1 Kasım 2024 Cuma

KAYNAĞINDAN AYRIŞTIRILAN EĞİLİM

Ezgi Budak


Boş bir sayfaya baktığımızda gördüğümüz tek şey, hiçbir şeydir. Oysa orası hiçbir insanın sahip olamayacağı bilgilerle doludur. Çünkü insan sürekli bir şeyler üretme eğilimindedir ve o eğilime ulaştığı zaman sayfalara gizlenmiş yeni eğilimler ortaya çıkaracaktır. Biz o eğilimlere bilgi deriz. Bu yüzden boş sayfalar müthiş bilgilerle doludur, yalnızca ortaya henüz çıkmamışlardır. Sayfayı tüm şeffaflığıyla okuyabilenler, yazarlardır. Yazar ve okur olmak arasındaki o ince nüans okuduğunu açıklayabilme yetisidir. 
O boş kâğıt, evrendir. Evren, içinde heplik barındıran bir hiçliktir. Bazıları hiçlik, der. Bazıları hepliği görür. Bazıları ise hepliği kullanabilir, açıklayabilir. Aslında bizim somut olarak gördüğümüz çevre. Bilgiler barındırır. O bilgiler, tıpkı genler gibi anlamlı nükleotidlerin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bilmem kaçta birlik bir kısımdır. Kenarda, köşede duran ufak bir toz tanesinin oluşabilmesi için evrenden alınan eğilim -bilgi- kaynağının yanında o toz tanesinden farksızdır. Herhangi bir şeyin -yağmurun, ağacın, kum tanesinin, çiçeğin en ufak poleni gibi- oluşumu için diğer her şeyden farklı bir bilgi gerekir. Beşeri ya da doğal fark etmeksizin var olan onca şey için bir araya gelen onca bilgi karşısında insan da anlama yetisinin ne kadar kısıtlı olduğunun farkına varır. 
O farkındalık hissi insanın bilginin kaynağından bir şeyler koparma arzusunu ateşler. 
İnsanlar, seçicidir. Bir kesim, o arzuya kulak verir; bir kesim ise o arzuya kulak vermiş olanlara kulak verir. Dünyada sekiz milyar insan olduğunu da hesaba katarsak aynı bilgiler, farklı dillerde tekerrür eder. O bilgiyi tekrarlayanlar bekçilerdir, bilgilerin bekçileri. Bu kulağa doğru gelse bile, aynı zamanda birçoğumuz bunu yapıyor olsak bile doğru yol onun hemen yanındadır. Bilginin sahibi. Bilginin bekçileri bu evrende o bilgiyi aktarmaya yararlar fakat bilgiyi kullanamazlar. Bilginin sahipleri bilgiyi kullanmayı bilir. Bekçiler, yağmurun; suyun buharlaşması ile oluştuğunun farkındadır. Sahipler, bunu suyun döngüsüne bağlayabilir. 
Bilginin varoluş sebebi, oluşumdur. Oluşumun varoluş sayesi, bilgidir. 
Bizler insanız, bilgiyi kullanabiliriz. Metale şekil verirsek onunla ağaç kesebiliriz ve bu alete testere deriz. Maymunlar da bunu yapabilir. Testereyi görüp, gayesini anlayıp bir benzerini yapabilirler. Maymunlar bilgilinin taklitçisidir. Görüp yapar -taklit eder- fakat insanlar sahiptir, bilip -metalin keskin oluşunu- yapar. 
Bizlere bir bilgi kaynağı sunulur, kullanalım diye. Eğer biz öncü olmayacaksak maymunlardan ne farkımız kalır ki?
İnsanı hayvanlardan ayrı tutan zihniyet, insanın ilişkilendirme yeteneğine güvenmiştir. Ne iletişim kurabilmesine ne de bilgiyi paylaşabilmesine. 

AĞIR YÜK

Akın Eliş


Her şey üstüme üstüme geliyordu. Benim dahil olmadığım konu, benim dahil olmadığım bir toplantı yok gibiydi. Üstümden tonla evrak, tonla karar geçmişti. Yıllardır işim gücüm buydu. Bulunduğum yerden birkaç kez hava almak için çıktığımı hatırlıyorum, onun dışında hep aynı yerde bıraktılar beni. Bazılarını tanıyordum insanların ama bazen hiç tanımadığım kişilerle yüz göz olmak zorunda kalıyordum. Bazılarından şiddet gördüğüm de oldu, bazıları tarafından kibar davranıldığım da. İnsanlar hep bana yükledi kendilerinin taşıyamayacağı şeyleri. 
Artık yorulduğumu hissediyorum. Karşımda duran aynadan kendime baktığımda rengimin ne kadar solduğunu, derimin soyulduğunu görebiliyorum. 
Yalnızca kararlar, evraklar, toplantılar benim üzerimden dönmüyor burada. Çaylar, yemekler, pastalar, doğum günü kutlamalarının yükünü de ben çekiyorum. Usandım şahit olmaktan bunca şeye. 
Arkadaşlarım benim kadar yorgun değil çünkü benim kadar iş düşmüyor onlara. Belki de küçük olduklarından onları ara sıra dışarıya götürüp getiriyorlar. Neredeyse her gün yerleri değişiyor ve akşam olduğunda ancak yeniden yan yana gelebiliyoruz. Fakat ben öyle değilim. Yıllardır aynı yere basıyor ayaklarım. Yıllardır hareketsiz çekiyorum bu kahrı. 
Üzerimden o kadar çok şey geçti ki hiçbiri benimle ilgili değildi. Sadece bir şiir vardı beni anlatan. Aslında şiirde anlatılan ben değildim ama benim adım da geçiyordu. Şöyle bitiyordu yanlış hatırlamıyorsam:
Masa da masaymış ha  
Bana mısın demedi bu kadar yüke

ŞİZOFRENİ

İdil Karaman


Romanlara, filmlere, efsanelere çok ilgi duyan biriydi. Ergen muhabbetlerinin yapıldığı  ortamlarda o, hayali kahramanlardan bahsederdi. Arkadaşları onu pek dinlemez, anlattıklarını ilginç bulmazdı ama kendisi bundan rahatsız da değildi. Onun için bu konular çok daha ilgi çekiciydi. En azından kendisine ayrı bir dünya kurmuş ve o dünyada farklı şeyler düşünür, yaşar olmuştu. Âşık olduğu karakterlerin gerçek olmaması onun için normal bir durumdu çünkü bu dünyayı o kurmuştu. 
Her gece olduğu gibi o gece de romanını okuyup yatağa uzanmıştı. Okumadan geçen gün onun için karanlık demekti.  Üzerinde bir kurgusal karakter bulunan yaklaşık bir metre uzunluğundaki yastığına sarılıyordu. Bu da her gece uykuya dalmadan önce yaptığı eylemlerden biriydi. Perdesi kenara doğru sıyrılmış pencereden yıldızları, ayı seyrediyordu bir yandan. Uykuya dalacaktı ta ki pencerenin ardında ilgi çekici bir şey görünceye kadar. Pencerenin ardında hareketli bir figür vardı. İzlediği filmlerden, okuduğu kitaplardan gördüğü, bildiği bir karakterdi bu resmen. Odası kadar kanatları olan, upuzun kuyruklu bir şey… Pencereden çok uzaktaydı gördüğü bu figür ama büyükçe olduğu belliydi. Bu gördüğü şeyi yalnızca bir ejderhaya benzetebiliyordu. Dikkatlice bakmaya çalıştı; evet, matlaşmış yeşile çalan gözleriyle bu bir ejderha olmalıydı. 
Artık sohbet esnasında arkadaşlarına anlatacağı yeni bir şey vardı. Ejderhayı izledi, izledi. Bir süre sonra ejderha, yerini karanlığa bırakarak kayboldu. Ejderha gözden kaybolduğunda hâlen onu düşünüyordu fakat sonunda bunu bir sır olarak saklamaya ve çevresindekilere anlatmamaya karar verdi. Ona inanmayacaklarını ve iyice kafayı bozdun sen, diyeceklerini biliyordu. 
Bu anıyı kendisine sakladı. Gördüğünün gerçekliğini sorgulamaya başlamıştı ki derin bir uykuya daldı. 



BİR ÇİFT KÜRE

İdil Karaman


Gözleriydi hayal
Hayatta tutan can simidi
Orman kadar sonsuz
Okyanus kadar derin
İnsan hasta olabilir miydi gözlere
Sadece bir çift göz
Ormanlar kadar yeşil
Uzay kadar uçsuz, bucaksız
Bir çift göz için hissedilebilecekleri anlatsam anlar mıydı bu duvarlar, 
Onların dışında her şeyin gölgeye düşmesini?
Belki ölmek için işe yaramazdı bunlar
Onların karanlığında yaşamak daha zorken

AKLIMDA DELİ SORULAR

İdil Karaman

İnsan duygularını gösterebilir miydi?
Duyguların göstergesi miydi gözler
Yoksa en büyük yalancı mı?
Anlayamıyorum.

Ağız, içindeki duyguları söyleyebilir miydi?
Çırılçıplak yansıtabilir miydi hisleri?
Yoksa sadece konuşur muydu?
Anlayamıyorum.

Hayat mıydı duyguların olduğu?
Duygular mıydı bizi hayatta tutan?
“İyiyim” derken miydik gerçek deli
Kötü olduğumuz hâlde

YOLCULUK

Akın Eliş

Bu şehirden sonunda ayrılıyordu. Çoğu insan yaşadığı şehrin güzelliğinden, nimetlerinden bahsetse de ortaokula başladıktan sonra şehir onu boğmaya başlamıştı. Dört sene boyunca hep yaşadığı şehirden gitmek üzerine kurmuştu planlarını. Başka bir şehirde iyi bir lise kazanacak ve bir daha dönmemek üzere bu şehirden ayrılacaktı. Ailesi de bu durumu artık kabullenmişti çünkü onlarda da yaşadıkları şehre dair olumlu bir izlenim yoktu. Kış oldukça ağır geçiyordu burada. Yaz akşamları bile ceket giyilmesi gerekiyordu. Yeşillik yoktu, orman yoktu, deniz yoktu. Yine de kimileri şehrin övünülecek bazı şeylerini bulup çıkarmakta hayli yetenekliydi. 
Bu şehirden sonunda ayrılıyordu. Bursa’da bir liseye yerleşmeyi hak etmişti. İlk tercihiydi bu şehir. Yeşil Bursa, ifadesi onu cezbetmişti. Tatil boyunca Bursa’nın güzelliklerini araştırarak zaman geçirmişti. Bursa, onun için gurbet değil de anavatan gibiydi. Daha görmeden sevmişti bu şehri ve işte o şehre gideceği gün, gelmişti. Bu şehirden kurtulacaktı. Son zamanlarda şairini bile bilmediği bir şiiri tekrar ediyordu durmadan:
Bu şehirden gidiyorum
Gömerek geceyi içime
Sabahın hüznünü beklemeden
Gidiyorum bu şehirden.
Arkadaşları ve akrabaları bu durumu anlamsız buluyordu. Henüz liseye geçmiş bir çocuk, il dışında tek başına ne yapar, diye düşünüyorlardı. Hadi üniversite olsa neyse… Daha lise çağında bir çocuk. Ailesi, akrabaların ve arkadaşlarının görüşlerini önemsemiyordu. Hele bir de Uğur’un tek başına Bursa’ya gideceğini bilseler ihtimal çıldırırlardı. Bunu yalnızca Uğur ve ailesi biliyordu. 
Gün boyu yolculuk hazırlığını tamamlayan Uğur, akşamüzeri otogarda ailesi ile vedalaştı. Ayrılık zor derlerdi fakat onda bir hüzün ya da acı hissi yoktu. Ailesi biraz üzgün gibiydi ama Uğur’un heyecanı ve neşesi onların yüzündeki üzüntüyü gidermeye yetti. 
Yanına küçük bir valiz almıştı yalnızca. Yalnızca bu şehirden değil, bu şehirdeki insanlardan da ayrılacaktı ve yeni arkadaşlarını düşündükçe sevinci daha da artıyordu Uğur’un. 
Veda töreni çok uzun sürmedi. Tek kişilik koltuğuna oturduktan sonra yolda okumayı düşündüğü kitabı eline aldı Uğur ve okumaya başladı. Otobüs, bu esnada yola çıkmıştı bile. Bu kitabı okumayı çok istiyordu ama özellikle bugün okumak için bekletmişti. Sevdiği bir yazara aitti kitap. Gözünü kırpmadan sayfalarca ilerlemişti. Hatta havanın karardığını bile sonradan fark etti. Biraz yorulmuş gibiydi ve uykusu gelmişti ama uyumamalıydı. Otobüsün içini hızlıca süzdü gözleriyle. Hayli kalabalıktı ama nedense kimse konuşmuyordu. Ağlayan çocuklar ya da telefonla bağıra çağıra bir şeyler anlatmaya çalışan amcalar yoktu. Herkes sessizdi ve kimileri uykuya dalmıştı bile. 
Uyumalı mıydı? Belki bir saat kadar uyursam sabaha daha dinç olurum, diye düşündü. Hem yolculuk da biraz kısalmış olurdu böylece. Koltuğunu geriye yasladı ve gözlerini kapattı. Rüyasında Bursa’yı ya da Bursa’daki yeni arkadaşlarını görmeyi umuyordu. Gözlerini kapattıktan hemen sonra derin bir uykuya daldı. Normalde evinde olsa bu saatlerde asla uyumazdı fakat sanki üzerine çöken bir ağırlık vardı. Bu ağırlığın kollarına kendisini bırakmıştı çoktan. Bir saatlik uyku yeterdi nasıl olsa.
Gözlerini açtığında güneş çoktan doğmuş, otobüste çok az insan kalmıştı ve otobüs hareket etmiyordu. Bir dinlenme tesisinde olduklarını düşündü. İnip hava almayı düşündü. Her yanı kaskatı kesilmişti. Bir saatlik uyku düşüncesiyle gözlerini kapatmıştı. Saate bakmak aklından bile geçmedi. İndi, hemen ilerdeki çeşmede yüzünü yıkadı. Hava hayli güzeldi. Bursa’ya yaklaştığını düşününce heyecanı daha da arttı. Bu, Bursa’dan önceki son mola olmalıydı. Koltuğuna yeniden oturdu. Bursa’ya iner inmez güzel bir kahvaltı yapmayı planladı ve kitabını eline alarak yeniden okumaya başladı. Otobüs hareket etmişti ama kendisini yine kitabına kaptırdığı için bunu çok geç fark etti. Kitabın son sayfasına ulaştığına otobüs yeniden durmuştu. Heyecanla etrafa baktı, Bursa’ya nihayet ulaştık, dedi içinden. Bu esnada muavin konuşmaya başladı:
-İstanbul yolcusu kalmasın. 
Büyü bozulmuş gibiydi. İstanbul’a ne zaman gelmişlerdi? Bursa’yı ne zaman geçmişlerdi? Neden kendisini uyandırmamışlardı? Konuşmak, hesap sormak istedi birilerine. Bursa’ya geri dönüşü ne kadar sürerdi? Her şey birdenbire çok garip bir hâl almıştı. Muavine doğru hareket etmek ve bir şeyler sormak istedi fakat yerinden kalkamıyordu. Sanki bir ağırlıkla oturduğu yere bağlanmış gibiydi. Seslendi:
-Bakar mısınız? Ben Bursa’da inecektim. Nasıl geldim buraya kadar?
Muavin sanki onu görmüyor, duymuyor gibiydi. Sağdaki soldaki insanlara derdini anlatmaya çalıştı fakat sesi bazen çıkıyor bazen çıkmıyordu, yerinden kalkamıyordu ve insanlar sanki kendisini görmüyormuş gibi davranıyordu. Derin bir nefes alıp çığlık atmaya çalıştı. 
Bir çığlık sesiyle uyandı. Çığlık kendisine aitti. 
Muavin koştu ve geldi:
-İyi misin delikanlı?
Uğur muavine:
-Bursa’yı ne zaman geçtik, dedi. Muavin tebessüm etti. -Henüz yolun yarısına bile gelmedik. Bursa’ya daha çok vakit var, dedi. 
Yolun kalanında uyumamalıydı Uğur. Kitabını açtı ve okumaya devam etti. Dışarısı karanlıktı. 
Sonunda o şehirden ayrılmayı başarmıştı. 

31 Ekim 2024 Perşembe

YENİ HAYAT

Zeynep Karaman

Bir kapı hepimizin önünde
Raflarında, elinde
Sihirli bir kapı 
Ardında kelimelerin dünyası
Okuyanı alıp götüren uzak diyarlara
Bir kapı, senin kalbinde anahtarı

Bir kapıyı aralayarak başlıyor her kitap
Saklı her masal bir kapının ardında 
İster inan ister inanma
Yeni bir hayat saklı sararmış sayfalarda

Yeni bir hayat, yeni bir göz, yeni bir zihin
Yeni bir sen
Sadece üç beş satır dediğin

KELİMELER

 Meryem Katırcı

Bir kelime yetiyor bazen mutlu olmaya
Bir kelime yetiyor üzgünlüğe
Bazen bir iltifat
Bazen bir kötü söz

Sadece bir insanı değil
Dünyayı bile değiştirmeye yeter
Bir kelimenin gücü

Kelimeler
İyi, kötü, güzel, çirkin
Bazen bir kitapta rastlarız onlara
Bazen biri fısıldar kulağımıza
Kelimeler, kelimeler
Her yerdeler

ÜÇLÜ PÜRÜZ

Zehra Yıldırım, Zeynep Karaman, Meryem Katırcı

Üç kişilerdi. Üç bela. Onları gören servis şoförü yolunu değiştiriyordu. Aileleri onları okula bırakacak servisçi bulamadıkları için kendileri okula bırakıyordu. Yalnızca servis sorunu değildi yaşadıkları. Okula başladıklarından beri dolaşmadıkları sınıf kalmamıştı. Her dönem öğretmenler toplantısında bu üç kişinin sınıfının değiştirilmesi kararı alınıyordu. Önce bu üçlüyü ayrı ayrı sınıflara yerleştirmeyi denediler fakat bu üç kişinin üç ayrı sınıfta gösterdikleri üstün performanstan dolayı üçünün bir arada kalması gerektiği fikri üstün gelmişti. En azından her dönem bir sınıf gözden çıkarılıyordu bu üç kişi için. 
Onları tanıyanlar adeta onların hayatını özetleyen, kişiliklerini yansıtan bir isim bulmuşlardı: Üçlü priz. Kendileri de hoşnuttu bu isimden. Aslında kimseye zararları yoktu fakat müthiş bir enerjiyle doluydular ve bu enerjiyi kullanıyorlardı sadece; derste, oyunda, bahçede, yolda, evde, serviste…
Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Beden eğitimi derslerinde tüm arkadaşları nefes nefese kalıp bir kenara yığıldığında onlar halen koşmaya devam ediyorlardı. Bu da yetmiyor futbol kalesinin direkleri üzerinde yürüyor, potadan kendilerini geçirmeye çalışıyorlardı. Dersleri başarısız değildi lakin ilgi alanları çok değişikti. Dünya siyasetini ve gündemini takip ediyorlar, bir yandan da yorumlayarak geleceğe dair kehanette bulunuyorlardı. Onları tanımak için aslında bir dersi birlikte geçirmek yeterliydi. Fen bilgisi dersinde deney tüpünden bardak yaptıkları oluyordu ya da bilgisayar dersinde klavyeye kısa devre yaptırdıkları da. 
Aileler de bu üçlü priz yüzünden artık dost olmuşlar, sorunlarını ancak kendi aralarında konuşuyor ve çözüm bulmaya uğraşıyorlardı. Her gün sırayla bir aile bırakıyordu bu üç kişiyi okula ve aynı kişi tekrar alıyordu akşamları. 
O gün çocukları bırakma sırası üçlü prizin ikinci kişisinin ailesindeydi. Zaten hayli meşgul olan baba, çocuğunu aldıktan sonra diğer iki arkadaşını da almak üzere yola çıktı. Tez vakitte ekibi tamamladı ve okul yoluna koyuldu. İlk kez çocuklarda bir sessizlik vardı. Bu pek hayra alamet değildi ama belki de artık büyüyorlardı, akıllanmışlardı. Bu sessizlikten gizli bir sevinç duydu baba. Çocuklar araçtan inerken gözleri parlıyor ve sevgiyle arkalarından bakıyordu. Tebessüm ederek işine döndü ve üç çılgın roket gibi okul bahçesine daldı. Baba, iş yerine dönüp aracını park ettiğinde arka koltuklardaki gariplik dikkatini çekmişti. Kapıyı açtığında sinir krizi geçirmekten son anda kurtuldu. Koltukların tamamı kemirilmiş, süngerler oraya buraya fırlatılmıştı. Üstelik diş izleri vardı süngerlerin bazılarında. Sessizliğin nedenini anlamıştı. Oysa nasıl da güzel şeyler düşünmüştü onların sessizliğinden hareketle. Artık bu işe bir çözüm bulunmalıydı. Diğer iki aileyi acilen görüşmek üzere iş yerine çağırdı. Yarım saat içinde üç baba otoparkta buluştu. Görüşmeye çağıran baba:
-Sizlere hiçbir şey söylemeden önce şu arka koltuğu göstereyim, dedi. Koltuğu açtı fakat diğer babalar sessizdi. Diğer baba:
-Buyurun, bir de benim aracın arka koltuğuna bakalım, dedi. Manzara neredeyse aynıydı. 
Üçüncü babanın aracı da aynı durumdaydı. Bu işe bir çözüm bulmak amacıyla dakikalarca konuştular, düşündüler en sonunda bir çözüme ulaştılar. Çocuklarını eğitim gördükleri okuldan alarak farklı bir kuruma vermeyi ve özel olarak ilgilenecek öğretmenler bulmayı kafaya koydular. Bunun için açılmış tek okul vardı yaşadıkları ilde. Derhal üç baba bu kuruma gitti ve  durumu anlattılar. Kurum Müdürü:
-Sizin üçlü prizin durumunu biz de buralardan duyduk. Şöhret iyi bir şey aslında ama bu şöhreti kullanmak, bu enerjiden faydalanmak gerek. Bizler, sizin çocuklarınızla ilgileneceğiz ve onların normal bir çocuk olabilmeleri için emek vereceğiz. Bunun için buradayız, dedi. 
Üç babanın da sinirleri yatışmıştı. Akşam vakti çocuklara durum anlatılacak, artık okullarının değiştiği söylenecekti. Üstelik bu okulun kendi servisi de vardı ve servis koltukları metaldi. 
Bir sorunu çözmüş olmanın huzuruyla üç baba vedalaştı. 

2.
Üçlü Priz akşam olduğunda aileleri tarafından acı gerçeği öğrendiler. Artık okulları değişmişti fakat çok da mutsuz değillerdi çünkü üçü bir aradaydı. Kahve kıvamında hayat devam edecekti onlar için. Mekânın değişikliği onların hayata bakışını değiştirmek için yeterli değildi. 
Ertesi sabah kurum servisi üç belayı evlerinden birer birer topladı. Veliler son derece mutluydu ve ilk iş olarak araçlarının koltuklarını yaptırmayı düşünüyorlardı. Hatta birkaç usta ile görüşmüşlerdi bile. 
Sabah mahmurluğu ile aynı serviste bir araya gelen üçlü küçük bir şaşkınlık yaşamıştı çünkü koltuklar çok sertti, servis şoförü çok sertti. Yolculuk boyunca ses çıkaramadılar. Zaten kendilerinden başka kimse de yoktu kocaman araçta. Bu araç daha ilk dakikada yenen gol gibiydi. Morallerini bozmuştu. Servisi böyle olan bir kurumun sınıflarını, öğretmenlerini düşünmek bile ürkütücüydü. Yaklaşmakta olan iyice yaklaşmıştı ve kurum kapısının önünde üç kafadar indi. Ne bahçede koşuşan gençler vardı ne top oynayan birileri. Elinde çay bardağıyla gezen öğretmenler de yoktu. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmış eski Alman binaları gibiydi kurum. Kapıyı aralayıp içeri girdiklerinde nihayet insan görmeye başladılar. Öğrenciler bir garipti. Kimse onların yüzüne bile bakmıyordu. Kimse onlara selam vermiyordu. Sanki görünmez adam olmuştu üçü. Gürültü yoktu. Etraftaki çocuklar robot gibi, bot gibi geziyorlardı. Hepsi gözlüklüydü. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Eli boş kimse yoktu. Hepsinin elinde kocaman kitaplar vardı. Öğretmenlerin bir kısmı kitaplarda gösterilen yere bakıyordu fakat sessiz sinema setine düşmüş gibilerdi. Bu şaşkınlığı bir ses böldü:
-Nihayet gelebildiniz gençler. Artık sizler de bu saygın kurumun çocuklarısınız. Sizi sınıfınıza götüreceğim. 
Bu sesin sahibi mutlaka idareci olmalıydı. Peşinden yürüdüler. Bir kat yukarıya çıktılar ve soldaki ilk kapıdan girdiler. Sınıfta üç kişi daha vardı. İlk kez kendilerine bakan, varlıklarının farkında olan birilerini görmüşlerdi. Konuşup kaynaşacaklarını zannettiler fakat bu üç kişi hemen bakışlarını çevirdi ve önlerindeki kitaptan bir şeyler okumaya devam etti. 
Onları sınıfa getiren kişi kaybolmuştu. Kendilerine birer sandalye seçtikten sonra sıkılarak etrafı süzmeye başladılar. Nedense başka bir dünyaya düşmüş gibilerdi. Ya da başka bir ülkeye. Paralarının geçmediği, dillerinin anlaşılmadığı bir ülkeydi burası. Üçlü Priz’in en neşelisi kitaplarla meşgul kişilere dönerek:
-Tanışmayacak mıyız? Biz buraya yeni geldik de. Hiç misafirperver bir kurum değilmiş burası. Haydi tanışalım.
Diğer üçlüden ses çıkmadı. Bu kez Üçlü Priz’in ikincisi söze devam etti:
-Gençler, siz hayatta mısınız? Canlı mısınız? Dışardan bakınca hayalet gibi görünüyorsunuz.
Üçlü halen suskundu. Üçlü Priz’in üçüncüsü şansını denedi, konuşmayan sadece o kalmıştı:
-Şaka mısınız siz? Neden konuşmuyorsunuz? Belki geçmişte koltuk kemirmişliğimiz var fakat biz insan yemeyiz. (şüpheli)
Üçlü, aynı anda başını kaldırdı ve sırasıyla üçlü prize baktılar. Bakışlarında bir küçümseme vardı. 
-Koltuk kemirenler… Bu hangi canlı türü? Önümüzdeki kitaplarda görmedik. 
Bu sırada sınıfa giren öğretmene:
-Burada olmaması gereken birileri var galiba öğretmenim. Durumu onlara anlatır mısınız, dediler. 
Üçlü Priz’e geçmişti suskunluk sırası. Üçü de artık elektrik akımı olmayan boş birer priz gibilerdi. Gün bitinceye kadar sustular ve öğretmenleri ne istediyse yapmaya çalıştılar fakat çok yetersizlerdi, çok başarısızlardı. 
Akşam evlerine döndüklerinde kocaman bir çuval vardı ellerinde. Çuval kitaplarla, testlerle doluydu. Üçü de aynı şeyi yaşadı. Sessizce odalarına geçip kitapları yerleştirdikten sonra erkenden uyudular. Aileler şaşkındı. 
Günler hızla geçiyordu. Üçlü Priz’deki değişim herkesin dikkatini çekiyordu. Aile bireyleriyle konuşmuyorlar, odalarından çıkmıyorlardı. Her hafta yeni kitaplar istiyorlardı. Yeni çalışma setleri istiyorlardı. Sessizlik istiyorlardı. Her şey dakikasında olsun istiyorlardı. Kardeşlerini görmüyorlardı. Anne babalarını da görmüyorlardı. Sadece kitaplar, testler, setler, dersler. 
Aileler durumdan tedirgin olmaya başlamıştı. Bir doktora gitmek gerekli mi diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Üçlü Priz’in elemanları bir doktora gitmek gerektiğini ancak bu doktorun göz doktoru olması gerektiğini söylüyordu. Artık yazıları okumakta zorlandıklarını birkaç kez söylemişlerdi.
Çok geçmeden Üçlü Priz artık siyah, kalın gözlüklü üç kafadar olmuştu. Yürüyüşleri de değişmiş ve kilo vermeye başlamışlardı çünkü yemek yemiyorlardı. Artık kurumun öğrencilerinden farkları kalmamıştı. Eski günler unutulup gitmişti. Sadece ders çalışıyorlar, test çözüyorlar ama bunları niçin yaptıklarını bilmiyorlardı. 
Aileler, kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Çocukları için üzülüyorlardı. Her gün yeni kitaplar almaktan usanmışlardı. Çocuklarının yüzlerini bile göremiyorlar, kitapları odalarının kapısının önüne bırakıyorlardı. Arabaları temizdi ve koltuklar pırıl pırıldı. Çocuklarına dair sorunları kalmamıştı ama onların bu hâli hiç iç açıcı görünmüyordu. Zaman çocuklarının eski yaramazlıklarını anlatıp gülüyorlar sonra hepsi birden hüzünlü hüzünlü boşluğa bakıyordu. Gerçekten de kurum, onların hakkından gelmişti. 
Öte yandan eski okullarında da arkadaşları zaman zaman Üçlü Priz’i özlemeye başlamıştı. Aslında gıcıklardı, yaramazlardı, zararlıydılar fakat etrafa bir neşe yaydıkları da gerçekti. Okulda olmadıkları çok belliydi. Hayat, onlar için de sıkıcı bir durum almaya başlamıştı. Sonunda, Üçlü Priz’in yokluğunun oluşturduğu boşluk öğretmenler odasında bile konuşulmaya başlandı. Öğretmenler “keşke burada kalsalardı” diye hayıflanıyorlardı. Bu tarz bir konuşma üzerine okul müdürü:
-Hep beraber gidip Üçlü Priz’i ziyaret edelim, dedi. Öğretmenlerden ve öğrencilerden bir komisyon kuruldu. Üçlü Priz’i ziyaret etmek için yola çıktılar ve üç ayrı hediye aldılar. Üç tane üçlü prizi hediye kutusuna ayrı ayrı yerleştirdiler. Prizlerin üzerine okullarının adını da yazmışlardı. 
Uzun sayılabilecek bir yolculuktan sonra Üçlü Priz’in bulunduğu kuruma üç idareci, üç öğretmen ve üç öğrenciden oluşan komisyon ulaştı. Daha binayı görür görmez hepsinin içini bir sıkıntı sarmıştı. Tek tük gördükleri öğrencilerin öğrenci mi robot mu olduğunu bile fısıldadılar birbirlerine. Kurum idaresinden Üçlü Priz’in sınıfını öğrendiler ve teneffüsü beklediler. Teneffüste kimse sınıf dışına çıkmıyordu. Sınıfa girdiklerinde yanlış sınıfa girdik diye düşündüler önce. Fakat dikkatlice bakınca Üçlü Priz’i tanıdılar. İğneden ipliğe dönmüş üç genç vardı karşılarında. Kalın gözlükleri vardı bu gençlerin ve önlerindeki kitaplardan gözlerini ayırmıyorlardı. Eski Okul Müdürü elini cebine attı ve kağıt mendil çıkararak dökülen gözyaşlarını kuruladı. Öğretmenlerden biri de ağladığını belli etmemeye çalışıyordu. Öğrenciler suskundu. Nihayet başlarında bekleyen tanıdık yüzleri gören Üçlü Priz aynı anda önlerindeki kitabı kapattılar. Sadece baktılar. Hoş geldiniz, bile diyemeden baktılar. Ruhlarını önlerindeki kitaplara hapsetmiş robotlar gibiydiler. Önce öğrenciler ellerini uzattı Üçlü Priz’e fakat elleri boşlukta kaldı. Sonra öğretmenler uzattı, onların da elleri boşta kaldı. Okul Müdürü kocaman bir çığlıkla sessizliği bozdu:
-Size ne yaptılaaaar?
Kimse bu çığlıktan rahatsız olmuyordu. Öğretmenler Üçlü Priz’i kollarından tuttu ve sınıfın dışına aldılar. Sırasıyla üçü de konuştu:
-Test kitaplarımızı orada unuttuk, dedi biri. 
Diğeri:
-Testlere dönmemiz lazım. Bizi meşgul etmeyin, dedi.
Üçlü Priz’in üçüncüsü:
-Bizi kurtarmaya mı geldiniz hocam, diyebildi fısıltıyla ve ekledi, ben sizleri çok özledim. 
Okul Müdürü daha fazla dayanamadı ve kurum yetkililerine giderek öğrencilerini sonsuza dek buradan almak istediğini söyledi. Yetkililer, ailelerle görüşmeleri gerektiğini dile getirdiler. 
Okul Müdürü hemen oracıkta üç veliyi de aradı ve kuruma davet etti. Kurum yetkilisi Üçlü Priz’in kuruma başlarken imzalanan belgeleri çıkardı ve:
-Kurumumuzun şimdiye kadar çocuklarınıza verdiği eğitimin karşılığı olarak ödeme yapmanız gerekiyor, dedi. 
Veliler, çocuklarının sağlığının burada bozulduğunu dile getirdi. Sözleşme iptal edilmezse sağlık kurumlarından rapor alarak kurumu mahkemeye vereceklerini söylediler. 
Kurum, bu durumun olumsuz bir reklama sebep olacağı düşüncesi ile sözleşmeyi iptal etti. 
Ertesi gün Üçlü Priz eski okullarına döndüler. Arkadaşları, öğretmenleri ile konuştukça usul usul eski günlerine dönmeye başladılar. Arkadaşlarıyla konuştukça, oynadıkça, yaramazlık yaptıkça gözlerinin daha iyi görmeye başladığını fark ettiler ve gözlüklerden kurtuldular. 
Yine üç kişilerdi ama artık bela değillerdi çünkü arkadaşları da öğretmenleri de hatta aileleri de onları bela olarak görmüyor, neşe kaynağı olarak düşünüyorlardı. 

30 Ekim 2024 Çarşamba

BELKİ

ZEYNEP AKBULUT

Herkes iyi olduğunu söyler
Herkes iyilik yaptığını düşünür
Fakat iyilik farkında değildir bunun
Kötülük ise sessizce kenarda
Olan biteni seyreder

Kimse kötüyüm demez
Kötülük yaptığını bile düşünmez
Kötülük, sözlüklerde aranır çoğu zaman
Ya da başkalarının hayatında

Oysa iyi de senin içinde 
Kötü de
İyi de sensin 
Kötü de sensin belki de