21 Mayıs 2024 Salı
DERİN DÜŞÜNCE
30 Nisan 2024 Salı
DEĞİŞİK BİR FUTBOL MAÇI
Eymen Arda Aydemir, Ezgi Budak
Nereden ve ne zaman şehre gelmişti yabancı, kimse bilmiyordu. Son zamanlarda herkesin dikkatini çeken tek kişi oydu. Kimseye selam vermeyen, kimseyle konuşmayan bu yabancı artık mahallenin konuşulan yegâne konusu hâline gelmişti. Sabahın erken saatlerinde evinden ayrılan yabancı, gecenin bir yarısı evine dönüyor, lambası sadece yarım saat açık kalıyor ve sonra ertesi sabah yine erkenden evinden ayrılıyordu. Ne iş yaptığını kimse bilmiyordu. Üstelik çarşıda, pazarda, başka mahallede gören kimse de olmuyordu bu yabancıyı. Birdenbire görünüyor ve birdenbire kayboluyordu.
Mahalledekiler, önceleri bu yabancının kötü biri olduğunu düşünmüştü. Yasal olmayan işler yapıyor, diye kendi aralarında konuşmuşlardı fakat herhangi bir olumsuzluk görmeyince merakları iyice artmıştı. Yabancıya dair bildikleri tek şey, gördüklerine dayanıyordu; o da her gün başka bir kıyafet giymesi. Pazartesi günleri takım elbise giyiyordu, salı günleri ise eşofmanla evden ayrılıyordu. Çarşamba günleri başında bir kasket ve elinde mutlaka şemsiye oluyordu. Perşembe günleri, elinde bir evrak çantası oluyordu, ayağında rugan ayakkabılar ve yakasında bir de rozet oluyordu. Cuma günleri, üniformaya benzeyen bir kıyafet giyiyordu ama hangi kurumun üniforması olduğu belli değildi. Cumartesi günleri hava nasıl olursa olsun güneş gözlüğü kullanıyor ve mavi bir elbise giyiyordu. Pazar günü insan evinde oturmaz, dinlenmez mi? Dinlenmiyordu. Pazar günleri yine elinde bir çanta oluyor, kalın çerçeveli bir gözlük takıyor, çantasından test kitapları görünüyordu.
Belki de birden fazla işi vardı adamın. Nihayet yabancıya dair efsaneler o kadar çoğalmıştı ki mahallenin muhtarı duruma el koymuştu. Birkaç gün, yabancıyı o da gözlemledi. Art niyetli biri olmadığını fark etti. Birkaç kez gizlice takip etmeye kalkıştı fakat her seferinde birkaç yüz metre sonra kaybetti yabancıyı. Sonunda yabancının eve geliş saatinde ona misafir olmaya karar verdi.
Günlerden cumartesiydi ve muhtar akşam misafirliği için eşine kek yaptırmıştı. Yabancının gelmesini bekliyordu. Yabancı, evine girecek ve lambasını söndürmeden muhtar da onun misafiri olacaktı. Kim olduğunu, ne işle uğraştığını öğrenecek ve bütün mahalleli rahat bir nefes alacaktı.
Sonunda akşam oldu. Yabancının oturduğu evin yakınındaki markette bekleyen muhtar, yabancıyı görür görmez elindeki kekle onun peşine düştü ve birkaç adım geriden aynı merdivenleri çıktı. Yabancı, hiç yorgun görünmüyordu. Hava kararmıştı ama güneş gözlüğünü hâlen çıkarmamıştı. Yabancı evine girdi ve kapıyı kapadı ardından muhtar zile bastı. Kaç haftadır kapısı çalınmayan yabancı şaşkın bir yüz ifadesi ile kapıyı açtı:
-Buyurun, kime bakmıştınız.
Muhtar heyecanla karışık bir ses tonuyla:
-Ben mahallenin muhtarıyım. Size, mahallemize hoş geldiniz, demeye geldim. Kek de getirdim. Süt varsa sütle yoksa çayla kekimizi yiyelim. İkisi de yoksa musluk suyu ile kekimizi yiyelim ama lütfen yiyelim, dedi.
Yabancı bu daveti geri çevirmedi.
Mutfakta iki bardağa musluk suyu doldurdu ve getirdi. Muhtar da keki açmış, masaya koymuştu. Derin bir sohbet başladı. Muhtar, konuştukça yabancıya ısınıyor, onun iyi bir insan olduğunu düşünüyordu. Yabancı, ona pilot olduğunu ve bu yüzden erkenden evden çıktığını söylemişti. Bunları duyan muhtar daha da sevindi. Kaç muhtarın mahallesinde pilot oturur ki?
O gece, yabancının lambası tam doksan dakika yandı. Mahalleli, görüntüsüz ve sessiz bir futbol maçı heyecanı yaşadı doksan dakika boyunca. Oyuncu iki kişiydi oysa: Muhtar ve yabancı.
Sonunda muhtar evden ayrıldı. Ayrılırken de yine geleceğini söyledi. Sohbetini sevmişti yabancının. Hatta hem mahalleliden hem de kendinden utanmıştı. Dışarda bekleyen mahalleli muhtarın anlatacaklarını dört gözle bekliyordu. Muhtar:
-Komşunuz bir pilot beyler. Çok da iyi bir insan. Bunca zaman boşu boşuna olumsuz şeyler düşünmüşüz. Yazıklar olsun bize, dedi ve herkese iyi geceler dileyerek tribünlerden ayrıldı.
Ertesi gün pazardı. Mahalle halkı rahat bir nefes almış ve gece boyu uyumuştu ancak sabahın erken saatlerinde bu kez elinde çanta testlerle yabancıyı görenlerin aklına bir soru geldi: Hani pilottu? Gün boyu yabancının muhtarı iyi kandırdığını düşündüler, konuştular ve tekrar muhtara giderek bu detayı anlattılar. Yabancının her gün farklı bir kıyafetle evden ayrıldığını söylediler. Muhtar, kendini kandırılmış hissediyordu. Peki ama o kadar tatlı dilli bir yabancı niçin yalan söyleme ihtiyacı hissetmişti? Bu kez eşine kurabiye yaptırdı. Yabancının evinde musluk suyu içmemek için bir termos da çay aldı yanına ve akşam yeniden yabancının evine daldı. Kaç haftadır kapısı çalınmadığını düşünen yabancı şaşkın bir yüz ifadesi ile kapıyı açtı:
-Buyurun, kime bakmıştınız.
Muhtar, bu karşılamadan rahatsız oldu:
-Benim, beeen. Muhtar. Dün musluk suyuyla kek yemiştik, ne çabuk unuttun?
Yabancı umursamadı fazla. Yine tatlı bir muhabbet başladı ve yabancı, bir özel kurumda öğretmen olduğunu söyledi. Özel kurumların sabahtan akşama kadar personel çalıştırdığını, çok ezildiğini anlattı. Muhtar şaşkındı.
Tam doksan dakika yabancının lambası yandı. Mahalleli, görüntüsüz ve sessiz bir futbol maçı heyecanı yaşadı doksan dakika boyunca. Geriye kalan yirmi kişi meçhuldü. Belki onlar da içerdeydi ama mahalleli bilmiyordu. Oyuncu iki kişiydi oysa: Muhtar ve yabancı.
Muhtar, kan ter içinde dışarı çıktı. Kurabiyeler bitmişti. Çay da bitmişti. Mahalleli suskundu. Herkes sessizdi.
Sessizliği daha önce hiç görmedikleri araçların sirenleri bozdu. Araçlardan farklı üniforma giymiş insanlar iniyordu. Bir tanesi beyaz gömlek giymişti araçtan inenlerin. Kalabalığa doğru yaklaşan beyaz gömlekli adam:
-Bu mahalleye son zamanlarda taşınan bir yabancı oldu mu, diye sordu.
16 Nisan 2024 Salı
SON MAÇ
Eymen Arda Aydemir, Ahmet Kerem Şahin
Futbol, onun için her şeydi. Bütün sohbetleri, arkadaşlıkları, ilgisi, okudukları futbol üzerineydi. Bir marketin önünden geçerken açık bir televizyonda futbol maçı görse kapının önünde maç bitinceye kadar beklediği oluyordu. Bir parkta ya da okul bahçesinde maç yapan birilerini gördüğünde hemen yanlarına gidip oyuna dahil olmayı teklif ediyor, kabul edilmezse maç bitinceye kadar izliyordu. Evinde sekiz on tane futbol topu vardı. Biri balkonda, biri oturma odasında, biri mutfakta birkaçı kendi odasında… Mutfakta olan top biraz yumuşak ve hafifti çünkü hayli masraf açmıştı ailesinin başına mutfakta top oynarken. Odasının duvarları büyük futbol takımlarının oyuncularıyla ve formalarıyla süslüydü hatta odasının duvarlarını da tuttuğu takımın rengine boyatmak istemiş fakat ailesi izin vermemişti. Yalnızca odasının tavanına tuttuğu takımın bayrağını asmasına müsaade etmişlerdi. Okul çantasını tuttuğu futbol takımının renklerinde almıştı. Defterleri ve kitapları yine futbol takımının renklerindeydi. Evin anahtarlarını taktığı anahtarlık da tuttuğu takıma aitti. Çorapları, bilgisayarın kapağı, ekran koruyucusu, telefonunun arka planı hep futbolla ilgili şeylerdi.
Altıncı sınıf geride kalmak üzereydi. Arkadaşları usul usul lise hayalleri kurmaya, sınavlara hazırlanmaya başlamışlardı ancak onun bu tarz düşünceleri yoktu. Zaten dersleri de salmıştı iyice. Bazen zayıf not aldığı bile oluyordu, umursamıyordu. Nasıl olsa futbolcu olacaktı, iyi bir okulla, eğitimle ne işi vardı ki? Futbolcu olacak ve saatlerce ders çalışan, elinden kitap düşmeyen arkadaşlarına forma imzalayıp gönderecekti.
Top yuvarlaktı ve dünyada yuvarlaktı. Her ikisi de dönüyordu…
Her zamanki gibi okuldan çıkar çıkmaz önce okulun bahçesini kontrol etti. Üst sınıflar kendi aralarında maç yapacaklardı. Kalabalığı görünce doğrudan oraya yöneldi ve oyuncuya ihtiyaç olup olmadığını sordu. Önce gülüşmeler oldu ardından iri yarı olan biri:
-Seni benim takıma alacağım ancak hangi mevkide oynayacaksın, dedi.
Hiç düşünmeden:
-Sağ kanadı bana ver, gerisini merak etme, dedi. İri yarı çocuk, bu kendinden emin cevaptan hoşnuttu fakat ilave etti:
-Beklediğim oyunu sergilemezsen işin zor…
Kısa süre sonra maç başladı. Kendinden büyük çocuklarla ilk kez oynuyordu. Top ayağına ulaştığında aniden uzun bacaklarla yanında biten diğer takımın oyuncularından kaçamıyordu. Ne zaman top kendisine gelse hemen kaptırıyordu. Sahanın o tarafına koşuyor, bu tarafına koşuyor ancak istediği gibi oynayamıyordu. Sanki ayaklarına demirden ağırlıklar asılmış gibiydi ya da diğer çocuklar çok hızlıydı. Bu arada iteklemeler, bağrışmalar, kan ter içinde kaba sözler peş peşe sıralanıyordu. Bir ara sahaya arkasını dönmüştü ki büyük bir gürültüyle irkildi. Gol yemişti takımı. Bu sırada kendini takıma alan iri yarı çocukla göz göze geldi. Çocuğun gözlerinden kıvılcımlar saçılıyordu. Diliyle dişinin arasında kendine bir şeyler diyordu. Korkmaya başladı. İlk kez bir maçın sonunu beklemeden sahadan ayrılmak istiyordu fakat bu mümkün değildi.
Artık maç onun için bitmişti. Sadece öfkeli bakışları seyrediyordu. Zaten ayağına gelmeyen top, hiç uğramaz olmuştu. Derken takımı bir gol daha yedi, bir gol daha, bir gol daha… Artık tartışmalar, bağrışmalar futboldan daha ön plandaydı. Derin bir nefes aldı. Odası, hayatı, çorapları, anahtarlığı, çantası hepsini bir anda hatırladı. O, bir futbol çocuğuydu ve yarıda bırakılmazdı hiçbir maç. Aniden bulunduğu yerden fırladı. Kendinden büyük olsa da diğer oyunculardan hızlı koşmaya, onların ayağından topu almaya başladı. Birkaç teşebbüsten sonra nihayet takımının ilk golünü attı. Karşı takımdakiler dalga geçmişti onun attığı golle. Kendi takımındakiler ise bu golü bir yabancıya kaptırdıkları için sinirliydiler. Maç devam ediyordu. Sahada yalnızca kendisi varmış gibi oynuyordu. Beş on dakika geçmeden ikinci golünü de atmıştı karşı takıma. Kendi takımındakilerin de rakibiydi artık. Üç takımlık bir maç oynanıyor gibiydi. Umursamıyordu hiçbir şeyi. Kendine atılan sert bakışları, bağırışları umursamıyor ve yeni bir gol arıyordu. Nihayet üçüncü golü de attığında artık her iki takım da sanki kendine karşı ittifak etmiş gibiydi. Golleri saymıyordu ama birkaç tane daha atması gerektiğini biliyordu. Tüm oyuncular yorulmuş, vakit de biraz ilerlemişti. Bu esnada tam dördüncü golünü atmıştı ki kendini yerde buldu. Onu oyuna alan iri yarı çocuk kalenin tam önünde topu ayağından almaya çalışmış, alamayınca bir çelme ile yere yuvarlanmasına neden olmuştu. Yerinden kalkmaya çalıştı fakat ayağını kaldıramıyordu. Acıdan kıvranıyordu ama yanına gelen kimse yoktu. Bir süre yerde bekledi. Sürüne sürüne sahanın kenarına ulaştı. Gözlerini kapattı ancak ağrısı büyüyordu.
Gözlerini tekrar açtığında etrafında annesi, babası ve kardeşini gördü. Bir hastane odasıydı burası. Doğrulmaya çalıştı, ayağını fark etti. Kocaman bir alçı vardı ayağında ve ayağı yukarıya asılmıştı. Bir şeyler anlatmak istedi ailesine ama susmak daha iyiydi sanki. Konuşmadı. Bir şey soran da olmadı zaten kendine. Üç gün yattı hastanede. Hiçbir şey konuşmadan üç gün. Hiçbir arkadaşı gelmemişti ziyaretine. Arkadaşının olmadığını anladı. Duvarları boştu hastanenin. Ayaklarında çorap yoktu. Takımının renkleri silinmişti dünyasından sanki. Karşıdaki televizyonda spor kanalı açıktı ve kıran kırana bir maç vardı. Kumandayı aldı, televizyonu kapattı.
Futbol, artık onun için bitmişti.
19 Mart 2024 Salı
ÜÇ
Eymen Arda Aydemir
Kadir Çağan Aydın
Ahmet Kerem Şahin
Buraya geleli henüz üç ay olmuştu fakat şimdiden alışmıştı buranın insanlarına, yaşamına. İlk defa yaşadığı şehirden uzaklaşmış, daha önceden hiç tanımadığı insanlarla yaşamaya başlamıştı. Bulunduğu yerden ayrılmanın, uzaklaşmanın zor olacağını, üzüntü vereceğini söylemişlerdi hep, oysa öyle olmamıştı. Yaşadığı yerden tam ayrılacakken biraz üzüntü duyar gibi olmuş fakat birkaç saat sonra içine bir huzur dolmuştu. Yol uzadıkça hafiflemişti ve sonunda buraya gelmişti.
Buraya ulaşmasının normalde daha uzun bir süre alması gerekiyordu fakat üç saatte ulaşmıştı buraya. İnanamamıştı bu kadar çabuk ulaştığına. Saatinin durmuş olacağını bile düşünmüştü. Bu şehri seveceğine olan inancı ta o zamanlar başlamıştı yani ulaştığı ilk gün. Peki, ama o kadar uzun yol nasıl üç saate inmişti? Bunu bir türlü anlayamamıştı. Eskiden olsa bunu saatlerce, günlerce düşünürdü fakat bu şehirde düşünmeye gerek yoktu böyle şeyleri.
Üç çocuklu bir ailenin en büyük çocuğuydu. Evin bütün işleri onun üzerindeydi buraya gelmeden önce. Marketten ekmek almak bile onun işiydi. Faturaları ödemek onun işiydi. Annesine yardımcı olmak için çamaşır serdiği, ütü yaptığı da oluyordu. Ramazan aylarında iftar sofrasını hazırlamak onun işiydi. Etli pide yaptırmak, kasaptan köfte almak, pazara gitmek, bahçedeki çiçekleri sulamak, kediye mama vermek, kışın kapının önündeki karları küremek, yazın ördeklerin yüzmesi için minik havuzu doldurmak onun işiydi. Kardeşlerinin yüzmesi için büyük havuzu doldurmak da onun göreviydi. Düşündükçe ne çok görevinin olduğu aklına geliyordu. Sadece bunlar değildi ki işi gücü: Dünyayı uzaylıların saldırılarına karşı kollayıp gözetmek, tarihin karanlıklarından günümüze gelmeye çalışan kahramanları yerinde tutmak ve daha da neler neler…
Üç Mart’ta doğmuştu ve şimdiye kadar yalnızca üç kez doğum günün kutlamıştı. Belki bu şehirde doğum gününü de kutlayacak dostları, arkadaşları olurdu. Hatta kendisi hatırlatmaz doğum gününü, ona sürpriz hazırlarlardı. Hediye bile alırlardı belki. Hiç hediye almamıştı. Düşündü bunu da… Tam üzülecekti ki zaten kimseye hediye vermediğini de hatırladı. Öyleyse üzülmeyi gerektirecek bir durum değildi bu. Bunları düşünürken gözü saate takıldı. Saat gecenin üçüydü.
12 Mart 2024 Salı
RAMAZAN MANİLERİ
Eymen Arda Aydemir, Ahmet Kerem Şahin
Saat işliyor tik tak
Dön de saatine bak
İftar vakti gelince
Kafaya bir takke tak
Midemde var savaşlar
Gelmiyor neden iftar
Ben beklerken lahmacun
Akşama pırasa var
Gökyüzünde buluttum
Acıktım oruç tuttum
Uzanırken tatlıya
Orucumu unuttum
ÜÇ
Eymen Arda Aydemir
Herkes bir şey yapacaksa bunu güce bağlar
Ama atlarlar üç şeyi
Zekadır birincisi
Verimli kullanılır kası kemiği
Cesaret ikincisi
O olmazsa diğerleri neye yarar ki
Kontrol üçüncünün ismi
Kontrol edemezsen biter hepsi
ÖNCEKİ SALILARA BENZEMEYEN BİR SALI
Ahmet Kerem Şahin, Eymen Arda Aydemir, Elvin Erva Koçyiğit
Akşamın nasıl geldiğinin farkında değildi. Günlerden salıydı ama Cuma kadar yorulmuştu. Keşke Cuma olsaydı ve yarın hiçbir şey yapmadan, perdeleri kapatarak akşama kadar uyusaydı. Uyumak… Ne güzel bir kelimeydi ama yıllardır doya doya uyumaya hasretti. Cumartesi, Pazar, ara tatil, yaz tatili… Hiçbiri doyasıya uyumaya yeten bir fırsat sunmamıştı kendine. Günlerden salıydı. Akşam gelmişti gelmesine ama herkes akşam olunca evine gider, yemeğini yer, dinlenirken o ancak gece yarısı evine gidebiliyordu. Şikâyet etmeye hakkı yoktu bu ışıltısız hayatı kendisi seçmişti. Onu birtakım testlere tabi tutmuşlar, sınavlardan geçirmişler ve sonunda aydınlık bir gelecek vaadi ile bir programa dâhil etmişlerdi. Bu program bittiğinde artık dünya üzerindeki sayılı seçilmiş kişilerden biri olacaktı. Başlangıçta her şey güzeldi. O seçilmişliği yaşıyordu. Arkadaşlarıyla da uyum içindeydi ancak zaman geçtikçe seçilmemişlerin hayatı ona daha cazip gelmeye başlamıştı. Hayatını yorucu hale getiren şeylerden sadece birisiydi bu.
Kafasının içinde bu düşünceler dolaşırken kendini sistem binasının önünde buldu. Binanın içinde kendi gibi arkadaşları vardı ve kimse kimseye selam vermiyordu. Kimse kimsenin farkında da değildi. Sadece dolaşıyordu insanlar. Her zamanki odasına geçti ancak her zaman olmayan bir şey oldu. Odasında Tepegöz oturmuş Dede Korkut’la Yüzüklerin Efendisi’nin dedikodusunu yapıyordu. Bir süre kulak misafiri oldu. Lafı bölmemek için dışarı çıktı, bahçede dolaştı ve gördüklerinin bir hayal olduğuna karar verdi. Daha az çalışmalıydı. Böyle giderse daha neler neler görürüm, dedi içinden. Sistem binasının etrafında bir tur atıp yeniden odasına girmeye karar verdi. Tam odasının önünden geçerken pencereden içeriye baktı halen odasında Tepegöz oturmuş Dede Korkut’la Yüzüklerin Efendisi’nin dedikodusunu yapıyordu.
Bu kez biraz ürkerek girdi içeriye. Aslında birilerine durumu haber vermek istedi ancak kendisiyle alay edilmesinden korktu. Birkaç fotoğraf alıp bunu basına verebilirdi ama bu gerçek miydi ki? İçeriye girdiğinde bu kez Dede Korkut ona dönerek:
-Beyim hangi obadansın, Oğuz’un hangi boyundansın? Yüzyıllardır destan söylerim, efsane anlatırım seni buralarda hiç görmedim. Oğulcuğum kimlerdensin, dedi.
Bu esnada kapı gürültüyle açıldı ve Deli Dumrul nefes nefese içeri girdi, kendisini işaret ederek:
-Bre yiğit senin bana borcun var mıdır? Buraya gelirken hangi köprüden geçtin? Benim köprümden geçtinse 30 akçe borcun vardır, geçmedinse bir dayak ve 40 akçe borcun vardır, dedi.
Yaşadıkları artık ona normal gibi geliyordu. Düşündü. Bir köprüden geçmişti fakat bu Deli Dumrul’un değildi. Deli Dumrul’a yönelerek:
-Senin köprüden istesem de geçemem, benim atlar senin köprüyü yıkar Beyim, dedi. Deli Dumrul, dellendi. Üzerine doğru yürümeye başladı. O esnada Tepegöz araya girmeye hazırlanıyordu. Dede Korkut ise biraz endişeli gözlerle olanları seyrediyor bir yandan da:
-Gençler, size yakışıyor mu, diye müdahale etmeye çalışıyordu. O sırada zil sesini duydu. Zil sesi yaklaştıkça Deli Dumrul, Dede Korkut, Tepegöz dalgalanmaya başladılar. Birkaç sallantıdan sonra ortan kayboldular. Günlerden salıydı ama önceki salılara hiç benzemiyordu.
5 Mart 2024 Salı
TIRAŞ
Elif Masal Zontul, Eymen Arda Aydemir, Kadir Çağan Aydın, Ezgi Budak
Her günkünden daha durgun olduğunu hissetti. Normalde böyle değildi, gülümserdi, espri yapardı, arkadaşlarıyla sohbet ederdi ama o gün bir şeyler vardı konuşmasını, gülmesini engelleyen. Neden böyleydi? Kötü bir haber almamıştı. Kötü bir olay da yaşamamıştı. Birdenbire, kendiliğinden dışına düşmüştü yaşamın ve seyircisi haline gelmişti yaşadıklarının. Biraz hava alsam iyi olacak, dedi kendi kendine. Belki de önceki günlerde kendini fazla kaptırmıştı hayatın akışına ve birden yorulmuştu. Zaten şair de öyle demiyor muydu: İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur. Akşam değildi, yaşlı da değildi ama bir yerlerden okuduğu bu dize gelip içine oturmuştu.
Dışarıya çıktı ve kalabalıklar arasına karıştı. İstasyon Caddesi her zamanki gibi insan seliydi. Üstelik seçim propagandaları başlamıştı ve her yerde bayraklar asılıydı, müzikler çalıyordu. Yüzlerine baktı insanların. Hepsini ilk kez görüyor gibiydi. Belki de gerçekten ilk kez görüyordu. Tanıdık bir yüz aradı kalabalıkta. İlkokul arkadaşı da olurdu ortaokul arkadaşı da. Bir akraba veya bir komşu… Tanıdık bir yüz aradı kalabalıkta. Yüzlerce insan geçiyordu yanından ama hiçbirinin yüzü tanıdık değildi. Madem herkes yabancıydı tanıdık birilerini kendisi bulabilir, yanına gidebilirdi. Yıllardır tıraş olduğu berber geldi aklına. Zaten saçları da uzamıştı epey. Berber onu kendine getirirdi. Zaten sohbeti iyi biriydi. Mutlaka tıraş boyunca konuşacak ve konuşturacak bir konu bulurdu. Berberin bulunduğu sokağa saptı, biraz sonra dükkanın önündeydi. Tam içeriye girmek üzereydi ki burasının artık kasap olduğunu fark etti. Nasıl oluyordu bu? Çocukluğundan beri bu yolu adım adım biliyordu. Biraz geriye çekildi, sağa sola baktı. Burası berberdi. Yıllardır berberdi. Bir anda değişemezdi. Kötü bir rüya mıydı yaşadıkları? Cesaretini ve kafa karışıklığını toparlayıp dükkana girdi. Şükür ki berber içerdeydi ancak kasap önlüğü takmış işiyle meşguldü. Selam verdi ancak arkadaşı başını bile kaldırmadan selamını aldı ve devam etti:
-Buyurun efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?
Bu beklemediği soğuk cevaptan dolayı da biraz canı sıkıldı.
-Demek artık iş değiştirdin. Ne zaman oldu bu değişiklik? Ben şimdi nerede tıraş olacağım?
Kasap, bu cümlelerden sonra başını kaldırdı ve:
-Ben yirmi yıldır burada kasap işletiyorum. Galiba biriyle karıştırdınız. Buyurun, size nasıl yardımcı olabilirim?
Bağırmamak için kendini zor tuttu ve dükkândan dışarıya çıktı. Dükkânın ilerisine yürüdü, döndü. Birilerini durdurup sormak istedi. Burası berber değil miydi, diyecekti yoldan geçen ilk kişiye ancak alacağı cevaptan korktu. Zaten saçları da çok uzamamıştı. Bir vitrinin önünde durdu, saçlarını taradı. Evet, daha birkaç hafta idare ederdi bu saçlarla.
İçini kemiren bir şeyler vardı. Normalde böyle değildi, gülümserdi, espri yapardı, arkadaşlarıyla sohbet ederdi ama o gün bir şeyler vardı konuşmasını, gülmesini engelleyen. Neden böyleydi? Eve gidip yemek yaparsa belki her şey normale dönerdi. Yemek yapmayı ve yemeyi çok severdi. Yemek yaparken bütün dünyayı unuturdu. Yemek hazırlamak güzel bir fikir, diye aklından geçirdi. Kasaptan malzeme alıp eve dönmeye karar verdi. Kasapla bu kez hiç muhatap olmayacaktı, selam bile vermeyecekti. İstediği malzemeyi alıp konuşmadan çıkacaktı. Kasabın önüne geldi, içeriye adım atar atmaz berber arkadaşı neşeli bir şekilde karşıladı:
-Nerelerdesin sen yahu? Haftalardır uğramıyorsun. Saçların da hayli uzamış. Otur, bir çay iç seni tıraş edeyim.
Başı döndü, oturmak zorundaydı. Önüne konulan çaya uzandı, arkadaşının yüzüne baktı. Bardak elinde dışarıya çıktı ve dükkanın tabelasına baktı. Bu esnada ilkokul arkadaşı yanına geldi ve hal hatır sordu. Tekrar içeri girdi ve tıraş sandalyesine oturdu. Aynada kendisini gördü. Dışarıya çıkmak iyi gelmişti.
13 Şubat 2024 Salı
UMUT
Eymen Arda Aydemir
Karanlıkta bir şey görünmez dediler
Ben başta
İnandım buna
Sonra baktım ve karanlığa
Dedim madem buna inandım
Neden karanlıkta
Umut aradım
UNUTMAK
Kadir Çağan Aydın, Eymen Arda Aydemir
Unutmak iyi bir şey aslında
Acılar mesela unutulmalı
Korkular da unutulmalı
Bize yapılan kötülükler bile unutulmalı
Unutmak iyi bir şey aslında
Ama unutulmaması gerekenler de var
Tecrübeleri unutmamalıyız
Hataları unutmamalıyız
Unutsak da kimi zaman ödevimizi
Varmak istediğimiz yeri
Unutmamalıyız
ŞAKA ŞAKA
Kadir Çağan Aydın
Eymen Arda Aydemir
Sonbahar
artık geride kalmış, kış bütün şiddetiyle kendisini hissettirmeye
başlamıştı. Sabahın ilk saatleriydi. Artık eğitim hayatı bitmişti onun
için. Epeydir rahatsız olan babası evin işlerine bakamadığı için ve
kardeşleri de küçük olduğundan şehre okumak için gitmek yerine köyünde
kalıp hayvanlarla ve toprak işleriyle uğraşmak ona kalmıştı. Zaten çok
parlak bir öğrenci de olamamıştı geride kalan yıllar içinde. Bir türlü
matematik dersini anlayamıyordu. Fen bilgisi anlamsız geliyordu. Türkçe
dersinden ise öğretmeni yazısını ve yazdıklarını beğenmiyordu. Israr
etmek anlamsızdı köyünde yaşamaya karar vermişti zaten başka seçenek de
yok gibiydi.
Arkadaşlarının
çoğu yatılı okumak için şehre gitmişti. Kendisiyle yaşıt kimse yoktu
etrafında. O da tavuklarla, koyunlarla, kedisiyle ve kapıda bağlı duran
köpeğiyle zaman geçiriyordu. Geleceğe dair bir planı yoktu. Çocuklara
çoğunlukla sorulan “Ne olacaksın?” cümlesini duymayalı seneler olmuştu.
Kimse ondan bir şey olmasını beklemiyordu demek ki. Zaten şimdilerde bu
soruyu biri ona sorsa “Metin olacağım.” derdi.
Metin,
sabahları erken kalkar, hayvanların yemlerini verdikten sonra
temizliklerini yapar ve günün geriye kalan zamanında eğer yaz mevsimi
ise toprakla uğraşır, bahçeyi düzenler, tarlaya gider kış mevsimi ise
genelde evin en eski odasına çekilir ve oradaki ne işe yaradığını bile
bilmediği eski eşyaları incelerdi. Bu ev onlara dedesinin dedesinden
kalmıştı. Ne zaman yapıldığına dair bir tarih bile yoktu. Duvarlara
gömülü dolapların kenarları ahşap süslemeliydi ve tavanda da hayli güzel
desenler vardı. Büyük dedelerinden birinin marangoz olduğunu duymuştu.
Kendisinin ise böyle bir yeteneği bile yoktu.
Yine sıradan bir kış
sabahı Metin bütün işlerini hallettikten sonra eski odanın kapısını
araladı. Rutubet ve is kokuları kapıyı açar açmaz insanın yüzüne
vuruyor, nefesini daraltıyordu. Belki kıyıda köşede fareler bile vardı
bu odada ama Metin fareden korkmayacak kadar cesurdu. Kendisini oyalamak
için aklına bir fikir geldi. Odayı temizleyecek, kullanılmayan eşyaları
da yeniden değerlendirmeye çalışacaktı. Oda soğuk olmasına soğuktu ama
Metin çalıştığı için bu soğuğu hissetmiyordu. Eşyaların tümünü önce bir
kenara yığıp ardından zemini temizleyerek başlamak istedi. Zamanın nasıl
geçtiğini bile anlamamıştı. Bir yandan terlemişti. Toz, kir, pas
içindeki eşyaları bir kenara yığmıştı ki boş ve büyük bir ahşap sandık
adeta kendisine kaş göz işareti yapar gibiydi. Sandığı açmaya çalıştı
ama kilitliydi. Anahtar görmüştü eşyaların arasında ama hiç önem
vermemişti. Demek ki sandığın anahtarıydı bu. Anahtarı bulmak çabasıyla
özenle kenara yığdığı eşyaların hepsini dağıttı ve sonunda paslı
anahtarı buldu. Nedense o sandıkta kendisini cezbeden, merakını
körükleyen bir şey olduğunu düşünüyordu. Heyecanla sandığı açtı, boştu.
Sandığın en dibinde sarı ve tozlu bir kağıt vardı sadece. Bütün
heyecanı sönmüştü. Üstelik oda eskisinden de beter olmuştu. Terini
sildi. Boşu boşuna heyecanlanmıştı. Kızgınlıkla yerdeki kağıdı aldı, en
azından soba tutuştururum, diye düşündü. Yorulmuştu, kapıyı kapadı ve
kağıt elinde oturma odasına gitti. Babası yan taraftaki sedirde
yatıyordu. Kardeşleri ise kendi aralarında oynuyorlardı. Yanında
getirdiği kağıdı sobaya atmak üzereyken kardeşi seslendi:
-Ağabeyciğim, o kağıdı neden sobaya atıyorsun? Üzerindeki yazıları görmedin mi? Metin:
-Kağıt
boş, dedi ancak sobanın açık kapağından vuran alevler, kağıdın üzerinde
bazı kelimelerin belirmesini sağlamıştı. Dikkatlice bakınca yazıları
gördü. Kağıdı düzgün biçimde ışığa tuttu ve okumaya çalıştı:
“Ey bu kağıdı bulan
Sonra
okuma şansına ulaşan kişi… ” metnin sonrası okunmuyordu. Metin, biraz
heyecanlanmıştı. Kağıtta şanstan bahsediyordu. Demek ki bu kağıdın
kendisine sağlayacağı bazı imkanlar vardı. Yoksa bir kağıdı bulmak neden
“şans” olsun ki?
Telaşla
tekrar eski odaya döndü. Sandığı açtı, baktı. Altına baktı, kenarlarına
baktı, hiçbir şey görünmüyordu. Bu sırada kardeşleri de yanına geldi.
Büyük kardeşi duvar kenarındaki bir çatlağı işaret ederek:
-Ağabey,
şuraya baksana, dedi. Metin oraya baktığında duvarın arasında katlanmış
bir kağıt daha gördü. Kağıdı özenle çıkardılar ve yeniden sobanın
yanına gelerek alevlere doğru tuttular. Bu kez yazının tümü okunuyordu:
“Ey bu kağıdı da bulan
Sonra
okuma şansına ulaşan kişi, heyecanlandın değil mi? Hazine bulacağını mı
düşünüyorsun? Kıymetli şeyler mi arıyorsun? Senin en büyük şansın benim
torunlarımdan birisi olmak. Allah’a emanet ol benim şanslı torunum.”
Yıllar
öncesinde planlanan bu şakayla karşılaşmak Metin’i hayal kırıklığına
uğratmıştı. Dedesine teessüf etti içinden, babasına baktı, kardeşlerine
baktı, elindeki kağıda baktı ve ateşe attı kağıdı.