13 Şubat 2024 Salı

BEN

Kadir Çağan Aydın

Akşamın dipsiz karanlığında

Kaybolan beyaz bir kağıt

Ya da

Sonbaharın son gününde

Çiçeğe durmuş bir ağaç

Gibiyim

BEN

 Güneş Örgen

Yağmur altında saatlerce kalmış
Bir çocuk gibiyim
Kimsesiz

Kar altında unutulmuş
Kardan adam gibiyim
Etrafında kimse kalmamış

SEN

 Zeynep Elif Kargı

Sen benim kimselerin bilmediği

Saklı dünyam

Rengarenk

Kalemlerimle işlediğim

Yalnızlıkla düşlediğim

Her beyaz sayfasını

Yeniden renklendirdiğim

Arkadaşım

Can yoldaşım

Resim defterim

KELİMELER

Güneş Örgen Ezgi Budak
Kelimeler bazen kuş gibi
Yazacak oluyorum uçup gidiyorlar gökyüzüne
Kelimeler bazen gül gibi
Yaklaşıyorum dikeni batıyor ellerime, dilime

Kelimeler yeni açan çiçekler gibi
Güzel kokularla kalbimize sığınıyorlar
Kelimeler yağmurdan sonra çıkan
Gökkuşağı gibi ruhumuzu selamlıyorlar

Kelimeler çatal dilli yılan gibi
Yanlış insanların ağzında
Zehre dönüşüyorlar

UMUT

 Eymen Arda Aydemir

Karanlıkta bir şey görünmez dediler

Ben başta

İnandım buna

Sonra baktım ve karanlığa

Dedim madem buna inandım

Neden karanlıkta

Umut aradım

UNUTMAK

Kadir Çağan Aydın, Eymen Arda Aydemir

Unutmak iyi bir şey aslında

Acılar mesela unutulmalı

Korkular da unutulmalı

Bize yapılan kötülükler bile unutulmalı

 

Unutmak iyi bir şey aslında

Ama unutulmaması gerekenler de var

Tecrübeleri unutmamalıyız

Hataları unutmamalıyız

Unutsak da kimi zaman ödevimizi

Varmak istediğimiz yeri

Unutmamalıyız

TAVUK PEŞİNDE

 

 Güneş Örgen


    Vakit öğleyi bulmuştu. Kasabada bahar mevsiminin tadı başka oluyordu. Çiçekler açmaya başlamış, etraf yemyeşil olmuş, ağaçlar süslenmişti. Ara ara çiseleyen yağmur insanı hayata, dünyaya bağlamaya yetiyordu. Nil, dört yaşındaydı ve üç kardeşin en küçüğüydü. Kış boyu evde kalmaktan, evde oynamaktan sıkılmıştı ve baharın gelişi en çok onu sevindirmişti. Nil, bütün hayvanlarla arkadaştı ama en çok tavuklarla oynamayı seviyordu. Tavukların kendisinden kaçışını görmek ona mutluluk veriyordu. Kedi öyle değildi, ayaklarına sarılıyor, kucağına çıkmaya çalışıyordu. Köpek zaten ona itici geliyordu. Dişlerinden korkuyordu. Hele de çatır çutur kemik yerken. Tavukları kovalamak ya da onlara yem vermek onun hayattaki en büyük zevkiydi. Sabah yemlediği tavuklarla biraz eğlenmek istedi ve önlerine katıp bahçede bir o tarafa, bir bu tarafa kovalamaya başladı ancak bahçe kapısının açık olduğun unutmuştu. Tavuklar bir süre sonra bahçe kapısından dışarıya çıktı ve Nil de onların peşinden koşmaya devam etti. Bitmek bilmeyen bir kovalamaca başlamıştı. Tavuklar önde, Nil arkada dakikalarca yürüdüler, koşuştular. Bir ara yorulduğunu hisseden Nil, tavuklara bakmak yerine etrafa baktığında büyük korku duydu. Etrafta hiç ev kalmamıştı. Ne kasaba görünüyordu ne de evler. Çok uzakta renkli, süslü bir ev görünüyordu yalnızca ve tavuklar da ortadan kaybolmuştu. Ağlamak istedi ama nazlanmanın zamanı değildi. Olanca sesiyle bağırdı:

    -Anneeee!

    -Ablaaaa!

    -Babaaa!

    -Ağabeeeey! Sesini duyan kimse yoktu. Etrafta kuş sesi bile yoktu. Rüzgar yoktu. Bulutlar iyice yere yaklaşmıştı ve güneş da batmaya durmuştu. Birkaç saat sonra hava kararacaktı ve evinden çok uzaktaydı. Kısa bir süre düşündü, uzaktaki eve gitmekten başka çaresi yoktu. Tavuklar da kaybolmuştu. Koşarak tepedeki eve ulaştı. Ev, yakından daha güzeldi. Bahçede rengarenk çiçekler vardı ve hoş kokular geliyordu içerden. Bahçeden içeri girdiğinde evin duvarlarının pasta gibi olduğunu gördü. Pencereler ise renkli şekerler gibiydi. O kadar gerçekçi duruyordu ki her şey kapının koluna uzandı, büktü, kırıldı. Bir pasta gibi kırıldı. Kendini tutamadı ve kapının kolunu yemeye başladı. Gerçekten de bu bir pastaydı. Kapıyı artık açamazdı. Kapının tokmağını vurmayı denedi ancak tokmak elinde kaldı. Renkli bir şeker duruyordu elinde. Onun da tadına baktı. Evet, bu kapı tokmağı şekerdendi. Burada sonsuza kadar yaşayabilirdi. Ailesini, tavukları unutmuştu. Bir masal kitabının içine düşmüş gibiydi. Ablası ve ağabeyinin okuduğu bir kitapta vardı bu eve benzeyen resimler.

    Yüzünde, kollarında bir el hissetti. Annesinin sesini duydu:

    Nil, yavrum iyi misin? Aç gözlerini… Gözlerini açtı şükür.

    Nil gözlerini açtı. Bütün aile bireyleri başucundaydı. Renkli evi aradı gözleri, yoktu. Evlerinin biraz ilerisindeydi. Avucuna baktı, şeker yoktu.

    -Sana kaç kez tavukları kovalama dedim, bak düşmüşsün buraya, dedi ağabeyi. Nil şaşkın şaşkın ailesine baktı:

    -Pasta yiyordum, şeker yiyordum. Beni neden buraya getirdiniz, dedi.

ŞAKA ŞAKA

Kadir Çağan Aydın
Eymen Arda Aydemir



    Sonbahar artık geride kalmış, kış bütün şiddetiyle kendisini hissettirmeye başlamıştı. Sabahın ilk saatleriydi. Artık eğitim hayatı bitmişti onun için. Epeydir rahatsız olan babası evin işlerine bakamadığı için ve kardeşleri de küçük olduğundan şehre okumak için gitmek yerine köyünde kalıp hayvanlarla ve toprak işleriyle uğraşmak ona kalmıştı. Zaten çok parlak bir öğrenci de olamamıştı geride kalan yıllar içinde. Bir türlü matematik dersini anlayamıyordu. Fen bilgisi anlamsız geliyordu. Türkçe dersinden ise öğretmeni yazısını ve yazdıklarını beğenmiyordu. Israr etmek anlamsızdı köyünde yaşamaya karar vermişti zaten başka seçenek de yok gibiydi.
    Arkadaşlarının çoğu yatılı okumak için şehre gitmişti. Kendisiyle yaşıt kimse yoktu etrafında. O da tavuklarla, koyunlarla, kedisiyle ve kapıda bağlı duran köpeğiyle zaman geçiriyordu. Geleceğe dair bir planı yoktu. Çocuklara çoğunlukla sorulan “Ne olacaksın?” cümlesini duymayalı seneler olmuştu. Kimse ondan bir şey olmasını beklemiyordu demek ki. Zaten şimdilerde bu soruyu biri ona sorsa “Metin olacağım.” derdi.
    Metin, sabahları erken kalkar, hayvanların yemlerini verdikten sonra temizliklerini yapar ve günün geriye kalan zamanında eğer yaz mevsimi ise toprakla uğraşır, bahçeyi düzenler, tarlaya gider kış mevsimi ise genelde evin en eski odasına çekilir ve oradaki ne işe yaradığını bile bilmediği eski eşyaları incelerdi. Bu ev onlara dedesinin dedesinden kalmıştı. Ne zaman yapıldığına dair bir tarih bile yoktu. Duvarlara gömülü dolapların kenarları ahşap süslemeliydi ve tavanda da hayli güzel desenler vardı. Büyük dedelerinden birinin marangoz olduğunu duymuştu. Kendisinin ise böyle bir yeteneği bile yoktu.
Yine sıradan bir kış sabahı Metin bütün işlerini hallettikten sonra eski odanın kapısını araladı. Rutubet ve is kokuları kapıyı açar açmaz insanın yüzüne vuruyor, nefesini daraltıyordu. Belki kıyıda köşede fareler bile vardı bu odada ama Metin fareden korkmayacak kadar cesurdu. Kendisini oyalamak için aklına bir fikir geldi. Odayı temizleyecek, kullanılmayan eşyaları da yeniden değerlendirmeye çalışacaktı. Oda soğuk olmasına soğuktu ama Metin çalıştığı için bu soğuğu hissetmiyordu. Eşyaların tümünü önce bir kenara yığıp ardından zemini temizleyerek başlamak istedi. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlamamıştı. Bir yandan terlemişti. Toz, kir, pas içindeki eşyaları bir kenara yığmıştı ki boş ve büyük bir ahşap sandık adeta kendisine kaş göz işareti yapar gibiydi. Sandığı açmaya çalıştı ama kilitliydi. Anahtar görmüştü eşyaların arasında ama hiç önem vermemişti. Demek ki sandığın anahtarıydı bu. Anahtarı bulmak çabasıyla özenle kenara yığdığı eşyaların hepsini dağıttı ve sonunda paslı anahtarı buldu. Nedense o sandıkta kendisini cezbeden, merakını körükleyen bir şey olduğunu düşünüyordu.  Heyecanla sandığı açtı, boştu. Sandığın en dibinde sarı ve tozlu bir kağıt vardı sadece. Bütün heyecanı sönmüştü. Üstelik oda eskisinden de beter olmuştu. Terini sildi. Boşu boşuna heyecanlanmıştı. Kızgınlıkla yerdeki kağıdı aldı, en azından soba tutuştururum, diye düşündü. Yorulmuştu, kapıyı kapadı ve kağıt elinde oturma odasına gitti. Babası yan taraftaki sedirde yatıyordu. Kardeşleri ise kendi aralarında oynuyorlardı. Yanında getirdiği kağıdı sobaya atmak üzereyken kardeşi seslendi:
    -Ağabeyciğim, o kağıdı neden sobaya atıyorsun? Üzerindeki yazıları görmedin mi? Metin:
    -Kağıt boş, dedi ancak sobanın açık kapağından vuran alevler, kağıdın üzerinde bazı kelimelerin belirmesini sağlamıştı. Dikkatlice bakınca yazıları gördü. Kağıdı düzgün biçimde ışığa tuttu ve okumaya çalıştı:
    “Ey bu kağıdı bulan
    Sonra okuma şansına ulaşan kişi… ” metnin sonrası okunmuyordu. Metin, biraz heyecanlanmıştı. Kağıtta şanstan bahsediyordu. Demek ki bu kağıdın kendisine sağlayacağı bazı imkanlar vardı. Yoksa bir kağıdı bulmak neden “şans” olsun ki?
    Telaşla tekrar eski odaya döndü. Sandığı açtı, baktı. Altına baktı, kenarlarına baktı, hiçbir şey görünmüyordu. Bu sırada kardeşleri de yanına geldi. Büyük kardeşi duvar kenarındaki bir çatlağı işaret ederek:
    -Ağabey, şuraya baksana, dedi. Metin oraya baktığında duvarın arasında katlanmış bir kağıt daha gördü. Kağıdı özenle çıkardılar ve yeniden sobanın yanına gelerek alevlere doğru tuttular. Bu kez yazının tümü okunuyordu:
    “Ey bu kağıdı da bulan
    Sonra okuma şansına ulaşan kişi, heyecanlandın değil mi? Hazine bulacağını mı düşünüyorsun? Kıymetli şeyler mi arıyorsun? Senin en büyük şansın benim torunlarımdan birisi olmak. Allah’a emanet ol benim şanslı torunum.”
    Yıllar öncesinde planlanan bu şakayla karşılaşmak Metin’i hayal kırıklığına uğratmıştı. Dedesine teessüf etti içinden, babasına baktı, kardeşlerine baktı, elindeki kağıda baktı ve ateşe attı kağıdı.