21 Eylül 2024 Cumartesi

DEMİR KAPI

Üner Taha Aydemir

Saatlerdir aynı bankta oturuyordu. Sağa sola bakmıyordu. Sadece ayaklarının ucuna bakıyordu. Küçücük sarı karıncalar geçiyordu ayaklarının ucundan. Telaşlı böcekler geçiyordu. Hava serindi ama üşümüyordu. Yanından geçen insanların farkında değildi. Yakınından geçen araçların da farkında değildi. Saatin kaç olduğunu bilmiyordu. Günlerden neydi?.. Bilmiyordu. Yaşadığı yılı biraz düşünse tahmin edebilirdi. Biraz düşündü fakat bir tahminde bulunamadı. Ayaklarına baktı. Ayaklarının biri önde diğeri gerideydi. İki ayağını da aynı hizaya getirdi. Birkaç saniye sonra ayakkabılarından birinin üzerine iri bir yağmur damlası düştü. Bu damlanın nereden geldiğini merak etmedi. Başını kaldırıp gökyüzüne bakmadı. Hatta içinde küçük bir mutluluk hissi uyandırdı ansızın düşen bu yağmur damlası. Birkaç saniye sonra bir yağmur damlası da başına düştü. Yine gökyüzüne bakma ihtiyacı hissetmedi. Sağa sola bakma ihtiyacı da hissetmedi. Yağmur damlaları çoğalmıştı ama tedirgin olmadı. Kendini hayli keyifli hissetmeye başlamıştı. Yağmur damlaları etrafına düşerken küçük küçük ses de çıkarıyordu ve o bu seslerden mutlu olduğunu hissetti ama dönüp bakmadı yine. Yağmur bir anda hızlandı. Ayaklarının altındaki zemin ıslanmıştı. Oturduğu bankın her yeri ıslanmıştı. Kendisi de ıslanmıştı. Artık yağmur suyu alnından, paçalarından, kollarından akıyordu. Akan suya bakıp daha da mutlu oldu. Yağmur dinmiyordu, üstelik şimşek çakmaya başlamıştı. Gök gürlüyordu arada ama başını kaldırıp sesin nereden geldiğine de bakmıyordu. Büyük bir eğlencenin ortasında hissediyordu kendisini. Bu esnada elinde şemsiye ile yanına biri geldi:
-İçeri girmelisiniz, hastalanacaksınız. Yağmur sizi epey ıslatmış. Haydi benimle içeriye gelin, dedi.
Saatlerdir hareket etmemişti, ilk kez başını çevirme ihtiyacı hissetti. Beyaz elbisesi ve siyah şemsiyesi ile yanında duran bu adamı tanımıyordu. Bakışlarını hemen kaçırdı ve ekledi:
-Merak etmeyin, iyi yüzücüyümdür. Bu güzel ortamdan uzaklaşmak istemiyorum. Hem hastalanacak bir durum da söz konusu değil. 
Kaç dakika boyunca yağmur yağdı, bilmiyordu. Ne kadar ıslanmıştı, onu da bilmiyordu. Etrafta kimseler kalmamıştı. Karıncalar da kaybolmuştu, telaşlı böcekler de. Oturduğu yerde küçük bir göl oluşmuştu. Ayakları suyun içindeydi fakat umurunda değil gibiydi bu durum. Bir süre sonra yağmur dindi. Yürümek istedi ve yerinden kalktı. Elbisesi üzerine yapışmıştı. Kollarını, bacaklarını salladı. Yine hiçbir tarafa bakmadı. Gözleri halen yerde, ayaklarındaydı. Kalktığı yerde bıraktığı ceketini gördü ve eline alarak saçlarını, kollarını kurulamaya çalıştı tamamen ıslanmış ceketle. Daha sonra da ceketini omzuna attı ve yürümeye başladı. Yürümek ona hep iyi geliyordu. Attığı her adımda yeni yürümeye başlayan bir bebeğin heyecanını yaşıyor gibiydi. Saatlerce kendisini bir taş yığını gibi hissetmişti. Şimdi hareket edebildiğini, yer değiştirdiğini görmek, hissetmek ona sonsuz bir mutluluk veriyordu. Bu nasıl olabiliyordu? Az önce bankta otururken şimdi yer değiştirmiş ve değiştirmeye de devam ediyordu. Tıpkı önünde yürüyen karıncalar gibi, hızla koşuşan böcekler gibi kendisi de yer değiştirebiliyordu. Bu, çok büyük olaydı onun için. Birdenbire yürümeyi kesti. Durdu. Arkasına ve önüne baktı. Sağına soluna baktı. Kimse yoktu. Oysa karıncalar tek başlarına gezmiyorlardı. Önlerinde, arkalarında başka karıncalar vardı. Böcekler de yalnız hareket etmiyordu fakat kendisi tek başınaydı. Öyleyse ben bir karınca değilim, bir böcek de değilim diye düşündü. Bu düşünceden sevinç mi duymalıydı üzünç mü karar veremedi. Yeniden yürümeye devam etti. Tam yalnız olduğunu düşünüyordu ki elinde tuttuğu bir tepsi ile kendisine doğru yaklaşan birini gördü. Evet, önünde hareket eden biri vardı. Nihayet karşı karşıya geldiler. Hemen önünde duran kişi tepsinin üzerinden aldığı iki şekeri kendisine doğru uzattı ve:
-Yağmurdan dolayı saatini geçirdik biraz ama içeriye gelmediniz. Daha fazla zamanını geçirmemek için bunları size getirdim, dedi. 
Soru sormadı, cevap da vermedi. Kendisine doğru uzatılan şekerimsi nesneleri aldı ve tepsinin üzerinde duran bardaktaki suyu içti. Karıncaları hatırladı. Peş peşe yürüyordu onlar. Elinde tepsiyle yürüyen kişinin peşinden yürüdü, yürüdü. O nereye dönüyor, yürüyorsa kendisi de o şekilde yürüdü. Kısa bir süre sonra büyük bir kapıdan içeriye girdi. Burada başka insanlar da vardı ve kimse kendisine bakmıyordu. Ardından yürüdüğü kişiyi kaybetmemeliydi. Merdivenleri geçtiler, birkaç kez sağa sola döndüler. Nihayet önünde yürüyen kişi geriye döndü ve:
-Buyurun, sizin odanıza geldik. Benden bu kadar, diyerek hızla ayrıldı yanından. 
Saatlerdir aynı yatakta yatıyordu. Gözleri tavanın aynı noktasına bakıyordu. Ne zamandan beri bu yatakta olduğunun farkında değildi. Nerede olduğunu ve neden burada bulunduğunu merak etti. Hızla yatağından doğrulmaya çalıştı fakat her tarafı kemik gibi kaskatı olmuştu. Kolları, bacakları, boynu ağrıyordu. Başında kocaman bir ağırlık asılı gibiydi. Bir yerlere tutunarak kalktı. Odanın kapısına doğru yönelmişti ki önünde küçük servis aracıyla içeriye biri girdi. Araçta yiyecek, içecek ve renkli atıştırmalıklar vardı. Canı bir şeyler yemek ve içmek istemiyordu. Servis aracıyla odasına giren kişinin bir anlık dalgınlığından faydalanarak dışarıya çıktı. Merdivenleri hızla indi. Yürüdükçe açılıyordu. Yürümek ne güzel bir eylem, diye düşündü. Bina kapısından çıktı ve neşeli bir biçimde bahçe kapısına doğru ilerledi. Bahçenin kocaman, demirden bir kapısı vardı. Kapının hemen yanında da küçük bir kulübe. Kapıyı açmaya çalıştı fakat açılmıyordu. Duvarlar, atlamak için fazla yüksekti. Kapıyı zorlamaya devam etti. Bu esnada omzuna konan bir el ile irkildi. Üniformalı bir genç konuşuyordu:
-Selim Bey, ne yapmaya çalışıyorsunuz? Sizin burada işiniz ne? Lütfen odanıza dönün ve size verilecek ilaçları zamanında almaya özen gösterin.
Geriye döndü ve binaya baktı. Önündeki demir kapıya baktı. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder