10 Eylül 2025 Çarşamba

HIŞIRTININ GÖLGESİ

Yasin Kesürük

Gündüzler halen sıcaktı ama gece vakti başlayınca hava soğuyordu. Özellikle sabaha karşı kış kendisini iyiden iyiye hissettiriyordu. Yaz bitmişti. Gecenin bu saatinde sokağın en izbe yerinde, kedilerin bile uykuya daldığı bu saatte o, uyanıktı ve bir parkın kenarında sessizce oturuyordu. Bazen yılıdzlara bakıyordu bazen etraftan gelen bir çıtırtıyla ürperiyordu. Gecenin ilk saatleri pek de sevmediği bazı ziyaretçiler oluyordu fakat gecenin ilerleyen vakitlerinde kimseler olmuyordu bu parkta. Uykusu kaçtığı zamanlarda hep bu parka sığınırdı. Yalnızca yaz mevsiminde değil kışın en soğuk günlerinde bile güneşin doğuşunu bu parkta izlemişliği vardı.
On altı yaşındaydı ve kısacık ömrüne çok şey sığdırmıştı. Bazen kendisini elli yaşında biri gibi hissediyordu bazen de beş yaşında bir çocuk gibi. Akranları öğrenciydi, akşam olur olmaz evde yemekleri hazırdı. Düzenli bir hayatları vardı yorucu olsa da. Keşke başarılı bir öğrenci olsaydım, diye içinden geçirdi fakat bazı derslerden nefret etmişti. Aslında derslerden değil de derslerin öğretmenlerinden kaynaklanıyordu bu sorun. Önceleri devamsızlık yapmıştı okula, ardından sınıf tekrarı gerekmişti ve sonunda okul hayatını bitirmişti. Kendisine bir gelecek çizmiş miydi? Hayır. Bir hafta sonrası için planı var mıydı? Hayır. Geçmişi düşünüp bir hayıflanıyor muydu? Hayır. Her şey ona göre olması gerektiği gibiydi. Üşümeye başlamıştı ama titretecek bir soğuk yoktu. Sadece üşüyordu, o kadar.
Etrafı süzmeye başladı. Daha önce defalarca geldiği bu parkın yabancısı gibiydi. Görebildiği kadarıyla uzaklara baktı, şehir de hiç tanıdık gelmiyordu. Belki de evinin yolunu tutması gerekiyordu artık. Eve gidince yapacak bir şeyi var mıydı? Hayır. Yine de ev, güven demekti, huzur demekti. Saatlerdir oturduğu yerden kalktı ve ellerini cebine koyarak evin yolunu tuttu. Tam parktan ayrılmak üzereydi ki bir hışırtı duydu. Belki de gecenin serinliğine dayanamayan bir yaprak daha düşmüştü parktaki ağaçlardan fakat hışırtı devam etti. Ardında yürüyen biri olduğu hissine kapıldı. Aniden arkasına döndü ama kimseyi göremedi. Yürümeye devam etti. Hışırtı, ardında ilerliyordu. Bir kez daha arkasını kontrol etti. Kimsecikler yoktu, uzun bir gölgeden başka. Bu, kendisinin gölgesiydi. Sokak lambasından kaynaklanan bir gölgeydi. Hışırtı ondan geliyor olamazdı. Sokak lambasını geçtikten sonra yeniden geriye döndü, gölgesi kaybolmamış ya da yer değiştirmemişti. Evine kadar arada bir ardına bakarak yürüdü, gölgesi onu hiç terk etmiyor peşinden yürüyordu hem de hışırtıyla.
Evine yaklaştı, evin kapısını açtı ve geriye döndü, gölgeyle vedalaşma vakti gelmişti. Artık kendisini yalnız hissetmiyordu. Biliyordu ki kendisini kapıda bekleyen bir gölgesi var. Yalnızlığının bitmiş olmasının verdiği huzurla yatağına uzandı. Belki yarın gece sohbet de ederiz, diye düşündü gölgeyle.
Saat 7.30’u gösterdiğinde çalan alarmla uyandı. Yorgun ve üşümüş hissetti kendisini. Okula hazırlık yapmak için 30 dakikası vardı. Neyse ki ödevlerini önceki gün akşamdan tamamlamıştı. Hazırlığını tamamladıktan sonra kapıya çıktı. Bir an duraksadı, birini arar gibi oldu gözleriyle fakat kapının önünde duran servise koşması gerekiyordu.


ÇARŞAMBA DEDİĞİNİZ

Yasin Kesürük

Elbette cuma kadar ya da cumartesi kadar keyifli bir gün değil çarşamba ama yine de pazartesinden iyidir hatta salıdan. Beş günün arasına konulmuş bir direk gibi durur takvimlerde. Bir köprüdür haftanın tam ortasından karşıya geçmeyi sağlayan. Bir hafta ne kadar zor ve sıkıcı olursa olsun çarşambadan sonra güzelleşmeye başlar. Çarşamba akşamı, tam da yaşam enerjimizin bitmek üzereyken gelir, yetişir.
Her ne kadar günleri pazartesinden başlatıp saydığımızda çarşamba 3. gün olsa da aslında 4. gün anlamına gelen bir birleşik kelimedir kendisi. Artık Türkçeleşmiştir kökeni Farsça olsa da.
Çarşamba, herkes için farklı bir anlam taşıyabilir. Dersi olmayan öğretmen için çarşamba, cuma kadar mübarek sayılabilir. Ya da çarşamba günü hastaneden taburcu olacak bir hasta için çarşambanın anlamı sağlıktır, şifadır, kurtuluştur. Çarşamba günü büyük bir galibiyet alan futbol takımı için çarşamba, günlerin en güzelidir. Mahallesine çarşamba günü pazar kurulan biri için belki gürültü demektir çarşamba fakat o pazarda satış yapan biri için nasip demektir, eve ekmek götürmek demektir.
En yoğun ve sıkıcı dersleri çarşamba gününe denk gelen bir öğrencinin çarşambayı sevmesini çok bekleyemeyiz. Çarşamba günü trafik kazası geçirmiş bir insan için çarşambalar genelde iyi şeyler çağrıştırmaz. Çarşamba günü sevdiği bir insanı kaybeden biri, ömür boyu çarşambayı yas günü olarak hatırlayabilir.
Belki de çarşamba da diğer günler gibi sıradan bir gün ancak onu değerli kılan veya sevilmeyen gün ilan eden şey bizim yüklediğimiz kıymettir. Hayatımıza göre şekilleniyor günler. Evet pazartesini seven çok az insan olabilir fakat pazartesinin gelmesini dört gözle bekleyen insanlar da vardır mutlaka.
Yine de çarşamba başka bir gün bence çünkü pazartesinin gelişi pazardan belli değildir ya da cumartesinin gelişi cumadan belli değildir lakin perşembenin gelişi, çarşambadan bellidir, demiş atalar. Sadece bu söz bile çarşambayı değerli kılmaya yeten bir anlam taşıyor diye düşünüyorum. Üstelik hangi gün ismi bir ilçeye verilmiş ki başka. Hangi günün ismiyle başlayan bir türkü var ki: Çarşamba’yı sel aldı / Bir yar sevdim el aldı.
Çarşamba, günlerin en farklısı, en özeli...

BİR ANDA

Zeynep Ayten

Bazen insanın zihni masmavi bir gökyüzüdür ama bir tane bile bulut bulunmaz. Bir tane bile kuş uçmaz bu gökyüzünde. Sadece büyük, mavi bir boşluktur ortada olan. Yazmak istersiniz, kelimeler kaçar birer birer. Konuşmak istersiniz sadece dilinize “bilmiyorum” kelimesi gelir.
Yorgunluktan mıdır oluşan bu hal? Belki... Hayata karşı küçük bir isyan mıdır bu duruş? Kimbilir?
Böyle anlarda düşünmek bile imkansızdır. Sanki kocaman dünyada tüm kapılar kilitlenmiş gibidir. Tüm perdeler çekilmiş gibidir. Ne bir renk vardır etrafta ne de bir ses. Sadece büyük bir boşluk. Bu perdeler ne kadar kalın olursa olsun, bu dünya ne kadar mat olursa olsun bir anda perdelerin açılması ya da matlığın yerini renklere bırakması an meselesidir aslında.
İnsan zihni bir anda boşluğa düştüğü gibi bir anda yeniden hayatın kılcal damarlarında gezinmeye başlayabilir.
Bazen bir şeyler yazmak için kalemi elimize aldığımızda bütün kelimeler sağa sola kaçışabilir. Bir konuşmaya başlamadan önce bütün kelimeleri unutmuş gibi hissedebiliriz kendimizi fakat böyle durumlarda da dilimizin bağının çözülmesi an meselesidir, kelimeleri birer birer avlamak da an meselesidir.
Mesela bu yazıya başlamadan önce ne yazacağımı kestiremiyordum. Kelimelerin hepsi kendi dünyalarına çekilmiş, kapıları üzerime kapatmış ve perdeleri de çekmişlerdi. Yazmaya başladıktan sonra kapılar, perdeler açılmaya başladı. Kelimelerin ürkekliği kalmadı bir süre sonra ve birer birer ortaya çıkmaya başladılar. Ben yazdıkça, düşündükçe kendileri çıkmaya başladı sahneye. Şimdi ise yeni bir sorun bekliyor beni, onları sıraya dizmek ve birbirleriyle uyum içinde olmalarını sağlamak.
Belki de asıl sorun burada başlıyor, kelimeleri yan yana getirirken onların uyum içinde olması daha büyük bir çaba gerektiriyor ama zamanla onlar beni tanıyacak ve ben onları tanıyacağım diye umuyorum. O zaman, yazmak daha kolay ve keyifli bir hale gelecek. Buna inanıyorum.

8 Eylül 2025 Pazartesi

YİTİP GİDEN EZGİ

Agâh Taha Temizkan
 
Bir masal vardı dolaşan kulaktan kulağa,
Bir ana ninni söylerdi ay ışığına,
Şimdi her söz satılık her ses kalabalık,
Gönül suskun
Sokaklar yabancı.

Bir bak eski sokaklara, duvarlar dile gelir
Bir serçe konar saçaklara
Özlemle öter bir bir.
Oyunlar bayram gibiydi bir vakit
Halaylar göğe değerdi.
Şimdi bu soğukluk bu anlamsızlık 
Anlamaya dünyayı yeter mi?

5 Eylül 2025 Cuma

361 SANİYE

Rukiye Tokgöz

    1. Bölüm
    Her saat, her dakika, her saniye telefonunu açık tutmak, şarjı azaldığında daha şarjı bitmeden şarja takmak zorundaydı. Çünkü gelen telefonların ardı arkası kesilmez, telefonu açmadığında da arayanlar sitem ederlerdi ona. Aslında arayan kişileri tanımıyordu ama onlar kendisini tanıdığına göre tanıması gereken kişilerdi belli ki. Tanımadığını, ayıp olmasın diye arayana belli etmez; sanki tanıyormuş gibi karşılıklar verirdi. 
    Bu aramaların içeriği çok değişik olabiliyordu. Bazen arayanlar tek kelime etmeden beş dakika bekleyip sonra da telefonu kapatırlardı. Bazen kim olduğu hakkında hiçbir fikrinin olmadığı kişiler hakkında uzun uzun bir şeyler anlatırlardı ona. Bazen çocuk şarkılarını sözlerini değiştirerek söyler, ardından Tolstoy’un bir sözünü söyleyerek telefonu kapatırlardı. Bazen ise ona yapması için işler sıralayıp ardından tıpkı küçük bir çocuk gibi “Yapmazsan babama söylerim!” derlerdi. Bazen beş dakika boyunca telefonu çalmadığı halde beş dakikadır aradıklarını söyleyip açmadı diye ona sitem ediyorlardı. Bazen hiç bilmediği yabancı dillerde çok hararetli şeyler anlatırlardı. Onca telefon arasında onu en çok tedirgin eden aramalar bunlardı. Çünkü karşı taraftaki kişi iyi bir şey mi, kötü bir şey mi söylüyor emin olamaz, tepki veremezdi. İşin kötü yanı, eğer günde 100 telefon araması alıyorsa bunlardan 68’i yabancı dildeydi. Diğer aramalardan rahatsız olmamayı öğrenmişti, onlara katlanabiliyordu ama bunlardan kurtulmaktan daha çok istediği bir şey yoktu. 
    Tüm bu aramalardan kurtulmanın hiçbir yolu yoktu. Telefon numarasını değiştirdiğinde daha yakınlarına bile yeni numarasını söylemeden numarasını bulup kendisini yine aramışlardı. Engellediği zaman engellediği numaralardan arandığı da olmuştu. Telefonu sessizdeyken bu aramalardan biri geldiğinde telefonu çalardı. İnternet ya da şebeke çekmese, saat çok geç olsa da ararlar ve belli ki kendileri bu durumu hiç garipsemezlerdi. 
    Ama tüm bu aramaların iyi bir yanı da vardı. Telefonu başka bir iş için kullandığında veya telefonunda kayıtlı olan kişilerle görüştüğünde olması gerektiği gibi şarjı azalıyordu lakin bu esrarengiz aramalardan biri gerçekleştiğinde şarjı biraz bile azalmıyordu. Bu, onun için çok avantajlı bir durumdu çünkü her gün yaklaşık 100 telefon görüşmesi yapıyordu. Tüm bu telefon görüşmelerinde şarjı azalsaydı günde 20 kez telefonunun şarjı biter, sürekli şarja takmak zorunda kalırdı. Ayrıca telefon faturası o kadar kabarık olurdu ki altından kalkamazdı. Sırf bu sorunları yaşamadığı için telefon görüşmelerinden rahatsız olmamaya çalışıyordu. Onlara katlanıyor, bu durumu normal bir şey gibi karşılıyordu. 
                                            ***
O gün, telefonu 37. kez çaldı. Saat 16.06’ydı ve ikindi namazını kılıyordu. Namazı bölüp telefona cevap verecek değildi ya! Namazını kılmaya devam etti. Tüm bu süre boyunca telefon da çalmaya devam etti. Arayan kişi pek kararlıydı galiba. Tam namazını bitirmişti, selam veriyordu ki telefon sustu. Zaten namazı bitmişti, yerinden kalkıp kimin aradığına baktı. Yine bu esrarengiz aramalardan biriydi. Telefonun ekranına şöyle bir bildirim düşmüştü:
“Cevapsız arama – 6 dk 1 sn boyunca çaldı.” 
Aramakta bu kadar kararlıysa belki de arayan kişinin aramak için önemli bir sebebi vardı. Önemli olsun olmasın, bu kişinin sebebini merak etti ve merakına yenik düşüp hayatında ilk ve son kez “yeniden ara” butonuna tıkladı. Bu yaptığına kendi bile inanamıyordu. Telefon sadece iki saniye boyunca çaldı, ardından karşı taraf telefonu hemen açtı. Sanki onun aramasını bekliyormuş gibiydi. Daha o tek bir kelime edemeden “Gökyüzünü kucaklamak isteyen, kanatlarının yükünü sırtında taşımalı.” dedi ve telefonu kapattı telefondaki kişi. Bu da neydi böyle?

    2. Bölüm
    6 dakika 1 saniye boyunca telefondaki kişinin söylediği söz üzerinde düşündü. Gökyüzünü kucaklamak isteyen, kanatlarının yükünü sırtında taşımalı… Bu sözü daha önce bir yerde duymuş gibiydi ama nerede, ne zaman duyduğunu hatırlayamıyordu. Ayrıca hiçbir anlam da çıkaramamıştı bu sözden. Sırf bunu söylemek için kim 6 dakika 1 saniye boyunca karşı tarafın telefonu açmasını beklerdi ki?    
Sonra, kendini bunun da diğerleri gibi herhangi bir telefon araması olduğuna ikna etti ve acıktığını fark edip yemek pişirmek için mutfağa gitti. Daha ne yemek yapacağına karar bile verememişti ki telefonu tekrar çaldı. Oflayarak telefonu açmaya gitmişti ki arayanın meçhul biri değil, eski bir arkadaşı olduğunu gördü. Sevinerek telefonu açtı. Yıllardır görüşmediği bu arkadaşını çok özlemişti. Arkadaşı, diğer iki arkadaşıyla birlikte misafirliğe gelmek istediklerini söyleyip müsait olup olmadığını sorunca morali bir anda düzeldi. Müsait olduğunu söyledi ve telefonu kapatıp hazırlık yapmaya başladı. Çok geçmeden çeşit çeşit yemeği ve tatlısı hazırdı. 6 dakika 1 saniye sonra arkadaşları geldi. Kısa bir hâl hatır sorma merasiminden sonra sofraya oturdular. Tam yemeğe başlamıştı ki telefonu çaldı. Müsaade isteyip telefonu açtı. Tam o sırada, arkadaşları işlerinin olduğunu söyleyerek apar topar çıktılar. Ardından telefondaki kişi:
-6 dakika, 1 saniye, diyerek telefonu kapattı. 
Şaşkınlıkla telefonuna baktığında, bu görüşmenin 6 dakika 1 saniye sürdüğünü gördü. Gerilmiş ve içi bunalmıştı. Haberlere bakmaya karar verdi. Ne zamandır olayları takip edememişti. Karşısına çıkan ilk haber kanalında bir son dakika haberi vardı. Spiker şöyle diyordu:
-Romanya’da 6 dakika 1 saniye süren 6,1 şiddetinde ve 6,1 km derinlikte bir deprem oldu. Can kaybının olmadığı ancak 6100 civarında küçükbaş hayvanın telef olduğu tahmin ediliyor. 
Duvarların üzerine geldiğini hissediyordu. İçi daralmıştı ve korkuyordu. Banyoya gidip yüzüne soğuk su çarpıyordu ki bir anda uyandı. Rüyanın etkisinden çıkması 6 dakika 1 saniye sürmüştü. Kendine geldiğinde saate baktı. Saat, dakika ve saniyeyi gösteren dijital saati 00.06.01’i gösteriyordu. Psikolojisi bozulmuştu, gerçek ve rüyayı karıştırmaya başlamıştı. Yemeği gerçekte dünyada mı, rüyasında mı yediğini hatırlamıyordu ama acıkmıştı. Salondaki yemek masasına gittiğinde misafirlerine kurduğu sofrayı gördü. Yemeklerin bir kısmı yenmişti. Nasıl olsa yemekler bayatlamamıştır düşüncesiyle besmele çekerek yemeğe başladı. Yemeği bitirdiğinde daha önce orada olmayan bir kronometre gördü. Yemek yerken duyduğu bip seslerinin kronometreden geldiğini anladı. Anlaşılan kronometre, bir şekilde kendi kendine onun yemek yediği süreyi hesaplamıştı. Başına gelen onca şeyden sonra bu kronometre ona çok da tuhaf gelmedi. Yaklaşıp kronometreye baktığında kronometrenin 6 dakika 1 saniyeyi gösterdiğini gördü. İçinde tuhaf bir duygu oluştu. Karşısına sürekli bu sayılar çıktığına göre bunun bir anlamı olması gerektiğini düşünerek bilgisayarını açtı ve arama motoruna “6 dakika 1 saniye” yazarak arattı. Önüne anında bir kitap çıktı. Kitabın adı Özgürlüğün Formülü idi. Merak edip yazarına baktı. Yazarın adı Emsali Tırsık’tı. Bu yazarı daha önce hiç duymamıştı. Ama belli ki bu kitabın, belki de yazarın onunla bir ilgisi vardı. Bu yüzden kitabı bir an önce satın alıp okumaya karar verdi ama kitabın hiçbir yerde satılmadığını gördü. Bu kitabı nasıl bulacaktı ki? Bir çözüm bulmaya çalışırken aynı zamanda odaya göz gezdiriyordu. Koltukta daha önce orada olmayan bir kitap olduğunu fark etti. Kitap arkadaşlarından birinin olmalıydı. Gözünün önünde olmasına rağmen bu kitabı bulması 6 dakika 1 saniye sürmüştü. Kitabın adı Özgürlüğün Formülü’ydü. Emin olmak için yazarına da baktı, Emsali Tırsık yazıyordu. Aradığı kitabı bulduğu için çok heyecanlıydı, kalp atışları hızlanmıştı. Hemen kitabı eline aldı ve okumaya başladı. Çok hızlı kitap okurdu. O yüzden 361 sayfalık kitabı okuması sadece 6 dakika 1 saniyesini almıştı. 
Bu, bir bilim kurgu romanıydı. Dünyaya bir virüs yayılmıştı ve sadece 361 kişi hayatta kalabilmişti. Bu insanlar, 361 kilometrekarelik bir karantina alanında yaşıyorlardı ve kafalarında oksijen sağlayan fanuslarla yaşamak zorundalardı. Bu fanus onların hareketlerini kısıtlıyor, işlerini engelliyor; özgürlüklerini ellerinden alıyordu. Özgürlüğe kavuşmanın tek bir yolu vardı: 6 dakika 1 saniye kuralı. Bu kuralın çok basit bir mantığı vardı: Başlarındaki fanusu çıkarabilirlerdi ama sadece 6 dakika 1 saniye boyunca. Bu süre azaltılamaz veya artırılamazdı. Kurala uyulmadığında herkes başlarına kötü şeyler geleceğini söylüyordu ama bu kötü şeylerin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Bir gün içlerinden biri fanusu 6 dakika 2 saniye boyunca başından çıkarıyordu ve herkes bunu fark ediyordu. Hep birlikte korkuyla süreyi aşan kişinin başına gelecekleri bekliyorlardı ve aslında kuralın sahte olduğunu, başına hiçbir şey gelmediğini fark ediyorlardı. Fark etmedikleri şeyse bu durumu anlamalarının 6 dakika 1 saniye sürmesiydi.  
Kitabın etkisinden hâlâ çıkamamıştı. Kitaba göre özgürlüğün formülü 6 dakika 1 saniye kuralına uymaktı. O da yaklaşık on dokuz saattir bu kurala uyuyor gibiydi. Peki kurala uymazsa onun başına gelecek şey neydi? Yoksa kitaptaki gibi aslında kurala boşuna mı uyuyordu o da? Düşüncelerde kaybolmuştu. Bir anda telefonu çaldı. Telefonu açtı. Telefondaki kişi buz gibi bir sesle konuşuyordu:
-Kitabın etkisinden çıkman, gerekenden 7 saniye daha fazla sürdü. Kurala uymamanın cezasını çekeceksin!
Ama cezam ne, diye soracaktı ki soramadı. 
Camdaki yansıması, başında bir fanus ve üzgün bir ifadeyle ona bakıyordu sanki.


BELKİ

Hülya Doğancık
 
Dolaşsam uzaklarda
Denizlere 
Sadece uyurken veda etsem
Çadırım denizin kıyısında
Uyurken dalgaların sesini duysam
Güneşin batışında
Binbir rengin yanında ağaç dallarını görsem
Yaşamak daha anlamlı gelirdi
                                     Belki

22 Haziran 2025 Pazar

ESPRİ MESELESİ

Rukiye Tokgöz

Çok sıcak bir gündü ve okuldaydı. Karne haftası, hem de bu havada okula gelmesinin
tek sebebi babasının ısrarıydı. Karne haftası diye gitmemezlik yapılmaması gerektiğini,
sonuçta okulun açık olduğunu söyleyip duruyordu babası. Babasına karne haftasının etkinlik
haftası ilan edildiğini, ortaokulda olmasına rağmen hocaların saçma sapan oyunlar oynatıp
yetenek paylaşımı adı altında “Hiç mi yeteneğiniz yok?” diye kızdıklarını yüzlerce, binlerce
kez anlatsa da onu ikna edememişti bir türlü. Zaten yedinci sınıflardan okula gelen öğrenci
sayısı on birdi. Beşi ailesinin zoruyla geliyordu, üçü devamsızlığı çok olduğundan, geri kalanı
da haylazlık peşinde olduğundan. En azından karneye sadece iki gün kalmıştı. İki gün daha
etkinlik haftası adlı saçmalığa katlanacak, ondan sonra rahat edecekti. Zaten onun okulla
ilgili bir sorunu yoktu. Okulu seviyordu, dersleri de. Onun sevmediği şey etkinlik haftası
programları ve babasının onu bu günlerde okula göndermesiydi. Bu haftayla ilgili sevdiği tek
bir şey vardı, o da sadece bir kez olan soğuk espri yapma dersiydi. Espri yapmayı çok
severdi ve bu konuda bir hayli yetenekliydi. Okula gelen diğer on kişi de öyle. O yüzden bu
ders çok eğlenceli geçerdi.
Sonunda dört gözle beklediği o ders gelmişti. Herkes haftanın uyuşukluğunu
üzerinden atmış, en soğuk esprilerini hazırlamıştı. Sonunda hoca geldi ve espriler yapılmaya
başlandı. Herkes aklına gelen soğuk esprileri sıralıyordu. Sınıf gülme krizine girmişti.
-İngilizCEM yok.
-Neden?
-Çünkü tanıdığım bütün Cem’ler Türk.
Hatta hocanın bile esaslı bir soğuk esprisi vardı:
-Tebrikler KAZANdınız, şimdi tencere oldunuz!
Ardından bir öğrenci sınıfın diğer ucundan bağırıyordu:
-Geçen gün arkadaşlarla FIRINDA patates yiyorduk, fırın sıcak gelince balkona çıktık.
-Bu iyiliğiniz çok Makbule geçti, şimdi de Fatma geçiyor.
Soğuk espriler havada uçuşuyordu ama o hiçbir espri yapmıyor, kendini tutuyordu. Sonra,
dersin bitimine doğru hoca, onun hiçbir espri yapmadığını fark etti ve şaşırarak niye
yapmadığını sordu. O da,
-Bu sıcak havada soğuk espri yaparsam hasta olurum hocam, diye cevap verdi. O sırada
herkesin sesi kısılmıştı ve öksürüyorlardı. O sadece,
-Ben demiştim, dedi ve sınıftan çıktı.

HASTA MEKTUBU

Hülya Doğancık
 
 
Sevgili  Kim Olduğunu Bilmediğim Kişi,

Dün buradaydın. Emin değilim. Belki de sen değildin. Senin kim    olduğunu da bilmiyorum. Bu mektubun sana ulaşabileceğinin de garantisi yok. Sadece bazen insanın bir şeyler anlatması gerekiyor gibi hissediyorum. Her ne olursa olsun birkaç kelime söylemek, içinde tuttuğum sözcükleri dışarı vurmak en azından bana iyi geliyor. Burada benimle konuşan pek olmaz. Hemşire, doktorlar ve hasta bakıcılar var. Ama ilaçlar hakkında değilse hiçbiri benimle konuşmazlar.
Buna alıştım. Alıştım sanırım. En azından sen varsın. 
Ya da yoksun. Yine de yazıyorum. 
Belki biri okur. 
Ya da okumaz. 
Neyse burada günlerim çok sıradan. Kahvaltıda ilaçlar, öğlen ilaçlar, akşam ilaçlar. Ve kimse tek kelime etmeme izin vermiyor. Ama bir bahçemiz var. Oraya çıkınca daha iyi hissediyorum kendimi. Kendi kendime konuşabildiğim tek yer orası. İçeride kendimle konuşunca ilaçlarımın dozunu arttırıyorlar. Biliyor musun? Geçenlerde biri bana gülümsedi. Yani öyle sandım. Aslında ziyaret ettiği kişiye gülümsemiş. Olsun. En son buraya gelmeden önce gülen birini görmüştüm.
Daha kimseler ziyaretime gelmedi.
Sorun değil. 
Eminim çok meşgullerdir. Belki de benden utanıyorlardır. 
Yine de burası güzel. 
Belki güzel değil de gidebilecek bir yerim olmadığı için kendimi avutmaya çalışıyorumdur...


Sevgilerle

RÜYA GİBİ GERÇEK

Rukiye Tokgöz


I. Bölüm
Sude için bu hayat işkence gibiydi, beş ağabeyi ve kurallara uyma meraklısı babasıyla. Maddi durumları pek iyi değildi, babası bir kaza sonrası sakatlandığı için çalışmıyordu. Annesi -kendisi böyle diyor- altı çocuğunu doyurabilmek için yedi yirmi dört temizliğe(?) gidiyordu. Aslında annesinin o kadar çok çalışmaya ihtiyacı yoktu ama annesi gezmeyi, dolaşmayı ve sohbet etmeyi çok severdi. Temizliğe gittiği hanımlarla sıkı fıkı olduğundan sürekli çalışmak isterdi. Bu durumda Sude, okula gitmediği zamanlarda ağabeyleri ve babasıyla baş başa kalıyordu.  
Babası, tüm kurallara harfi harfine uyulmasını isterdi. Yatması, kalkması, yemek yemesi için belli saatler vardı. Bu saatler bir dakika bile geçse yarım saat ile üç saat arsında süren nutuklar dinlemek zorunda kalırdı. Nutuklar bittikten sonra da tüm ev işleri üzerine yıkılırdı. Bu ceza bir hafta sürerdi ama Sude, cezalı olmadığı zamanlarda da tüm işleri yapıyordu. Aslında ağabeyleriyle ev işlerini paylaşmaları lazımdı fakat ağabeyleri tüm işi ona yaptırıyordu ve babası ya bunu bilmiyordu ya da umurunda değildi. Ne de olsa bu evde oligarşi vardı. Annesinin evde kalmak istememesinin sebeplerinden biri de buydu belki. Sude, ağabey terörü denen şeyi sonuna kadar yaşıyordu. Sanki duvarsız bir hapishaneydi burası. 
 
II. Bölüm 
Babasının kural koyma merakı ve ağabeyleri, okulda da Sude’ye sıkıntı çıkarıyordu. Babası asla ve asla kendisinin tanımadığı kişilerle arkadaşlık kurmamasını söylerdi. Okulda samimi olduğu bir-iki kız vardı ama evdeki durum gizli olduğu için asla arkadaş buluşmalarına katılamazdı. Bu yüzden doğal olarak biraz da olsa dışlanıyordu. 
    Ağabeyleri ise onu sınıfta rezil edecek ve/veya babasını kızdıracak şeyleri baş başa verip düşünür, ardından el birliğiyle bu işi gayet iyi becerirlerdi. Bütün ödevlerini karalar veya yırtar, yazılıya çalışacağı zaman ders notlarını yakarlardı. Onlar yüzünden babası, notları düşük olduğu gerekçesiyle de ceza veriyordu. Sınıfa ya ödevsiz ya da yırtık, buruşuk ödevlerle geldiğinde öğretmenleri de ceza veriyordu. Bir keresinde de ağabeyleri okul formasının arkasına “SIRACALI” yazmışlardı. Utançtan yerin dibine girmişti o gün. Yazı görünmesin diye hırkasını sırtından hiç çıkarmamıştı ama fark etmediği bir şey vardı, aynı yazı hırkasının arkasında da yazıyordu. O günden sonra okulda adı çıkmıştı, gelen geçen alay ediyordu. İlkokuldan beri -yani yedi yıldır- okulda asla rahat gezemiyordu. Okul, onun için en az ev kadar, hatta evden daha büyük bir işkence olmuştu. 
Beş ağabeyi ve babası, yani toplamda altısı birden ona çok çektiriyordu. Evde, okulda, hayatın her alanında. Birkaç kez annesine okulu bırakıp onunla temizliğe gitmeyi bile teklif etmişti. Lakin annesi katiyen böyle bir şey yapamayacağını söylemişti. Sude’ye göre annesi, kendini bu evden kurtardığı için artık Sude’yi önemsemiyordu. Zaten şu dünyada ona anlayışlı davranan, onu önemseyen hiçbir canlı yoktu. Ya da Sude öyle düşünüyordu.


III. Bölüm 
O gün, okula yeni bir beden eğitimi öğretmeni geldi. Tam da beden eğitimi dersinin olduğu gündü. Yani Sude’nin en ama en nefret ettiği gün. Çünkü tüm beden eğitimi derslerinde şansına(!) tüm toplar kafasına gelir, koşarken ayağı taşa takılır ve yere yapışırdı. 
Beden eğitimi dersinde hoca kendini tanıttı ve isteyenin voleybol, futbol ya da basketbol oynayabileceğini söyledi. Hocanın lafı biter bitmez hızla koşan arkadaşlarından biri Sude’yi yere düşürdü. Sude ayağa kalktığında onu düşüren çocuk, diş macunu reklamı yapıyor gibi sırıtıyordu. Ardından dil çıkarıp ortadan kayboldu. Sude için artık bu durum olağan hale gelmişti. Kapüşonunu başına geçirip hocanın yanına, soyunma odasına gitmek için izin almaya gitti. Tek dostu olan kitabı çantasındaydı ve onu almak için soyunma odasına gitmeliydi. Hocanın yanına gitti:
-Hocam, soyunma odasına gidebilir miyim? Çantamda bir şey unuttum da. 
-Elbette yavrum, neden olmasın?
Hevesli bir şekilde soyunma odasına doğru yürüdü. Sevinmişti çünkü önceki hocası bazen izin vermiyor, hemen sorguluyordu çünkü okuldaki öğrenciler, Sude’nin hakkında hocalara yalan yanlış şeyler söylüyorlardı. “Umarım bu hoca onları dinleyince bana yine böyle davranır.” diye geçirdi içinden. Odaya vardığında kitabını eline aldı. Bu sefer 1283 sayfalık bir kitap okuyordu. Ama sonlarına gelmişti, önümüzdeki iki derste biterdi büyük ihtimalle. Tam her zamanki köşesine gelmiş, kitapta kaldığı yeri açmıştı ki hoca birden seslendi:
-Kızım, bir gelir misin?
Hocanın kızmasından korkarak ürkek tavırlarla yanına gitti.
-Efendim hocam?
-Kızım gel rahatça otur. Hah, şöyle. Yavrum sen neden arkadaşlarınla oynamıyor, kitap okuyorsun?
-Hocam ben oyun oynamaktan pek zevk almıyorum. Hem kitaplar benim en iyi ve tek dostumdur. Merak etmeyin, ben böyle hiç ama hiç sıkılmıyorum. 
-Kızım bu kadarı da normal değil ama. Hem arkadaşın durup dururken neden çelme taktı sana bakayım? Çekinmene gerek yok, rahatça anlatabilirsin. 
Hocanın bu sözleri üzerine Sude, ilk kez kendisini dinleyen birini bulmanın heyecanıyla bir anda içini dökmeye başladı. Söze babasının ne kadar katı ve kuralcı olduğundan başladı. Kurallara uymadığında çektiği nutukları, verdiği cezaları anlattı. Beş ağabeyini ve onların yaşattıklarını anlattı. Tüm okulda adının çıktığını ve hocaların bile ona çok kötü davrandığını söyledi. Arkadaşının ona bu sebepten çelme taktığını, artık bunun olağan olduğunu da eklemeyi unutmadı tabii. Sonra annesini anlatmaya başladı. Sırf sohbeti, gezmeyi seviyor diye yedi yirmi dört temizliğe gittiğini de uzun uzun anlattı. Söyleyecekleri bittiğinde kendisini çok rahatlamış hissediyordu. Tam hoca bir şeyler söyleyecekti ki derslerin bittiğini ilan eden zil çaldı. Hoca, Sude giderken sordu:
-Adın Sude’ydi, değil mi güzel kızım?
Sude başıyla onayladı ve hızlı hızlı yürüyerek soyunma odasına doğru yola koyuldu. Eşyalarını aldı ve -neyse ki- bu sefer sadece biri ona dil çıkardı. Eve giderken iki ders boyunca bir harf bile olsun kitap okumadığını fark etti. Şaşırdı… 

IV. Bölüm 
Eve gittiğinde o kadar mutluydu ki olanları düşünürken yemeği biraz yaktı. Babası ve ağabeylerine yanmamış kısımları verdi, yanıkları da kendi tabağına koydu bu yüzden.  Babası onun tabağındaki yemeğin yanık olduğunu görüp yemeği yakmasına kızmasın diye hızlı bir şekilde yemeğini bitirmesi gerekti. Ama bu, artık onun için önemli değildi. Çünkü bugün, onun için hayatının en güzel günüydü. Ömründe ilk kez biri onu dinlemiş ve içinde bulunduğu durumu anlayışla karşılamıştı. İyi de hocanın adı neydi? Aslında kendini tanıtırken söylemişti ama Sude hatırlamıyordu. Yarın gidip hocanın adına odasının önündeki tabeladan bakmaya karar verdi. Bunları düşünürken birdenbire babasının ödev yapması için belirlediği sürenin on dakikasını harcadığını fark etti. Bugün hocalar çok ödev vermişti, o yüzden yetişmeme ihtimaline karşı her zamankinden hızlı olması gerekiyordu. Koşarak odasına, ödev yapmaya gitti ve hemen ödevine başladı. Ama ödevini bitirdiğinde belirlenen süreyi beş dakika aştığını fark ederek daha da telaşa kapıldı. Ayrıca ödevlerinin hatalarla dolu olduğunu biliyordu, hocalar bu hatalar yüzünden çok kızacaktı. Hayıflanacak vakti yoktu, ödevini masasına bıraktı ve koşarak dişini fırçalamaya gitti. Ağabeylerinin, onun süreyi aştığını bildiklerinden haberi yoktu. 
Dişini fırçalayıp odasına döndüğünde ödevi, tam ortasından korkunç bir şekilde yırtılmış halde çöpte duruyordu. Çöpte sadece kâğıtların olmasına şükretti, en azından ödevi ıslanmamıştı. Hemen onu çöpten çıkardı ve bantlamak için masasında bandın olması gereken yere uzandı. Ama tüm bant dolabının kapağını sıkıca kapatmak için kullanılmıştı, hem de okul malzemelerinin durduğu dolabın. Tam o sırada babası, en ufak bir hataya bile göz yummayacağını belli eden bir sesle içeriden seslendi. Belli ki ağabeyleri Sude’yi ödevini yırtmakla, dolabını bantlayıp tüm bandı harcamakla ve yapacağı tüm işleri geciktirmekle suçlamışlardı. Ayaklarını sürüyerek ne kadar hızlı gidebilirse babasının yanına o kadar hızlı gitti. Babası değil yarım saat, tam bir buçuk saatlik bir nutuk çekti. Sude onu dinledikçe yerin dibine girdi ama bir yandan da o kadar umursamadı bu lafları. Çünkü artık bunu anlatınca onu dinleyecek birinin olduğunu biliyordu. Hem de bu kişi bir hocaydı. Sırf bu kişiyi keşfetmesinden doğan mutluluk yüzünden fazladan ceza almıştı ama değdiğini düşünüyordu. Babasını dinlerken bile bunu düşünüp gülümsemesine engel olamamıştı ama babası bu durumunu bir şımarıklık emaresi olarak algıladığından aslında bir saat sürmesini planladığı nutuğunu yarım saat daha uzatmıştı. Tabii bunu Sude bilmiyordu. Bilse de bir önemi yoktu zaten. Sude’nin tek istediği yarının gelmesi ve okulda o hocayla konuşmaktı. Odasına gitti ve yatağına uzanır uzanmaz uykuya daldı.

V. Bölüm 
Sabah annesinin sesiyle uyandı. Annesi ona “Hadi tatlım, okul vakti.” diyordu. Uyku sersemi buradaki tuhaflığı fark etmedi ve her zamanki gibi banyoya, yüzünü yıkamaya gitti. Sonunda uykusu açılmıştı. O an buradaki tuhaflığı fark etti. Annesi evdeydi, üstüne üstlük bir de onu uyandırmaya gelmişti. Bu nasıl olabilirdi? Bir anlam veremedi çünkü bir mucize olup annesi evde kalsa bile asla ve asla onu uyandırmak için zahmete girmezdi. Böyle bir şey olması için dünyanın tersine dönmesi gerekirdi. Bunları düşünürken burnuna nefis bir koku geldi. Epeydir unuttuğu bir koku… Evet patates kızartması kokusu geliyordu mutfaktan. Kokuyu içine çekti, bir de şarkı sesi geliyordu. Annesinin en son ne zaman şarkı söylediğini veya dinlediğini hatırlamıyordu bile. O yüzden onu en çok şaşırtan bu olmuştu. Mutfağa gidip annesine sordu:
-Anne, bu ne?
-Ne olacak kızım, patates kızartması. Dünkü gibi sosis kızartacaktım da sosis bitmiş.
-Önemli değil anne, patates kızartması da güzel, dedi ve sofraya oturdu. Ardından içeri ağabeyleri girdi. En büyük ağabey yanına geldi ve:
-Canım kardeşim bugün nasılmış bakalım, diyerek saçını hafifçe okşadı. 
Sude şaşkınlıktan abisine cevap veremedi. Ardından diğer dört abisi de “Günaydın.” diyerek masaya oturdu. Hayatında bu kadar tuhaf bir şeyle karşılaşacağını kırk yıl düşünse tahmin edemezdi. Tüm ömrü boyunca muhtaç kaldığı, umduğu ama bulamadığı aile sıcaklığının umduğundan bile fazlasını görmüştü. Acaba her şey tersine dönmüştü de bir tek o mu aynı kalmıştı? Tam daha hiçbir şeye şaşıramayacağını düşünüyordu ki babası içeri girdi. Sude’ye ve ağabeylerine çok ama çok sevecen ve içten bir şekilde “Günaydın.” dedi ve gidip annesinin yanağına bir öpücük kondurdu. Bu kadar iyi davranmak yetmemiş gibi bir de annesine oturmasını söyleyip yemek işini kendisi devraldı. Kısa bir süre sonra Sude’nin servisinin kornası duyuldu. Evdekiler ona iyi şanslar dilediler ve Sude şaşkınlıkla evden ayrıldı. 
Gün boyunca hem serviste hem okulda herkes ona çok iyi davrandı. Her ne kadar şaşırmış olsa da artık alışmış sayılırdı bu duruma. Yeni beden hocasının yanına da gitti ama hoca ona dünyadaki en yaramaz öğrenciymiş gibi davrandı, hatta onu neredeyse odasından kovdu. Dünyada ona iyi davranan tek insandı oysa daha dün. Şimdi ise ona kötü davranan tek insandı. Dünya tersine döndüyse bu durum normal olmalıydı. Derken okul bitti, servise bindi. Servisten indiğinde hâlâ bu ters dünyayı düşünüyordu. Aslında bu dünya çok daha iyiydi diğerine göre. Rüya gibi bir yerdi. Eğer bu bir rüyaysa da asla uyanmak istemezdi. Bunları düşünerek kapıya doğru yürürken yerinden çıkmış kaldırım taşını görmedi ve yüzüstü yere düştü. Bunu gören büyüğün küçüğü olan ağabeyi koşarak yanına geldi, bir şeyi olup olmadığını sordu. İyi olduğundan emin olduktan sonra onu eve kadar götürdü. İçeri girerken annesinin ortanca abisine şunları söylediğini duydu:
-Sude dün gece sayıklıyordu. Önemsemedim ama bugün çok tuhaf davranmıyor muydu? Geceleyin bu kıza ne oldu anlamadım gitti.
Düşmenin acısını unuttu o anda Sude. Yüzünde bir tebessüm, gözlerinde bulutlanmalar oluştu. Gerçek sandığı dünyanın rüya, rüya sandığı dünyanın gerçek olduğunu anlamıştı. Mutlulukla ağabeyinin peşinden eve girdi. Bu esnada yanağından süzülen damlanın düşmenin acısıyla olduğunu düşünüyordu ailesi. Mutluydu, hem de çok mutlu. 
















14 Haziran 2025 Cumartesi

AKSİYONSUZ

 
Hülya Doğancık

Artık 75 yaşındaydı. Çok yaşlanmıştı, en azından kendisini öyle hissediyordu. Geriye dönüp baktığında geride kendinden hiçbir şey kalmadığını fark etti. Belki vardı bir şeyler ama o göremiyordu. Belki de gerçekten boş bir hayat bırakmıştı ardında. Kocaman bir ömür boşa harcanmıştı.
Hep bir kaos, hep bir geçim sıkıntısı… En son belki yıllar önce gitmişti bir restorana, bir parka. Ne zaman gittiğini hatırlamıyordu bile. En aksiyonlu zamanlarını evde biten süt, yumurta için markete gittiğinde yaşıyordu. Kendi için hiçbir şey yapmadığını hatırladı yeniden. Kendime vakit ayırmanın zamanı geldi, diye düşündü. Çok çılgın bir şey yapmalıydı. O kadar heyecan verici olmalıydı aksiyon olarak düşündüğü market alışverişi dahi yaptığı şey yanında ona boş gelmeliydi. Düşündü, düşündü… Ama ne yapacağına karar veremiyordu.
Bastonu olmadan dışarı mı çıksa, yoksa fiyatına bakmadan yoğurt mu alsa karar vermek çok zordu. En iyisi birine sormaktı. Karşı komşusunu hatırladı. Hiç tanımadığı hatta görmediği karşı komşusunu. Bunca yıldır karşısında oturan birinin olduğunu biliyordu fakat o kadar zaman hiç denk gelmemişlerdi. Ona akıl danışabilirdi. 
Yerinden usulca doğruldu. Kemiklerinin gıcırdadığını hissediyordu her hareketinde. Gidip komşusunun kapısını çaldı. Otuzlu bilemedin kırklı yaşlarında bir kadın açtı kapıyı. Üzerinde çok sıra dışı giysiler vardı. Ayaküstü bir tanışma faslından sonra komşusu onu içeri davet etti. Komşu kadına niyetini, düşüncelerini anlattı. Çılgın bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Komşu kadın ona bir hafta sonra Ege turuna çıkacaklarını ve kendisinin de gelebileceğini söyledi. Ne! Ege mi? Bu çılgıncaydı ama düşündüğü şey olamazdı. Ege turu yerine en fazla evinde bir tur yapardı. Komşu kadına bu fikri düşüneceğini söyleyip yeniden evine çekildi. 
Kendini bu tura katılmamak için ikna etmeye çalıştı evde. Bir süre sonra hayatını hep çevresindekiler için yaşadığını hatırladı yeniden. Kendisinin bir hayatı yok gibiydi. Onu bu sıradan ve sıkıcı hayata iten şey de bu değil miydi zaten? Belki bu tur, onun hayattan intikam alması için fırsattı. Bu düşüncelerle uykuya daldı. 
Ertesi gün komşusunun yanına gidip Ege turana katılmayı kabul ettiğini açıkladı. Heyecanlanmaya başlamıştı ve bu heyecanla bir hafta göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Gezi günü gelmişti ve buluşma noktasında tüm gözler onun üzerindeydi. Nedenini pek anlamadı. Komşu kadın yanına geldi ve ona bu kadar valiz almaması gerektiğini söyledi. Alt tarafı 4 tane valiz almıştı. Neden sorun yaratsın ki? Yolcunun işini Allah bilir, demişti atalar. Her senaryoya hazırlıklı olmak gerekliydi. Ya bir dolu yağarsa ve şemsiyesiz olursa, ya elektrikler kesilirse ve ışıksız kalırsa, ya da bir savaş çıkarsa ve kamufle olması gerekirse. Bu durumlar için gerekli önlemi almalıydı. Düşüncelerini açıklayınca oradaki herkes ona garip garip baktı. Biraz daha çırpındıktan sonra şoför de kabul etmek zorunda kaldı. 
Yolculuk çok iyiydi. Kötü senaryoların daha hiçbiri gerçekleşmemişti. Gerçekleşme ihtimali vardı mutlaka. Tetikte olması gerektiğini düşünüyordu hâlâ. Ama istemsizce gerginliği geride bırakmıştı. Rahatlamıştı. 3 gün geçmişti bile. Geldiğine hiç pişman değildi. Hatta yeni arkadaşlar dahi edinmişti. Bir arkeoloji müzesi gezdikten sonra kamp alanına döndüler. Herkes kendi çadırına girdi. Bizimki ise çılgınlığa doymamış olacak ki dolaşmaya gitti. Nehir kenarına vardığında yorulduğunu hisseti. Uyku, üzerine pamuktan bir yorgan gibi bastırıyordu. Karşı koymak imkansızdı. Kenara oturdu ve su sesini dinleyerek uykuya daldı. Daha önce böyle bir uyku uyumamıştı. Uykunun tadına vardığını hissetti ve o mutlulukla uyandı. Biraz sırtı ağrımıştı ama yine de çok huzurluydu.
Kamp alanına geri döndü ama kimse yoktu. Üstelik birileri eşyalarını da götürmüştü. Çok panikledi. Ne yapacaktı? Nasıl hayatta kalacaktı? Nelere ihtiyacı olacaktı? İhtiyaç hissettiği şeyleri nereden bulacaktı? Göz kapakları ağırlaşıyordu, bir anda gözleri kapandı ve yere düştü. Uyandığında bir hastanedeydi. Kafası çok karışmıştı.
Hastane olduğunu anlamıştı ama bildiği hastanelerden değil gibiydi burası. Önlüklü bir adam kendisine yaklaştı. Adam farklı görünüyordu. Ona nerede olduğunu sordu. Adam gayet serinkanlı bir ses tonuyla anlatmaya başladı. Kampta bir kaza geçirdiğini ve düşerken kafasını bir taşa çarptığını söyledi önce. Çarpmanın etkisiyle komaya girdiğini, tam 15 yıl süren komadan yeni uyandığını da ilave etti. Bizimki çok şaşırdı ama ne diyeceğini bilemedi. Sustu. Sadece sustu. Bir hafta sonra taburcu oldu. Evi aynı değildi. Yeniydi. Evinin tarzına hiç alışamadı. Yeni bir sistem vardı evde ve ev, kişinin ihtiyacı olan şeyleri otomatik olarak temin ediyordu. 
Evine girdikten sonra ondan hiç kimse haber alamadı. 
Kimseyle konuşmadan ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaşamaya devam mı ediyordu? 
Belki de… 
Hayata veda mı etmişti yoksa? 
Kim bilir... 
Zaman zaman hayatı sıkıcı bulup yeni bir aksiyon yaşam istiyor muydu? 
Yaşıyorsa neden olmasın…