Kadir Çağan Aydın
Akşamın dipsiz karanlığında
Kaybolan beyaz bir kağıt
Ya da
Sonbaharın son gününde
Çiçeğe durmuş bir ağaç
Gibiyim
Kadir Çağan Aydın
Akşamın dipsiz karanlığında
Kaybolan beyaz bir kağıt
Ya da
Sonbaharın son gününde
Çiçeğe durmuş bir ağaç
Gibiyim
Güneş Örgen
Yağmur altında saatlerce kalmış
Bir çocuk gibiyim
Kimsesiz
Kar altında unutulmuş
Kardan adam gibiyim
Etrafında kimse kalmamış
Zeynep Elif Kargı
Sen benim kimselerin bilmediği
Saklı dünyam
Rengarenk
Kalemlerimle işlediğim
Yalnızlıkla düşlediğim
Her beyaz sayfasını
Yeniden renklendirdiğim
Arkadaşım
Can yoldaşım
Resim defterim
Güneş Örgen Ezgi Budak
Kelimeler bazen kuş gibi
Yazacak oluyorum uçup gidiyorlar gökyüzüne
Kelimeler bazen gül gibi
Yaklaşıyorum dikeni batıyor ellerime, dilime
Kelimeler yeni açan çiçekler gibi
Güzel kokularla kalbimize sığınıyorlar
Kelimeler yağmurdan sonra çıkan
Gökkuşağı gibi ruhumuzu selamlıyorlar
Kelimeler çatal dilli yılan gibi
Yanlış insanların ağzında
Zehre dönüşüyorlar
Eymen Arda Aydemir
Karanlıkta bir şey görünmez dediler
Ben başta
İnandım buna
Sonra baktım ve karanlığa
Dedim madem buna inandım
Neden karanlıkta
Umut aradım
Kadir Çağan Aydın, Eymen Arda Aydemir
Unutmak iyi bir şey aslında
Acılar mesela unutulmalı
Korkular da unutulmalı
Bize yapılan kötülükler bile unutulmalı
Unutmak iyi bir şey aslında
Ama unutulmaması gerekenler de var
Tecrübeleri unutmamalıyız
Hataları unutmamalıyız
Unutsak da kimi zaman ödevimizi
Varmak istediğimiz yeri
Unutmamalıyız
Güneş Örgen
Vakit öğleyi bulmuştu. Kasabada bahar mevsiminin tadı başka oluyordu. Çiçekler açmaya başlamış, etraf yemyeşil olmuş, ağaçlar süslenmişti. Ara ara çiseleyen yağmur insanı hayata, dünyaya bağlamaya yetiyordu. Nil, dört yaşındaydı ve üç kardeşin en küçüğüydü. Kış boyu evde kalmaktan, evde oynamaktan sıkılmıştı ve baharın gelişi en çok onu sevindirmişti. Nil, bütün hayvanlarla arkadaştı ama en çok tavuklarla oynamayı seviyordu. Tavukların kendisinden kaçışını görmek ona mutluluk veriyordu. Kedi öyle değildi, ayaklarına sarılıyor, kucağına çıkmaya çalışıyordu. Köpek zaten ona itici geliyordu. Dişlerinden korkuyordu. Hele de çatır çutur kemik yerken. Tavukları kovalamak ya da onlara yem vermek onun hayattaki en büyük zevkiydi. Sabah yemlediği tavuklarla biraz eğlenmek istedi ve önlerine katıp bahçede bir o tarafa, bir bu tarafa kovalamaya başladı ancak bahçe kapısının açık olduğun unutmuştu. Tavuklar bir süre sonra bahçe kapısından dışarıya çıktı ve Nil de onların peşinden koşmaya devam etti. Bitmek bilmeyen bir kovalamaca başlamıştı. Tavuklar önde, Nil arkada dakikalarca yürüdüler, koşuştular. Bir ara yorulduğunu hisseden Nil, tavuklara bakmak yerine etrafa baktığında büyük korku duydu. Etrafta hiç ev kalmamıştı. Ne kasaba görünüyordu ne de evler. Çok uzakta renkli, süslü bir ev görünüyordu yalnızca ve tavuklar da ortadan kaybolmuştu. Ağlamak istedi ama nazlanmanın zamanı değildi. Olanca sesiyle bağırdı:
-Anneeee!
-Ablaaaa!
-Babaaa!
-Ağabeeeey! Sesini duyan kimse yoktu. Etrafta kuş sesi bile yoktu. Rüzgar yoktu. Bulutlar iyice yere yaklaşmıştı ve güneş da batmaya durmuştu. Birkaç saat sonra hava kararacaktı ve evinden çok uzaktaydı. Kısa bir süre düşündü, uzaktaki eve gitmekten başka çaresi yoktu. Tavuklar da kaybolmuştu. Koşarak tepedeki eve ulaştı. Ev, yakından daha güzeldi. Bahçede rengarenk çiçekler vardı ve hoş kokular geliyordu içerden. Bahçeden içeri girdiğinde evin duvarlarının pasta gibi olduğunu gördü. Pencereler ise renkli şekerler gibiydi. O kadar gerçekçi duruyordu ki her şey kapının koluna uzandı, büktü, kırıldı. Bir pasta gibi kırıldı. Kendini tutamadı ve kapının kolunu yemeye başladı. Gerçekten de bu bir pastaydı. Kapıyı artık açamazdı. Kapının tokmağını vurmayı denedi ancak tokmak elinde kaldı. Renkli bir şeker duruyordu elinde. Onun da tadına baktı. Evet, bu kapı tokmağı şekerdendi. Burada sonsuza kadar yaşayabilirdi. Ailesini, tavukları unutmuştu. Bir masal kitabının içine düşmüş gibiydi. Ablası ve ağabeyinin okuduğu bir kitapta vardı bu eve benzeyen resimler.
Yüzünde, kollarında bir el hissetti. Annesinin sesini duydu:
Nil, yavrum iyi misin? Aç gözlerini… Gözlerini açtı şükür.
Nil gözlerini açtı. Bütün aile bireyleri başucundaydı. Renkli evi aradı gözleri, yoktu. Evlerinin biraz ilerisindeydi. Avucuna baktı, şeker yoktu.
-Sana kaç kez tavukları kovalama dedim, bak düşmüşsün buraya, dedi ağabeyi. Nil şaşkın şaşkın ailesine baktı:
-Pasta yiyordum, şeker yiyordum. Beni neden buraya getirdiniz, dedi.
Kadir Çağan Aydın
Eymen Arda Aydemir
Sonbahar
artık geride kalmış, kış bütün şiddetiyle kendisini hissettirmeye
başlamıştı. Sabahın ilk saatleriydi. Artık eğitim hayatı bitmişti onun
için. Epeydir rahatsız olan babası evin işlerine bakamadığı için ve
kardeşleri de küçük olduğundan şehre okumak için gitmek yerine köyünde
kalıp hayvanlarla ve toprak işleriyle uğraşmak ona kalmıştı. Zaten çok
parlak bir öğrenci de olamamıştı geride kalan yıllar içinde. Bir türlü
matematik dersini anlayamıyordu. Fen bilgisi anlamsız geliyordu. Türkçe
dersinden ise öğretmeni yazısını ve yazdıklarını beğenmiyordu. Israr
etmek anlamsızdı köyünde yaşamaya karar vermişti zaten başka seçenek de
yok gibiydi.
Arkadaşlarının
çoğu yatılı okumak için şehre gitmişti. Kendisiyle yaşıt kimse yoktu
etrafında. O da tavuklarla, koyunlarla, kedisiyle ve kapıda bağlı duran
köpeğiyle zaman geçiriyordu. Geleceğe dair bir planı yoktu. Çocuklara
çoğunlukla sorulan “Ne olacaksın?” cümlesini duymayalı seneler olmuştu.
Kimse ondan bir şey olmasını beklemiyordu demek ki. Zaten şimdilerde bu
soruyu biri ona sorsa “Metin olacağım.” derdi.
Metin,
sabahları erken kalkar, hayvanların yemlerini verdikten sonra
temizliklerini yapar ve günün geriye kalan zamanında eğer yaz mevsimi
ise toprakla uğraşır, bahçeyi düzenler, tarlaya gider kış mevsimi ise
genelde evin en eski odasına çekilir ve oradaki ne işe yaradığını bile
bilmediği eski eşyaları incelerdi. Bu ev onlara dedesinin dedesinden
kalmıştı. Ne zaman yapıldığına dair bir tarih bile yoktu. Duvarlara
gömülü dolapların kenarları ahşap süslemeliydi ve tavanda da hayli güzel
desenler vardı. Büyük dedelerinden birinin marangoz olduğunu duymuştu.
Kendisinin ise böyle bir yeteneği bile yoktu.
Yine sıradan bir kış
sabahı Metin bütün işlerini hallettikten sonra eski odanın kapısını
araladı. Rutubet ve is kokuları kapıyı açar açmaz insanın yüzüne
vuruyor, nefesini daraltıyordu. Belki kıyıda köşede fareler bile vardı
bu odada ama Metin fareden korkmayacak kadar cesurdu. Kendisini oyalamak
için aklına bir fikir geldi. Odayı temizleyecek, kullanılmayan eşyaları
da yeniden değerlendirmeye çalışacaktı. Oda soğuk olmasına soğuktu ama
Metin çalıştığı için bu soğuğu hissetmiyordu. Eşyaların tümünü önce bir
kenara yığıp ardından zemini temizleyerek başlamak istedi. Zamanın nasıl
geçtiğini bile anlamamıştı. Bir yandan terlemişti. Toz, kir, pas
içindeki eşyaları bir kenara yığmıştı ki boş ve büyük bir ahşap sandık
adeta kendisine kaş göz işareti yapar gibiydi. Sandığı açmaya çalıştı
ama kilitliydi. Anahtar görmüştü eşyaların arasında ama hiç önem
vermemişti. Demek ki sandığın anahtarıydı bu. Anahtarı bulmak çabasıyla
özenle kenara yığdığı eşyaların hepsini dağıttı ve sonunda paslı
anahtarı buldu. Nedense o sandıkta kendisini cezbeden, merakını
körükleyen bir şey olduğunu düşünüyordu. Heyecanla sandığı açtı, boştu.
Sandığın en dibinde sarı ve tozlu bir kağıt vardı sadece. Bütün
heyecanı sönmüştü. Üstelik oda eskisinden de beter olmuştu. Terini
sildi. Boşu boşuna heyecanlanmıştı. Kızgınlıkla yerdeki kağıdı aldı, en
azından soba tutuştururum, diye düşündü. Yorulmuştu, kapıyı kapadı ve
kağıt elinde oturma odasına gitti. Babası yan taraftaki sedirde
yatıyordu. Kardeşleri ise kendi aralarında oynuyorlardı. Yanında
getirdiği kağıdı sobaya atmak üzereyken kardeşi seslendi:
-Ağabeyciğim, o kağıdı neden sobaya atıyorsun? Üzerindeki yazıları görmedin mi? Metin:
-Kağıt
boş, dedi ancak sobanın açık kapağından vuran alevler, kağıdın üzerinde
bazı kelimelerin belirmesini sağlamıştı. Dikkatlice bakınca yazıları
gördü. Kağıdı düzgün biçimde ışığa tuttu ve okumaya çalıştı:
“Ey bu kağıdı bulan
Sonra
okuma şansına ulaşan kişi… ” metnin sonrası okunmuyordu. Metin, biraz
heyecanlanmıştı. Kağıtta şanstan bahsediyordu. Demek ki bu kağıdın
kendisine sağlayacağı bazı imkanlar vardı. Yoksa bir kağıdı bulmak neden
“şans” olsun ki?
Telaşla
tekrar eski odaya döndü. Sandığı açtı, baktı. Altına baktı, kenarlarına
baktı, hiçbir şey görünmüyordu. Bu sırada kardeşleri de yanına geldi.
Büyük kardeşi duvar kenarındaki bir çatlağı işaret ederek:
-Ağabey,
şuraya baksana, dedi. Metin oraya baktığında duvarın arasında katlanmış
bir kağıt daha gördü. Kağıdı özenle çıkardılar ve yeniden sobanın
yanına gelerek alevlere doğru tuttular. Bu kez yazının tümü okunuyordu:
“Ey bu kağıdı da bulan
Sonra
okuma şansına ulaşan kişi, heyecanlandın değil mi? Hazine bulacağını mı
düşünüyorsun? Kıymetli şeyler mi arıyorsun? Senin en büyük şansın benim
torunlarımdan birisi olmak. Allah’a emanet ol benim şanslı torunum.”
Yıllar
öncesinde planlanan bu şakayla karşılaşmak Metin’i hayal kırıklığına
uğratmıştı. Dedesine teessüf etti içinden, babasına baktı, kardeşlerine
baktı, elindeki kağıda baktı ve ateşe attı kağıdı.