15 Şubat 2025 Cumartesi

BİRİCİK KEDİM

Tunahan Ceylan

Kedim koltukta uyur
Oldu hünkarım buyur
Padişah mı kedi mi
Bir oyun öğrenir mi

Sabah kalktım yataktan
Okula gitmek için
Kedimse nöbet tutar
Yatağı kapmak için

Bazen beni cırsa da
Vazoları kırsa da
Çok severim ben onu
Biriciktir dünyada

KORKU

Taha Metin Yıldırım

Yaz kış yanımda ol istiyorum
Sen varsan güvendeyim
Sen varsan huzur var
Sensiz bir yola çıkmak
Sensiz bir yerlere gitmek
Benim için ölümden beter

Bilmiyorum ben büyüdükçe
Sen ne yapacaksın
Sensiz ben ne yapacağım
Montum benim
En değerlim

KESTİRME YOL

Şeyma Ateş


Bir gün yaşadığım köyde kuzenlerimle köyün yakınındaki dereye gitmiştik. Derenin kenarında biraz oturduk ve sohbet ettik. Biraz vakit geçmişti. Dönmeye karar verdik. Ben yolu kısaltmak için çoğu kişinin geçmeye korktuğu yoldan gitmeyi teklif ettim ama kuzenlerim bu yoldan korktuklarını, burayı kimsenin kullanmadığını söyleyerek bu yolu kullanmak istemediler. Onlar gelmese de ben bu yolu kullanmak istiyordum. Onlardan ayrıldım ve kestirme yola düştüm. Yol kestirmeydi güya, herkes böyle diyordu ama yürüye yürüye bitirememiştim. Sanki yürüme bandında yürüyordum. Etrafımdaki her şey aynıydı ve yol bitmek bilmiyordu. Nihayet uzun vakitten sonra eve dönmüştüm. Hava kararmıştı. Bu nasıl bir kestirme yoldu anlayamamıştım. En azından sağ salim eve ulaşmıştım. Kuzenlerim galiba benim farklı bir yoldan geldiğimi kimseye dememişti. Evdekiler yokluğumun farkına bile varmamış erkenden uyumuşlardı. Ben de çok yorgun olduğum için beklemeden yattım. 
Ne zaman uykuya daldım, ne kadar uyudum bilmiyordum. Kâbuslarla kan ter içinde gözlerimi açtım gecenin bir yarısı. Yatağımın yanındaki pencereye baktığımda bir siluet gördüm ve bana sesleniyordu:
-Geçmemen gereken bir yoldan yürüdün ve bizi uyandırdın.
Koşarak babamların odasına gittim. Onları uyandırmaya çalıştım ama hepsi ölüm uykusuna yatmış gibilerdi. Çaresizdim. Bildiğim duaları okumaya başladım. 
Uyuyakalmışım. 
Sabah kalktığımda ilk işim babama bu olayı anlatmaktı. Babam:
-O yoldan geçen herkes böyle olaylar yaşar, dedi. 
O günden sonra bu yolun kenarından bile geçmedim. 

12 Şubat 2025 Çarşamba

ANİDEN

Zeynep Akbulut

Başlamadan bitiyor çoğu şey
Bazı şeyler başlıyor ama bitmek bilmiyor
Bitmek bilmiyor her sabah erkenden uyanmalar
Ve uykulu adımlarla yollarda kaybolmalar
Bitmek bilmiyor ders kitaplarında sayfalar
Hem bitse bile mutlaka bir sonraki sene var

Ne başlasın istiyorum ne de bitsin
Yalnızca var olan şeyler devam etsin
Mesela şu lamba yansın durmadan
Şu musluk hep aksın durmadan
Şu kalem yazsın
Şu bardak hep yarım kalsın
Suskun bir fotoğraf karesi olsun her şey

Takvimlerden sayfalar uçuşmasın mesela
Ya da akrebin ve yelkovanın zoru ne bilmiyorum
Onlar yerinde durmadığı için 
Başlıyor ve bitiyor her şey
Aynı yerde kalsalardı bitmezdi hiçbir şey aniden
Yırtılmazdı belki de yapraklar takvimlerden

ÖMRE BEDEL

Zeynep Ayten

Geceler boyu düşünürken seni
Yıldızlar şahittir duygularıma
Seni ilk gördüğümde ettin deli
Merhem yoktur senden başka yarama

Bir rüzgâr gibi gezersin ruhumda
Bulurum seni nefes aldığımda
Yüreğimde ateş yakan aşkınla
Her an ömre bedel bakınca bana

SINAV KÂĞIDI

 
Zeynep Ayten, Zeynep Akbulut

Alarm çalmaya başlamıştı oysa uyuyalı birkaç dakika geçmiş gibiydi. Gözlerini açmak, yataktan kalkmak istemiyordu. Bir hafta boyunca uyuyabilecek kadar yorgun ve uykusuz hissediyordu kendini. Alarmı el yordamıyla gözlerini açmadan kapatmaya çalıştı. Bu esnada uykusu da dağılır gibi olmuştu. İsteksiz, iştahsız, gözleri yarı kısık vaziyette okul hazırlıklarına başladı. Sabahları kahvaltı yapma alışkanlığını bu şehirle beraber yitirmişti. İştahı olmuyordu. Öğle vakti bir şeyler atıştırıyor ve akşam yemeği ile günü tamamlıyordu. Yüzünü yıkarken aynada kendine baktı bir süre. Yaşlanmış gibi görünüyordu ya da bir farklılık vardı yüzünde. İnsan kendine yabancı olur mu? Sanki bir yabancıydı aynadan ona bakan. Anlayamadı. Belki de yorgunluktan gözleri iyi seçemiyordu kendini. Belki de ayna kirliydi. Belki lamba zayıflamıştı. Daha fazla düşünmeden kıyafetlerini giyindi ve dışarıya çıktı. Hava aydınlanmıştı ve soğuktu. Gece hayli kar yağmıştı ama yollar açıktı. Birkaç saniyeliğine üşüdüyse de sonradan kendine geldi. Ayakları kendinden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Yürüdükçe yürüyesi geliyordu. Hatta ayıplayan olmasa koşacak kadar kendini iyi hissediyordu. Oysa ne kadar da az uyumuştu ne kadar da yorgundu yarım saat kadar önce. Bu saatlerde hiç acıkmazdı ama acıktığını hissetti. Yeniden kahvaltıyı alışkanlık haline getirmesi gerekiyordu. 
Bu düşüncelerle okuluna ulaştı. Yollar daha önce olmadığı kadar tenhaydı. Okul da hayli tenhaydı. Normalde bu saatlerde herkeste bir telaş ve bir yerlere yetişme endişesi olurdu. Hatta birbirine toslayan insanlar olurdu koridorlarda, merdivenlerde ancak kimse görünmüyordu etrafta. Sınıf arkadaşlarından ikisini nihayet görmüştü. Yanlarına giderek bu tenhalığın durumunu sormak istedi fakat onlar yürümeye devam ediyordu. Seslendi:
-Ayteeen, Zeyneeep!
Ne Zeynep dönüp bakıyordu ne Ayten. Onların bu tavrına içlenmişti. Tamam çok samimi değillerdi ama bu yaptıkları da hiç hoş bir hareket değildi. Dersinin olduğu kata doğru ilerledi öfkeyle. Tam merdivenin ucunda ders hocasını görmüştü. Yanından geçerken:
-Günaydın Hocam, nasılsınız, dedi. 
Hocası dönüp bakmadı bile yüzüne. Oysa daha dün nezaketten, insanlıktan, selamlaşmadan bahsetmişti dakikalarca. İnsanların hâl hatır sormamasından dert yanmıştı. 
İyice canı sıkılmış, adımlarını küçültmüştü ki yine bir arkadaşını gördü. Arkadaşı yaklaştı ve önce iyi olup olmadığını sordu. Rengin solmuş senin, dedi. Olanları anlatmak istemedi. Tam teşekkür edip ayrılıyordu ki arkadaşı:
-Boşuna sınıfa gitme. Sınavımız zemin katta bir derslikte, dedi. 
Sınav olduğundan bile haberi yoktu. Hangi dersin sınavı olduğunu bile bilmiyordu. Telaşla yeniden zemin kata indi. Tenhalığın nedeni belli olmuştu. Tüm sınıf arkadaşlarıyla doluydu ve daha önce hiç tanımadığı bir hoca sınav kâğıtlarını dağıtıyordu. Sınıfın en önündeki tek sıra boştu. Hızla oraya geçti ve oturdu. Hoca, bu sıraya kâğıt bırakmamıştı. Diğer kâğıtları dağıtınca bırakır elbet, diye içinden geçti ama dersin adı neydi, hoca kimdi, bilmiyordu. 
Etrafına baktı, kâğıdını alan hararetli bir biçimde yazıyordu cevapları. Sınıfın içinde kalem seslerinden küçük bir uğultu oluşuyordu sanki. Yüzleri gülüyordu arkadaşlarının. Belki de kolay bir sınavdı ama dersin adı neydi, hoca kimdi?
Bu esnada yaşlı hoca gözlüklerinin üzerinden baktı ve:
-Merve kızım, niçin geciktin? Sınava gelmeyeceksin diye endişelenmiştim doğrusu. Haydi, bakalım al kâğıdını ve başla, dedi. 
Daha önceden hiç görmediği bir hoca, ismini nereden biliyordu? Üstelik babacan birine benziyordu. Hoca, Merve’nin şaşkınlığını fark etmiş olmalıydı:
-İlahi Merve, dört senedir hiçbir dersini kaçırmadığın Hüseyin Hoca’nı ilk kez görüyor gibi bakıyorsun. Hasta mısın yoksa? Uykunu mu alamadın, dedi. 
Önündeki kâğıdı unutmuştu bile. Fakültelerinde bu isimde biri hiç olmamıştı ki? Lisede bile bu isimde bir hocası olmamıştı. Biraz sıkılarak:
-Hocam, siz hangi dersin hocasıydınız? Ben yanlış sınıfa mı geldim acaba, dedi. 
Hocası onu duymuyordu. Biraz daha yüksek sesle konuştu:
-Hüseyin Hoca’m… Ben sizi tanımıyorum. Siz beni nerden tanıyorsunuz. 
Hoca duymuyordu. Arkadaşlarına döndü. Hepsi gayretle cevap yazıyordu kâğıtlara. 
-Şaka mı yapıyorsunuz, bugün sınav filan yoktu. Üstelik bu hocayı da tanımıyorum. Birinin doğum günü filan mı? Nasıl böyle büyük bir organizasyon yaptınız? Allah rızası için biriniz bana cevap versin, diye bağırdı. 
Kimse cevap vermiyordu. Galiba onlar da duymuyordu. Bu esnada hoca olduğunu söyleyen kişi yaklaştı ve:
-Merve, sakin ol. İyi değilsen senin sınavını sonra yapayım. Vakit azalıyor, lütfen sınava odaklan, dedi. 
Yapacak bir şey yoktu. Kalemini çantasından çıkardı. Silgisini yanına koydu. Kâğıda baktı. 
Gözlerini sildi ve kâğıda baktı. 
Kâğıda bir kez daha baktı. 
Kâğıdın arka yüzüne baktı. 
Bilmediği şekiller vardı kâğıtta. Bilmediği bir alfabeyle yazılmış satırlar. Arapça değildi bu satırlar. Kiril alfabesi hiç değildi. Göktürk yazısını bile görmüştü ve bu alfabe ona da benzemiyordu. Bu bir alfabe miydi? 
Bir an kâğıdı buruşturup sınıftan çıkmak istedi fakat sanki yerine yapışmış gibiydi. Kalkamıyordu yerinden. Çığlık atmak istedi, sesi çıkmıyordu. Etraftaki arkadaşları birer ikişer kalkmaya başlamıştı. Sınavın sonu gelmişti galiba. Bu esnada zil çaldı. Evet, sınav bitmişti ve tek satır bile yazamamıştı. Okuyamamıştı ki yazsın. Zil durmadan çalıyordu, arkadaşları hızla sınıftan çıkıyordu. Böyle bir ders zili daha önce duymamıştı. Sınıfta Hüseyin Hoca’dan başka kimse kalmamıştı ve gözlüklerinin üzerinden bakıp tebessüm ediyordu. 
-Galiba ilk kez sınavdan düşük alacaksın Merve. Okuma yazmayı da mı unuttun. 
Zil çalmaya devam ediyordu. Sağ elini havaya kaldırdı ve masaya vurmaya başladı. Bu esnada zil sesi kesilmişti. Acıyan eline baktı. Başucundaki saat kırılmıştı. Etrafına baktı, kimsecikler yoktu. Hava yeni aydınlanıyordu dışarda. Rüya olamazdı bu yaşadıkları. Daha önce böyle bir rüya görmemişti. Birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu bunlar. 
II.
Elindeki kırık saati masanın üzerine bıraktı. Usulca yerinden doğrularak okuluna gitmek için hazırlıklara başladı. Kahvaltı yapmadan evden çıktı. Gece kar yağmıştı ama hava çok soğuk değildi. Yanından geçen insanlara baktı, yanından geçtiği ağaçlara baktı. Gökyüzüne baktı. Rüyasını unutmak istiyordu. Az önce geçmiş gibiydi yürüdüğü yollardan. Böyle bir rüya olamazdı. Böyle gerçekçi ve boğucu bir rüya… Ayaklarına sanki ağırlık bağlanmış gibiydi. Yoluna zor yürüyordu. Zaten uykusunu da alamamıştı pek. Nihayet okulunu uzaktan gördü. Hayli kalabalıktı yollar. İnsanlar telaşla yürüyordu. Bu kez rüyada olmadığından emin olmak istiyordu. Yolun kenarında ki kar kütlesinden biraz aldı eliyle. Elinde tuttu. Eli üşümüştü, biraz kar daha aldı ve yüzüne sürdü. Rüya değildi bu yaşadıkları. Zaten her şey normal görünüyordu. Bu düşüncelerle binadan içeriye girdi. Az ilerde Ayten ve Zeynep yürüyordu. Tıpkı rüyasında yürüdükleri gibi yürüyorlardı. Onları görünce başını önüne eğdi ve geçiyordu ki seslendi arkadaşları:
-Merve, selam sabah yok mu? İyi misin?
Biraz şaşırdı bu duruma ve belli belirsiz sözcüklerle:
-Biraz dalgın ve yorgunum, kusura bakmayın arkadaşlar, diyerek yoluna devam etti. 
Sınıfa girdiğinde herkes kendi masasında oturuyordu. O da geçti ve her zamanki yerine oturdu. Her zamanki gibi bir güne başladığını düşünüyordu. Artık bu rüya saçmalığını gün içinde nasıl olsa unuturum, diye geçirdi içinden. Arkadaşlarına tebessüm etti. Tam bu esnada sınıfın kapısında herkesin ilk kez gördüğü yaşlı bir hoca belirdi. Sınıf sustu. Hocayı gören Merve sessizliğin ortasında kendi tutamadı:
-Hüseyin Hocam, hangi derse geldiniz?
Yaşlı öğretmen gözlüklerinin üstünden Merve’ye baktı:
-Tanışıyor muyuz evlat, dedi. Hocanız başka bir üniversiteye gittiği için bu dersinize bundan sonra ben geleceğim. Üniversitenize bugün başladım, doğrusu ismimin benden önce geleceğini hiç tahmin etmemiştim. 
Tüm sınıf Merve’ye bakıyordu. Merve konuşmaya devam etti:
-Sınav kağıtlarını getirmediniz mi?

8 Şubat 2025 Cumartesi

ELEM

Üner Taha Aydemir

Her sabah aynı
Her gün aynı sabaha uyanıyorum
Seçimler değiştirmiyor bu sabahları
Sadece seçiyorum acılarımı

Her şey sıradan
Herkesin kalbi taştan
Sadece biri var
Beni anlayan

Sürekli konuşuyorum onunla 
Dertlerimi anlayan
Bir tek o var aslında
Benim yüzümden uyuyamayan

Eskiden düşünüyordu
Gökyüzündeki yerini
Şimdiyse
Topraktaki yerini

Olanların sebebi benim belki de
Durup dururken şöyle diyorum kendime
Bu hayırsız dünyanın evladına
Davranmasaydım böyle 

Hep böyle değildi
Önce onu sevinçleri terk etti
Hiç istenmediğini anlayan
Bir insan gibiydi

Saklambaç oynayan bir çocuktu
En büyük korkusu
Değildi bulunmak
Yalnızca aranmamak

Biraz büyüdü
Ama büyüdükçe 
Hayalleri küçüldü
Doğan güneş onu üşüttü

Bu vakit çok bir elemli
Düşünüyor karşılayamadığını
Hiçbir beklentiyi

Sanmıyorum anladığını
Benden başka kimsenin
Onu tanımadığını

7 Şubat 2025 Cuma

SON İLE -SUZ

Ezgi Budak 

Bir son ve bir başlangıca sahip olmak kaçınılmazdır zira doğduğumuz andan itibaren koyun sürüsü misali zaman adlı bir çoban tarafından ileriye güdülüyoruz. Başımızda bir çoban olduğu doğrudur fakat nasıl otlayacağımız bize kalmış: Geviş getirerek mi yoksa her seferinde farklı otları tadarak mı? Uyanık mı, yoksa bayık mı? 
Hiçbir şey sonsuz değildir. Bir düşününce belki de sonsuz olan şeyler vardır. Ne var ki biz onlardan biri değiliz.
Son ile başlangıç, doğum ve ölüm müdür? Peki ya insan bu iki kelime arasına sıkışmış bir yaratık mıdır? Geri dönme fırsatı olmadan yürüyüp gidecek miyiz? Nereye gidiyoruz? Neden yürüyoruz, geriye dönemediğimiz için mi, dönmek istemediğimiz için mi? 
Sonsuz olmamamız acınası bir şey mi?
Her nasıl bir karganın bedeni yüzmek için uygun değilse biz de sonsuzluk için uygun değiliz. Hiçbir canlı uygun değil. Bunun yaşlanmakla ya da bedenimizle alakası yok. Zaman yıpratır, doğru ama sonsuzluk süre değil, algıdır. Yani sonsuzluk algısı, bizi zaman gibi yıpratmaz. Sonsuzluğa uygun değiliz çünkü anlama yetimiz kısıtlı. Kısıtlı olan bir yere sonsuzluk sığamaz. Eğer sonsuz olsaydık, hiçbir şey anlamlı ve değerli olmazdı. Yine de birçok şey değişirdi ama bir tek şey aynı kalırdı: Başımızdaki çoban. Tabii ki değişen şeylerle beraber o çobanın adı da değişirdi ve yerini unutkanlık alırdı. Zaman akıp gittikçe o çoban da bizi takip ederdi, sürekli beynimizden parçalar aşırır bu da algımızı bozardı. 
Ortalama ömrümüz seksen iken bile birçok şeyi unutuyoruz. Sonsuz olsaydık kim bilir neleri unuturduk. “Sonsuz olmamamız acınası bir şey mi?” sorusunun yanıtını şu cümle verir: Unutmak bir lütuf mu yoksa lanet mi?
Sonsuzluk, gıpta edilecek; ölüm de korkulacak bir şey değildir. Sonsuz olsaydık hiçbir şeyin anlamı kalmazdı. Uzun ve anlamsız bir ömür yaşamaktansa kısa ve öz yaşamak daha iyidir. 
Ölüm, hayatın tadını çıkaralım diye bize verilmiş bir geçektir. 

MERDİVEN

Akın Eliş


1. Bölüm
Serin bir bahar gecesiydi. Yarın için okul çantasını hazırlıyordu. Zihninde bir durgunluk vardı, anlam veremediği bir durgunluk. Çantasını hazırladıktan sonra lambasını kapattı ve yatağına uzandı. Yavaşça gözlerini yumdu ve uyumak için kendini bir süre zorladı ama uyuyamadı. 
Zihnindeki durgunluk daha da büyümüştü. Bir eksiklik seziyordu hayatında, büyük bir boşluk. Bu eksikliği anlamlandırmaya çalıştı. Evet, mutlu olmamıştı kaç zamandır. Mutluluğu unutmuştu. Kahkaha atmayı, tebessüm etmeyi bile unutmuştu. Neden mutsuz olduğunu bilmiyordu. Hayatındaki eksikliği bulmuştu ama bir çözümü yoktu bu eksikliğin, tıpkı bir nedeni olmadığı gibi. 
Bu sorunu düşündükçe mutsuzluğunun daha da arttığını hissetti. Gecenin bir yarısında onu uyutmayan tek sebep mutsuzluğuydu. Düşündükçe hatırladı, bu eksiklik hissi, birazcık mutlu olabileceği anlarda bile gelip karşısına dikiliyor ve onun mutsuzluğuna mani oluyordu. Düşünmekten yorulmuştu. Her şeye rağmen uyudu. 
Uyandı, hazırlandı ve okula doğru yola çıktı. Her yerde mutsuzluğunun nedenini düşünüyordu. Mutlu olamayacağını düşünmek, onu daha da mutsuz ediyordu. Bu düşüncelerle günü tamamladı ve akşam olduğunda evinin yolunu tuttu. 
Bu eksiklik hissini unutabilse belki de biraz mutlu olabilirdi ama nasıl unutacaktı eksiklik hissini. Bu düşüncelerle ilerlerken bu yol üzerinde daha önceden hiç görmediği bir ara sokak gördü. Oysa defalarca evine gidip gelmişti bu yoldan fakat bu ara sokağı ilk kez görüyordu. Mutsuzluğunu unutmak için farklı bir yoldan evine gitmek iyi bir fikir olabilirdi. Belki görebileceği yeni şeyler karşısına çıkar ve kendisini neşelendirirdi. Daha fazla düşünmeden ara sokağa girdi. Küçük ve dar bir sokaktı burası. Etrafta kimseler görünmüyordu. Bir film setini andırıyordu. Yollar taş döşeliydi ve yol kenarlarında araç da yoktu. Zaten yol kenarında araç olsa buradan başka bir aracın geçmesi mümkün olmazdı. Evlere baktı, pencerelerine, balkonlarına baktı. Evlerin pencerelerinde bir hayat belirtisi bile yoktu. Sokağın diğer ucu, bu ucundan görünüyordu ve diğer ucunda ışıltılı bir kapı görünüyordu. Bu kapı sokağın en sonundaki apartmanın yangın merdivenine ait olmalıydı. Daha sokağa sapar sapmaz iyi gelmişti bu sokakta yürümek ona. Işıltılı kapıyı merak ediyor ve heyecanlanıyordu. Yaklaştıkça aydınlık sanki daha artıyordu. Sonunda kapının önüne gelmişti. Etrafta kimseler yoktu. Biraz endişe etti ama içinden bir ses ona kapıyı açmasını söylüyor gibiydi. Bilmediği bir sokakta, tanımadığı bir apartmanın yangın merdiveninin kapısını açmak, çok doğru bir şey değildi fakat ellerine hakim olamıyordu. Sanki başka biri tarafından eli havaya kaldırılmış ve ışıltılı kapının kolu üzerine bırakılmıştı. Kapıyı açtı. Kapıdaki ışıltının kapının ardındaki aydınlıktan geldiğini anladı. Kapının ardı çok aydınlıktı ve hemen önünde bir merdiven uzanıyordu. Bir yangın merdiveni için hayli lükstü basamaklar. Birkaç adım attı ve kafasındaki tüm olumsuz düşüncelerden ayrılarak merdivenleri birer birer çıkmaya başladı. Attığı her adımda sanki yükü hafifliyordu. Takati kesilinceye kadar hızla devam etti merdivenlerden çıkmaya fakat merdivenler bitmiyordu. Oysa uzaktan çok yüksek bir görünüşü yoktu burasının. Biraz dinlenmesi gerekiyordu. Dinlendikten sonra devam etmeyi düşünüyordu. Merdivene oturduğu anda geriye doğru baktı ve aslında hiç yol almamış olduğunu fark etti. Halen merdivenin ilk katındaydı ve çıkış kapısı görünüyordu. Şaşkındı fakat şaşkınlığı uzun sürmedi ve mutsuzluğa dönüştü. Merdivenden indi ve evine doğru yürümeye başladı. 
Ertesi gün yine geleceğinden emindi. Hava çoktan kararmıştı. Evdeki işlerini hallettikten sonra yatağına uzandı. Bu günden sonra artık iki sorunu vardı: Biri mutsuzluğu, diğeri de anlam veremediği bu yangın merdiveni. 

2. Bölüm
Sabah uyandığında okula gitmek yerine önce yangın merdivenin olduğu binaya gitmeyi düşündü. Bunun için biraz erken çıkması gerekiyordu evden. Kahvaltısını bile bitirmeden yola çıktı. Bir süre yürüdü fakat dün akşam gördüğü ara sokağı bir türlü bulamadı. Oysa dün akşam nereden, hangi köşeden döndüğünü hatırlıyordu. Yolu birazcık değiştirmek amacıyla farklı bir sokağa girmişti fakat şimdi o sokak yoktu. Biraz daha dolaşacak olsa okula geç kalacaktı, bu yüzden okula gitmeye karar verdi. 
Gün boyu o sokağı neden göremediğini düşündü. Belki de ters yönden geldiği için zihni ona bir oyun oynamıştı. Okuldan evine giden yolda, orasını bulmak daha kolay olabilirdi. Bu yüzden gün boyu derslerin bitmesini bekledi. Üstelik bu kez merdivenlere işaret koymayı düşünüyordu. Böylelikle yaşadığı şeyleri biraz daha anlamlı hâle getirebilir ya da mantık düzeyine indirebilirdi. Mutsuzluğunun önüne geçmişti bu merdivenin esrarı. Bunu çözmeliydi. Bu durumu anlatabileceği bir arkadaşı olsaydı keşke, onunla beraber gitseydi yangın merdiveninin yanına fakat yoktu böyle bir arkadaşı. Hem olsa da belki alay ederdi yaşadıklarını ona anlatınca. 
İlk kez bir arkadaşın hayalini kuruyordu. Belki de mutsuzluğunun sebeplerinden biri buydu: arkadaşsızlık. Kocaman okulda bir tanecik bile olsun insanın arkadaşı olmaz mıydı? Yoktu işte…
Bu düşüncelerle okuldan ayrıldı ve dün akşam yolunu değiştirdiği yere kadar geldi. Yine aynı ara sokağı görmüştü. Sabah da bakmıştı buraya oysa fakat sabah bu sokağı görememişti. Biraz morali yerine gelmişti. Hızla yolun sonunda kendisini çağıran binaya doğru ilerledi. Artık bildiği bir sokaktı onun için burası ve binanın da yabancısı değildi. Bu kez ışıltılı kapıya yürürken içinde bir endişe yoktu. Kapının kolunu açarken de bir endişe hissetmedi. Zaten elleri, ayakları kendinden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Kapıyı araladı, kapının ardında daha önceden de gördüğü aydınlıkla karşılaştı. Hemen önündeki merdivenden dün zaten çıkmıştı. Çıktığını zannediyordu. Çantasından renkli bir kalem çıkardı. Bu kez merdivenleri çıkmak için acele etmedi. Basamakları yavaş yavaş çıkıyordu ve çıktığı her basamağa bir sayı yazıyordu. Bir süre sonra rakam yazma işini daha da pratik hale getirmiş ve adımlarını hızlandırmıştı. Basamaklar hiç bitmeyecek sanıyordu. Kaleminin mürekkebi bitmeye yaklaşmıştı ki son basamağa 486 sayısını yazdı. Bitmişti artık basamaklar ve önünde parıltılı bir pencere gördü. Sanki güneşe yaklaşmıştı merdivenleri çıkarak. Pencereyi açmayı düşündü fakat pencerenin kolu yoktu. Biraz daha yaklaşarak aşağıya bakmaya çalıştı. Aşağıda bir şey görünmüyordu. Sadece buluta benzeyen bir sis tabakası vardı. Yukarıya bakmaya çalıştı fakat gözleri kamaştı. Kısık gözlerle bile yukarıya bakamıyordu. Merdivenin sırrını çözme çabasındayken yeni sorular geliyordu zihnine. Şimdi aşağıya doğru inmenin zamanıydı. Sayılara bakarak inmesi gerekiyordu. Yönünü aşağıya çevirdi. İlk basamakta oturdu. Bir süre dinlenip inmeyi düşünüyordu. Birdenbire aydınlığın daha da büyüdüğünü fark etti. Hiçbir şey görünmüyordu etrafta aydınlıktan. Gözlerini kapamak zorunda kaldı birkaç saniye. Gözlerini yeniden açtığında merdivenin ilk basamağındaydı ve çıkış kapısı karşısındaydı. Heyecanla dönüp geriye baktı, merdivenlere yazdığı sayıların hiçbiri görünmüyordu. Kaçmak, buradan çıkmak istiyordu. 
Hızla dışarıya çıktı. Buraya yeniden gelmek istiyor muydu, emin değildi. Mutsuzluğundan kurtulmak isterken bir belaya düşmekten endişe ediyordu. Zihin ve ruh hâlinin kötüye gitmesinden endişe ediyordu. Evine doğru ilerlerken iki gün önceki hayatının aslında ne kadar rahat ve güzel bir hayat olduğunu düşündü. Boşu boşuna kendine bir mutsuzluk icat etmişti. Mutlu olma, mutluluğu arama çabası onu büyük bir huzursuzluğa düşürmüştü. Yaşadıklarını belki de yazmalıydı. Günlük tutmak iyi bir fikirdi ama son iki günü geçerek başlayacaktı günlüğe. Bu düşünceler, içini biraz rahatlatmış ve zaten evinin önüne de gelmişti. 

SİZ, NASIL BİR OYUNCUSUNUZ?

Akın Eliş

Bizler; bir filmde, dizide rol yapan, kendisine verilen kişiliği canlandıran insanlara oyuncu diyoruz. Oysa insanların hepsi birer oyuncu. Hem de iyi oyuncu. 
Şimdi düşünün; kaç kez mutlu olmadığınız hâlde size nasıl olduğunuzu soran arkadaşlarınıza “iyiyim” diyerek tebessüm ettiniz ya da çok üzücü şeyler yaşadığınız halde ertesi gün arkadaşlarınızla buluştuğunuzda onları güler yüzle karşıladınız ve ruh durumunuzdan hiç bahsetmediniz, üzüntünüzü dışarıya sızdırmadınız? 
İşte bu yüzden hepiniz birer oyuncusunuz. 
Bu ve benzer olayları o kadar çok tekrarladınız ki siz bile ne zaman, ne kadar mutlu olduğunuzu bilemiyorsunuz. Kendinizi diğer insanlara olduğunuzdan daha iyi ve mutlu gösterme çabası içindesiniz daima. 
İnsanlar, olduklarından daha iyi olmak istiyor eğer bunu yapamıyorsa olduğundan daha iyi görünmek istiyor. Oysa elindekilerle yetinse belki daha mutlu olacak.
İnsan her şeye sahip olmak istiyor, her şeyi yaşamak istiyor ve sürekli mutlu olmak istiyor aslında. Bunu da başkalarına göstererek yapmak istiyor. Sonsuzluğu istiyor farkında olmadan. Bunlar gerçekleşemeyince ya da sınırlı kalınca başlıyor film ve insan bir oyuncuya dönüşüyor. Bu hisleri, düşünceleri gerçekleştirme yolunda insanın etrafının zarar görmesi de kaçınılmaz oluyor bazen. Bu durumda insanın bu sonsuz isteklerini yatıştırması gerekiyor ve orada başlıyor huzursuzluk, mutsuzluk ve film devam ediyor, oyun devam ediyor, roller değişse de oyun bitmiyor. 
Fakir, tez zamanda zengin; zengin de daha zengin olmak istiyor fakat bu hayatta sadece elindekilerle yetinen, daha iyisi için gerektiği kadar çabalayan ve daha iyi olmak için hırslanmayan kişiler gerçekten mutlu ve huzurlu yaşıyor.  
Hepimiz oynayarak yaşıyoruz bu dünyada. Kimimiz daha az kimimiz daha çok oynuyoruz. Çoğunlukla mutlu, huzurlu insan rolünü oynuyoruz. Her zaman, her insan bu oyunu sergilemese de herkesin hayatında mutlaka oyuncu rolüne büründüğü zamanlar oluyor.