mehmet zahid ökten etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mehmet zahid ökten etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2025 Cumartesi

KİM DAHA GÜÇLÜ

Mehmet Zahid Ökten

Karıncaların kendi gövdelerinden
Çok yük taşıdığını duyanlar şaşırıyor
Şaşıracak ne var bunda
Günümüzde çocuklar
Kilolarından çok fazla 
Yük taşıyorlar
Ders yükü
Bilgi yükü
Gelecek kaygısı yükü
Dünyanın yükü
Ama kimse görmüyor onları
Ve devam ediyor insanlar şaşırmaya
Küçücük bir karıncanın taşıdıklarına

11 Ocak 2025 Cumartesi

SAÇSIZ OĞLANIN ANASININ MASALI


                                                               

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 

                                                         "Lipogram yazı tekniği ile oluşturulmuş deneysel hikâye"

Masal kahramanı olup çıkmıştı hayırsız dazlak oğlu. Gittiği diyarlarda onun masalları anlatılıyordu durmadan. Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş… İnsanlar bu anlamsız söz yığınlarını abartarak dinliyordu. Oğlunun hayırsız biri olduğunu anlatamıyordu. Saçları yoktu oğlunun doğduğu zamanlarda. Sonraları da hiç çıkmamıştı. Saçsızdı oğlu. Saçlarının olmaması ona bu ünü sağlamıştı biraz da. 
Masal kahramanıymış, anasına hayrı olmayan kahraman olur mu? Akrabaları dahi bu yalana inanmışlardı. Çok şanslı bir ana olduğuna ikna olmuyordu bir türlü. 
Bu saçsız oğlanın anası hasta mı sağ mı, soran yoktu. Aş yapanı var mı, yok mu soran olmazdı. Sağda solda onun saçmalıklarını anlatıp kahkaha atıyorlardı yalnızca. Saçsız oğlunun sırma saçlı bir kızla olan masalı da uydurulmuştu son zamanlarda. Bu masalları anlatanlar onun için iyilik yapmıyordu. Bir saçsız oğlanın hayırsızlığı arttıkça artıyordu bu anlatılan olaylarla. Masal kahramanı olmak, bu kadar basit bir işti galiba. 
Onun masal kahramanı olması kâfi olmadı, Karakaçan da olaylara karışmaya başlamıştı. İşin ucu bir gün garip anasına kadar ulaşacaktı. Korkusu buydu, bir masal kahramanı olmak. O masalda olumsuz bir kişi olarak bulunmak. Çılgın, saçsız oğlunun saçmalıklarına göz yuman bahtsız bir ana olarak bakmazdı anlatılanlara insanlar. Saçsız oğluyla imtihan oluyordu galiba. Onun saçsız olması azmış gibi anasının da saçları dökülmüştü sonunda. Dazlak oğlanın masalları anlatılacak ama saçsız anasını hatırlamayacaktı çağlar boyunca insanlar. Dazlak oğlanın anasının aklını zorlayan bin kadar soru vardı fakat umursamıyordu masal anlatıcılarının yazdıklarını. 

F KLAVYE

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 


Fatih’i düşünüyordu son zamanlarda durmadan. Fırından gelirken yine aklına gelmişti birdenbire. Farkında değildi bu durumun. Fayansların onarılması gerektiğini de unutamıyordu. Furkan, bu işten anladığını söylüyordu ama ona inanmamıştı. Far temizliği yapıyorum diye arabanın farını kırmıştı en son. Fakat fayans başka bir konu diyordu. Füze gibi ilerleyerek evine ulaşmıştı. Fakir biri değildi aslında ama yine de evi hayli eskiydi. Fasulye yemeğinin yanında yaptırdığı pideler iyi gidecekti. Fransa-Türkiye maçına saatler kalmıştı ve heyecanlanıyordu. Frankfurt’ta yapılacak maça keşke gidebilseydi belki oralarda Fatih’in izlerine de rastlardı. Faydasız biriydi belki de, öyle söylüyorlardı ona ancak o olmasa şimdi fırından kim ekmeği getirecekti. Fazla düşünmemeliydi, hayatı belki de bundan dolayı bu hâle gelmişti. Fatura almayı unutmuştu fırından ama zaten fırınlar fatura vermiyordu ki… Fesleğenli balık olsaydı şimdi fasulyenin yanında ne kadar da hoş olurdu ama aklına daha önce gelmemişti. Fırsatı olmamıştı başka bir yemek yapmak için. Fokur fokur kaynayan tencereye son kez baktı ve yemeğin piştiğini düşündü. Fincanla biraz su ilave etmenin iyi geleceğini düşünerek pişmeye devam eden yemeğe bir fincan soğuk su ilave etti. Fıkra dinlemeyeli çok vakit geçmişti. Fay hattı geçiyor muydu evlerinin altından? Ferdi Tayfur öldü, diyorlardı son günlerde. Fethetmek nasıl bir duygu olmalıydı İstanbul’u. Festivali yapılmalıydı İstanbul’un fethinin. Fıstık gibi küçük bir şehirdi İstanbul haritada bakınca. Filleri var mıydı Fatih’in Timur’un ordusunda olduğu gibi. Fiiller konusunu unuttuğunu hatırladı, zaten son zamanlarda fiil yerine eylem diyordu öğretmenleri. Fermanlarını düşündü Fatih’in, kaç kez ferman yayımlamıştı acaba? Fetret Devri’nden Osmanlı ne zaman kurtulmuştu?  Felaket şeyler geliyordu düşündükçe aklına. Feci şeyler geliyordu. Fermuarını açmadan montunu çıkardı, çıkardığı yalnızca montu değildi aklının da fermuarının açıldığını hissediyordu. Fevkalade bir yemek yapmıştı kendisine. Fıldır fıldır gözleri döndü yemeğe bakınca. Fiyatı iyice artmıştı dışarda yemeklerin, ev yemeği yemesi gerekiyordu. Film izlemeliydi yemekten sonra. Fikir, akıl kalmamıştı başında. Fotoğraflar üst üste geçiyordu beyninden. Format atması gerekiyordu beynine. Fatih’i düşünüyordu son zamanlarda durmadan. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın, diyerek yemek masasına oturdu. 

4 Ocak 2025 Cumartesi

NASİPSİZ NASİPLİ

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 


Elinden gelen başka bir iş yoktu. Mesela sıvacılık yapamazdı, tarımla uğraşamazdı, hayvan besleyemezdi. Bunların hepsi hem tecrübe istiyordu hem de beden kuvveti. Yapabileceği tek iş esnaflıktı. Ticarete atılmalı ve tez zamanda köşeyi dönmeliydi. Cengiz amca yıllar boyu her işi denemiş fakat hiçbirinde başarılı olamamıştı. Aslında onun başarısızlığının nedeni fazla dürüst olmasıydı. Hak ettiğinden fazla ücret almamıştı hiçbir işten. Bazı işleri de ücretsiz yapıyor, bunun için paraya gerek yok, diyordu. Etrafında onun bu özelliğini bilenler hep ona aptal muamelesi yapıyordu, üstelik tüm işlerini de ona hallettiriyorlardı çünkü Cengiz amcanın sözlüğünde “hayır” kelimesi yoktu. Acıkan biri olduğunda Cengiz amcaya geliyor ve şöyle diyordu:
-Bana yemek ısmarlar mısın, karnım çok aç. 
Cengiz amca cebinde para olmasa bile mutlaka o kişiye bir ziyafet çekiyordu. Borç buluyor, borçlanıyor ama yine de o kişiyi tok olarak gönderiyordu. 
Ya da bahçesi, bostanı ekilecek olan biri Cengiz amcaya geliyor ve ona diyordu ki:
-Benim canım hiç çalışmak istemiyor. Nasıl olsa boş adamsın. Sevabına şu bahçeye bir düzen versen, tohumları eksen, bellesen. 
Cengiz amca bahçe bostan işlerinden anlamamasına rağmen günlerce sürse bile o kişinin işini mutlaka görüyordu. Üstelik yemek ve su istemeden. 
Şimdi ticarete atılmalıydı ve çok para kazanmalıydı. Geride bıraktığı yılları telafi etmeliydi. Ticaretten iyi anladığını bildiği Kayserili bir arkadaşıyla günlerce konuştu, dinledi ve sonunda bir firmanın düdüklü tencerelerini satmaya karar verdi. Tencereleri firmadan ücretsiz alacak ve sattıktan sonra üzerinden prim alarak tencerenin ücretini firmaya verecekti. Kaç tencere satarsa o kadar çok kazanacaktı. Bunun için bir dükkana da ihtiyaç yoktu. Sabahın erken saatlerinde eline birkaç tencere alacak, sattıkça gidip yeni tencereler temin edecekti. Üstelik sattığı tencerelerin yarı fiyatı kendisine prim olarak verilecekti. Düşündü, günde on tencere satarsa ayda üç yüz tencere yapıyordu. Belki ilerde tencereleri kendisi bile imal edebilirdi. 
İlgili firmayla ayaküstü konuştu anlaştı ve ilk etapta üç tencereyi alarak firmadan ayrıldı. Kapı kapı dolaşıp tencereyi tanıtması gerekiyordu. Bir süre ilerledikten sonra ilk binanın önünde durdu tam zile basacaktı ki içerden gelen sesleri duydu. Karı koca birbirine bağırıyordu. İstemediği halde biraz kulak misafiri oldu. Kavganın sebebi düdüklü tencereydi. Kadın tüm gücüyle bağırıyordu:
-Bana sormadan ne tenceresi aldın sen? Bu tencere bir kez bile kullanılmaz. Verdiğin paranın onda biri bile etmez. İnsan bakmaz mı alacağı eşyaya.
Bu sözleri duyan Cengiz amca hızla bu kapıdan uzaklaştı. Birkaç adım daha atmıştı ki girmeye niyetlendiği kapının önünde onlarca ayakkabı gördü. Üstelik kapı açıktı. Üç tencerenin üçünü de burada satarım, diye düşündü. Tam kapıdan adım atıyordu ki kendisine doğru uzatılan helvayı fark etti. İki eli de dolu olduğu için helvayı almakta zorluk çekti. En son tencerelerden birinin içine helvayı koydu ve utanarak geri döndü. Dönerken de sessizce helvayı uzatan kişiye:
-Allah rahmet eylesin, dedi. 
Helvayı uzatan kişi gözleri yere bakar vaziyette cevap verdi:
-Hep o düdüklü tencere yüzünden. Rahmetli, mutfakta iken patlamış ve kapak başına gelmiş. Şimdi o firmayı dava etmeyi düşünüyoruz. 
Bu cümleyi duyan Cengiz amca elindeki tencereleri arkasına doğru itti ve ayrıldı. 
Morali bozulmuştu iyice. Bu kadar olumsuzluk, nasipsizlik biraz fazlaydı onun için. Bir süre daha ilerledi. Gözüne kestirdiği ilk evin kapısında durdu. Zile bastı fakat içerden herhangi bir tepki gelmedi. Zile bir kez daha bastı, bir süre bekledi bir kere daha bastı. Nihayet içerden sesler gelmeye başlamıştı. Kapı usulca açıldı ve ardında yaşlı bir adam göründü. Kalın, kocaman gözlükleri vardı adamın. Elinde bir de bastonu vardı. Kocaman göbeği, pijamasının düğmelerini zorluyordu. Cengiz amcaya hiçbir şey sormadan elinde tuttuğu şekerliği uzattı ve:
-İyi bayramlar çocuğum, şekerini buradan alabilirsin. İstediğin kadar alabilirsin. Harçlık da vermek isterdim ama emekliyim ben kusura bakma dedi. 
Cengiz amca cevap vermeyince:
-Sen ne kadar utangaç bir çocuksun, şu poşetini uzat bakalım, diyerek tencerenin içine iki tane bayram şekeri koydu. 
Cengiz amcanın dili tutulmuştu sanki. Bayrama daha kırk gün vardı. Şekerler de Ramazan Bayramı’ndan kalmıştı ihtimal. Bir an üç tencereyi de oraya bırakmak ve dönmek istedi fakat firma ya tencereleri ya da satış ücretini bekliyordu.
Yürüyecek gücü kalmamıştı. Az ilerde bir park gördü. Parka doğru gitti ve boş bir banka oturdu. Yanına da tencereleri dizdi. Bu esnada helvayı hatırladı ve helvayı tam yerken bir ses duydu:
-Amca kaça satıyorsun bu tencereleri?
Bu ses yabancı değildi ama sesin sahibini hatırlamıyordu. Sorusuna cevap alamayan adam devam etti:
-Düdüklü tencere yüzünden az kalsın yuvamız dağılıyordu. Bana şimdi güzel ve kaliteli bir tencere lazım. Bunlar iş görür mü?
Cengiz amca bu sözler üzerine sesin sahibini hatırladı. Az önce kavga seslerinin geldiği evden tanıyordu bu sesi. 
Tencerenin fiyatını söyledi. Kalitesi hakkında bilgisi olmadığını ama iş görecek bir tencere olduğunu ilave etti. Üstelik tencere alan ilk müşteriye iki şeker de hediye edeceğini söyledi. Adam, şekerleri görünce tencerenin kalitesini sorgulamayı unuttu ve istenen ücreti ödeyerek koşar adım evine doğru gitti. 
Cengiz amca şaşkındı. Helvayı yemeye devam edecekti ki yine bir ses duydu:
-Bu tencere patlamaz değil mi?
Cengiz amca:
-Patlamaz merak etmeyin. Oldukça kaliteli bir ürün. 
Fakat bu sesin sahibini de bir yerlerden tanıyordu. Dikkatlice bakınca az önce kendisine helva ikram eden kişiyi tanıdı. 
-Öyle ise bir tane alayım, dedi sesin sahibi. 
Cengiz amca ikinci tencereyi de satmıştı. Hem de oturduğu yerde. Artık helvayı yiyip kalan tek tencereyi de firmaya götürmeliydi. Bu iş ona göre değildi galiba.
Helvayı bitirmişti nihayet. Kalan son tencereyi eline alıp kalkıyordu ki az önce kendisine şeker veren dedeyi gördü karşısında. Dede bir tencereye baktı bir de Cengiz amcaya:
-Ben seni tanıyorum çocuk ama nereden tanıyorum bilmiyorum. 
Cengiz amca bozuntuya vermedi. 
-İnsan insana benzer dedeciğim. 
Bu yakınlığı duyan ihtiyar devam etti:
-Bayramdan sonra düğünümüz var ve ev eşyası topluyoruz. Sen ne satıyorsun? Yanındaki kutuda ne var?
Cengiz amca:
-Düdüklü tencere, dedi.
Fiyatını bile sorma ihtiyacı hissetmeden dede devam etti:
-Aldım gitti. 
Cengiz amca üçüncü tencereyi de satmıştı. Morali artık düzelmişti. Kayserili arkadaşının söylediği hiçbir şey işe yaramamıştı. Kendisi daha iyi bir tüccardı galiba. Nasibin peşine düşmemek lazımdı. Nasip gelip insanı buluyordu. Bu park onun nasibinin adresiydi.  Belki üç beş tencere daha getirir ve bu parkta akşama kadar satardı. Keyifle firmanın önüne geldi. Tam kapıdan içeriye girecekti ki bir yazı gözüne çarptı: “Cumaya gittik, ne zaman döneceğimiz belli değil.”
Günlerden pazartesiydi. Üç tencere parası Cengiz amcanın cebindeydi. Paranın yarısını kapının altından içeriye doğru itekledi. Kimsenin hakkına girmek istemezdi. Oysa ilk kez bir işte başarılı olmuş ve para kazanmıştı. Tam yerden doğrulacaktı ki kafasına düşen düdüklü tencere ile olduğu yere yıkılıverdi. 

28 Aralık 2024 Cumartesi

TERK EDİLMİŞ KÖYÜN SIRRI

NURGÜL ASYA KILCI
ZEYNEP YURTTAŞ
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT
TUNAHAN CEYLAN 

Evi, köyün en yükseğinde ve uzağındaydı. Senelerdir tek başına yaşıyordu bu evde. Çocukları köyü beğenmemiş şehre göçmüşlerdi. Eşi de çocuklarına uyup köyü terk etmişti. Ahırdan, samanlıktan, odundan, tavuklardan, kışın zorluğundan usandığını söylemişti evden ayrılırken. Artık modern bir hayat yaşamak istediğini, televizyonda sabah programlarını izlemek istediğini, geç kalkmak istediğini, mutfakta sıcak su istediğini söylemiş ve ayrılmıştı çocuklarıyla beraber evden. On iki çocukları vardı ve her ay birinde kalsam yeter, diyordu eşi. 
Cafer amcayı da çağırmıştı çocuklar şehre fakat 200 dönüm araziyi bırakarak şehre gidemezdi. Üstelik yirmi koyun on tane de ineği vardı. Tavuklarının sayısını bilmiyordu. Yıllardır kapılarında bekleyen köpeği, evin her tarafında fare avlayan kediyi bırakıp da gidemezdi Cafer amca. Buralar ona babasından, babasına da dedesinden kalmıştı. Buraları bırakıp giderse köyde kendisini sevmeyenler bayram ederdi. 
Yedi yıldır böyle yaşıyordu işte köyde. Tek başına sayılmazdı çünkü beslediği hayvanlarla dost olmuştu. Sadece tarlalar yoruyordu onu. Ancak elli dönümünü sürebiliyordu her yıl tarlanın ve kalan kısımları nadasa bırakıyordu.  Tarla sürme işi olmasa hayatından çok memnundu. Eşi Fadime’nin dırdırından da kurtulmuştu. Tek başına yiyor, içiyor, istediği zaman dinleniyor, geziyordu. 
Yine tarlaları sürme zamanı gelmişti fakat hiç içinden gelmiyordu bu sene tarlaları sürmek. Zaten aldığı ürünleri de yoksullara dağıtıyordu kendisinin çok ihtiyacı yoktu. Çocukları ise köy unu, köy sütü, köy yoğurdu istemiyorlardı. Hatta bu ürünlerin sağlıklarına zararlı olduğunu söylüyorlardı. Hijyenik değilmiş, hastalık olabilirmiş, miş miş miş…
Sabah erkenden kalkarak eski traktörüne bindi ve bu yıl süreceği tarlaya doğru yola çıktı. Tam tarlaya doğru gidecekti ki aylardır inmediği köyüne inmek, birileriyle sohbet etmek ve yardım istemek aklına geldi. Köyde gençler, çocuklar çok fazlaydı ve mutlaka birileri ona yardım etmek için yanında gelirdi. Yol boyunca düşündü, kimse ona yardım etmek istemezse elde edeceği hasılatı teklif edecekti. Yeter ki tarlalar boş kalmasın, diye düşünüyordu. 
Köyün içine doğru ilerlediğinde bir gariplik sezdi. Etrafta kimsecikler yoktu. Traktörün yanında koşan köpekler de yoktu. Gökyüzüne baktı, kuşlar, kargalar da yoktu. Ağaçların çoğu çürümüştü. Traktörü köyün tam ortasına durdurdu ve birilerini aramaya başladı. Evlerin çoğunun kapısı açıktı. Bazılarının pencereleri kırık, duvarları yıkıktı. Terk edilmişti köy ve bundan haberi olmamıştı. Kendini çok kötü hissetmeye başladı. Yakındaki çeşmenin kurnasına gitti ve oturdu. Kurna yosun tutmuştu ama çeşme akmaya devam ediyordu. Elini yüzünü yıkadı. Abdest aldı ve köyün camisine doğru yöneldi. Caminin de kapısı açıktı ve içerisi toz, toprak, örümcek ağlarıyla doluydu. İki rekat namaz kıldı. Köylüler niçin gitmişti, buna anlam veremiyordu. Camideki takvime baktı. İki yıl öncesine aitti takvim. Demek ki iki yıl olmuştu köylüler buradan göçeli. Bir ara tıkırtılar duydu. Belki birileri köyde kalmıştır diye ümitlendi. Bu esnada bir kedi miyavlayarak yanına geldi ve sevgi gösterisinde bulundu. Kedi, Cafer amcanın yanından ayrılmıyordu. Traktöre kadar yanında yürüdü. Cafer amca kediyi burada bırakamazdı. Yanına aldı ve yeniden yola çıktı. Tarlaları tek başına sürmesi gerekiyordu. Yarım saatlik yoldan sonra kedisiyle birlikte tarlaya ulaştı. Kedi hayli mutlu görünüyordu. Kediye bir isim bulmak aklına geldi. Bir süre düşündü ama aklına tezekten başka bir şey gelmiyordu. Kedisinin adını Tezek koydu. Kediye Tezek, diye seslendiğinde kedi toprağı kazarak ihtiyacını giderdi. Belli ki bu ismi sevmemişti. Başka bir isim düşündü, düşündü. Bu sırada tarladaki otlar gözüne çarptı. Çorabına baktı, pıtrak denilen bitkiler yapışmıştı çoraplarına. Kedi de tıpkı onlar gibi ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Kedisinin adını Pıtrak koymaya karar verdi ve seslendi:
-Pıtrak. 
Kendisine seslenildiğini duyan kedi, yeni sahibinin yanına gelmişti bile. Cafer amca, kedisini yanına alarak traktörüne bindi ve tarlasını sürmeye başladı. Cafer amca her zamanki gibi sürüyordu tarlayı fakat bir noktaya gelince Pıtrak huysuzlanmaya başlamıştı. Yanında duramıyor, miyavlıyordu. Tedirgindi. Cafer amca, traktörü durdurur durdurmaz Pıtrak aşağıya atladı ve hızlıca bir noktayı eşelemeye başladı. Cafer amca buna bir anlam veremedi. Pıtrak’ın kazdığı yeri o da kazmaya başladı ancak bir şey yoktu kazdığı yerde. Traktörle burayı kazmak işini biraz daha hızlandırabilirdi. Yıllardır sürüyordu bu tarlayı ve bir gariplik görmemişti fakat şimdi Pıtrak sayesinde kafasına bin türlü şey gelmişti. Burada belki define vardı belki de kıymetli bir şeyler. Traktörü bu noktaya getiren Cafer amca dakikalarca burasını kazdı fakat ortada bir şey yoktu. Zaten Pıtrak da bu kez başka bir noktayı eşeliyordu. Cafer amca bu kez de o noktaya yöneldi ve orasını kazdı fakat tarlaydı işte… Hiçbir şey yoktu. Boşu boşuna heyecanlanmıştı. Sadece birkaç saat önce tanıştığı bir kedinin bu kadar etkisinde kalmasına şaşırdı, kendisine kızdı. Tarlanın düzeni bozulmuş, bazı yerler fazlaca kazılmış, çukur oluşmuştu. Buraları da düzeltmesi gerekiyordu.  Kaybettiği sürede tarlayı sürmüş olsaydı işi biraz daha azalmış olurdu. Pıtrak’a uzaktan biraz kahırla baktı ve tarlayı sürmeye devam etti. Pıtrak bulunduğu yeri yalnızca eşeliyor, Cafer amcaya hiç bakmıyordu bile. Bir süre sonra Cafer amca da ona bakmamaya başladı. Sadece işini bitirmeye çalışıyordu. Bir ara aklına Fadime geldi. Tam onu özleyecekti ki vazgeçti. Dırdırından kurtulduğu için küçük bir mutluluk bile duydu. On iki çocuğunu hatırladı bu esnada. Yoksa on üç müydü? Belki de on bir çocuğu vardı. Zaten dördüncü çocuktan sonrasının adlarını hep karıştırıyordu. Bunları düşünürken işini epey azaltmıştı. Tarlanın sürdüğü yerlerine baktı ve bir türkü dolandı diline:
Benim sadık yârim kara topraktır. 
Fadime’den daha vefalıydı kara toprak. Bu esnada Pıtrak’ı hatırladı yeniden. Pıtrak, ortada görünmüyordu ve son kazdığı yerde küçücük bir tepe oluşmuştu. 

2. Bölüm

Cafer amca artık Pıtrak’ı kendi haline bırakmıştı. Normal bir kedi olsa zaten köyde kalmazdı. Demek ki anormal bir kediydi ve sahipleri burada bırakmıştı. Akşama kadar traktörüyle sürülmedik yer bırakmadı ve Pıtrak’a da dönüp bakmadı. Zaten Pıtrak da onun yanına hiç gelmemişti. Tarla sürerken bir süre sonra Pıtrak’ı bıraktığı yerden ayrılmak zorunda kalmıştı. Akşam olmuştu ve Cafer amca evine giderek bir şeyler yemek, dinlenmek istiyordu. Geçerken Pıtrak’tan ayrıldığı yere gelince duraksadı. Pıtrak ortalıkta yoktu fakat sabahtan beri eşelediği yer kocaman bir tepeye dönüşmüştü. Bunu bir kedinin yapması çok mümkün görünmüyordu. Zaten traktörden inecek hâli de yoktu. Evine doğru yola çıktı. 
Evine ulaştığında yemek bile hazırlayacak gücünün olmadığını fark etti. Biraz ekmek ve çökelek yedi, oturduğu yerde uyuyakaldı. Biraz zaman geçmiş, gece ilerlemişti ki kan ter içinde uyandı. Saatine baktı, sabah ezanı yakındı. Ayakları, elleri, sırtı uyuşmuştu. Rüyasının etkisinden kurtulamıyordu. Kendini toparladı ve abdest aldı fakat rüya aklından çıkmıyordu. 
Rüyasında Pıtrak’ın kazdığı yere gidiyordu ve bir kapı buluyordu orada. Kapıyı aralayınca başka bir dünyaya geçiyordu. Geçtiği dünyada Pıtrak ona rehberlik yapıyordu ve dolaştırıyordu. Üstelik Pıtrak konuşuyordu ve ona demişti ki:
-Benim anormal bir kedi olduğumu düşünmen çok yanlış Cafer amca. Asıl anormallik sende. Baraj altında kalacak bir köyde yaşayan tek insansın. 
Rüyasında saatlerce dolaşmıştı Cafer amca ve birkaç tehlike de atlatmıştı. Gördüğü define dolu sandıklara uzandığında yılanlar tarafından ısırılmaktan onu Pıtrak kurtarmıştı. Pıtrak’ın yılanla boğuşurken kuyruğunun bir kısmı da yaralanmıştı. Tam bu esnada uyanmış hatta elinde küçük bir acı hissetmişti. Acaba gerçekten bir canlı elini mi ısırmıştı? Dikkatlice baktı elinde küçük diş izine benzeyen kızarıklıklar vardı. 
Tüm bu rüyalar aç uyuduğundan olabilirdi. Belki uyuduğu yere ekmek kırıntıları dökülmüştü ve bu rüyaları görmesine neden olmuştu. Ya da Pıtrak haklıydı, anormal bir adamdı Cafer amca. 
İyi bir kahvaltı yaptıktan sonra yeniden tarlaya gitmeye ve Pıtrak’ın kazdığı yere yakından bakmaya karar verdi. Kahvaltıyla kaybedecek vakti yoktu. Çok meraklanmıştı. Yanına ekmek ve çökelek alarak yola çıktı. Hava halen karanlıktı. Tarlaya doğru giderken arada önünden bir şeyler kaçıyor gibi hissediyordu. Bazen de ardından birilerinin geldiğini zannediyor, geri dönüyordu. Pıtrak’ın sesini duyduğunu zannediyordu fakat yanında Pıtrak yoktu. Traktörün gürültüsünün azaldığı zamanlarda kahkahayla bir ses duyuyordu:
-Anormal olan sensin Cafer amcaaaaaa!
Hızını azaltıp Ayetelkürsi okuyarak devam etti. Biraz rahatlamıştı. Hava da aydınlanmak üzereydi. Pıtrak’ı bıraktığı yere geldi. Tepeciğin kenarında oturdu ve çökeleğini ekmeğinin arasına koyup yemeye başladı. Pıtrak yanına geldi bu sırada. Tam ekmeğinden son ısırığı alıyordu ki Pıtrak’ın kuyruğundaki zedelenmeyi gördü. Rüyasını hatırladı yeniden. Ekmeğin son parçasını kediye uzattı, dünden beri kedinin kazdığı yere yöneldi. Hava aydınlanmıştı. Cafer amca aydınlanmaya çalışıyordu. Kazılmış alanı görünce şaşkınlığı arttı. Burada bir kapı vardı ve rüyasında gördüğü kapıya çok benziyordu. Pıtrak, yanında bitmişti. Kapıyı biraz korku, biraz da merakla iteledi. Kapı, gıcırtıyla açıldı. Kapının ardından değişik, hoş bir koku geliyordu. Bu koku sanki Cafer amcayı içeriye davet ediyordu. Sağlıklı düşünemiyordu, ayakları kendisinden önce gidiyordu. Tıpkı bir rüyanın içinde gibiydi. Kapıdan adım attığı anda kapı şiddetle kapandı. Geriye döndü, kapıyı açmaya çalıştı fakat gücü yetmiyordu. Her yer karanlıktı. Yeleğinin cebindeki muhtar çakmağı aklına geldi. Çakmağını çıkardı fakat yanmıyordu çakmak. Birkaç kez salladı çakmağını. Sonuncu denemesinde çakmak yandı ve etraf birazcık olsun görünür duruma geldi. Hemen yanında duran gaz lambasını fark etti. Gaz lambasını yaktı. Pıtrak, yanındaydı ve çok sakin görünüyordu. Geriye dönüş yoktu. Mecburen ilerlemek zorundaydı. Her şey çok belirsizdi. Ne yapacağını bilemiyordu. Bu esnada Pıtrak’tan ses geldi:
--Benim anormal bir kedi olduğumu düşünmen çok yanlış Cafer amca. Asıl anormallik sende. Bu yolculuğun sonunda beni daha iyi anlayacaksın. Haydi, yolumuz açık olsun.
Cafer amca artık şaşırmıyordu. Karşısına çıkacak her şeyi şimdiden kabullenmişti. 

3. Bölüm

Cafer amca birdenbire dinçleşmişti. Kendisini on sekiz yaşında filan hissediyordu. Pıtrak önde, Cafer amca arkada ilerlemeye başladılar. Bir süre sonra Pıtrak’ın yanına ona benzeyen başka kediler de katılmaya başladı. Cafer amca bir yandan yürüyor bir yandan da yanlarına gelen kedileri sayıyordu. Tam 40 kedi olmuştu hep birlikte yürüdükleri. Kediler, kendi aralarında konuşuyorlardı ama başka bir dildi bu Cafer amcanın bilmediği. Pıtrak:
-Cafer amca, aslında arkadaşlarım senden biraz çekiniyorlar. Onlara çekinmelerinin yersiz olduğunu anlattım. Sen onlar hakkında ne düşünüyorsun, anlat bakalım, dedi. 
Cafer amca:
-Hayatımda ilk kez bu kadar çok kediyi bir arada görüyorum. O yüzden biraz garip karşıladım ama sorun yok, dedi. 
Ne olacağını, kendilerini nelerin beklediğini hiç merak etmiyordu Cafer amca. Sadece içinde büyük bir huzur hissediyordu. Tarlasını, köyünü, ailesini unutmuştu bile. Yeni bir dünya, yeni bir hayattı burası. Onlarca sene bu tarlayı sürmüş ama altında neler olduğu hiç aklına gelmemişti. Bir süre daha ilerleyince karanlık dağıldı. Etrafta yemyeşil tarlalar, billur ırmaklar vardı. Ağaç da vardı fakat köyünün ağaçlarına benzemiyordu bunlar. Ağaçlardaki kuşlara baktı, sanki kelebekleri büyütmüş büyütmüş kuş yapmışlardı. O kadar renkliydi bu kuşlar. Daha sonra gözü ağaçlardaki meyvelere kaydı. Hiç görmediği meyvelerdi bunlar ve rengârenkti. Tam birinin yanından geçerken uzanıp koparacak oldu fakat Pıtrak:
-Ölmek mi istiyorsun Cafer amca. Bunlar yenmez. Şu an gördüğün her şey aslında senin beyninin ürünü, dedi.
Cafer amca anlamadı Pıtrak’ın ne demek istediğini. Belki ilerde gördüğü ırmak da gerçekte yoktu. Hatta belki burası da gerçekte yoktu. Birden bir huzursuzluk hissetmeye başladı. Az önceki rahatlık, mutluluk, huzur yerini tedirginliğe bırakmıştı. Yanındaki kedilere baktı, belki onlar da gerçekte yoktu. Acaba ben gerçekte var mıyım, diye düşündü. Bu düşünce zihnine düşer düşmez her yer yeniden karardı. Yanındaki Pıtrak kayboldu. Bir süre sonra her yer yeniden aydınlandı. Daha önceden görmediği bir yerdi burası. Etraftan sesler geliyordu. Babasını sesinden tanıdı:
-Ah Cafer ah… Sanki istedin de sana traktörü vermedik mi? Bizden habersiz dağa bayıra çık, traktörü uçuruma yuvarla, kendin de ağır yaralan… Neyse ki sana bir şey olmadı. 
Sonraki konuşan annesiydi:
-Tatilden tatile ancak köye geliyor çocuk. Belki de özlemiştir traktöre binmeyi ama keşke bize haber verseydi. Şimdi bu kırıklar ne zaman iyileşecek. Tatil bitmeden inşallah iyileşir evladım. 
Cafer gözlerini açtı. Lise ikinci sınıfa geçmişti ve karnesini alalı daha bir hafta olmamıştı. Köyü çok özlediğini ve traktörle bir bayır gezintisi yapmak istediğini hatırladı. Sonrasını hatırlayamadı. Gözleri yeniden kararmaya başladı. Bu esnada doktor olduğunu düşündüğü bir ses konuşuyordu:
-Çarpmanın etkisiyle beyninde hasar oluşmuştur diye korkuyordum fakat galiba iyi delikanlı. 
Cafer yeniden gözlerini açtı. Kesik kesik hatırlıyordu her şeyi. Bu esnada pencerenin önünden kendisini seyreden Pıtrak’ı gördü. 



21 Aralık 2024 Cumartesi

DİĞER BÖCEKLER

 Mehmet Zahid Ökten


Bir böcek yalnızca bir böcekten ibaret değildir. Böceklerin binbir türü vardır. Bazıları çok bacaklı bazıları iki bacaklıdır. Bazıları konuşabilir böceklerin. Bazıları “konuşabilir mi” diye sorabilir. Kahkaha atanları da vardır. 
Böcekler yalnızca tavan arasında, taban tahtalarının altında olmaz. Yalnızca bahçede, balkonda da olmaz. Bazı böcekler sınıflarda olabilir. Sınıfın tavanında ya da tabanında değil sandalyelerinde oturabilir. 
Böceklerin beslenme şekilleri türlü türlüdür. Bazıları çikolata yiyip ambalajlarını masaların üzerinde bırakabilir. Bazıları da zil çalmadan ayağa kalkıp ortada dolaşabilir. 
Hikâye yazabilen böcekler de vardır, yazılan hikayeleri tıklayarak onların çok okunanlar arasına girmesini sağlayanlar da.
Bizim konumuz yalnızca doğadaki böcekler. Diğer böcekler, hayatın her yerinde dolaşıyor zaten. 

30 Kasım 2024 Cumartesi

BAŞKAN

NURGÜL ASYA  KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, KAAN ERDOĞAN, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT, TUNAHAN CEYLAN 



1. Bölüm: Metin de Metin

Büyük seçim gününe sadece birkaç gün kalmıştı. Başkan adayları birer ikişer adaylıktan çekiliyorlardı. Çekilmeyenleri de bir şekilde ikna etmeye çalışıyordum. Israrla adaylıktan çekilmeyen Selim ve Miraç’a da bir hafta boyunca kantin masraflarını karşılama vaadinde bulunarak onları da bu yarışta saf dışı bırakmıştım. Asya’ya bir kutu toka hediye etmiştim başkan adaylığından çekilmesi için. Tunahan’a dedemden kalan saati hediye etmiştim. Seçimlerin sonuçları aslında şimdiden belliydi çünkü tek aday bendim. Artık kocaman bir Başkan olacaktım. Hem de Sınıf Başkanı. Muhtarlıktan bile önemliydi sınıf başkanlığı sadece maaşım yoktu ama bir süre çalışır ve güzel işler yaparsam belki sınıfım beni maaşa da bağlardı. Zaten çok fazla masraf etmiştim tek başkan adayı olarak kalmak için. Bir şekilde bu zararımı telafi etmem gerekiyordu. 
Nihayet seçim günü gelmişti. O güne kadar giymediğim ayakkabılarımı giydim, yeni çantamı elime aldım, saçlarımı taradım ve okulun yolunu tuttum. Okulun her köşesini fotoğraflarımla donatmıştım. Diğer sınıflarda da vardı Başkan seçimi fakat bütün okulun gözü bizim sınıftaydı. Hatta Okul Müdürü bile bizim seçimleri gözlemlemek için 3. ders saatinde bizim sınıfa gelecekti. Herkes sessizdi. Sonucu belli olan bu seçim neden merak uyandırıyordu, bilmiyordum. 
Sınıfa büyük bir gururla girdim. Sınıfta farklı birini görmüştüm. Kimdi bu diye hatırlamaya çalıştım ama yabancıydı. Okulda bile daha önceden hiç görmediğim biriydi bu. Sınıf sessizdi ve herkes bana bakıyordu. 3. ders saati geldiğinde bu sessizliğin nedeni biraz kendini belli etmeye başlamıştı. Sınıfta oturan yabancı çocuğun adı Metin’di ve okulumuza yeni gelmişti. Fısıltıyla konuşulanlardan anladığım kadarıyla gerek notları gerek davranışları bakımından çok tanınmış bir çocukmuş. Hatta kendine ait sosyal medya hesapları binlerce kişi tarafından takip ediliyormuş. Buraya kadar bir sorun yoktu ancak Metin’in de gelir gelmez Sınıf Başkanlığı’na aday olduğunu öğrendiğimde kan beynime yürümüştü. Tanımadığım bu çocuğu adaylıktan vaz geçirmek için vaktim yoktu. Tek tesellim, kimsenin bu çocuğu tanımıyor oluşuydu. Tanımadığı birine kim oy verirdi ki? Biraz moralim düzelmişti. Bu esnada Metin’i süzüyordum uzaktan. Kendini beğenmiş bir tavrı vardı. Çokbilmiş duruyordu. Nedense huylanmıştım bir kere. Bu esnada sıramdaki hediye paketi dikkatimi çekti. Üzerinde adım yazıyordu. Paketi açtığımda dünyam başıma yıkılmıştı. Metin, kendisine ait kitapların yanı sıra çikolatalar, üzerinde ismi yazan kalemler, anahtarlıklar, takvimlerle doldurmuştu poşeti. Poşeti açtığımı gören Metin yanıma geldi ve:
-Adaylıktan çekilmeye ne dersin? Zaten bu seçimin galibi benim. Eski okulumdan buraya Sınıf Başkanı olmak için geldim. Kimse benden bu başkanlığı alamaz ama yine de istiyorsan çekilme ve boyunun ölçüsünü al. 
Rengim atmış, ter basmıştı beni. Arkadaşlarıma baktım. Hepsinin elinde aynı poşetlerden vardı ve Metin’i çoktan benimsemişlerdi bile. 
-Kimse oy vermeyecek olsa bile ben adaylıktan çekilmeyeceğim. Asıl sana şimdiden geçmiş olsun, nereye geldiğini, benim kim olduğumu keşke biraz araştırıp da aday olsaydın, dedim.
Metin gülümsüyordu. Tebessümünde bile iticilik vardı. 
Bütün öğretmenler ve idareciler sınıfımıza geldi. Oy kullanma işlemi bir ders sürecekti. Oy kullanan arkadaşlarım yüzüme bakıyor, tebessüm ediyor sonra başlarını öne eğiyorlardı. Bunun ne anlama geldiğini bilemiyordum ta ki oylar sayılıncaya kadar. 
Dersin sonunda oylar sayıldı. Yirmi beş kişilik sınıfta bana yalnızca beş oy çıkmıştı. Tuna, Selim, Miraç ve Asya’nın oyları olmalıydı bu oylar. Benim oyumla beş oy almıştım toplam. 
Sınıf arkadaşlarım kimi Başkan seçtiklerini bilmiyordu ama işin açığı ben de bilmiyordum. Sınıf öğretmenimiz bana Başkan Yardımcısı olduğumu söyledi ama ben itiraz ettim:
-Başkanı olmadığım sınıfın Başkan Yardımcısı olmak bana yakışmaz. Hele hele de bir saat içinde bana oy vermekten vaz geçip sınıfa yeni gelen birine oy veren bu arkadaşlara Başkan Yardımcısı olamam. 
Herkes şaşkındı. Bu sınıftan ayrılmak belki de iyi bir düşünceydi. Hatta sınıftan değil, okuldan bile gitmeyi düşünmeye başlamıştım. 

2. Bölüm: Erken Seçim

Bu sınıf beni anlamamıştı. Oysa onlar için kafamda ne projeler vardı. Mesela yazılıları kaldıracaktım, denemeleri iptal edecektim. Sınıftan sıraları kaldırıp minderler koyacaktım. Dersleri 10 dakika, teneffüsleri 40 dakika yapacaktım. Daha neler, neler yapacaktım ama sınıfım beni anlamamıştı. Şimdi ya sınıfımı değiştirmeliydim ya da ben değişmeliydim. 
Gece boyu uyumadım. Sınıfımın bana takındığı bu tavır bir ihanet değil de neydi? Sınıfa 3 ders önce gelmiş birini Sınıf Başkanı seçmek… Akıl alır gibi bir şey değildi. 
Sabaha doğru şöyle bir karar verdim. Sınıftan ayrılmamalı ve sınıfımın bana yaptığı ihaneti onlara hep varlığımla hatırlatmalıydım. 
Metin’in iyi bir Başkan olabileceği aklımdan bile geçmiyordu. Ertesi sabah okula, sınıfıma gittiğimde kimseye selam vermedim. Sadece bana oy veren dört kişiyle tebessüm ettik acı acı birbirimize. 
Derslere gelen öğretmenler Sınıf Başkanı kim, diye bile sormuyorlardı:
-Metin, gelmeyen var mı? Metin, tahtayı açar mısın? Metin, arkadaşlarına şu soruyu anlatır mısın? Metin, çayımı getirir misin? Metin şu metni okur musun?
Metin de Metin… Öğretmenler de Metin’in büyüsüne iyice kapılmıştı. 
Matematik Öğretmeni soru yazıyordu tahtaya:
Metin’in 10 dönüm tarlası var. Bu tarlanın etrafın telle çevirmek istiyor….
Ya da Türkçe Öğretmeni:
Başkanınız Metin hakkında uzun bir metin yazmanızı istiyorum. Metnin yazım ve noktalama kurallarına dikkat etmenizi istiyorum.
Ben ise içinde Metin geçen hiçbir soruya bakmıyordum, hiçbir metni yazmıyordum. Öğretmenlerim bu durumun farkında bile değildi. 
Metin, artık Sınıf Başkanı gibi değil sınıfın ağası gibi geziyordu. Yoklama almıyor, sınıfı susturmak için çalışmıyor hatta son zamanlarda derse bile girmiyordu. Video çekimleri, fotoğraf çekimleri, söyleşiler… Metin’in adı vardı ama kendisi yoktu. 
Birkaç kez öğretmenlerim yoklama alırken sınıfta gelmeyen var mı diye bana sordular. Cevap bile vermedim. Sınıf arkadaşlarım yavaş yavaş yaptıkları hatayı anlamaya başlamışlardı. 
Uzun aradan sonra sınıfa gelen Metin, sınıftaki arkadaşlarından çay, tost getirmelerini istemiş hatta birine ayakkabılarını silmesini söylemişti. 
Zamanla Metin yalnızca benim değil bütün sınıfın gözüne batan bir diken hâline gelmişti. Artık kıyıda köşede Metin hakkında olumsuz konuşmalar, gruplaşmalar başlamıştı. Sahi, bu çocuk bu okula neden gelmişti pat diye? Bu kadar yetenekli, becerikli bir öğrenciyi eski okulu neden göndersin ki?
Bu soru günlerce zihnimde dolaştı. Metin’in eski okulunu araştırdım ve buldum. Şimdi sıra eski okulunda yaşadığı şeyleri bulmaktaydı. Üşenmedim, eski okuluna kadar gittim ve nöbetçi öğrenciye Okul Müdürü ile görüşmek istediğimi söyledim. Okul Müdürü, benim gibi karizmatik bir öğrencinin bu talebini geri çevirmedi. Müdür’e durumu anlattım. Yaşadığım şeyleri söyledim. Müdür çok duygulandı. Metin’in bu okulda da benzer tavırlar sergilediğini ve devamsızlıktan kalmak üzere olduğunu söyledi. Okulla çok ilgisinin olmadığını da ilave etti. Hatta okuldan ayrılmasına öğretmenler de öğrenciler de çok sevinmişti. Oysa Metin, sadece Sınıf Başkanı olmak için bu okula geldiğini söylemişti. Artık Metin’in tüm hikâyesini biliyordum. 
Gün geçtikçe bana oy vermeyen arkadaşlarım birer ikişer gelerek özür dilemeye, pişman olduklarını söylemeye başladılar. Dönem sonu gelmeden sınıfta yeniden bir Başkan seçimi yapılması gerektiği konuşulmaya başlanmıştı. Erken seçimdi bu. Herkes benim başkanlığıma kesin gözüyle bakıyordu. Yeniden aday olacağımı zannediyorlardı. Ben, aday olmayacağımı belirtmeme rağmen arkadaşlarım, öğretmenlerim her yerde benim propagandamı yapıyorlardı. Renkli afişler hazırlanmıştı. Pazartesi seçim yapılacaktı. Bu kez kimseyi ikna etmek zorunda da kalmamıştım. Aday değildim ama Başkanlık kesin gibiydi. Pazartesi okula gittiğimde sınıfımızda yeni bir öğrenci gördüm. Masamda adım yazılı bir poşet vardı. Poşeti aldım, içinde hediyeler vardı. Yeni gelen çocuğun Başkan adayı olduğunu öğrendim. Bu olayları sanki bir yerlerden hatırlıyordum. Yeni çocuğun etrafı çok kalabalıktı. Seçimleri izlemek üzere başka sınıflardan öğrenciler ve okul idaresi de sınıfımıza gelmişti. Bir ders süren oylama sonucunda bana hiç oy çıkmamıştı çünkü ben de yeni gelen bu çocuğa oy vermiştim. Mutluydum. Artık Sınıf Başkanlığı gibi bir hayalim yoktu. Benim hedefim daha büyüktü çünkü.  

23 Kasım 2024 Cumartesi

GARİP BİR ÇALIŞMA

NURGÜL ASYA KILCI
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER
TAHA METİN YILDIRIM  
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 



İnsanlardan bir kötülük beklemesem de onlar zaman zaman kötü olabiliyordu. Oysa bütün insanların birbiri hakkında iyi şeyler düşündüğü, kötülükten uzak bir dünyada yaşamak istiyordum. Pazara gitsem, çürük ürünlerle dolu poşeti evde fark ediyordum. Çarşıya gitsem hesap öderken farklı bir fiyat vitrinde farklı bir fiyatla karşılaşıyordum. Yalnızca yolda yürüsem pat diye karşıdan gelip bana çarpan birileri oluyordu mutlaka. Hatta bazıları omuz atıp geçiyordu. 
Bazı insanlar yollara tükürüyor, çöplerini fırlatabiliyorlardı. İnsanların yanından geçerken konuşmalarına şahit oluyordum, çoğu argo kelimelerle birbirine şaka yaptığını düşünüyordu.
Böyle olmamalıydı ama böyleydi. Haber dinleyemez olmuştum, gazete okuyamaz olmuştum. İnsanlar çıldırmış gibiydi. Ne zaman bir film izleyecek olsam konuşma sahnelerinde mutlaka kesintiler oluyordu. Yalnızca bu kadar değil elbette… Bir filmi baştan sona izlemek mümkün olmuyordu. 
Maça gitsem, yarısında bırakıp ayrılıyordum stadyumdan. Oysa, oraya eğlenmek için geliyordu insanlar fakat sergiledikleri hareketlerin insanlıkla alakası yoktu. 
Günlerce düşündüm. İnsanları yeniden iyiliğe ve doğruluğa yöneltmek için bir çözüm bulmalıydım. Evimin alt katındaki çalışma odamda planlar yaptım, deneyler yaptım. İnsanlar, bedensel rahatsızlıkları için ilaçlar kullanıyordu, ameliyatlar oluyordu. Düşünce ve tavır yönünden de insanları iyileştirmek gerekiyordu ama insanlar hasta olduklarının farkında bile değildi. 
Kırk gün, kırk gece evimden dışarı çıkmadım. Amacım insanların davranışlarını düzeltecek ve onları iyi insan olmaya yöneltecek bir tedavi yöntemi bulmak, bir ilaç icat etmekti. 
Kırkıncı günün gecesinde ilacımın içeriğini tamamen netleştirmiştim. Birkaç deneyden sonra bu ilacı piyasaya sunabilirdim. İlacımı denemek için bir kobay lazımdı. Belki de kırk kobay lazımdı. Sonunda ilacımı evimizdeki kedi ve kuş üzerinde denemeye karar verdim. Kedi, onu sahiplendiğimiz günden beri evimizdeki kuşa göz dikmişti. Ne zaman onları yalnız bıraksam mutlaka kafesin dibinde buluyordum onu. Kuş ise hep korkmuş oluyordu bu zamanlarda. Kedimin mamasının içine özenle her gün aynı miktarda bu ilaçtan ilave ettim. Kırkıncı günün sonunda kedimin artık kafesteki kuşa sevgi ile baktığını görebiliyordum. Kafesin kapağını açarak kuşu dışarıya çıkardım. Kuş, kedinin ayaklarının arasında bile olsa kedi, ona kıyamıyordu. 
Artık tüm insanlığı kurtarmanın zamanı gelmişti. Bulduğum ilaçla ilgili makaleler yazdım. Bu ilacın etkilerini ve insanlığı taşıyacağı yeri anlattım. Makalem, yayımlanır yayımlanmaz büyük bir yankı oluşturdu. Sürekli ilaç firmaları beni arıyor ve ürünün içeriğini soruyordu fakat kimseye bu formülü veremezdim. 
Benden ilacın formülünü alamayan firmalar daha piyasaya inmemiş bu ilaç hakkında olumsuz reklamlar yapmaya başladılar. Kimilerine göre bu ilaç insanlara zarar veren ve onları doğal yapısından uzaklaştıran bir zehirdi. Kimileri ise bu ilacın insanları robotlaştıracağını söylüyordu. Hatta bazıları güya bu ilaçla yapılmış deneylerden zarar gören hayvanların görüntülerini yayıyorlardı. 
Benim amacım zaten ilaç satışı değildi. Sadece insanlığı kurtarmak istiyordum. 
Bir sabah uyandığımda bilgisayarımdaki tüm verilerin silindiğini fark ettim. Sanırım bilgisayarıma ulaşılmıştı. Neyse ki tüm çalışmalarımı önce kâğıt üzerinde yapmıştım. Bu ilk saldırıyı böylece zarar görmeden geçiştirmiştim. 
Bir süre bu yeni buluşumla ilgili yayın yapmadım. İnsanların bu süreci unutmasını umuyordum. 
Kedime son dozu verdikten sonra kırk gün geçmişti aradan. Bu esnada kedimin yeniden eski davranışlarına kavuştuğunu fark ettim. Demek ki bu karışım kalıcı bir etki sağlamıyordu. Sürekli kullanılmak zorundaydı. Bu durum beni yeni arayışlara yönlendirmişti ister istemez fakat daha fazla ilerleyemiyordum. Hem bazı insanlar zaten özellikle iyi biri olmaktan kaçınıyordu. İçinde yaşadığımız dünyada kim iyi ve dürüst biri olmayı isterdi ki? Dürüstlük, iyilik, erdem, hoşgörü, ahlak gibi kavramlar yalnızca hikayelerde, destanlarda kalmıştı. İnsanlar kendilerini iyi bir insana çevirecek formüle neden ihtiyaç duyacaklardı ki?
Kırk gün, kırk gece düşündüm. İnsanların zaten özünde, yaratılışında iyilik yok muydu? İnsanlar bilerek, isteyerek insanlıktan uzaklaşmıyor muydu? Yapay yollardan bir topluma yön vermek ne kadar mantıklıydı? Kafamdaki sorular bitmek bilmiyordu. 
İnsanları gözlemlemeyeli aylar geçmişti. Yeniden dışarı çıkmalıydım ve insanları gözlemlemeliydim. Hazırlığımı yapmış, dışarıya çıkacaktım ki kedim ayaklarımın arasında dolaşmaya, boynunu çoraplarıma sürmeye başladı. Bana bir şeyler söylemek ister gibiydi. Belki de kendisini kobay olarak kullandığımın farkındaydı. Kısa süreliğine de olsa onu kullanmıştım insanlık adına. Bu beni iyi bir insan olmaktan uzaklaştırmış mıydı? Belki de ben de iyi bir insan olmaktan uzaklaşıyordum. 
Dışarıya çıktım ve düşünerek yürüdüm. Galiba başka insanları düzeltmekten, onları iyileştirmekten önce dikkat etmem gereken şey kendimi korumaktı. Kötülerden, kötü düşüncelerden uzak kalmak bile büyük bir başarıydı. 
Bir süre dolaştım ve yeniden evime girdim. Odamdaki takvimde 23 Kasım, 2075 yazıyordu. 

9 Kasım 2024 Cumartesi

BUNLAR NEYİN N/ESİ?

NURGÜL ASYA KILCI
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER  
TAHA METİN YILDIRIM 
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 

Memati, son zamanlarda kendisini garip hissediyordu. Sürekli aç olduğunu düşünüyor, buzdolabının etrafında dolaşmaktan kendini alıkoyamıyordu. Kahvaltıyı yaptıktan bir süre sonra ayakları istemsizce yeniden mutfağa götürüyordu onu. Kendisine geldiğinde bir kavanoz çikolatayı bitirmiş oluyordu. Bazen çikolata bulamıyor ancak yine yiyecek bir şeyler çıkıyordu dolaptan.
Yemek zamanı geldiğinde kendisini çok aç hissetmediğini söylüyor ve biraz yemek yedikten sonra sofradan ayrılıyor fakat yarım saat geçmeden yeniden mutfağa damlıyordu.
Okulda da durum değişmiyordu. Zil çalar çalmaz Memati kantinin ilk müşterisi oluyordu. Kantinci Memati’yi o kadar çok seviyordu ki ya indirim yapıyordu ya da aldığı çikolatanın yanında hediye ürünler veriyordu. Kantinci Hakan:
-Senin gibi on tane müşterim olsa ben şimdiye köşeyi dönmüştüm evlat, diyordu her seferinde Memati’ye.
En sevdiği etkinliklerden biri market alışverişiydi Memati’nin. Hemen küçük bir araba alıyor, ailesi evin temel ihtiyaçlarını alırken Memati ise bir yandan küçük market arabasına çikolata, cips, gazoz tarzı yiyecek ve içeceklerle dolduruyordu. Memati’nin bunlar dışında sevdiği yiyecekler de vardı. Mesela sosis, salam, hamburger köftesi…
Birkaç ay geçmeden dişlerinin birer ikişer azaldığını ya da siyahlandığını gördü Memati fakat bunun yedikleriyle bir ilgisi olmadığını söylüyordu. Hatta ısrar edenlere:
-Dedem bunlardan hiçbirini yemiyor ama bakın, onun da dişleri yok, diyordu.
Memati’nin kantinde genellikle yumuşak çikolata ve gofretleri satın aldığını gören kantinci Hakan, ağabeyinin dişçi olduğunu söylemişti ona. Müsait bir zamanda ağabeyinin diş kliniğine gitmesini ve kendisinden de selam götürmelerini söylemişti. Dişçinin adı Kağan’dı ve kantincinin selamı ile indirimli diş tedavisine başlayacaktı. Durumu ailesine aktardığında ailesi de bu kliniği merak etti ve ailecek diş muayenesi için gittiler. Diş tedavisine ihtiyacı olan tek aile ferdi Memati’ydi. Dişçi Kağan, Memati’ye haftada bir gün kendisine uğramak şartıyla istediği kadar çikolata yiyebileceğini söyledi. Bir çanta dolusu da diş macunu ve fırçası hediye ederek onları gönderdi.
Memati’nin hayatı git gide karışıyordu. Kantinciden sonra şimdi onun ağabeyine de uğramak zorundaydı ve kendisini iyi hissetmemeye başlamıştı. Artık yediği içtiği şeyler vücut dengesini de sarsmıştı. Bir sabah uyandığında yerinden kalkmak istemediğini fark etti. Güç bela yatağından indi fakat akşamdan tükettiği içeceklerden birinin kutusuna basmıştı. Öfkeyle kutuya tekme atmıştı ki bu kez ayağına bir çikolata ambalajı yapıştı. Öfkeden iyice çılgına dönen Memati odasına tekrar döndüğünde ilk kez odasının ne kadar dağınık ve ambalaj dolu olduğunu fark etti. Manzara canını sıkmıştı ve akşam evini toplamalıydı.
Okulda da çantasının içi ve sırasının altı dikkatini çekti. Sınıfın çöp kutusu onun çantasından ve sırasının altından daha temizdi. O gün ilk kez kantinden aldığı şeyleri sınıfta yemek istedi. Sınıfa çıktığında ambalajlardan birinin üzerinde garip bir logo gördü. Logoda bir “N” harfi dikkatini çekmişti. İlk kez yediği bir çikolatanın dışına bakmıştı. Bir süre sonra bu durum onda bir alışkanlık yapmaya başladı. Yediği içtiği her şeyin ambalajına bakıyor ve “N” harfini her yerde görüyordu. Üstelik logo da hep birbirine benziyordu.
Artık yemeyi içmeyi azaltmış sadece ürünlerin üzerini inceler olmuştu. Bir akşam dişlerini fırçalarken diş macununun üzerinde de aynı logoyu ve harfi görmüştü. Bu an, onun için bir aydınlanma saati idi. Dişçinin adını düşündü Kağan, kantincinin adını düşündü Hakan… Bu isimlerde de N harfi vardı. Bunlar bir tesadüf olamazdı.
Artık dersleri ve yemeyi bir kenara bırakan Memati, yediği içtiği, gördüğü tüm ürünleri detaylı olarak sınıflandırmaya ve benzerliklerini ayırt etmeye başlamıştı. Kocaman bir kağıda aynı logo ve harfi gördüğü ürünleri yazdı, yazdı.
Bu çalışma ona bir şey ifade etmiyordu. Bir akşam bilgisayarının başına oturdu ve bütün firmaları araştırdı. Aslında firmaların hepsi ortaktı ve farklı ürünler adı altında piyasaya sürülüyordu. Öğrendikleriyle biraz şaşırmıştı ki bilgisayarının markasının olduğu yere gözleri odaklandı. Yine benzer bir logo ve içinde N harfi vardı.
Bütün bunları yaşarken Memati kendisini yaşlanmış hissetti. Artık eski günlerdeki gibi neşeli değildi. Kafasında sorular bitmiyordu. Ailesi ise ona sürekli bir şeyler yemezse hasta olacağını, yemekten içmekten kesildiğini söylüyordu. Üstelik kantinci de artık onu eskisi gibi sevmiyordu. Dişçiye, markete gitmek istemiyordu.

2 Kasım 2024 Cumartesi

SIRTIMDAKİ DÜNYA

 Mehmet Zahid Ökten

Herkesin bir çantası var günümüzde. İnsanlar, çantalarla geziyor yanında. Benim de bir çantam var. Çantam, sanki evdeki çekmecem. O yanımda iken çekmecemi yanımda taşıyor gibiyim. 
Çanta aslında bir dünyadır. İçinde dünyalar saklıdır ya da dünyamızın bir parçasıdır çanta. Bir insanın çantasında olan şeylere bakarak onun dünyası hakkında yorum yapabilirsiniz. 
Çanta, insanın mesleğini ele veren bir semboldür aslında. Kimi gofret kutusu kadar küçüktür çantaların kimi ise bir fil kadar büyük. 
Ağzı açıksa bir çantanın sahibi tedirgin olur. Çünkü çantanın ağzı kapalı tutulmalıdır. Orası gizli bir dünya gibidir. Kimsenin çantamızı kurcalamasını sevmeyiz bu yüzden. 
Ben çantamı sıraya asarım, askıya asarım; çantam da diğer zamanlarda bana asılır. 
Bazen çantama yiyecek koyarım, çantam kokudan bayılır. Ağzını açar açmaz derin bir nefes alır. 
Ben çantama koyduğum yiyecekleri ezmemeye çalışırım, çantam da bana asılırken beni ezmemeye çalışır. 
Hepsi hepsi bir çanta, diye düşünmeyin. Çanta kocaman bir dünya, kimimizin elinde kimimizin sırtında. 

19 Ekim 2024 Cumartesi

SIKICI MESAİ

Nurgül Asya Kılcı, Zeynep Yurttaş, Kaan Erdoğan, Mehmet Zahid Ökten, Miraç Kağan Güler, Taha Metin Yıldırım, Selim Kurt, Tunahan Ceylan



Hayatımda ilk kez çalışmaya başlayacaktım ve çok heyecanlıydım. Aslında çalışmak için yaşım küçüktü fakat ailem çalışabileceğimi düşünüyor olmalıydı ki itiraz etmemişlerdi çalışmaya başlamama dair. Kardeşlerimle ve ailemle vedalaşamadan ayrıldık. Bir daha onları ne zaman ve nerede göreceğimi bilmiyordum.
Çalışmaya başladığım yer bir hayli kalabalıktı fakat ben insanları görmüyordum genellikle. Seslerini duyuyordum, gürültülerini işitiyordum. Özellikle öğlen ve akşam vakitleri çok hareketliydi fakat insanlarla hiç karşılaşmıyordum. Tüm dükkan artık boş kaldığında dolaşabiliyordum dükkanın içinde fakat bütün günüm dükkanın alt katındaki bölümlerde geçiyordu. Arkadaşım yoktu. Konuşabileceğim kimse de yoktu. Her gün yiyebileceğim miktarda yiyecek ve içecek veriliyordu bana. Gündüzleri o kadar sıkılıyordum ki bazen sinek avlıyordum. Sadece sinek değil gördüğüm her haşeratla önce oynuyor sonra onları imha ediyordum. Son zamanlarda onların da sayısı azalmıştı. Galiba burası bir lokanta ya da ona benzeyen bir iş yeriydi. Çalışmak için buraya gelmiştim fakat yaptığım herhangi bir iş yoktu. Neyse ki geceleri kimseler olmuyordu ve her tarafta dolaşıyordum. Çalıştığım dükkânın alt katında tüm ihtiyaçlarımı karşılayacak şekilde bir sistem kurulmuştu. 
Bir süre sonra bu işten sıkılmaya başlamıştım. Karnım doyuyordu fakat gönlüm değil. Ailemi özlediğim oluyordu, kardeşlerimi de. Dükkânın diğer çalışanları zaman zaman sevgi gösterisinde bulunuyorlardı bana. Hatta adımla hitap eden, zaman zaman bana sorular soranlar da vardı fakat konuşmayı çok sevmediğim için onlara cevap vermiyordum ilk zamanlar. Sonraları onların sorularına cevap vermeye başladım. Hatta bazen ben de onlara selam veriyor, hatır soruyordum fakat onlar nedense cevap vermiyordu bana. 
Bir süre sonra buradan sıkılmaya başladım. Buradan dışarıya çıkmalı, kendime yeni bir çevre edinmeliydim. Dükkânın bekçisi miydim yoksa çalışanı mı, anlayamamıştım. Dükkânın sahibi olduğunu düşündüğüm kişi bile akşamları bırakıp gidiyordu buradan ama ben buraya mahkumdum. Kendime bir kaçma planı yapmalıydım. Mesela gündüzleri, dükkânın kapıları açıktı çünkü sürekli insanlar girip çıkıyordu. Gündüz vakti bir yolunu bulabilirsem mutlaka buradan kurtulabilirdim. Birkaç gün bunu düşündüm ve bir gecenin sonunda dükkânın alt katına inmek yerine bir kenarına saklandım. Kimseler beni görmüyordu ve aşağıdaki yerimde olmadığımı da fark etmemişlerdi. Biraz vakit geçtikten sonra insanlar gelip gitmeye başlamışlardı. Dışarısı da hayli hareketli görünüyordu. Kapının açık olduğu vakti kollamalı ve aniden dışarıya fırlamalıydım. Nihayet beklediğim an gelmişti. Dükkana çocuklarıyla gelen bir kadın dükkanın kapısını kapatmadan yakınımdaki bir masaya geldi ve oturdu. Tam yerimden kalkmış kapıya doğru gidiyordum ki çocuklardan biri bağırdı:
-Aaa! Ne kadar sevimli bu şey. 
Sağıma soluma baktım. Kimse yoktu. Sevimli olduğumu söyleyenler vardı ama günlerdir ilk kez bir çocuktan bunu duymak hoşuma gitmişti. Bir anda planımı unutmuştum. Çocuğa doğru gittim ben de ona sevgi gösterileri sergilemeye başladım. İşte o anda oldu olan. Dükkanın diğer çalışanları öfke ile bana doğru geldiler ve bağırdılar:
-Çabuk yerine. Burada dolaşabileceğini kim söyledi sana. Üstelik bize bir faydan da yok. Yiyip, içip yatıyorsun. Geldiğin zamanki halini hatırla bir de şimdiki haline bak. 
Bu sözler bana mı söyleniyordu? İş vermeyen kendileriydi. İşsizlikten sinek bile avlamıştım. Daha fazla dayanamadım bana karşı söylenenlere. Kapı halen açıktı ve planımı yürürlüğe koymalıydım. Ani bir hareketle fırladım ve kapıya doğru yöneldim. Kaçarken çocuklardan birinin sesini duydum:
-Ne kadar sevimliydi değil mi?
Yanındaki diğer çocuk devam ediyordu:
-Anne, bunu bizim eve götürelim mi?
Eşikten dışarıya atladığımda annenin sesini duydum:
-Çocuklar, hiç mi kedi görmediniz. Sıradan bir kedi işte. Üstelik burada çok mutludur o. Biz evde buradaki gibi bakamayız ona. Bu sözü duyar duymaz eşikte çivilenmiş gibi kalakaldım. “Burada çok mutludur o”. Kulaklarımda yankılanmaya başladı diğer kelimeler de: “Hiç mi kedi görmediniz?”
Bu sırada kollarımdan beni kavrayan bir el ile irkildim. Beni kucağına aldı ve yeniden aşağı kata götürdü. İnmek istesem de dışardaki gürültülü hayat beni ürkütmüştü. Bir süre daha çalışayım, dedim kendi kendime. Farklı bir plan yapmalıydım. Hem burada yaşamalı hem de özgürlüğüme kavuşmalıydım. Ama nasıl olacaktı bu, bilmiyordum. 

12 Ekim 2024 Cumartesi

HİKAYE İÇİNDE HİKAYE

 1. BİR HİKÂYE YAZAMAMAK

NURGÜL ASYA KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, KAAN ERDOĞAN, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT, TUNAHAN CEYLAN

Dersin son dakikalarıydı. Herkes yorulmuştu ama dersten değil hem teneffüsteki şamatadan hem de önlerinde bulunan sayfalar dolusu sorulardan. Sorular sınavla ilgili değildi. Sorular anket sorularıydı ve şuna benziyordu:
-Aranızda çikolatalı gofret sevmeyen var mı?
Galiba yoktu. Kitaba başlamadan önce bir sponsora ihtiyacımız olduğunu da bildirmemiz gerekliydi lakin kime söyleyecektik bunu ya da kim bize sponsor olmak isterdi. 
Anket yormuştu bizi epey. Özellikle Ökten sekiz kişinin arasında anket sorularından en çok yorulanıydı. Bu satırlar yazılırken halen anketin sonuna gelememişti. Aslında Metin de biraz zorlanmıştı fakat güç bela teslim edebilmişti. Asya ve Zeynep bir ara daksille uğraşıyordu. Kim bilir hangi büyük yanlışlarını daksille kapatma ihtiyacı hissetmişlerdi. Sınıf, bunun farkında değildi. Miraç boşluğa dalmıştı. Uzaklara bakıyordu. Avusturya maçını düşünüyormuş. Belki Avusturyalılar da şu anda Miraç’ı düşünüyordu. 
Yaz olsun, dedi. Yaz olacak olan neydi? Başlayacakları hikâyenin mevsimiydi belki. Belki de 3. Dünya Savaşı’nın tarihini kararlaştırıyorlardı. Yaz, diye başlamıştı hikâye. Yazılıyordu söylenilen her şey. Yapışkan tuşlar açık mı sizde, diye sordu biri. Gözlüklü olan, geçen gün havaya uçtuğunu iddia ediyordu. Galiba 3. Dünya savaşında bir mermi olduğunu düşünüyordu. Bunları okuyanları düşündü bir başkası. Nasıl da yazmışlar, diye içinden geçirirdi kesinlikle bunları okuyanlar. 
Teneffüste kütüphanede bisküvi yiyerek pencereyi açan ve küçük çocuklara sataşıp pencereyi geri kapatanlar da var içimizde. O küçük çocuklar da camlara tıklatarak karşılık vermiş ama tüm bunların 3. Dünya savaşı ile bir alakası yok. Aslında savaş gibi şeyler olmamalı belki de küçük gıcıklıklar savaş yerine geçebilir. 


2. ACI İÇİNDE H/ACI

NURGÜL ASYA KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT

Neyse ki anket işi bitmişti. Derin bir nefes almıştı herkes. Dışardan araç sesleri geliyordu. Ekim ayındalardı lakin yaz mevsimi hiç bitmemiş gibiydi. Derslere yoğunlaşmak çok zordu sıcak havalarda. Teneffüslerde koşup terledikten sonra sucuk kıvamında sınıflarda oturmak zordu. 
Hacı, o sene 11. sınıfa geçmişti. Bazen geriye dönüp düşündüğünde bu sınıfa kadar nasıl gelebildiğine kendisi de hayret ediyordu. Üstelik fen lisesindeydi. Gece gündüz ders çalışan arkadaşları bile girememişti bu okula. Ben girdim de ne oldu, diye düşünüyordu. Seneye bu okul da bitecekti ve sırada başka okullar vardı mutlaka. Bu esnada başka bir soru geldi zihnine. Neden 12. sınıftan sonra üniversite 13. sınıf, 14. sınıf diye devam etmiyordu? Belki de hayatımızın okulda geçtiğini fark ettirmemek için üniversitede yeniden sınıflar 1. Sınıf, 2. sınıf olarak devam ediyordu. Hacı’nın kafasında soru işaretleri devam ediyordu. Bir yılın kaç gününü, bir ayın kaç haftasını, bir günün kaç saatini okulda geçirdiğini hatırladı. Hayatın anlamı ne, diye sorulsa galiba cevap: Okulda geçen bir şey, şeklinde olurdu. Bir de sınavlar vardı. Bitmeyen, yeniden başlayan, ikincisi yapılan, denemelerle devam eden sınavlar, sınavlar… Okul bitince bile sınavlar devam ediyordu. Annesi, babası bile zaman zaman bazen sınavlara giriyorlardı. Hacı, yoruldu. Düşünmekten yoruldu. 
Yorulduğunu hatırlayınca örümceğini çağırdı Hacı. Kaç yıldır odasında bir örümcek besliyordu ve ailesi bunun farkında değildi. Hatta birkaç kez annesi odasını temizlerken örümceğine kıymasın diye onu cebinde okula götürmüştü. Örümceğine bir de isim vermişti: Ankebut. 
Ankebut, onunla konuşmuyordu fakat onu dinliyordu. Hacı, okuldan gelir gelmez tavandan onun yanına iniyordu. Aslında Hacı, Ankebut’u ilk gördüğünde ondan ürkmüş hatta onu öldürmeyi düşünmüştü. Sonra pencereden atmayı da düşünmüştü fakat seyrettiği bir film aklına gelmişti: Örümcek Adam. Belki de bu örümcek onun kaderiydi. Bir süre kendisini ısırması için bekledi fakat örümcek onu ısırmıyordu. Hacı, örümceği ısırmayı düşündü fakat bu da imkansızdı. Günlerce bekledi Hacı, hayatında bir değişiklik olmasını. Şu an yaşadığı hayatın sorumlusu biraz da Ankebut’tu. Nedense onun yüzünden hayallere kapılmıştı. Arkadaşlarından ayrılmıştı. Ankebut, onun kimselere söyleyemediği sırrıydı. Zaten ailesine ya da arkadaşlarına söylese bir örümcekle arkadaş olduğunu ihtimal bir süre sonra tedaviye götürürlerdi onu. Oysa hayatından memnundu. Öyle böyle derken iki samimi arkadaş olmuşlardı. Hayat, okul dışında fena sayılmazdı. 
Geride kalan üç yılda neler yaşamamıştı ki onunla. Birkaç kez okulda Ankebut sayesinde sınavlardan kurtulmuştu. Çantasından çıkarıp duvara bıraktığında tüm sınıf çığlık atarak kaçışmıştı. Hatta öğretmen bile sınıfa girememişti onu görünce. Herkesi sınıftan çıkarmış ve Ankebut’u çantasına yerleştirdikten sonra bir kahraman ilan edilmişti. 
Birkaç kez de pikniğe götürmüştü onu. Belki Ankebut’un akrabalarına rastlarım ve emaneti teslim ederim, diye düşünmüştü fakat Ankebut eşsiz bir örümcekti. Üzerinde rengarenk desenler vardı. Bir sanat eseri gibiydi gövdesi. İnsanlar neden ürküyordu ki ondan.
Ankebut, bu esnada çağrısını duymuştu Hacı’nın ve yanına inmişti. Daha önce hiç hissetmediği bir şey hissetti Hacı: Ya Ankebut kaybolur veya ölürse…
Bu düşünceden sonra içine bir acı çöktü Hacı’nın. Daha önce hiç yaşamadığı bir kaybetme korkusu git gide içinde büyüyordu. Ankebut’a sordu:
-Ya bir gün gidersen ya da birileri seni ezerse ben ne yaparım Ankebut kardeş.
Ankebut’tan ses gelmedi. Zaten hiç gelmemişti. Bir süre sonra bu düşünceleri zihninden attı. 
Günler, haftalar, aylar her zamanki hızıyla geçiyordu. Hacı, artık 12. Sınıfa geçmek üzereydi ve etrafındaki arkadaşları yine çıldırmış gibi ders çalışıyordu. Hacı, bu kez biraz endişeliydi. Fen lisesinde okuyordu okumasına fakat çalışmadan üniversite sınavında ne yapabilirdi ki? Galiba biraz toparlanması gerekiyordu. Sonuçta 12 senenin meyvesini alacağını söylüyordu öğretmenler. Oysa meyve manavda olurdu. 
Yine okuldan döndüğü bir gün Ankebut’a seslendi fakat Ankebut gelmedi. Bir süre sonra bir kez daha, bir kez daha seslendi. Ankebut yine yoktu. Belki de korktuğu şey başına gelmişti. Her yeri aradı. Bütün çekmecelere, yatağının altına, peteklerin arkasına baktı, nafile. Ankebut yoktu. Acaba kaçmış mıydı, saklanmış mıydı ya da bir yerlerde ölmüş müydü? 
Bütün odasını altüst etti. Bir yandan da kısık sesle bağırıyordu:
-Ankebuuut, dostum, arkadaşım, neredesin?
Önceleri Ankebut’un öldüğünü düşündü Hacı. Sonra annesinin süpürge ile çektirmiş olabileceğini düşündü. Böyle bir şey olsa annesi mutlaka söylerdi. Cesedi yoktu ortada. Cesedini bulsa bir saksının dibine mezar yapmayı bile düşündü. Senelerdir dertleştiği arkadaşı, ardında bıraktığı yalnız genci düşünmeden gitmişti işte. 
Köşelere baktı Hacı günlerce. Belki ondan bir iz, bir desen, bir ağ bulurum düşüncesiyle fakat yoktu. Ankebut’a dair saklayacağı bir hatıra bile kalmamıştı geride. 
Okullar tatil olmuş ve 12. sınıfa geçmişti. Ailesinin onun için aldığı üniversiteye hazırlık kitaplarını gördü masasında. Oturdu, kitaplardan birini açtı ve çalışmaya başladı. 

3. BİZCE TAMAM YA SİZCE

Anket yoktu, sınıfta iki kişi de eksikti. Oturdular ve acıklı bir hikaye yazdılar. Ön sırada oturanlardan biri:
-Bu hikaye burada bitmemeli, dedi. 
Bir diğeri:
-Artık çok geç, Ankebut Hakk’ın rahmetine kavuştu, dedi. 
Duvar dibinde oturan iki kız öğrenciden biri üzülüyor, diğeri ise tebessüm ediyordu. Ankebut’u düşünen üzülüyor, Hacı’yı düşünen tebessüm ediyordu belli ki. 

21 Eylül 2024 Cumartesi

ASIRLIK DÜĞÜM

 
Nurgül Asya Kılcı, Zeynep   Yurttaş
Kaan Erdoğan, Mehmet Zahid Ökten
Miraç Kağan Güler, Taha Metin Yıldırım
Selim Kurt, Tunahan Ceylan


Bölüm 1: Sandığın Keşfi

Yaz mevsimi başlayalı çok olmuştu fakat henüz havalar tam anlamıyla ısınmamıştı. Yağmur yağıyor hava birazcık soğuyor sonra ısınacak oluyor yeniden yağmur yağıyordu. Yaşlılar yaz mevsiminin bu sene gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve yine dışarda fena bir yağmur vardı. Yağmura yine katlanmak mümkündü ama bir de fırtına eşlik ediyordu ona. Kapılar ve pencereler ıslık çalıyor hatta bilinmeyen bir şarkının bestesini yapıyor gibiydi. Yatılı okulda bu ilk senesi değildi artık tecrübeliydi. Üçüncü senesiydi bu ailesinden uzak geçirdiği. İlk sene çok üzülmüş, ailesini çok özlemişti ama artık arkadaşlarıyla da bir aile gibi olmuştu. Zaten birkaç hafta sonra okullar da kapanacak ve ailesinin yanına dönecekti. Aylar sonra ilk kez bu gece vakti kendisini yalnız hissetti. Arkadaşları uyuyordu ve pencerelerden sesler geliyordu. Ara sıra dışardan rüzgârın etkisiyle gürültüler de geliyordu. Uykusu kaçmıştı bir kez. Uyuyamıyordu ama arkadaşlarını da uyandırmaya kıyamıyordu. Bir süre koridorda gezindi, gezindi. Dışarıya baktı fakat karanlıktan bir şey görünmüyordu. Pansiyonun penceresinde kendisini gördü. Bir anda ürktü fakat gördüğü şey kendisinin yansıması olduğu için korkusu çabucak dağılmıştı. Birkaç saniye sonra koridorun lambaları söndü. Sonunda elektrikler kesilmişti. Heyecanla odasına koştu. Ranzasına uzandı bu esnada odada kalan diğer arkadaşları da uyanmışlardı. Biraz korkmuş bir sesle:
-Saatlerdir uyuyorsunuz. Elektrikler kesildi işte ve yağmurun duracağı yok, uyanın da biraz sohbet edelim, dedi. 
Odada kendisi hariç dört kişi vardı: Mert, Mehmet, Alp ve Hasan. 
Nihayet herkes uyanınca Mahmut:
-Bu karanlıkta oturmayalım ve bir mum bulalım, dedi. Arkadaşları Mahmut’un fikrine katıldılar. Beş kafadar mum aramak için koridora çıktılar. Gürültü yapmamaya çalışıyorlar ara sıra çakan şimşeğin aydınlattığı koridorda el ele tutarak ilerliyorlardı. Sonunda deponun bulunduğu yerde birkaç yarım mum ve bir kibrit buldular. Mumun birini yakarak yeniden dönüş yoluna geçtiler. Adeta bir korku filminin içinde gibilerdi. Hasan bir ara tuvalete gitmek istediğini söyledi. Arkadaşları tek gidemeyeceğini belirterek ona eşlik ettiler. Yeniden odaya döndüklerinde sanki bu gecenin hiç bitmeyeceğini, yağmurun hiç dinmeyeceğini düşündüler. Başka odalarda da sanki kimse yok gibiydi. Beş arkadaş kocaman pansiyonda mahsur kalmış gibiydiler. Bir süre herkes sustu. Mert sessizliği bozdu:
-Mahmut, senin dedenin sana verdiği ve bize içini hiç göstermediğin bir sandık vardı. O sandığı getirsen, içini açsak, baksak. Hem vakit geçer hem de bizim merakımız giderilir, ne dersin?
Mahmut, önce bu fikri beğenmedi fakat yapacak bir şey yoktu. Fikri beğenmedi çünkü dedesi ona bu sandığı asla açmaması gerektiğini, yıllar sonra açması gerektiğini söylemişti. Aradan üç yıl geçmişti ama sandığı açmayı halen düşünmüyordu. Yine de gitti ve dolaptan küçük, ahşap sandığı getirdi. Sandığın kapağını açmaya çalıştığında onun kilitli olduğunu ilk kez gördü. Zaten çok da açmak istemiyordu. 
-Arkadaşlar, gördüğünüz gibi sandık kilitli. Belki de çivilidir. Ben bunu yerine kaldırıyorum, dedi. O esnada Alp, sandığı eline alarak muma iyice yaklaştırdı ve altında silinmek üzere olan yazılar gördü:
-Bu yazıları okuyalım, belki de nasıl açılacağı yazıyordur dedikten sonra hecelemeye başladı.
Bu yağmurlu bir gece
Sordum size bilmece
Sandığı açmak için
Bu yağmurlar bitmeden
İnceleyin sadece
Bunun kendilerine yazılmış bir mesaj olduğunu anladılar ve düşünmeye, incelemeye başladılar. Tam bu esnada oda yeniden karanlığa büründü. Zaten yarım mumlardan birini yakmışlardı ve mum bitmişti. Mert, yeniden yarım bir mum yaktı. Mumu iyice sandığa yaklaştırdı. Hep beraber sandığı incelemeye başlamışlardı. Mahmut sandığın desenlerinde farklı gördüğü bir yere dokunur dokunmaz sandığın altında küçük bir bölüm açıldı. Hepsi heyecanlanmıştı. Bu bölümde küçük bir anahtar ve bir de anahtar deliği yer alıyordu. Acaba sandıkta ne vardı? Gece yarısı bu maceraya niçin başlamışlardı? Yağmur devam ediyor, şimşekler çakıyor, fırtına zaman zaman mum ışığını sallıyordu. Pansiyondaki herkes uyuyordu. 
Mahmut derin bir nefes aldı ve anahtarı yerine yerleştirdi. Sağa sola hareket ettirdiğinde sandığın kilidinin açıldığını hissetti. Kapağı birdenbire açmak istemiyordu. İçinde ne göreceklerini hepsi de merak ediyordu fakat usul usul açmaya karar verdiler. Mumu iyice sandığa yaklaştırdılar. Mahmut kapağı aralıyordu ki bir anda sandık elinden kaydı ve içinden bir şeyler yuvarlandı. Birden hepsi de telaşlandılar. Sandığın içinden düşen şey yuvarlanırken ses de çıkarmıştı. Mumu aşağıya doğru indirdiler. Başka mumlar da yaktılar fakat görünürde boş bir sandıktan başka bir şey yoktu. İçindeki her ne ise düşmüş ve bir yerlere yuvarlanmıştı. Hepsi telaşla sağı solu ararken birdenbire gıcırtıyla odanın kapısı açıldı. Kocaman bir gölge düşüyordu içeriye. Ürktüler, biraz sonra içeriye elinde bir fenerle pansiyon nöbetçisi Mustafa öğretmen girdi.
Öğretmen olup bitenleri sordu. Gecenin bu yarısında neden uyumadıklarını, sürekli odalarından sesler geldiğini ve bunu merak ettiğini söyledi. 
Mehmet:
-Öğretmenim, dedi. Bir şey düşürdük ama ne olduğunu bilmiyoruz, hepimiz onu arıyoruz. 
-Fenerimle size yardımcı olayım, dedi Mustafa Öğretmen fakat Mahmut:
-Gerek yok öğretmenim. Yarın da arayabiliriz, şimdi uyku zamanı, diyerek öğretmenin odadan uzaklaşmasını sağladı. 
Gerçekten de yorulmuşlardı, soğuktu ve uykuları gelmişti. Sandık artık onlar için büyülü bir şey olmaktan çıkmıştı. Zaten içi de boştu ya da önemsiz bir şeyler vardı ve düşmüştü. 
Herkes uyumaya karar verdi. Sadece Mahmut uyanıktı. Sandığı yanına aldı ve yatağına uzandı. Evirdi, çevirdi, dedesini düşündü. Uyuyakaldı. 


Bölüm 2: Sandığın İçindekiler

Dedesi rüyasında ona biraz kırgındı. Dedesinin yanına gitmişti ve dedesi ona:
-Senin gibi torun olmaz olsun. Sana en değerli sandığı hediye ettim. İçinde çok değerli bir şey vardı fakat sen ona sahip olamadın. Kaybettin. Şimdi de keyifle uyuyorsun. İnsan merak etmez mi neydi o yuvarlanan diye? Sen ne biçim bir torunsun. 
Bu sözleri duyan Mahmut, yataktan fırladı. Dedesi haklıydı galiba. Dışarda hava aydınlanmış, sabah olmuştu. Yağmur ve fırtına da durmuştu. Hemen odanın zemininde dün akşam sandıktan düşen ve yuvarlanan şeyi aramaya başladı. Gözleriyle sağı solu tarıyordu ki dolabın hemen altında bir cisim gördü. Yürüdü, cisme uzandı. Bu bir cep saatiydi fakat zinciri yoktu. Saate baktı, tam olarak 6.46’yı gösteriyordu. Odanın duvarındaki saate baktı. O da aynı saati gösteriyordu. Saati kulağına tuttu. Çalışıyordu. Yıllardır bir sandık içinde kalmış bir saatin halen çalışıyor olması ve zamanı doğru gösteriyor olması bir hayli garipti. 
Saati cebine koydu ve kapağı açık sandığın kapağını kapatmaya karar vermişti ki sandığın en altında bir bölüm daha olduğunu fark etti. Bu bölümü eliyle yokladı. Açılacak gibi değildi. Saati cebinden çıkardı. Yeniden sandığa yerleştirdiğinde saat çalışmayı durdurdu ve alttaki gizli bölüm açıldı. Gizli bölümde bir kâğıt parçası vardı. Kâğıdı eline aldı ve pencereye doğru tuttuğunda kâğıdın üzerinde bir harita oluştuğunu gördü. Arkadaşları hâlen uyuyordu. 
Birkaç saat sonra arkadaşları uyandığında hepsi dün gece yaşananları çoktan unutmuş gibiydi. O da hatırlatmadı ve her zamanki gibi derslerine gitti, geldi. 
Gördüğü rüya geldi aklına. Dedesi ona kırgındı ve onun gönlünü almak zorundaydı. Arkadaşlarının arasından ayrılıyor ve sandıkta bulduğu kâğıda durup durup bakıyordu. Sonunda o kağıttaki haritanın nereye ait olduğunu anladı. Harita köylerinin az ilerisindeki harabeye aitti. Burada çok büyük taşlar ve yıkık duvarlar vardı. İlk fırsatta haritadaki yere gitmeliydi ama haritayı daha detaylı incelemeliydi. 
O gece de dedesini gördü rüyasında. Bu kez o kadar sinirli değildi. Tebessüm ediyordu dedesi. 
-Gözüme girmeyi başardın yeniden Mahmut, dedi. Şimdi o haritayı iyice incele. Saati de kullanabilirsin, sana yardım edecek. Çok fazla yardıma ihtiyacın olduğunda ben buradayım. Yani rüya ülkesinde. Sana yeni ip uçları veririm, dedi ve kayboldu. 
Mahmut için artık okul, dersler ikinci planda kalmıştı. Her şey yalnızca bu sandık, harita ve saatten ibaretti. Dedesini özlemişti galiba. Sürekli rüyasına girip duruyordu. 



Bölüm 3: Köye Dönüş

Mahmut’un arkadaşları bir daha sandığını hiç sormadılar. O gün düşüp yuvarlanan şeyin ne olduğunu da merak etmediler. Zaten o günden sonra havalar ısınmıştı. Herkes güneş batıncaya kadar bahçede geziyor, dolaşıyordu. Dersler de yıl sonu olduğu için azalmıştı. 
Bir hafta sonra karneler alınacak ve herkes evine, köyüne dönecekti. Köye dönmeyi en çok bekleyen Mahmut’tu. Haritasını her gün açıyor ve inceliyordu. Dedesi de son günlerde rüyasına girmez olmuştu. Bir gün sessizce bir kenarda yine haritasına bakarken Mahmut’u gören Mert:
-Seni bu kağıda bakarken görüyorum sürekli, ne yazıyor bu kağıtta, diye sordu.
Mahmut, önceleri söylemek istemedi fakat Mert ısrar edince olup biteni anlattı. Mert kağıdı istedi Mahmut’tan ve ışığa doğru tutarak baktı:
-Bu kağıt boş Mahmut. Boşu boşuna hayal kurmayı bırak bence. Zaten iyice ayrıldın aramızdan. Hep kendi başına dolaşıyorsun. Bence dedene bu durumu da söyleme hiç, dedi. 
Mahmut’un morali bozulmuştu fakat kafasında tüm plan hazırdı. 
Nihayet karne günü geldi. Herkes birbiriyle vedalaştı ve duygusal anlar yaşandı lakin Mahmut başka bir heyecanla köy garajının yolunu tuttu. Köye indiğinde doğru dedesini aradı. Dedesi ikindi namazındaydı. Caminin önüne giderek dedesini bekledi. Dedesi namazdan çıktığında Mahmut’u gördü ve sarıldı. Mahmut dedesine yol boyu yaşadıklarını anlattı. Dedesi onu dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi:
-Sana bu sandığı hediye ettim ve içinde değerli bir şeyler olduğunu söyledim, bu doğru fakat içinde ne olduğunu ben de bilmiyordum çünkü hiç açamadım. Bana da dedem vermişti bu sandığı ve ona da büyük ihtimalle dedesi vermiş. Yani senelerdir dededen toruna kalan bir sandıktı bu ve açılmamıştı fakat sen açmayı başarmışsın, dedi. Bunun üzerine Mahmut:
-Peki ama dede, rüyalarıma nasıl girdin? Üstelik çok gerçekçiydi ve ben çok etkilendim bu rüyalardan, dedi. 
Dedesi:
-O kadarını bilmiyorum fakat seninle o harabelere gidelim ama şu haritaya bir de ben bakayım, dedi.
Mahmut, haritayı uzattı ve ekledi:
-Işığa doğru tutmalısın, dede. 
Dedesi:
-Bu kağıt boş evladım, dedi. Sen emin misin burada harita olduğundan. 
Mert de aynı şeyi söylemişti. Mahmut yine üzüldü. Dedesinin elinden kağıdı aldı. 
-Sen beni oraya götür, gerisine karışma, dedi. 
Dedesi Mahmut’un bu sözleri üzerine:
-Sen her şeyi çok abartmışsın Mahmut. Üzgünüm ama ben sana yardımcı olamam. Bak, sandıktan güzel bir saat çıkmış. Bunu kullan, sen de torunlarına hediye edersin. Hatta sandık içinde hediye edersin. Okuluna devam et ve kendini böyle şeylerle yorma, dedi.
Dedesi rüyasında böyle demiyordu oysa. 
Eve gelmişlerdi. 
Anne, baba, dede, torunlarla akşam yemeği yendi. Mahmut’un aklında ertesi gün sabah erkenden harabelere gitmek vardı. Harabelere tek başına gidecek ve oradaki sırrı çözecek belki de orada bir define bulacaktı. 

Bölüm 4: Düğüm

Uykusu gelmek bilmiyordu. Yatağın içinde bir sağa bir sola dönüyordu. Oysa pansiyon yatağına göre hayli rahattı yatağı. Yorganı da yündü. Eskiden olsa mışıl mışıl uyurdu bu yatakta fakat şimdi diken varmış bir o yana dönüyordu bir bu yana. 
Ne kadar döndü ne kadar zaman geçti farkında değildi lakin yine bir rüya görüyordu. Dedesi yine rüyasına gelmişti. Belki de rüya değildi bu çünkü odası, dedesinin odasıyla yan yanaydı. Dedesi tebessüm ediyor ve şöyle diyordu:
-Aslan torunum, haydi şimdi kalk ve doğru harabelere git. Gündüz seninle çok ilgilenemedim ama mutlaka bu vazifeyi yerine getirmen lazım. Asırlardır süregelen bu geleneğin, bu sırrın son düğümünü çözmek senin elinde koçum. Haydi, deden senden güzel haberler bekliyor. 
Bu rüyadan uyandığında hava henüz aydınlanmamıştı. Kalktı, abdest aldı ve harabelere doğru yola çıktı. Harabelere vardığında hava zaten aydınlanmıştı. Güneş ufuktan doğmuştu. Yanında getirdiği kazmaya ve küreğe baktı. Nereyi kazacaktı, kazacak mıydı? Burada ne araması gerekiyordu? Uykusunu almadan gelmemeli miydi? Kafası karışmıştı. Haritayı çıkardı cebinden. Bu haritanın ona yol göstermesi gerekiyordu. Bir yandan da saatini çıkardı ve kağıdın üzerine saati koydu. Hiçbir olağanüstü şey olmuyordu. Sonra kağıdı yeni doğmakta olan güneşe doğru tuttu. Gerçekten de kağıt boştu. Oysa daha düne kadar bir harita vardı kağıdın üzerinde. Kağıdı evirdi, çevirdi, o yana döndürdü, bu yana döndürdü, boştu. O esnada saatten gelen tıkırtıyı duydu. Cep saatinin akrep ve yelkovanı çıldırmış gibi dönüyordu. Bir süre döndü, döndü. Mahmut’un da başı dönmüştü ki akrep ve yelkovan bir pusula gibi tek yönü işaret eder biçimde durdu. Bu bir işaretti. Mahmut kazmayı aldı ve saatin gösterdiği yöne doğru Ya Allah, diyerek kazmaya başladı. Dedesinin de rüyasında söylediği gibi bu düğüm çözülmeliydi. 
Dakikalarca kazma ve kürekle çalıştı. Kan ter içinde kaldı. Artık kazdığı çukurun içinde görünmüyordu, çukur boyunu aşmıştı. Ağaç köklerinden ve taşlardan başka bir şey bulamıyordu. 
İyice yorulduğu sırada uzun bir gölge gördü çukurda. Yukarıya doğruldu. Önce seçemedi gölgenin sahibini. Dedesiydi gelen. Dedesinin yüzünde bir tebessüm vardı, Mahmut’a doğru eğildi ve fısıltıyla:
-Aslan torunum, kalktın ve harabelere geldin. Vazifeni yerine getirdin. Asırlardır süregelen bu geleneğin, bu sırrın son düğümünü çözebildin mi bari?
Mahmut başını öne eğdi:
-Çözemedim dede, çözemedim, dedi ve elini dedesine uzatarak kendisini kazdığı çukurdan çekmesini istedi.