25 Eylül 2024 Çarşamba

ACELE ŞİİR

 Zeynep Akbulut


Hayat bazen yorucu bazen de güzel
Sen hayatın en güzel yerinde gel
Sen geldiğinde zaten güzelleşiyor dünya
Başlıyor seninle bitmeyecek bir rüya

Hayat bazen sarsıyor bazen yıkıyor
İnsan bu zamanlarda yaşamaktan bıkıyor
Yine de sen gelince hayat anlamlı olur
Bu acele şiirim belki burda son bulur

SEN BANA GELDİĞİNDE

 Zeynep Ayten


Sen benim yanıma geldiğinde
Hayat birden duruyor
Bir ağırlık çöküyor gözlerime
Her şey benden uzaklaşıyor

Sen benim yanıma geldiğinde
Başka bir dünyanın kapıları açılıyor
Ayaklarımın altında
Yaşadığım dünya uzaklaşıyor

Sen bana geldiğinde
Biliyorum boş gelmiyorsun
Rengarenk bir dünyayı
Beraber getiriyorsun

Sen bana geldiğinde 
Her şey değişiyor
Günün herhangi bir saatinde
Sen bana geldiğinde ey uyku
Ben benden gidiyorum

24 Eylül 2024 Salı

DELİ DEĞİLİZ, KENDİMİZDEYİZ

 

EMİR SABRİ ÜNSAL
EMİR KAAN ŞİMŞEK
MUHAMMET MİRAÇ GÜN
SALİH TAHA BALTA
MEHMET ÇINAR KÖKSAL
HAYRETTİN EYMEN BULUT

Bir türlü bana pas vermiyordu. Paspasa basmadan yürümem gerektiğini o zaman anladım. Paslanmışsın, diyordu bana top bekleyen arkadaşım. Minecraft’ta golem kesip demir seti yapıyordum bir yandan. Ayak parmaklarımdaki kalemin ucu kırılmıştı. Şimdi büyük bir satır alıp kalemimin ucunu açmam gerekiyordu ki bu satırın dolduğunu anlayıp satır başına döndüm.
Satır başı. Başım ağrıyor bugün. Nedenini bilmiyorum. Hava çok soğuk, buna rağmen herkes birbirine hava atıyor. Atmaca beslemek istiyorum küçük bir kafeste. Miraç elindeki o kağıdı keşke dörde, beşe katlamasaydı. Zaten bir türlü bana pas vermiyordu. Sabiri son günlerde sabrımızı zorluyor. Neyse ki şimdi yerinde. Biraz yorulmuş ve pancara dönmüş yüzü. Pancar tarlaları şimdi bomboş kalmıştır. Üstelik pezik turşuları da kurulmuştur. Kurmaya çalıştığım şehir yarım kaldı çünkü yapacak ödevim çoktu. Defterimin henüz birkaç sayfası dolu yalnızca. Belki de bu yüzden çantam çok hafif. Zamanla içi doldukça çantam ağırlaşacak. Aynı benim gibi ağırlaşacak. Hayrettin yazdıklarımıza hayret ededursun biz devam edelim. Serdar Dursun. Hayrettin Dursun. Herkes, her şey yerinde dursun. Sabri çalım atadursun, Kerem gol atadursun. Dursun ve Temel yolda giderken bir lamba bulmuştu ya. Temel ve dursun yolda giderken kırmızı ışıkta dursun. 
Bir türlü kendime gelemiyorum. Zihnimi toparlayamıyorum çünkü hayatın kenarına konulmuş bir manken gibiyim, kendimi öyle hissediyorum. Öyle ya da böyle düşünüyorum, yazıyorum, konuşuyorum. Yine de satırları toparlayamıyorum. Kalemi tam açıyordum ki ayağımı kestim. Telefonumu açamam şimdi. Zaten şarjım da bitti. Nereden geldiyse bu grip. Durmadan burnum akıyor. Kimse benden mendil almıyor. 
-Ben dilenci değilim, yanlış anlama abla.
Günler böyle geçiyor şimdilerde. Güller böyle soluyor dallarda. Sonbahardayız ya. Güller gülsün. Arda da gülsün. İlk sonbahar gelsin. İlkbahar da sona geçsin. Günler geçsin, yıllar geçsin. 
Yorulduğumu hissediyorum günün bu saatlerinde. Yedi buçuk oldu ve ben hâlen sıralarda oturuyorum. Sıralarda bir sır olmalı. Anlayamadığım bir sır. Sırı dökük bir aynaya bakıyor gibiyim son günlerde. Ayna mı bana bakıyor ben mi aynaya? 
-Ayna ayna güzel ayna, bu yıl kim şampiyon söyle bana?
Aynalar konuşur mu bilmiyorum. Çınar ve Hayrettin’e göre bu sene Beşiktaş şampiyon. Oysa Hayrettin Beşiktaşlı değil. Çınar Galatasaraylı. Öyleyse kim fısıldadı Beşiktaş’ı. Emir Sabiri olsa gerek. Emir Sabiri’ye kim fısıldadı? 
-Su nerde?
- İnek içti. 
-İnek nerde? 
-Hindistan trenini bekliyor Kurban Bayramı gelmeden. Bilmiyor ki bize her gün bayram. 
Akşamın saat yedi buçuğunda 6 kişiydik, bir eksildik. Ama şimdi de 6 kişiyiz. 
-Bu matematik bizi kandırıyor hocam. 


21 Eylül 2024 Cumartesi

KAPIDAN KAPIYA


Üner Taha Aydemir

Kapıya sırtını döndü ve uzaklaşmaya başladı. Bu kaçıncı kapıydı uzaklaşmak zorunda kaldığı, düşündü, sayamadı. Önündeki bütün kapılar kapalıydı. Kimi içerden kilitliydi kapıların kimi dışardan. Biraz ilerledikten sonra döndü ve kapıya yeniden baktı. Kapı açılmıştı ama tekrar oraya gitmek istemiyordu. Kendisine açılmayan kapılar bazen böyle kendiliğinden açılıyordu. Kime açılıyordu? Bilmiyordu. 
Yukarıdaki satırları yeniden okudu ve bir hikâyenin kapısının böyle açılmaması gerektiğini düşündü. Okuyanlar böyle bir hikâyenin önünden dönebilirlerdi. Daha başka bir kapı bulmalıydı hikâyeye girmek ve ardından okuru davet etmek için. Hikâye yazmak zorunda mıydı? Değildi. Bir şeyler yazmak zorunda mıydı? Değildi. Öyleyse masadan kalkmalı ve hayatın akışına kendisini bırakmalıydı. Hayata karışmalıydı. 
Düşündü, şu saatlerde yollar, koşuşturan insanlarla dolu olmalıydı. İnsanların ellerinde, kollarında mutlaka çantalar vardı. Mağazalar büyük ihtimalle tıklım tıklım doluydu. Sanki bir savaş başlayacaktı da insanlar stok yapıyor gibiydi. Bu manzara hep böyleydi. Günlerdir, haftalardır, aylardır böyleydi. Ömür boyu belki de birkaç kez giyebileceği elbise için telaşla alışveriş yapanlar, hiç kullanmayacağı elektronik malzemeler satın alıp kısa bir süre mutlu olduktan sonra bir çekmecede unutanlar, son kullanma tarihi geçinceye kadar dolapta bekleyip sonra çöpe gönderilmek üzere poşetlerde taşınan gıdalar…
Dışarda manzaranın böyle olabileceğini tahmin etmek zor değildi. Bu hayata karışmak da en az bir hikâyeye başlamak kadar zordu onun için. Hayata karışmak zorunda mıydı? Değildi. Sokağa çıkmak zorunda mıydı? Değildi.
Soruların cevabı hep “değildi” şeklinde geliyordu ve bu cevaplar onu hareketsiz bırakmaya yetiyordu. 
Yeniden masasının başında kendini yazmaya konsantre etti ve bu kez hikâye değil de farklı bir türde yazmaya karar verdi. Bir süre düşündü, en iyisi şiir yazmaktı. Şiir, bazen kendi kendine bir çorap söküğü gibi gelebiliyordu. Hikâye de öyleydi ama bu kez yazdığı hikâyeler tıkanmıştı. Hikâyenin kapısını bir türlü aralayamıyordu. Bu kapının önünde daha fazla beklemek anlamsızdı. 
Şiir yazmalıydı. Gözlerini kapattı, ilk dizeler zihnine düşmüştü bile: 
Açılsın diye bekliyorum önünde
Yıllardır ulu bir kapının





MİSAFİR

Üner Taha Aydemir 

Önce kırlar düştü
Uçsuz bucaksız 
Bir kar örtüsü beyazlığında 
Ama göğsü kor gibi sıcaktı

Sonra soldu
Sanki sonbaharda düşen
Her bir yaprakla beraber
Tane tane soldu
Kupkuru kaldı
İçinden çürümüş yalnız ağaçlar gibi

Ama mutluydu
İşte bu yüzden
Kandım
İnandım
Yuvamızdayız sandım

Yanılmışım, misafirmişiz
O da hepimiz gibi misafirmiş
Lakin o bizi 
Beklemedi
Erkenden gitti
Sanıyorum ki
Beklemeyi pek sevmezmiş kendisi

BEYAZ ELBİSE


Üner Taha Aydemir

Bu beyaz elbise sana hiç yakışmadı
Dedi öfkeyle
Aslında kolu, düğmesi, yakası olmasa da
Beğenmişti gömleğini
Ama bilemezsin ki
Kimsenin kıymetini
Yitirmedikçe en yakınındakini

Sonra hatırlarsın
Sual olunmaz sevgini
Bir parça taşın
Bir avuç toprağın önünde

Bu beyaz elbise sana hiç yakışmadı 
Duyuyor musun söylenenleri 
Hiç beğenmediler üzerindekini

UYKU

Üner Taha Aydemir

Gecenin karanlığında
Bırakır kendini insan
Karanlığın avuçlarına
Uyur 
Kaçmak için 

Eğer uyuyamazsa
Yakalanır yalnızlığın girdabına
Yüreğinden mıhlanır
Simsiyah bir tabuta
Zincire ne gerek
Rehin olmak için yalnızlığa

KAPI


Üner Taha Aydemir

Açılsın diye bekliyorum önünde
Yıllardır ulu bir kapının
Eşiğinden içeriye adım atanlar
Biliyorum 
Biliyor artık bilinmeyenleri

Aslında yaşadıkça kapılardan geçiyorum
Kimi içerden kilitli
Kiminin dışarda anahtarsız paslı kilitleri

Yaşamak kapıları açmak biraz da
Kimi taştan, kimi demirden kapıları
Yaşamak eşikleri aşmak biraz da
Kiminin önünde bekleyerek sabırla
Demirden çarıklarla, asayla

Bir kapı var önümde açılmayan
Hatta tutmak için kolu bile olmayan
Vurmaya çekindiğim
Eşiğinde üşüdüğüm
Kocaman, kanatlı bir kapı

DEMİR KAPI

Üner Taha Aydemir

Saatlerdir aynı bankta oturuyordu. Sağa sola bakmıyordu. Sadece ayaklarının ucuna bakıyordu. Küçücük sarı karıncalar geçiyordu ayaklarının ucundan. Telaşlı böcekler geçiyordu. Hava serindi ama üşümüyordu. Yanından geçen insanların farkında değildi. Yakınından geçen araçların da farkında değildi. Saatin kaç olduğunu bilmiyordu. Günlerden neydi?.. Bilmiyordu. Yaşadığı yılı biraz düşünse tahmin edebilirdi. Biraz düşündü fakat bir tahminde bulunamadı. Ayaklarına baktı. Ayaklarının biri önde diğeri gerideydi. İki ayağını da aynı hizaya getirdi. Birkaç saniye sonra ayakkabılarından birinin üzerine iri bir yağmur damlası düştü. Bu damlanın nereden geldiğini merak etmedi. Başını kaldırıp gökyüzüne bakmadı. Hatta içinde küçük bir mutluluk hissi uyandırdı ansızın düşen bu yağmur damlası. Birkaç saniye sonra bir yağmur damlası da başına düştü. Yine gökyüzüne bakma ihtiyacı hissetmedi. Sağa sola bakma ihtiyacı da hissetmedi. Yağmur damlaları çoğalmıştı ama tedirgin olmadı. Kendini hayli keyifli hissetmeye başlamıştı. Yağmur damlaları etrafına düşerken küçük küçük ses de çıkarıyordu ve o bu seslerden mutlu olduğunu hissetti ama dönüp bakmadı yine. Yağmur bir anda hızlandı. Ayaklarının altındaki zemin ıslanmıştı. Oturduğu bankın her yeri ıslanmıştı. Kendisi de ıslanmıştı. Artık yağmur suyu alnından, paçalarından, kollarından akıyordu. Akan suya bakıp daha da mutlu oldu. Yağmur dinmiyordu, üstelik şimşek çakmaya başlamıştı. Gök gürlüyordu arada ama başını kaldırıp sesin nereden geldiğine de bakmıyordu. Büyük bir eğlencenin ortasında hissediyordu kendisini. Bu esnada elinde şemsiye ile yanına biri geldi:
-İçeri girmelisiniz, hastalanacaksınız. Yağmur sizi epey ıslatmış. Haydi benimle içeriye gelin, dedi.
Saatlerdir hareket etmemişti, ilk kez başını çevirme ihtiyacı hissetti. Beyaz elbisesi ve siyah şemsiyesi ile yanında duran bu adamı tanımıyordu. Bakışlarını hemen kaçırdı ve ekledi:
-Merak etmeyin, iyi yüzücüyümdür. Bu güzel ortamdan uzaklaşmak istemiyorum. Hem hastalanacak bir durum da söz konusu değil. 
Kaç dakika boyunca yağmur yağdı, bilmiyordu. Ne kadar ıslanmıştı, onu da bilmiyordu. Etrafta kimseler kalmamıştı. Karıncalar da kaybolmuştu, telaşlı böcekler de. Oturduğu yerde küçük bir göl oluşmuştu. Ayakları suyun içindeydi fakat umurunda değil gibiydi bu durum. Bir süre sonra yağmur dindi. Yürümek istedi ve yerinden kalktı. Elbisesi üzerine yapışmıştı. Kollarını, bacaklarını salladı. Yine hiçbir tarafa bakmadı. Gözleri halen yerde, ayaklarındaydı. Kalktığı yerde bıraktığı ceketini gördü ve eline alarak saçlarını, kollarını kurulamaya çalıştı tamamen ıslanmış ceketle. Daha sonra da ceketini omzuna attı ve yürümeye başladı. Yürümek ona hep iyi geliyordu. Attığı her adımda yeni yürümeye başlayan bir bebeğin heyecanını yaşıyor gibiydi. Saatlerce kendisini bir taş yığını gibi hissetmişti. Şimdi hareket edebildiğini, yer değiştirdiğini görmek, hissetmek ona sonsuz bir mutluluk veriyordu. Bu nasıl olabiliyordu? Az önce bankta otururken şimdi yer değiştirmiş ve değiştirmeye de devam ediyordu. Tıpkı önünde yürüyen karıncalar gibi, hızla koşuşan böcekler gibi kendisi de yer değiştirebiliyordu. Bu, çok büyük olaydı onun için. Birdenbire yürümeyi kesti. Durdu. Arkasına ve önüne baktı. Sağına soluna baktı. Kimse yoktu. Oysa karıncalar tek başlarına gezmiyorlardı. Önlerinde, arkalarında başka karıncalar vardı. Böcekler de yalnız hareket etmiyordu fakat kendisi tek başınaydı. Öyleyse ben bir karınca değilim, bir böcek de değilim diye düşündü. Bu düşünceden sevinç mi duymalıydı üzünç mü karar veremedi. Yeniden yürümeye devam etti. Tam yalnız olduğunu düşünüyordu ki elinde tuttuğu bir tepsi ile kendisine doğru yaklaşan birini gördü. Evet, önünde hareket eden biri vardı. Nihayet karşı karşıya geldiler. Hemen önünde duran kişi tepsinin üzerinden aldığı iki şekeri kendisine doğru uzattı ve:
-Yağmurdan dolayı saatini geçirdik biraz ama içeriye gelmediniz. Daha fazla zamanını geçirmemek için bunları size getirdim, dedi. 
Soru sormadı, cevap da vermedi. Kendisine doğru uzatılan şekerimsi nesneleri aldı ve tepsinin üzerinde duran bardaktaki suyu içti. Karıncaları hatırladı. Peş peşe yürüyordu onlar. Elinde tepsiyle yürüyen kişinin peşinden yürüdü, yürüdü. O nereye dönüyor, yürüyorsa kendisi de o şekilde yürüdü. Kısa bir süre sonra büyük bir kapıdan içeriye girdi. Burada başka insanlar da vardı ve kimse kendisine bakmıyordu. Ardından yürüdüğü kişiyi kaybetmemeliydi. Merdivenleri geçtiler, birkaç kez sağa sola döndüler. Nihayet önünde yürüyen kişi geriye döndü ve:
-Buyurun, sizin odanıza geldik. Benden bu kadar, diyerek hızla ayrıldı yanından. 
Saatlerdir aynı yatakta yatıyordu. Gözleri tavanın aynı noktasına bakıyordu. Ne zamandan beri bu yatakta olduğunun farkında değildi. Nerede olduğunu ve neden burada bulunduğunu merak etti. Hızla yatağından doğrulmaya çalıştı fakat her tarafı kemik gibi kaskatı olmuştu. Kolları, bacakları, boynu ağrıyordu. Başında kocaman bir ağırlık asılı gibiydi. Bir yerlere tutunarak kalktı. Odanın kapısına doğru yönelmişti ki önünde küçük servis aracıyla içeriye biri girdi. Araçta yiyecek, içecek ve renkli atıştırmalıklar vardı. Canı bir şeyler yemek ve içmek istemiyordu. Servis aracıyla odasına giren kişinin bir anlık dalgınlığından faydalanarak dışarıya çıktı. Merdivenleri hızla indi. Yürüdükçe açılıyordu. Yürümek ne güzel bir eylem, diye düşündü. Bina kapısından çıktı ve neşeli bir biçimde bahçe kapısına doğru ilerledi. Bahçenin kocaman, demirden bir kapısı vardı. Kapının hemen yanında da küçük bir kulübe. Kapıyı açmaya çalıştı fakat açılmıyordu. Duvarlar, atlamak için fazla yüksekti. Kapıyı zorlamaya devam etti. Bu esnada omzuna konan bir el ile irkildi. Üniformalı bir genç konuşuyordu:
-Selim Bey, ne yapmaya çalışıyorsunuz? Sizin burada işiniz ne? Lütfen odanıza dönün ve size verilecek ilaçları zamanında almaya özen gösterin.
Geriye döndü ve binaya baktı. Önündeki demir kapıya baktı. 

MUTLULUK

 Nurgül Asya Kılcı, Zeynep Yurttaş

Etrafımızdaki insanların çoğu
Mutsuzluktan bahsediyor
Oysa bu dünyada
Mutsuz olmak için çok çaba gerek

Mesela yaşıyoruz ve sağlıklıyız
Mesela gökyüzü açık ve bulutlar var
Mesela önümüzde yiyecek ekmek
İçecek su var

Mutlu olmak için 
Onlarca neden var
Ama bilmiyorum neden
Mutsuz bütün insanlar