeyler söylerdi ve her seferinde de tutardı onun söylediği hava tahmini ama bu kez tutmamıştı. O defterde neler yoktu ki? Evde yaşayan herkesin doğum tarihi hatta ineklerin buzağılama tarihi, koyunların kuzulama tarihleri bile vardı. Sadece bunlar değil, hangi hastalığa hangi bitki iyi gelir, hangi dua hangi zamanlarda okunur… Kafa defteri derdi dedesi o deftere. Zaten kış en çok dedesini ürkütmüştü bu sene. Karlı dağlara bakıp bakıp bir türkü mırıldanıyordu:
Bu yıl bu dağların karı erimez
Eser bâd-i sabâ yel bozuk bozuk
Dedesi, kim bilir kaç kez kış mevsimi yaşamıştı ama bu mevsim ona ağır gelmişti. Yorgunluğu gözlerinden, yüzünden belli oluyordu. 
Yine sabahın ilk saatleriydi ve yine dışarda kar, kimi zaman çoğalıp kimi zaman azalarak yağmaya devam ediyordu. Kar yüzünden şubat tatili de uzamıştı ve her hafta okulların açılması bir hafta ileriye atılıyordu. Kasabadaki çocuklar başlangıçta bu durumdan hayli keyifliydiler fakat bir süre sonra onlar da usanmıştı. Yeterince kartopu oynamışlar, kardan adam yapmışlardı. Artık onlar da baharın gelmesini dört gözle bekliyorlardı. 
Zeki, pencereden dışarıya baktı ve kahvaltı için mutfağa doğru yöneldi. Zaten herkes masa başındaydı. Kimse kahvaltı boyunca konuşmadı. Dedesi de konuşmadı. Kahvaltı bittikten sonra dedesiyle birlikte dışarıya çıktı ve kapı önünde biriken karları kürediler bir süre. Evin kedisi bile artık dışarıya çıkmak istiyor fakat birkaç adım attıktan sonra koşarak içeriye giriyordu. 
Zeki, dedesini konuşturmak için zihninde konu arıyordu. Bir şey bulamadı ama öylesine ağzından bir soru çıkıverdi:
-Babaannemi özlüyor musun dedeciğim?
Ansızın gelen bu soru karşısında dede birdenbire donup kaldı. Nefesi hızlandı. Gözleri bulutlandı. Kendisini toparladı ve derin bir iç çekişten sonra:
-Özlenmez mi, dedi. 
Başka bir şey demedi. Zeki, bu soruyu nasıl sorduğuna kendisi de şaşırdı. Sorulacak şey miydi şimdi sabah sabah bu? Babaannesi öleli henüz birkaç sene olmuştu ve dedesi onun ölümünden kendisini de sorumlu tutuyordu. Yeterince ilgilenemediğini, değerini bilemediğini uzun süre anlatmış durmuştu. Bu soğuk havadan kurtarmalıydı dedesini. Aklına muzipçe şeyler geliyordu ama dedesinin nasıl karşılayacağını kestiremedi. Sessizce yerden bir avuç kar aldı ve biraz uzaklaşarak dedesine minik bir kartopu fırlattı. Dedesi yine şaşkındı ama küçük bir tebessümden sonra omzuna isabet eden karları temizledi ve karşı atakta bulunmak için eğildi. Zeki, saklanmaya çalıştı ama vazgeçti ve dedesinin fersiz kollarla kendisine fırlattığı kartopunun sırtında dağılmasına müsaade etti. Dedesi artık gülümsüyordu. Zaten kapının önünü de temizlemişlerdi. Tam içeriye girecekleri sırada kar yağışının durduğunu fark ettiler. Bu durum da onları biraz daha mutlu etmeye yetmişti. 
Belki de bekledikleri bahar artık gerçekten gelecekti. Öğleye doğru hava tamamen açıldı ve yumuşadı. Hatta karlar erimeye başladı. Bu hızla karlar erir ve yeniden yağmazsa birkaç güne okullar açılacak demekti. Karların eridiğini ve güneşin çıktığını gören kasabaya bir hareketlilik gelmişti. 
Ertesi sabah uyandıklarında hava yine güneşliydi ve her taraf yavaş yavaş eriyen karların suyuyla doluydu. Kaç zamandır durgun olan dedesi o gün keyifliydi ve yüzüne renk gelmiş gibiydi. Bir bahara daha ulaşmış olmanın sevinciydi aslında dedesinin yaşadığı. Bahar demek, yeni bir başlangıç demekti, tazelik ve yaşama sevinci demekti. 

28 Mayıs 2024 Salı

ONUN ARABASI VAR


Meryem Katırcı, Zeynep Karaman, Zehra Yıldırım, Merve Hoşgiz

Günlerdir yoldaydı. Neyse ki arabası konforluydu. Yol boyu hiçbir dinlenme tesisinde durmak zorunda kalmamıştı. Aracında yok, yoktu. Ne zaman yavaşlasa ya da bir yere park etse ilgi odağı oluyordu. Herkes ona bakıyor hatta bazıları durdurup video alıyor ya da fotoğraf çekiniyordu. Kendinde değildi hüner. Ona bu şöhreti sağlayan arabasıydı. Hiç arıza vermiyor, lastiği bile patlamıyordu. Durmaksızın gitmesine rağmen yakıtı hiç bitmiyordu. İnsanlar petrole gelen zamlardan şikayet ediyordu, vergilerin yüksekliğinden dert yanıyordu ancak o, bu insanları anlamıyordu. Kendi arabası mükemmeldi. Ne zaman ve nasıl sahip olmuştu bu arabaya hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey çok pahalı olmadığıydı. Günlerdir yoldaydı. Biraz mola vermek, dinlenmek gerekiyordu. 
Bir kasabaya yaklaştığını fark etti. Biraz yavaşladı. Manzaranın tadını çıkarmalıydı. Otobanların gürültülü havasından sonra kasaba manzarası ona ilaç gibi gelmişti. Bir tarafta yemyeşil tarlalar, diğer tarafta alabildiğine yüksek dağlar… Etrafına bakarak kasabaya doğru kırdı direksiyonu. Etrafında başka araç yoktu. Bazen traktörlere rastlıyor, selamlaşarak yoluna devam ediyordu. Traktörlerdeki insanlar ihtimal ilk kez böyle donanımlı, güzel bir araç görüyordu zira dönüp dönüp bakıyorlar, el sallıyorlar, tebessüm ediyorlardı kendisine. Alışıktı bu duruma. Onu ve arabasını ilk kez görenler arabasına hayran oluyorlardı. Mutluydu, daha önce hiç görmediği bir kasabaya gidiyordu. Neden bu kasabaya gidiyordu? Bilmiyordu. Daha önce yolculukları hep kısa kısa sürmüştü. Bu kez neden yolculuk uzuyordu? Bilmiyordu. 
Günlerdir bir şeyler yemediği aklına geldi. Gerçi aracında erzakı vardı ama yine de sıcak bir şeyler yemeli ve içmeliydi. Kasabanın girişinde mutlaka bir tesis vardır düşüncesiyle ilerlemeye devam etti. Nihayet kasaba girişine ulaşmıştı fakat tesis filan yoktu. Kasabaya girdiği andan itibaren yine bakışları üzerine çekmeyi başarmıştı. Bir yoldan geçerken ya da bir yere adım attığında ona bakmayan göz yok denecek kadar azdı. Sadece insanlar değil hayvanlar bile onu gördüğünde mutlaka şaşırıyordu. Kasabanın tam ortasına geldiğinde artık dükkanlar, lokantalar gözüne çarpmaya başladı. Aracı için güzel bir park mekanı gözüne kestirdi. Tüm kasaba donmuş bir fotoğraf gibi hareketsizdi ve onu izliyordu. Kim bilir içlerinden nasıl da hevesleniyorlardı onun arabasına? Zarar görmemesi için arabasına en uygun yeri seçti ve arabasından indi. Onun inmesiyle birlikte insanlar kendine doğru yaklaşmaya başlamışlardı. Bu ilgiye alışıktı. Kimileri arabasını yakından inceleyecek, kimileri elini uzatıp tokalaşmak isteyecekti. 
Birkaç adım atmıştı ki yanına yaklaşanlardan biri:
-Hoş geldiniz beyim. Yolculuk nereye? Arabanıza hayran kaldık hepimiz, diyerek güldü. Etrafındaki insanların da yüzlerinde tebessüm vardı. Şeytan tüyü mü var bende, diye düşündü. Belki de giyim kuşamından kaynaklanıyordu bu sempati. Parlak ve uzun sarı ceketi çok dikkat çekiyordu. Gözüne kestirdiği lokantaya doğru ilerlerken insanlar da yanında ilerliyordu. Hatta bir kedi ve bir de köpek kalabalığa eşlik ediyordu. 
Lokantanın önünde durdu. Dükkan sahibine selam verdi. Dükkan sahibi:
-Buyurun beyim, ne arzu edersiniz? Sizin buraya gelmenizi bekliyorduk. Namınız daha siz yollarda iken buraya kadar ulaştı. Sizi misafir etmek bizim için onurdur. 
Karşılamadan çok memnun kalmıştı. Büyük şehirlerde bu tarz karşılamalar olmuyordu. Nereden tanıyordu bu insanlar kendini? Küçük bir merak oluşmuştu. Dükkan sahibine bakarak:
-Sıcak bir çorba alayım, sonra yoluma devam edeceğim, dedi. 
Bu esnada etrafında fotoğraf çekinenler, video kaydı alanlar vardı. Alışıktı bunlara. Yemeğini bitirdi. O sırada lokantanın televizyonuna gözü ilişti. Televizyonda elinde direksiyonla gezen bir adam gördü. İnsanlar hem televizyona hem de kendine bakıyordu. Nihayet biri:
-Bak, televizyona çıkmışsın, üstelik arabanla, dedi. 
Yemeğini bitirmeden kalktı. Koşarak arabasının yanına gitti. Neyse ki arabası yerindeydi. Koltuğuna oturdu ve yeniden yola çıktı.  

16 Mart 2024 Cumartesi

GİZEMLİ DAKTİLO

 Meryem Katırcı, Zeynep Karaman, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım

 
1- Usuşrut Kılatalas


    Her şey bir daktiloya heves etmesiyle başlamıştı. Epey uzun araştırmadan sonra nihayet bir daktilo bulmuştu. Filmlerde gördüğü gibi değildi daktiloyla yazmak. Üstelik klavyesi farklıydı. Günlerce bir şeyler yazmak için uğraştı. Geceler boyu uykusuz kaldı. Bir türlü olmuyordu.
    Bir şiir yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir hikâye yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir masal yazmak istiyordu ama daktilonun başına oturamıyordu bile.
    Belki de yazarlık kendine göre değildi. En iyi bildiği işe, turşu satışına geri dönmeliydi. Aslında turşuculuk da bir şiir gibiydi yerine göre ya da her turşunun bir hikâyesi yok muydu? Vardı…
    Yalnız yaşadığı evindeki tek canlı, Salatalık Turşusu adını verdiği kuşuydu. Bu yazarlık, şairlik sevdasından vazgeçmeliydi. Vazgeçti de. Hayatında ilk kez bir şeylere heveslenmişti onun da sonu hüsranla bitmişti.
    Daktilosunu komodinin üzerine koydu. Birkaç gün sonra çantasına koyar, kaldırırım, belki de satarım, diye düşündü. Günlerdir üzerine tek cümle yazamadığı kâğıt halen daktiloda takılıydı.
Ramazan gelmişti ve turşu işine yeniden dönmenin tam zamanıydı. İnsanlar ramazan ayında özellikle turşu, baklava, hurma, pide gibi yiyeceklere fazla düşüyorlardı. Ertesi sabah erkenden kalktı, turşu sattığı Pazar yerine vardı ve önlüğünü takarak bağırmaya başladı:
    -Turşuuu, turşuların en güzeli… Hikâyesi olan turşular. Şiir gibi turşulaaaar….
İnsanlar anlamıyordu turşunun hikâyesi, şiiri nasıl oluyor? Yine de alıyorlardı onun turşusundan. Pazarda ilk günü hayli yorucu geçmişti. Eve gelir gelmez uyudu. İftara henüz iki saat vardı. Gözlerini açamıyordu ama daktilo sesi geliyordu bir yerlerden.
İftar ezanıyla beraber uyandı. Orucunu açtı. Salatalık Turşusu’na da ramazanlarda oruç tutturuyordu. –Turşuuu, koş bir tanem, rızık zamanı, diye bağırdı. Kuş, kafesten sofraya kondu, yemini yedikten sonra daktilonun üzerine kondu. Tüylerini, ayaklarını bir yerlere kıstıracak diye endişe eden sahibi, daktilonun başına geldiğinde büyük bir korku oluştu gözlerinde. Elleri titriyordu. Daktilonun üzerine uzandığında bir sayfalık hikaye metnini gördü. Elleri titreyerek kağıdı çıkardı. “Usuşrut Kılatalas” hikayenin adı böyleydi. Ne anlama geldiğini fazla düşünmedi. Rumca, Ermenice, Zazaca gibiydi. Neyse ki hikayenin adı garip olsa da kendisi anlaşılabiliyordu. Hikayeyi okudu, beğendi. Daha önce bir yerlerde okumuş gibiydi. Fakat bu nasıl olmuştu?
    Bu hikayeyi bu daktilo ile kim yazmıştı? Kuşunu daktilo üzerinde gezerken görmüştü fakat tuşlara basamayacak kadar güçsüzdü o. Kim?.. Kim?.. Kim yazmıştı bu hikayeyi? Zaten uyurken kulağına da daktilo sesleri gelmişti fakat o, rüya sanmıştı bunu. Acaba komşularından biri mi ona sürpriz yapmak istemişti? O kadar samimi bir komşusu yoktu, ayrıca kapısı kilitliydi her zaman…
Kötü şeyler düşünmek istemiyordu fakat mantıklı bir açıklaması yoktu bu yaşadıklarının. Belki de hepsi rüya, hayal, hikayeydi.
    Daktilo, artık onun için hem heyecanlı hem korkulu bir eşyaya dönüşmüştü. Usuşrut Kılatalas, adlı tek sayfalık hikayeyi aldıktan sonra daktiloya yeni bir kağıt taktı ve uyumak üzere yatağına geçti. Aslında uykusu filan yoktu. Uyumuş gibi yaparak, daktilodan yeni bir hikâye yazmasını bekliyordu. Ya da her kim, kimler gelip yazıyorsa yeni bir hikâye yazsınlar diye kendince kurgu yapmıştı. Dakikalarca bekledi, bekledi. Uyuyakalmıştı. Sabah uyanır uyanmaz gözleri daktiloya ilişti. Yeni bir hikâye duruyordu karşısında. 

    İyi ama nasıl oluyordu bu?


 Meryem Katırcı, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım, Emir Baran İpek

2- Tığâk Şob

Heyecanla yeni hikâyeyi okudu. Okumakla kalmadı beğendi fakat korkmaya başladı. Evin kapısını yokladı, kapı halen kilitliydi. Pencerelere baktı, kapalıydı. Salatalık Turşusu’na baktı, kafesinde uyuyordu. 

İyi ama nasıl oluyordu bu?

Daktiloyu evirdi çevirdi. Altına, üstüne baktı. Besmele çekti, Felak ve Nas surelerini okudu. Daktilo sihirli olamayacağına göre acaba metafizik varlıklar mı yazıyordu bu hikâyeyi? On iki yıldır bu evde oturuyordu ve hiç cin, peri olayı duymamıştı. Belki de bu yaşadıkları gerçek değildi, oruçlu olmanın, ramazan ayında bulunmanın değişik halleriydi. Kötü düşünmemeliydi. Belki de son yıllardaki iyiliğinden, iyimserliğinden ötürü Allah ona yardım etmesi için iyi varlıkları gönderiyordu. Yakında belki de evliya mertebesine ulaşacaktı. Gerçi oruç dışında bir ibadeti yoktu ama kalbi temizdi. 

Bunları düşünürken hikâyeyi cebine aldı, daktiloya yeni bir kağıt taktı ve turşu satmak için yine dışarıya çıktı. Bir süre gezecek, akşama doğru turşu satacak ve iftara yakın eve gelecekti. Bugün ikinci hikâye keyfini yerine getirmişti. Evden çıkmadan Salatalık Turşusu’nun önüne yem koymayı ihmal etmedi. Yaşının küçük olduğunu hatırladı kuşunun. Oruç tutmasa da olurdu. 

Okuyacağı yeni hikâyenin hevesi ile dolaştı gün boyu, satış yaptı ve malzemelerini erkenden bitirdiği için çabucak eve döndü. Artık evde ilk baktığı yer daktilo idi. Daktiloya hevesle koştu fakat yazılmış bir şeyler yoktu. Kâğıt, sabah taktığı gibi bomboştu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Belki de önceki hikayeler de yazılmamıştı. Belki önceki kağıtlar da boştu ve o dolu görüyordu. Belki yavaş yavaş hastalanıyordu, dengesini kaybediyordu.

Bir süre daktiloya bakası gelmedi. İftar hazırlıklarına başladı. Uzun bir hazırlık değildi bu. Bir bardak su, birkaç hurma, ramazan pidesi ve salatalık turşusu. Tam turşuyu masaya koyarken kuşu geldi aklına. Salatalık Turşusu’na baktı, yerindeydi. Önündeki yemi yememişti. Hâlâ uyuyordu. Hiç bu kadar uzun süre uyuduğuna şahit olmamıştı bu kuşun. Kafesin yanına gitti. Kuş hareket ediyordu ama uykudan başka bir haldi içinde olduğu. Elini uzattı, kafesten Salatalık Turşusu’nu dışarı çıkardı. Kanatlarını oynatamıyor, gözlerini açamıyor, sadece ayaklarını titretebiliyordu kuş. Acaba kaç gündür daktiloyu kullanan kim ise Salatalık Turşusu’nu bu hale getiren de o muydu? Durup dururken bu kuş neden bu hale gelmişti? Çok sinirliydi. Daktiloya baktı yeniden, boş kâğıdı çıkardı. Her şey, bu daktilo ile başlamıştı, bir an önce ondan kurtulmalıydı. 


    (Devam edecek.)



24 Şubat 2024 Cumartesi

GÜN

Meryem Katırcı


Gecenin karanlığına
Bıraktım kendimi
Sessiz sedasız
İzliyorum yıldızları

Sabahlar olmasın
Bitmesin bu sessizlik
Ama ne çare
İşte yaklaşıyor gündüz

Gündüzün aydınlığına
Bıraktım kendimi
Gündüzün telaşında
İzliyorum güneşi

Z

     

 

Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek, 

Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman

     Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Mesela Zehra vardı sınıfında ve Zeynep. Onları düşünmüyordu, z harfiydi düşündüğü yalnızca. z, s’ye biraz benziyordu ama “z”nin sesi başkaydı. Zil, zebra, zarf, zakkum, zıkkım, zenci, zalim, zarar, zencefil, zerdeçal… Bunlar birer birer geçti kafasından. Zencefil ve zerdeçal biraz sevimli geliyordu kulağa fakat “z” harfi ona telefon titreşimini hatırlatan bir his veriyordu.
    Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Geriye kalan 28 harf umurunda değildi. Bir vakitler “ş” harfini de düşünmüştü ama bu kadar değil. “ş” harfinde bir ışıltı vardı. Su sesi var gibiydi harfte oysa “Sus” anlamında kullanılıyordu kol kola girmiş “ş” harfleri.  Oysa “z”-yine düşünmeye başlamıştı işte- arı kanatlarını hatırlatıyordu, sivrisinekleri hatırlatıyordu.
Bir sonraki harfe geçmek istese bile geçemiyordu. Başa dönmek için çok geçti.
Unutmalıydı bu harfi, bir süreliğine ancak yaşadığı yerde çoğu zaman “s” yerine de “z” kullanılıyordu. Mesela “sahur” yerine insanlar “zöhür” diyordu. Tam o anda yine bir yara kanamaya başlıyor, “z” harfi kendisini hatırlatıyordu.
    Daha da kötüsü şuydu: Sabah, yerine “zabah” hatta çoğu zaman “zabbah” diyorlardı ve yine bir “z”ye yakalanıyordu.
    Zırıltılı bu harfi unutmalıydı. Zoruna gidiyordu böyle yaşamak. Zamanı bir şekilde geçirmeliydi. Zannediyordu ki bu harften kurtulsa rahatlayacak. Zindana atılmıştı sanki ve parmaklıklar z şeklinde demirlerle yapılmıştı. Zincirlerle bağlanmıştı ayakları ve zincirler z harfine benziyordu. Zalimdi bu harf. Zihninden atamıyordu bu harfi. Zorlandıkça başka harfleri çağırıyordu imdada ama hepsi tatile gitmiş gibiydi. Zemheride gibi üşüyordu. Zehirliydi bu harf, usul usul yayılıyordu damarlarında. Zeki biriydi ama bu işin içinden çıkamamıştı. Zaten yorulmuştu düşünmekten. Zıplayıp yatağına uzandı. Zeki Müren dinliyordu yandaki komşu ve sesi onun odasına kadar geliyordu. Zırvalamaya başladığını düşünüyordu. Zengin biri olsaydı apartmanda yaşamaz, bu gürültülere katlanmazdı. Zavallı ben, dedi uykuya dalarken. Zırha sarılır gibi yorganına sarıldı. Zümrüt vadilerde dolaştı rüyalarında. Zürafaları kovalıyordu durmadan. Zurna çalan karıncayiyenler koşuşuyordu etrafında. Zarlar elinde tavla oynamaya gidiyordu.
    -Zübeyde, diye seslendi annesi. Sabah oldu kızım, uyan artık.
İsminin ilk harfinin “z” olduğunu hatırladı birden.

AYNA

 

 

Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek, 

Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman

    Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Ne zaman dünyaya gözlerini açmıştı bilmiyordu. Önceleri yalnızca kendisi için resim çiziyordu, sonraları insanlar gelerek ondan resim istemeye başlamışlardı. Gördüğü yüzlerden esinlenerek resim çiziyor, insanlar bu resimler için ona üzerinde küçük resimler ve sayılar olan kâğıtlar veriyorlardı. O ise verilen bu kâğıtların ne işe yarayacağını bilmiyordu çünkü üstünde zaten küçük resimler vardı insanların uzattığı kâğıtlarda. Bir süre sonra bu kâğıtların üzerindeki resimlerin aynı olduğunu fark etti. Bu kâğıtlara “para” diyorlardı. Ne işe yaradığını bir türlü anlamamıştı ama onun çizdiği tek resim için tomar tomar getirip bırakıyorlardı.
    Bir zaman sonra kapısının önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı. İnsanlar sıraya giriyordu ona resim siparişi vermek için. Anlamıyordu insanları. Neden kendileri çizmiyorlar da ona geliyorlardı. Yine de kırmıyordu insanları zaten başka işi yoktu. Zaten yapmayı bildiği başka bir şey de yoktu. Dışarıya çıkmak, kırlarda dolaşmak, şarkı söylemek ve hatta konuşmak ona göre değildi. Ona anlamsız geliyordu insanların hayatı.
    Bir sabah uyandığında etrafında gürültülü bir kalabalıkla karşılaştı. İnsanlar ellerinde boş tuvallerle yanına gelmişler, önünde bağırıp çağırıyorlardı.
    -Bana çizdiğin resim nerede? Ben bu resmi senden almak için bir ay burada bekledim. Bir tomar para verdim. Ama şimdi resim yok.
    Bir başkası tuvali fırlatarak bağırıyordu:
    -Bu nasıl bir dolandırıcılık. Hayatımda böylesi başıma gelmedi. Al boş tuvalini başına çal!
İnsanlarla konuşmadığı için onlara günler boyu getirdikleri parayı işaret etti. İnsanlar hırsla ve söylenerek paraların yığılı olduğu yere yöneldi. Kimi verdiğinden daha fazla para kimi de daha azını alarak evlerinin yolunu tuttular.
    Artık resim çizdirmeye gelen yoktu. Yine de çiziyordu. Mutluydu. Çizdiği resimlerin başkaları tarafından götürülmemesi de hoşuna gitmeye başlamıştı. Günleri saymıyordu, sayamıyordu ama kırk gün geçmişti yaşanan son arbededen sonra. Kırk resim çizmişti saymasa da. İnsanlar, etrafında bulunan küçük resimlerle kaplı sıkıcı kağıtları da götürmüşlerdi ya… Bunun için de mutluydu. Birbirine benzemeyen kırk resim vardı artık yanında, yöresinde.
    Kırk birinci gün yine bir gürültüyle uyandı. Yine aynı insanlar gelmişti yanına. Yine bağırıyorlardı:
    -Yeni nesil dolandırıcılık böyle mi?
    -Sen nasıl sahtekârsın?
    Kendi aralarında konuşuyor, ellerindeki boş kâğıtları göstererek:
    -Para diye eve götürdüğümüz şeyler meğer boş kâğıtmış, diye söyleniyorlardı.
İlk kez insanlarla konuşamadığı için biraz üzüldü. Onları anlayamıyordu. Onlara söyleyecek sözü de yoktu. Bir süre sonra nasıl olsa dağılır giderlerdi. Birden sevinmeye başladı çünkü insanlar küçük kâğıtları fırlatarak birer ikişer ayrılıyorlardı oradan.
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Resim çiziyordu insanların bıraktığı boş kâğıtlara.
    Bir gün birkaç kişi hiç konuşmadan ve gürültü yapmadan geldiler yanına. O an yine birileri resim isteyecek ya da kendisine küçük kâğıtlar fırlatacak diye heyecanlandı fakat hiç ona bakmıyorlardı. Karşısında bir şeyler yaptılar. Tuvale benzeyen kocaman bir nesne vardı ellerinde. Mat, kurşunî bir nesneydi çerçevenin içindeki. Üzerine resim de çizilemezdi bunun. Ne işe yarıyordu acaba? Umursamadı, resim çizmeye devam etti. Gelen kişiler de o, hiç yokmuş gibi getirdikleri nesneyi evirdiler, çevirdiler ve tam karşısına yerleştirdiler. Akşam olmuştu.
Ertesi sabah uyandığında karşısında kimin çizdiğini anlamadığı, çok güzel bir resim gördü. Gözlerini bu resimden alamıyordu. Tıpkı gerçek gibiydi resim. Belki de gerçekti. Bunu kendisi de çizmeliydi. İlk kez bir resme bakarak resim çizmek içinden geliyordu. Resimdeki adam, tıpkı kendisi gibi uykudan yeni uyanmış görünüyordu.
    Çizmeye başladı karşıda gördüğü resmin benzerini fakat karşıdaki resim de onun resmini çiziyor gibiydi. O ilerlettikçe resmi, karşıdaki resim de ilerliyordu. Nihayet çizimini tamamladı. Karşısındaki resmin de çizdiği resim tamamlanmıştı. Sıra boyamaya gelmişti. Kollarından başladı boyamaya. Sol kolu boyamayı bitirdiğinde, sol kolunda bir ağırlık hissetmeye başladı. Sanki tutulmuş, taşlaşmış gibiydi sol kolu. Bu şaşkınlıkla resmin kalan yerlerini boyamaya devam etti. En çok da gözleri boyarken yoruldu çünkü artık gözlerini kırpamıyordu. Nihayet kalan sağ kolunu da boyayıp son fırça darbesini indirdiğinde elinden fırça düştü. Fırçayı almaya çalıştı ancak hareket edemiyordu. Çaresizce karşıya baktı. Karşıdaki resim de bitmişti. Bir ses duydu bu esnada:
    -Aylar süren çalışmam sonunda bitti. Da Vinci görse bu resmi, kesin bir daha eline fırça almazdı.
Gözünü bile kımıldatamıyordu. Karşıya baktı uzun uzun. Karşıdaki resim, kendisiydi. Karşısına konulan şeyin bir ayna olduğunu anladı. Aynanın hemen önünde duran sırtı kendisine dönük kişinin elindeki fırça dikkatini çekti. Bu fırça, az önce kendisinin sağ elinden düşmüştü.