Zeynep Ayten, Zeynep Akbulut
Alarm çalmaya başlamıştı oysa uyuyalı birkaç dakika geçmiş gibiydi. Gözlerini açmak, yataktan kalkmak istemiyordu. Bir hafta boyunca uyuyabilecek kadar yorgun ve uykusuz hissediyordu kendini. Alarmı el yordamıyla gözlerini açmadan kapatmaya çalıştı. Bu esnada uykusu da dağılır gibi olmuştu. İsteksiz, iştahsız, gözleri yarı kısık vaziyette okul hazırlıklarına başladı. Sabahları kahvaltı yapma alışkanlığını bu şehirle beraber yitirmişti. İştahı olmuyordu. Öğle vakti bir şeyler atıştırıyor ve akşam yemeği ile günü tamamlıyordu. Yüzünü yıkarken aynada kendine baktı bir süre. Yaşlanmış gibi görünüyordu ya da bir farklılık vardı yüzünde. İnsan kendine yabancı olur mu? Sanki bir yabancıydı aynadan ona bakan. Anlayamadı. Belki de yorgunluktan gözleri iyi seçemiyordu kendini. Belki de ayna kirliydi. Belki lamba zayıflamıştı. Daha fazla düşünmeden kıyafetlerini giyindi ve dışarıya çıktı. Hava aydınlanmıştı ve soğuktu. Gece hayli kar yağmıştı ama yollar açıktı. Birkaç saniyeliğine üşüdüyse de sonradan kendine geldi. Ayakları kendinden bağımsız hareket ediyor gibiydi. Kuş gibi hafif hissediyordu kendini. Yürüdükçe yürüyesi geliyordu. Hatta ayıplayan olmasa koşacak kadar kendini iyi hissediyordu. Oysa ne kadar da az uyumuştu ne kadar da yorgundu yarım saat kadar önce. Bu saatlerde hiç acıkmazdı ama acıktığını hissetti. Yeniden kahvaltıyı alışkanlık haline getirmesi gerekiyordu.
Bu düşüncelerle okuluna ulaştı. Yollar daha önce olmadığı kadar tenhaydı. Okul da hayli tenhaydı. Normalde bu saatlerde herkeste bir telaş ve bir yerlere yetişme endişesi olurdu. Hatta birbirine toslayan insanlar olurdu koridorlarda, merdivenlerde ancak kimse görünmüyordu etrafta. Sınıf arkadaşlarından ikisini nihayet görmüştü. Yanlarına giderek bu tenhalığın durumunu sormak istedi fakat onlar yürümeye devam ediyordu. Seslendi:
-Ayteeen, Zeyneeep!
Ne Zeynep dönüp bakıyordu ne Ayten. Onların bu tavrına içlenmişti. Tamam çok samimi değillerdi ama bu yaptıkları da hiç hoş bir hareket değildi. Dersinin olduğu kata doğru ilerledi öfkeyle. Tam merdivenin ucunda ders hocasını görmüştü. Yanından geçerken:
-Günaydın Hocam, nasılsınız, dedi.
Hocası dönüp bakmadı bile yüzüne. Oysa daha dün nezaketten, insanlıktan, selamlaşmadan bahsetmişti dakikalarca. İnsanların hâl hatır sormamasından dert yanmıştı.
İyice canı sıkılmış, adımlarını küçültmüştü ki yine bir arkadaşını gördü. Arkadaşı yaklaştı ve önce iyi olup olmadığını sordu. Rengin solmuş senin, dedi. Olanları anlatmak istemedi. Tam teşekkür edip ayrılıyordu ki arkadaşı:
-Boşuna sınıfa gitme. Sınavımız zemin katta bir derslikte, dedi.
Sınav olduğundan bile haberi yoktu. Hangi dersin sınavı olduğunu bile bilmiyordu. Telaşla yeniden zemin kata indi. Tenhalığın nedeni belli olmuştu. Tüm sınıf arkadaşlarıyla doluydu ve daha önce hiç tanımadığı bir hoca sınav kâğıtlarını dağıtıyordu. Sınıfın en önündeki tek sıra boştu. Hızla oraya geçti ve oturdu. Hoca, bu sıraya kâğıt bırakmamıştı. Diğer kâğıtları dağıtınca bırakır elbet, diye içinden geçti ama dersin adı neydi, hoca kimdi, bilmiyordu.
Etrafına baktı, kâğıdını alan hararetli bir biçimde yazıyordu cevapları. Sınıfın içinde kalem seslerinden küçük bir uğultu oluşuyordu sanki. Yüzleri gülüyordu arkadaşlarının. Belki de kolay bir sınavdı ama dersin adı neydi, hoca kimdi?
Bu esnada yaşlı hoca gözlüklerinin üzerinden baktı ve:
-Merve kızım, niçin geciktin? Sınava gelmeyeceksin diye endişelenmiştim doğrusu. Haydi, bakalım al kâğıdını ve başla, dedi.
Daha önceden hiç görmediği bir hoca, ismini nereden biliyordu? Üstelik babacan birine benziyordu. Hoca, Merve’nin şaşkınlığını fark etmiş olmalıydı:
-İlahi Merve, dört senedir hiçbir dersini kaçırmadığın Hüseyin Hoca’nı ilk kez görüyor gibi bakıyorsun. Hasta mısın yoksa? Uykunu mu alamadın, dedi.
Önündeki kâğıdı unutmuştu bile. Fakültelerinde bu isimde biri hiç olmamıştı ki? Lisede bile bu isimde bir hocası olmamıştı. Biraz sıkılarak:
-Hocam, siz hangi dersin hocasıydınız? Ben yanlış sınıfa mı geldim acaba, dedi.
Hocası onu duymuyordu. Biraz daha yüksek sesle konuştu:
-Hüseyin Hoca’m… Ben sizi tanımıyorum. Siz beni nerden tanıyorsunuz.
Hoca duymuyordu. Arkadaşlarına döndü. Hepsi gayretle cevap yazıyordu kâğıtlara.
-Şaka mı yapıyorsunuz, bugün sınav filan yoktu. Üstelik bu hocayı da tanımıyorum. Birinin doğum günü filan mı? Nasıl böyle büyük bir organizasyon yaptınız? Allah rızası için biriniz bana cevap versin, diye bağırdı.
Kimse cevap vermiyordu. Galiba onlar da duymuyordu. Bu esnada hoca olduğunu söyleyen kişi yaklaştı ve:
-Merve, sakin ol. İyi değilsen senin sınavını sonra yapayım. Vakit azalıyor, lütfen sınava odaklan, dedi.
Yapacak bir şey yoktu. Kalemini çantasından çıkardı. Silgisini yanına koydu. Kâğıda baktı.
Gözlerini sildi ve kâğıda baktı.
Kâğıda bir kez daha baktı.
Kâğıdın arka yüzüne baktı.
Bilmediği şekiller vardı kâğıtta. Bilmediği bir alfabeyle yazılmış satırlar. Arapça değildi bu satırlar. Kiril alfabesi hiç değildi. Göktürk yazısını bile görmüştü ve bu alfabe ona da benzemiyordu. Bu bir alfabe miydi?
Bir an kâğıdı buruşturup sınıftan çıkmak istedi fakat sanki yerine yapışmış gibiydi. Kalkamıyordu yerinden. Çığlık atmak istedi, sesi çıkmıyordu. Etraftaki arkadaşları birer ikişer kalkmaya başlamıştı. Sınavın sonu gelmişti galiba. Bu esnada zil çaldı. Evet, sınav bitmişti ve tek satır bile yazamamıştı. Okuyamamıştı ki yazsın. Zil durmadan çalıyordu, arkadaşları hızla sınıftan çıkıyordu. Böyle bir ders zili daha önce duymamıştı. Sınıfta Hüseyin Hoca’dan başka kimse kalmamıştı ve gözlüklerinin üzerinden bakıp tebessüm ediyordu.
-Galiba ilk kez sınavdan düşük alacaksın Merve. Okuma yazmayı da mı unuttun.
Zil çalmaya devam ediyordu. Sağ elini havaya kaldırdı ve masaya vurmaya başladı. Bu esnada zil sesi kesilmişti. Acıyan eline baktı. Başucundaki saat kırılmıştı. Etrafına baktı, kimsecikler yoktu. Hava yeni aydınlanıyordu dışarda. Rüya olamazdı bu yaşadıkları. Daha önce böyle bir rüya görmemişti. Birilerine anlatsa kesinlikle alay konusu olurdu bunlar.
II.
Elindeki kırık saati masanın üzerine bıraktı. Usulca yerinden doğrularak okuluna gitmek için hazırlıklara başladı. Kahvaltı yapmadan evden çıktı. Gece kar yağmıştı ama hava çok soğuk değildi. Yanından geçen insanlara baktı, yanından geçtiği ağaçlara baktı. Gökyüzüne baktı. Rüyasını unutmak istiyordu. Az önce geçmiş gibiydi yürüdüğü yollardan. Böyle bir rüya olamazdı. Böyle gerçekçi ve boğucu bir rüya… Ayaklarına sanki ağırlık bağlanmış gibiydi. Yoluna zor yürüyordu. Zaten uykusunu da alamamıştı pek. Nihayet okulunu uzaktan gördü. Hayli kalabalıktı yollar. İnsanlar telaşla yürüyordu. Bu kez rüyada olmadığından emin olmak istiyordu. Yolun kenarında ki kar kütlesinden biraz aldı eliyle. Elinde tuttu. Eli üşümüştü, biraz kar daha aldı ve yüzüne sürdü. Rüya değildi bu yaşadıkları. Zaten her şey normal görünüyordu. Bu düşüncelerle binadan içeriye girdi. Az ilerde Ayten ve Zeynep yürüyordu. Tıpkı rüyasında yürüdükleri gibi yürüyorlardı. Onları görünce başını önüne eğdi ve geçiyordu ki seslendi arkadaşları:
-Merve, selam sabah yok mu? İyi misin?
Biraz şaşırdı bu duruma ve belli belirsiz sözcüklerle:
-Biraz dalgın ve yorgunum, kusura bakmayın arkadaşlar, diyerek yoluna devam etti.
Sınıfa girdiğinde herkes kendi masasında oturuyordu. O da geçti ve her zamanki yerine oturdu. Her zamanki gibi bir güne başladığını düşünüyordu. Artık bu rüya saçmalığını gün içinde nasıl olsa unuturum, diye geçirdi içinden. Arkadaşlarına tebessüm etti. Tam bu esnada sınıfın kapısında herkesin ilk kez gördüğü yaşlı bir hoca belirdi. Sınıf sustu. Hocayı gören Merve sessizliğin ortasında kendi tutamadı:
-Hüseyin Hocam, hangi derse geldiniz?
Yaşlı öğretmen gözlüklerinin üstünden Merve’ye baktı:
-Tanışıyor muyuz evlat, dedi. Hocanız başka bir üniversiteye gittiği için bu dersinize bundan sonra ben geleceğim. Üniversitenize bugün başladım, doğrusu ismimin benden önce geleceğini hiç tahmin etmemiştim.
Tüm sınıf Merve’ye bakıyordu. Merve konuşmaya devam etti:
-Sınav kağıtlarını getirmediniz mi?