emir kaan şimşek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emir kaan şimşek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2025 Salı

KAMİL KÖZ

Emir Kaan Şimşek, Mahmut Eray Erbaş, Emir Sabri Ünsal

 1. Bölüm: Uzun İnce Bir Yol
Bu mesleği isteyerek seçmemişti ama şikâyetçi de değildi. Herkese nasip olmazdı şehir şehir dolaşmak. Hem de kocaman bir araçla. Tır şoförü Kamil Köz, yaşadığı hayattan memnundu. Zaman geçmişi düşünüyordu, arkadaşlarını hatırlıyordu hepsi iyi eğitim almışlardı hatta hepsi keldi. Saçları dökülmüştü okul sıralarında. Çoğu da gözlüklüydü. Oysa Kamil gözlük kullanmıyordu. Geceleri bile çok iyi gördüğü için arkadaşları ona Kartal Köz, diyorlardı. Saçları ise efsaneydi. Hatta birkaç şampuan markasından reklam yüzü olması için teklif gelmişti ama Kamil:
-Reklam, televizyon, marka işleri beni bozar, şöhret afettir, bulaştırmayın beni, demişti. 
Zaman zaman tırının penceresini açıyor, saçlarını rüzgârla tarıyordu. Arkadaşlarına göre hayli genç de duruyordu. Arkadaşları resmen çökmüşlerdi. Bu mesleği isteyerek seçmemişti ama şikâyetçi de değildi.
Gezmediği şehir kalmamıştı ama dünya büyüktü ve daha gezebileceği birçok ülke vardı. Yurt dışına çıkan arkadaşları hep övgüyle bahsediyordu oralardan. Üstelik dil öğrenen bile vardı arkadaşları arasında. Dönüşte getirdikleri hediyeler, elektronik eşyalar da cabası. Bekliyordu, sabırla, heyecanla yurt dışına çıkacağı günü bekliyordu. 
Nihayet kışın en sert günlerinden birinde sürekli çalıştığı bir firma ona yurt dışına bir nakliye görevi vermişti. Önceleri hayli sevindi ancak gideceği ülkeyi öğrenince biraz duraksadı.  Transdinyester’e yarım tır dolusu Tokat çemeni yarım tır da pezik turşusu götürmesini istiyordu işveren. Ülkenin adını tam anlayamadı ve bir daha sordu:
-Hangi ülkeye gideceğim? 
İşveren gayet sakin bir biçimde cevap verdi:
- Transdinyester.
Adını bile duymadığı bir ülkeydi bu. Dayanamayıp sordu:
-Bu ülke Asya’da mı, Avrupa’da mı, Afrika’da mı? Daha önce hiç duymadım. 
İşveren biraz endişeli bakıyordu. 
-İstemiyorsan talip çok, dedi. Üstelik çok uzak da değil. 
Kamil Köz, düşünmedi fazlaca. Nasıl olsa haritada yerini bulurum diye düşündü ve malzemelerin yüklenmesini istedi. Bir gün boyunca malzeme yüklenecekti tırına. Bu esnada o da gideceği ülke hakkında araştırma yapıp yanına yeterli malzeme alacaktı. 
Tırı onun için evi gibiydi. Orada yatıyor, kalkıyor, yiyor, içiyordu. Hatta bilgisayarı bile vardı tırının uyku bölmesinde. Yorgun olmadığı zamanlar oyun oynuyor, film izliyordu. 
Haritadan Transdinyester’e baktı, çok uzak bir ülke değildi fakat daha önce adını hiç duymamış olması onu biraz endişelendiriyordu. Üstelik yabancı dil de bilmiyordu. Keşke yabancı dil bilen bir arkadaşı olsa ve birlikte gitseydi oralara. Yurt dışına giden arkadaşları, dünyanın her yerinde Türklerin bulunduğunu ve Türkçe bilen birilerine rastladıklarını söylemişlerdi. Gerekli araştırmayı yaptıktan sonra yolculuğun aslında çok uzun sürmeyeceğini fark etti. Hiç mola vermeden bile gidebilirdi ama bu riskliydi. Üstelik yavaş gitmeli ve yolculuğun keyfini çıkarmalıydı. Yine de birkaç günlük yiyecek almalıydı. Hava soğuktu ve Kamil tam olarak her sene ülkemize soğukların geldiği Balkanlara gidiyordu. Soğuğun merkezine gidiyordu. Sıkı giyinmeliydi.
Hazırlıklarını tamamladıktan sonra yola çıktı Kamil. İçinde tuhaf bir duygu vardı. Daha önceden ülkenin en uç noktalarına kadar gitmişti, bozuk yollardan malzeme götürmüştü ama bu kez içi buruktu. Belki de gurbet, hasret dedikleri şeyi şimdiden yaşamaya başlamıştı. İlk kez ülkesinden ayrılacaktı. Bu hislerden arkadaşları hiç bahsetmemişti. Gecenin saat dördüydü ve bir daha hiç dönemeyecekmiş gibi ilerliyordu karanlıkta. Her zaman geçtiği yollar değişik görünüyordu gözüne. Bu şehre, bu yollara sağ salim dönebilecek miyim, endişesi her kilometrede biraz daha artıyordu içinde. Efkârını biraz dağıtmak için kahve içmek iyi bir fikirdi. Bir yandan da radyoyu kurcalamaya başladı. Nasıl olsa Türkiye’den çıkınca bu radyolar da ihtimal çalışmayacaktı. Doya doya memleket şarkıları, türküleri dinleyerek yola devam etmeliydi. Radyoyu açtı, daha önce hiç bu kadar etkilenmediği ama defalarca dinlediği türküye eşlik ederek karanlıkta ilerlemeye devam etti:
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece

2. Bölüm: Tuhaf Yol Arkadaşı
Birkaç saat yol almıştı ki acıktığını hisseti. Yol üzerinde bir yerlerde mola vermeliydi. Türkiye’nin dışında bir yerlerde yemek yiyerek midesini bozmak istemiyordu. Belki de gittiği yerde hiç yemek yemezdi. Yanında da yiyecek vardı ama onları daha sonra yemeyi düşündü. Bu düşüncelerle yol alırken biraz ilerde bir dinlenme tesisi gördü. Üstelik birkaç tır daha park halinde bekliyorlardı burada. Uzun süre kalmayacak, hızlıca yemeğini yiyip yola devam edecekti. 
Tırını uygun bir yere park edip aşağıya indiğinde ayaklarının şiştiğini hissetti. Ellerini kollarını salladı, ayaklarını yere vurdu. Daha şimdiden küçük bir usanç ve yorgunluk hissetmeye başlamıştı. Biraz kendine gelince tesisin lokantasına yöneldi fakat bu esnada kenarda elinde valizle bekleyen bir adam dikkatini çekti. Adam 1940’lı yıllardan kalmış gibiydi. Başında bir fötr şapka vardı ve yuvarlak gözlükleri hayli garipti. Küçük bir de valizi vardı yanında. Kamil Köz, geçerken sanki ona bir şeyler söylemek istedi fakat vazgeçti. En azından Kamil, böyle hissetti. Biraz endişe de etti adamın halinden. 
Hızla içeriye girdi ve biraz kuru fasulye biraz da pilav rica ederek yerine geçti. Dışarda gördüğü adam aklından çıkmıyordu. Geniş pencerelerden adama doğru baktı, adam Kamil’i izlemeye devam ediyordu gözleriyle. 
İştahı kaçmıştı. Hatta mola verdiğine de pişman olmuştu. Yemeğin yarısını masada bırakarak dışarıya çıktı. Bir an önce buradan uzaklaşmalıydı. Zaten yemek de hayli kötüydü. Bir daha mola yerlerinde yememeye karar verdi. Hızla aracının yanına doğru gidiyordu ki birdenbire karşısında az önce kendisini izleyen adamı gördü. Derin bir nefes aldı ve:
-Buraya geldiğimden beri beni takip ediyorsunuz sanki. Beni tanıyor musunuz? Bir şey mi diyeceksiniz?
Adam sakin bir biçimde cevap verdi:
-Sizi tanımıyorum fakat sizin bana yardım edeceğiniz hissine kapıldım. 
Kamil’in endişesi daha da artmıştı. Bir film setinden ya da eski bir fotoğraftan çıkmış gibi duran bu adam gecenin bir yarısı kamera şakası mı yapıyordu acaba? Belki de dolandırıcıydı. Önce hiç cevap vermek istemedi fakat tırının kapısına yaklaşınca döndü ve sordu:
-Nasıl bir yardımmış bu, ne yapabilirim sizin için?
-Yurt dışına çıkmam gerekiyor ve beni siz götürebilirsiniz, diye düşündüm. Galiba siz de yurt dışına malzeme götürüyorsunuz, dedi tuhaf adam. 
-Nereye gidiyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz, neden beni seçtiniz, uçak yok muydu gideceğiniz yere gibi soruları üst üste sordu Kamil. Tuhaf adam:
-Size her şeyi anlatabilirim fakat burada değil, araca bindiğimde, dedi.
Kamil önce hiçbir şey demeden binip gitmek istedi fakat bu esnada adamın görünüşü acınası bir durum almıştı. Kafasında binbir endişe ile adamın teklifini kabul etti. Hem yolculuk biraz daha eğlenceli hâle gelebilirdi yanında bir arkadaşı olursa. Adamın yüzüne bile bakmadan:
-Haydi yolumuz açık olsun, yol boyu anlatırsın bana hikâyeni, dedi. 
Bu cevap tuhaf adamı mutlu etmeye yetmişti. Bir çocuk sevinci ve heyecanıyla tırın diğer kapısına yöneldi. Tırın basamakları hayli yüksekti. Bir süre zorlandıysa da neşeyle kapıyı açtı ve yandaki koltuğa oturdu. Kamil, tanımadığı bu adamı yanına almakla iyi mi yoksa kötü mü yaptığını bilemiyordu. Tek düşündüğü bir an önce yükünü teslim edip dönmekti. 
2. Bölüm: Sessiz Veda
Yolculuk başlamıştı fakat garip yabancı hiç konuşmuyordu. Oysa her şeyi yolda anlatacağını söylemişti. Kamil, yabancıyı konuşturmak için birkaç kez havadan sudan söz açtı. Fakat yabancı sürekli elindeki deftere bir şeyler yazıyordu. Bazen çantasından bir kitap çıkarıyor, bir süre ona bakıyordu sonra yine yazıyordu. Kamil, dayanamadı ve konuştu:
-Her şeyi yolda anlatacağını söylemiştin. Yola çıktık ama sen tek cümle bile konuşmadın. Oysa ben yolculuğun seninle daha zevkli geçeceğini ummuştum. Bana hikâyeni anlatacaktın, dedi. 
Yabancı, sanki başka bir dünyada gibiydi. Kamil’e cevap bile vermedi ve kalemiyle defterini işaret etti.
Birkaç saatlik yolculuktan sonra sınıra ulaşmışlardı. Artık ülke sınırlarının ötesine geçeceklerdi. Kamil’in için yabancının evraklarının eksik çıkacağına ve başına dert açacağına dair bir his vardı. Tırını durdurdu ve görevlilere evraklarını uzattı. Yabancı da hiçbir şey söylemeden belgelerini görevliye uzattı. Birkaç dakika sonra görevli belgeleri getirdi ve Kamil yeniden gaza bastı. Morali bozulmuştu iyice. Mola vermek de istemiyordu ancak bir yerlerde mola verip yabancıyı indirmek fikri zihninde dolaşıyordu. 
Birkaç saat daha yolculuk yaptıktan sonra Kamil yabancıya döndü ve:
-Bir şeyler yemenin zamanı gelmedi mi, dedi. 
Yabancı:
-Benim için fark etmez, gideceğimiz yere kadar mola vermeden devam edebiliriz, dedi. 
Kamil, iyiden iyiye kızmaya, sinirlenmeye başlamıştı. 
-Arkadaşım, yoldan seni aldım, işin açığı neden aldığımı ben de bilmiyorum. Belki yol boyu sohbet ederiz diye düşündüm. Bu benim yurt dışına ilk çıkışım. Seni nerden buldum, niye yanıma aldım bilmiyorum. Vallahi pişman ettin, dedi. 
Bu cümleler üzerine yabancı yazmayı bıraktı. Defterini kenara koydu. 
-Endişe etmen gereken bir durum yok. Şimdi, müsait ilk yerde mola verelim. Belki de konuşuruz, dedi. 
Bu kez susma sırası Kamil’e gelmişti. Kamil sustu. Kilometrelerce sustu. Gurbet, ayrılık, hayat gibi sorgulamalar uçmuştu zihninden. İlerde bir mola yeri görünce yavaşladı ve tırına uygun bir yer buldu. Yabancı kendinden önce inmişti bile. Birlikte boş bir masaya geçtiler. İkisi de suskundu. Yabancı müsaade isteyerek lavaboya gideceğini söyledi. Kamil, cevap vermedi. Sadece gözleriyle tamam, dedi. 
On beş dakika geçmesine rağmen yabancı dönmedi. Hesabı ödemek için kasaya gittiğinde hesabın yabancı tarafından ödendiğini öğrendi Kamil. Buna gerek yoktu oysa. Dışarıya çıktı, beklemeye başladı fakat gelen giden yoktu. Yeniden içeriye girerek tesis görevlisine az evvel yanımda oturan kişiyi gördünüz mü, diye sordu. Görevli, tarif edilen kişinin yarım saat önce başka bir araçla ayrıldığını söyledi. 
Derin bir nefes aldı Kamil. Kurtulmuştu yabancıdan ve Transdinyester’e birkaç saatlik yolu kalmıştı. Karnı da doymuştu nasıl olsa. Keyifle tırına bindi. Yabancının defteri bıraktığı yerde duruyordu. Çantasını zaten yanına almıştı. Kimdi bu adam? Belki defterde ona dair bir şeyler bulurum, diye düşündü ve sayfaları çevirmeye başladı. Hikâyelerle dolu bir defterdi bu ve son hikâye çok tanıdık gelmişti Kamil’e. Şöyle başlıyordu:
Bu mesleği isteyerek seçmemişti ama şikâyetçi de değildi. Herkese nasip olmazdı şehir şehir dolaşmak. Hem de kocaman bir araçla. Tır şoförü Kamil Köz, yaşadığı hayattan memnundu. Zaman geçmişi düşünüyordu, arkadaşlarını hatırlıyordu hepsi iyi eğitim almışlardı hatta hepsi keldi. Saçları dökülmüştü okul sıralarında. Çoğu da gözlüklüydü. Oysa Kamil gözlük kullanmıyordu...
Olanlara anlam vermeye çalışmak gereksizdi. Kimdi bu yabancı, kimdi?


4 Şubat 2025 Salı

DÖNGÜ


Mahmut Eray Erbaş
Emir Kaan Şimşek
Emir Sabri Ünsal

1. BÖLÜM

Hayli yorucu bir gün geçirmişti. Evine gidip dinlenmekten başka bir düşüncesi yoktu. Hatta yemek, içmek için bile uğraşamayacak kadar yorgundu. Evinin kapısını açtığında artık son gücü de bitmişti. Çantasını bir kenara fırlatarak doğruca uyumaya gitti. Sanki uykuya değil de başka bir boyuta geçmişti uzanır uzanmaz. Rüya gibi değildi yaşadıkları. Uzandığı anda bir kapıdan geçmiş ve yeni bir dünyaya girmiş gibiydi. Gözlerini uyanır gibi araladı. Her yer bembeyazdı. O kadar beyazdı ki küçücük bir leke olsa fark edilebilirdi. Tavan beyazdı.  Zemin beyazdı. Duvarlar beyazdı. Gözlerini alıyordu bu kadar beyaz. Bir kapı olmalı, diye düşündü. Pencere yoktu ama bir kapı olmalıydı. Yerinden doğruldu ve elleriyle duvarları yoklamaya başladı. Az önce yorgunluktan bitkindi fakat şimdi kendisini çok dinç hissediyordu. Bunun bir rüya olamayacağını düşündü. Kendine bir çimdik attı, acı hissedebiliyordu. Demek ki rüya değildi bu. Bu esnada elini sürdüğü yerde bir çıkıntı hissetti. Bu bir düğmeye benziyordu. Dikkatle baktı ve tüm gücüyle bu çıkıntıya bastı. Bu esnada bembeyaz duvarda kapı büyüklüğünde bir boşluk oluştu. Kapının ardı karanlıktı. Buradan çıkmak için bir fırsat doğmuştu ve değerlendirmeliydi bunu. Gözleri kamaşıyordu beyazlıktan. Adımını dışarıya atar atmaz bir boşluğa yuvarlandı. Karanlık bir boşlukta düşüyor, düşüyor, durmadan düşüyordu. Aşağılara doğru indikçe hızlanmak yerine yavaşlıyordu. Sonunda yerçekimi etkisini kaybetmiş gibi hissetti. Tam uçuyor muyum diye düşünüyordu ki bir anda gözlerini yeşil bir odada açtı. Filmlerde gördüğü gibi bir yeşillikti bu. Doğal bir yeşillik yoktu etrafında. Her şey yeşildi. Tavan yeşildi. Zemin, yeşildi. Duvarlar yeşildi. Ellerine baktı, yeşil görünüyordu. Kendi ellerinden rahatsız oldu. Ellerini duvara yaklaştırdığında elleri görünmüyordu. Biraz önce yaşadığı tecrübeden hareketle burada da bir düğme olabileceğini düşündü. Duvarları yoklamaya başladı. Tahmini doğru çıktı. Yine bir çıkıntı vardı duvarda ancak bu kez dışarıya adım atıp atmamak konusunda kararsızdı. Var gücüyle düğmeye bastı ve yine bir boşluk oluştu duvarda. Adımını atar atmaz yine düşmeye başladı. Her yer karanlıktı ama git gide aydınlığa doğru yol alıyordu. Ellerine baktı, rengi yerine gelmişti fakat biraz beyaz görünüyordu kendine. Bir ara kuş gibi kanat çırpmayı denedi. Çırpındı, çırpındı fakat bu onun düşmesini engellemiyordu. Sonunda yavaşladı. Yine bir odaya düşeceğim, diye içinden geçirdi. Gözlerini yine kapadı. Düşme hissi bittikten sonra gözlerini usul usul açtı. 
Başucunda maskeli iki kişi vardı. Üzerlerinde beyaz önlük vardı başucunda bekleyen kişilerin. Ellerinde eldiven vardı. Gözlerini açtığını görünce başucundaki kişiler telaşlanmıştı. Kendini toparlamalı ve nerede olduğunu sormalıydı. Kendini toparlayarak:
-Ben neredeyim, sizler kimsiniz, dedi. 
Başucunda bekleyenler sorularına cevap vermek yerine sağa sola ve birbirlerine bakıyorlardı. Doğrulmak istediğinde yatağa bağlı olduğunu hissetti. Tam ayaklarına ve kollarına bakıyorken burnuna doğru sıkılan bir gaz ile gözlerini kapattı. 
Gözlerini açamayacak kadar yorgun olduğunu hissetti. Uyanıktı ama bir şeyler yapmak için gücü yoktu. Gözlerini yeniden araladı. Az önce başucunda duran kişiler yoktu. Üstelik yatağa bağlı da değildi. Tepesindeki lamba çok cılızdı. Bazen sönüyor bazen yanıyordu. Kasavetli bir havası vardı odanın. Duvarlara bakarken bir kapı gördü. Bu, iyiye işaretti. Kapının altından ışık sızıyordu ve gölgeler hareket ediyordu. Kapı aralandı. Ardında sadece bir kişi vardı. Yerinden doğruldu ve sordu:
-Neredeyim ben?
Beyaz önlüklü ve maskeli adam elinde iki şeker tutuyor ve gözlerine bakarak konuşuyordu:
-Şu an senin beyninin içindeyim. Elimdeki şekerlerden birini seçeceksin. Sadece bu kadarını söyleyebilirim, dedi.
Son gücünü toplayarak kendisine şekerleri uzatan adamı duvara doğru itekledi. Bu esnada yere düşen iki şekeri de aldı. Tam ikisini birden ağzına atacaktı ki yeniden her yer karardı.
Gözleri açıktı ama hiçbir şey görmüyordu. Avucunda sıkı sıkıya tuttuğu şekerler erimeye başlamıştı. En iyisi onları yutmaktı. Karanlıkta şekerlerin ikisini birden ağzına attı. Tatlı bir şeyler ummuştu. Şekerlerin biri çok tatlı diğeri acıydı. Kırmızı olan büyük ihtimalle acıydı. Her yer karanlıktı hâlen. Şekerlerden acı olanı çıkarmak istedi ağzından fakat yanlışlıkla bu esnada her iki şekeri de yuttu. Şekerleri yuttuğu anda yine düşme hissine kapıldı. Etrafta hiçbir şey görünmüyordu. Bir yandan midesinin bulandığını hissediyordu. Belki de başı dönüyor, düştüğünü hissediyordu. Gözlerini kapadı bir süreliğine. Tekrar açtığında başucunda yine o maskeli iki kişi vardı. Gözlerini açtığını görünce başucundaki kişiler telaşlanmıştı. Biri diğerine:
-Hiç bu kadar sorun çıkaran olmamıştı. Bu kalitesiz denek kim tarafından getirildiyse tespit edilmesi gerek, bir daha bize böylelerini getirmesin, dedi. 
Demek ki burada bir denekti ve başkaları da getirilmişti. Olan biteni usul usul anlamaya çalışıyordu. Olanca gücüyle toparlandı ve bağırdı:
-Bırakın beni!
Başında bekleyenler iyice usanmış görünüyordu. Gözleriyle birbirlerine işaret ettiler ve yeniden her şey karardı. Bu kez bilincini de yitirmişti. 
Aradan ne kadar dakika ya da saat geçtiğini hatırlamıyordu kendine geldiğinde. Her yanı ıslanmıştı. Yağmur yağıyordu. Önce bulutları gördü, sonra çalıları. Usulca yerinden doğrulmak istedi fakat vücudunda yaralar vardı, ağrımayan yeri yoktu. Hafifçe doğrulduğu anda az ilerde hızla giden bir araç gördü. Kendini yeniden çamurun içine bıraktı. 
Yaraları acıyordu. Biraz kendini toparlayınca kalkmayı düşünüyordu. Bu esnada etrafa bakındı. Çalıların arasında kendisi gibi baygın bekleyen dört kişi daha vardı ve hiçbirinde hayat belirtisi yok gibiydi. Önce kendine gelmeli, ardından onların yaşayıp yaşamadığına bakmalıydı. Bir müddet daha bekledi. Yine dalmıştı. 
Bir süre sonra uyandı. Etrafında hayli su birikintisi oluşmuştu. Yağmur devam ediyordu ve şiddetlenmişti. Etrafındakilerden biri daha kendine gelmiş, sağa sola bakıyordu. O tarafa dönerek sordu:
-Neredeyiz biz? Neden buradayız? 
Gayet bitkin görünen adam cevap verdi:
-Aynı sistemin içinden atılan kişileriz. Artık sistemin bir parçası değiliz. Uyanmak, acı verir. Aslında hissettiğin bütün acılar artık uyanmış biri olmanla ilgili. Sen, ben, biz sistemin dışına atıldık. 
Söylenenlerden bir şey anlamıyordu. 
Belki de diğerleri yalnızca buraya hoş zaman geçirmek için gelmiş sarhoşlardı. Tam buna inanacakken diğer üç kişi de hareketlendi. Önce çamurdan çıkmak gerekiyordu. Güç bela ayağa kalktı ve biraz ilerdeki ahşap kulübeyi gördü. Beş yorgun ve bitkin kişi kulübeye doğru usul usul ilerledi. Konuşacak, birbirlerine anlatacak çok şeyleri vardı fakat hiçbirinin ağzını bıçak açmıyordu. 


2: Bölüm
Ahşap kulübenin kapısı açıktı ve ortada küçük bir soba vardı. Önce kurumaları ve dinlenmeleri gerekiyordu. Sonradan uyananlardan biri sağda solda sobayı yakmak için bir şeyler aradı. Nihayet bir kutu kibrit bulmuştu ama kibrit nemliydi. Bir süre uğraştıktan sonra birini yakmayı başardı. Soba yandıkça ısınıyorlar ve birbirlerine bakıyorlar, birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı. Üstelik acıkmışlardı epece. Kulübe ısınıp elbiseleri kurumaya başlayınca yiyecek bir şeyler aramaya başladılar. Kulübeye yıllardır kimsenin gelmediği belliydi. Yıllardır yanmamış olan sobanın borularından dumanlar çıkıyor ve sular akıyordu. Raflardan birinde duran kutunun üzerinde gofret resmi vardı. Beş kişinin tek umudu bu kutuydu. Kutuyu özenle indirdiler. Gerçekten de içinde gofret vardı. Son kullanma tarihine baktılar, yaklaşık elli yıl önce son kullanma tarihi geçmişti gofretin. Beş mağdur kişinin bunu düşünecek durumu yoktu ve hızla bitirdiler gofretleri. Gofretler bittiğinde hepsinin de uykusu gelmişti. Bulundukları yerde uyudular. Günlerdir ilk kez bu kadar mutlu oldukları yüzlerinden okunuyordu. Bebekler gibi mışıl mışıl uyuyorlar yanlarındaki soba çıtırtılarla yanıyordu. 
Hayli mutluydu uyandığında. Üstelik ağrısı, sızısı yoktu. Yaralarının tamamı iyileşmişti. Yanındaki kişilere baktı, onların da yaraları iyileşmişti. Üstelik hepsinin üzerinde temiz kıyafetler vardı. Yaşadıklarını hatırlamaya çalıştı. Bir ahşap kulübenin içinde olmaları gerekiyordu fakat burası başka bir yerdi. Bu esnada kenarda kendilerini izleyen maskeli ve beyaz önlüklü iki kişiyi yeniden gördü. 
-Gofretlerin tadı nasıldı? Şifalıdır bizim gofretler. Bak, yaralarınız iyileşmiş, dedi adamlardan biri. 
Bu sözleri duyan dört kişi de uyandı. Onlar da hayli mutlu görünüyordu. Elbiselerine, etrafa bakmaya başladılar şaşkınlıkla. 
Maskeli ve beyaz önlüklü adamlardan diğeri konuştu:
-Kurtulmak istiyordunuz, kendinizi huzursuz hissediyordunuz. Artık gidebilirsiniz. Bakın, şurada kapı var. Kapıdan çıkıp bahçeye ulaşacaksınız. Bahçeden de çıktığınız andan itibaren özgürsünüz. Yeni bir hayat sizi bekliyor. Hem de mutlu bir hayat. 

3. Bölüm
Birbiriyle konuşmadan dört kişi hızla bahçeye koştular. Bahçe kapısı yakın görünüyordu ama bir türlü ulaşamıyorlardı. Yürüme bandında koşar gibilerdi. Bir süre koştuktan sonra bahçe kapısına nihayet ulaştılar. Bahçe kapısının arkasında bir hayat onları bekliyordu. Terlemişlerdi. Kapıyı açmadan önce son kez birbirlerine baktılar. Bir veda merasimine gerek yoktu. Buradan kurtulmak gerekliydi. Büyük kapıyı açıp dördü birden dışarıya adım attılar fakat adımları onları dışarıya taşımadı. Bir boşluk vardı ayaklarının altında. Galiba düşüyorlardı yeniden. 
Her yer karardı. Büyük bir sessizlik vardı. 
Uyandığında tekti ve başucunda maskeli iki kişi vardı. Üzerlerinde beyaz önlük vardı başucunda bekleyen kişilerin. Ellerinde eldiven vardı.

17 Aralık 2024 Salı

ŞİİR, MİİR İŞLERİ

Emir Kaan Şimşek

Hikâye benim kendimi daha rahat ifade edebileceğim ve hayallerimi, düşüncelerimi yazabileceğim bir tür. Şiire gelince… Gelmesek daha iyi çünkü şiiri sevmiyorum. Şairlerin isimlerini biliyorum ama onlardan da sevdiğim birileri var mı, düşünmem lazım. 
Şiirde benim hissedebileceğim bir heyecan yok, olay yok, savaş yok, çatışma yok. Üstelik paragraf sorularında da karşımıza getirip koyuyorlar garip garip şiirleri. Sonra da soruyorlar: 
Şair burada neyi anlatmak istiyor?
Verilen şiirlerin hangisinin hecesi daha fazla?
Altı çizili sözcüğün anlamı nedir?
Madem bu kadar belirsiz şeyler yazılmış, bunları neden bizim bulmamız isteniyor? 
Şiire karşı fikrim bir gün değişir mi bilmiyorum. Şimdilik şunu söylüyorum: ŞİİRİ SEVMİYORUM. 
Şiirseverlere de söyleyeceğim şeyler var aslında ama söylemek istemiyorum. Nasıl seviyorlar şiiri anlamıyorum. 

10 Aralık 2024 Salı

BİRDEN 1000’E

Emir Kaan Şimşek, Mahmut Eray Erbaş


Bin, önemlidir. Bir şeyleri anlatırken eğer sayılamayacak kadar çoksa “binlerce” deriz. Bin, sayısı masalımsı bir sayıdır. Yoksa neden Bin Bir Gece Masalları adıyla kitap olsun ki? Üç basamaklı bir sayıdan dört basamaklı bir sayıya geçmenin eşiğidir 1000. 
Bin, önemlidir ve şu an okuduğunuz yazı, blog sayfamızın 1000. yazısıdır. 
1000. yazıyı kaleme almak bize nasip olduğu için çok mutluyuz. Aslında 1000. yazının sahibi olmak için bekleyen arkadaşların olduğunu biliyoruz fakat kaderin cilvesi işte. Biz, o kadar hırs göstermemiştik.
Her ne kadar yazımızın başlığı Birden 1000’e olsa da 1000 sayısına ulaşmamız, birdenbire olmadı. 1’den başladığımız doğrudur fakat arada 999 yazı ve yüzlerce isim var. 
Biz, 1000. yazıyı eklediğimizin farkındayız ancak 100. ya da 999. Yazıların sahipleri sanırım bunun farkında değildi. Hatta 777, 555, 888. sayılar da önemliydi belki fakat bu yazıları yazanlar da farkına varmadı. 
Biz farkındayız 1000. yazıyı eklediğimizin. 
1000. yazımız kutlu olsun, herkese ibretialem olsun.

3 Aralık 2024 Salı

PAPASASU KAZEBAYO

EMİR SABRİ ÜNSAL
EMİR KAAN ŞİMŞEK
MAHMUT ERAY ERBAŞ

1. Bölüm Bir Marka Doğuyor

Arkadaşlarından hiçbirine nasip olmayacak şekilde daha yirmili yaşlarda olmasına rağmen kendisine bir hayat kurabilmişti. Evi vardı, arabası da. İyi bir geliri vardı. İstediği her şeyi satın alabilecek bir maddi güce sahipti. Aslında sadece şansı iyi gitmiş ve birdenbire meşhur olmuştu. Arkadaşları eğitim hayatına devam ederken dersleri iyi olmadığı için okulu bırakmak zorunda kalmıştı. Bir meslek edinebilmek amacıyla sanayide çırak olarak çalışmaya başlamıştı. Çıraklığı da çok sevmemişti ama ustasının dükkânda olmadığı bir gün tamirat için gelen müşterinin sorununu üç dakikada halletmiş üstelik ücret de istememişti. Onun bu yeteneğini fark eden müşteri, ona kendisine ait bir dükkân açmasını önermiş ve şöhrete giden kapılar böylece önünde açılmıştı. Genellikle ekonomik durumu iyi olan müşteriler geliyordu ona ve uzun süre bekletmeden sorunlarını hemen çözüyordu. O kadar meşhur bir usta olmuştu ki il dışından bile gelen müşterileri vardı. Birkaç yılda her işini yoluna koymuştu. İşleri büyütmek gerektiğini düşünüyordu çünkü başarı ve kazanma hissi çok hoşuna gitmişti. Ya kendine bağlı yeni şubeler açmalıydı ya da yeni işler kurmalıydı. Diğer illere şube açmayı düşündü önce fakat güvenebileceği yetenekli ustalar bulmak lazımdı, o da çok zordu. En iyisi başka bir iş açmaktı. Sanayide en iyi iş yapan yer tostçuydu. Belki bu işe girebilirdi. Üstelik çok fazla beceri de gerektirmiyordu. Ütüyle yapılan tostları bile insanlar kuyruğa girerek yemeye çalışıyorlardı. Evet, tostçu açmak iyi bir fikirdi fakat sanayinin tostçusu Sabiri Usta bu işe karşı çıkabilirdi. Önce fikirlerini onunla paylaşmalıydı. Hatta Sabiri Usta’ya iş teklifiyle gitmeliydi. Açacağı tostçu dükkanında Sabiri Usta çalışabilirdi. 
Ertesi sabah kahvaltıyı Sabiri Usta’nın dükkanında yapmaya karar verdi. Sabiri Usta her zaman olduğu gibi çok yoğundu. Yarım saat kadar bekledikten sonra tostu gelmişti. Sabiri Usta’ya düşüncelerini söyledi. Sabiri Usta:
-İşlerim zaten yerinde. Senin kadar olmasa da kazanıyoruz. Sen istersen yeni bir dükkan açabilirsin. Zaten bir kez benim tostumdan yiyen, burada başka bir dükkanda tost yemez. Sana bol şans diliyorum, dedi. 
Bu cevabı beklemiyordu aslında fakat yine de iyi olmuştu bu görüşme. Sanayinin en güzel yerinde boş bir dükkân buldu o gün ve dükkanda çalışacak birilerini de ayarladı. Malzemeleri temin etmesi ve dükkânın açılışı bir hafta kadar sürdü. Bu esnada iyi tostun nasıl yapıldığına dair bir araştırma yaptı. Meşhur tostçular hep farklı şeyler yapıyordu. Kimse doğal peynir ya da sucuk kullanmıyordu. Kullandıkları yağların içeriği ise hiçbir yerde yazmıyordu. Motor yağı kullanacak olsa tostçular müşteriler buna bile ayıla bayıla güzel şeyler yazabilirdi. 
Dükkanın açılışı için orijinal bir tost icat etmeliydi. Havuçlusunu görmüştü tostun. Ispanaklı tost da duymuştu. Pırasalı tost bile görmüştü. Uzun süre düşündükten sonra içinde pastırma, patates, salam, sucuk, kaşar, zeytin, balık ve yoğurt bulunan bir karışımla tost hazırlamayı düşündü. Evinde bunun ilk denemesini yaptı. Gerçekten ilginç bir tat ortaya çıkmıştı. Hemen bir tost daha yaptı kendine. Bir tost daha, bir tost daha. O gün boyunca kendine tost yaptı. Bu icada bir isim bulmalıydı. Önce kullandığı malzemelerin isimlerini kısalttı ve Papasasukazebayo ismini buldu. Patates, pastırma, salam, sucuk, kaşar, zeytin, balık ve yoğurttan hareketle bu isim çıkmıştı ortaya. Bu kelimenin telaffuzunun çok zor olduğunu düşündü. Bir müşteri sadece Papasasukazebayo, demek için bir dakika harcardı. En azından ikiye bölmek bu kelimeyi iyi bir fikirdi. O günlerde bir hikaye okumuştu. Adı Şifalı Gofret’ti. Hikayeyi çok hatırlamıyordu ama ismi şimdi aklına gelmişti. Dükkanın adını Papasasu Kazebayo Abinin Yeri koyacaktı. Tostunun adı ise Şifalı Tost olacaktı. Tabelada Papasasu Kazebayo yazısının altına Uzakdoğu’dan Gelen Lezzet yazmayı da ihmal etmedi. Şimdi geriye sadece çekik gözlü bir usta bulmak geriye kalmıştı. Çok zor değildi çekik gözlü birilerini bulmak. Artık yaşadığı yerde her milletten insan vardı. 
Ertesi sabah şehrin en işlek caddesinde beklemeye başladı. Gelip geçenlerden çekik gözlü olanları süzüyordu. Usta sıfatını hak edebilecek birileri olsun istiyordu. Geçenler ya genç ya çocuktu çoğunlukla. Yarım saat sonra mendil satan çekik gözlü birini fark etti. Yanına gitti ve ona teklifini söyledi. Bu adam Japonca bilmiyordu. Japon da değildi zaten. Ondan Japon, Çin ve Kore diline ait kelimeler öğrenmesini istedi. Çok değil üç beş kelime bilse yeterliydi. Adama durumu anlattıktan sonra isminin ne olduğunu sordu. Adam cevap verdi:
-Papasasu Kazebayo. 
Yeniden ismini sordu mendil satan adama. Adam hiç takılmadan ve düşünmeden şöyle dedi:
- Adım Papasasu, soyadım Kazebayo.

19 Kasım 2024 Salı

ŞİFALI GOFRET

EMİR SABRİ ÜNSAL
EMİR KAAN ŞİMŞEK
MAHMUT ERAY ERBAŞ




Günlerdir ağzına bir lokma almamıştı. Açtı, susuzdu. Gözlerinin önünden yemekler geçiyor, burnuna sürekli yemek kokuları geliyordu. Yerinden kalacak gücü kalmamıştı. Açlık ona hayaller gördürmeye başlamıştı. Hiç değilse birazcık su olsaydı yakınında ve kana kana içseydi. Belki biraz o zaman kendine gelirdi fakat etrafa baktı, ne su vardı ne de yiyecek. Böyle planlamamıştı oysa. Yiyecek ve içecek sorunu yaşamamalıydı. Şimdi açlıktan ölmek üzere olduğunu hissediyor, tavana boş gözlerle bakıyordu. Keşke kapı çalsa ve birileri yemek getirse diye düşünüyordu. Ama ne kapı çalıyordu ne de gelen giden vardı. Pencereye baktı, pencerenin önüne kuşlar bile gelmez olmuştu. Yerinden kalkmaya çalıştı ama güçsüzdü. Uyusam iyi olur, diye düşündü fakat aç karnına uykusu da gelmiyordu. Biraz gözü dalsa ya yemek görüyordu ya içecek. Açlıktan ölmekten korkuyordu. Ertesi gün gazetelere manşet olmaktan korkuyordu. 21. Yüzyılda bir insanın açlıktan ölmesi ne demekti? Açtı, susuzdu. Keşke biraz kendisini toplayabilseydi. 
Ailesinden ilk kez bu kadar uzak kalmıştı. Ailesi, sabahın erken saatlerinde evden ayrılmış yakın bir şehirdeki akrabalarının düğününe gitmişlerdi. Onu ders çalışması için evde bırakmışlardı. Annesi bir hafta yeter, düşüncesiyle dolabı yemekle doldurmuştu fakat o, ikinci günün akşamında tüm yemekleri bitirmişti. Neler yoktu ki yemekler arasında; kuru fasulye, pilav, birkaç çeşit börek, köfte, makarna, mantı... Hatta dondurucuda balık ve lahmacun da vardı. İkinci günün akşamı oyun oynarken son lahmacun kırıntısını da bitirdiğini fark etmişti. Üstelik lahmacunun buzunu çözmeden yemişti. Lahmacunu cips zannetmiş, bir yandan oyun oynarken bir yandan kola ile lahmacun yemişti. Bir ara oyun bitince yediğinin lahmacun olduğunun farkına varmıştı ama iş işten geçmiş, lahmacun çoktan midesine inmişti. 
Şimdi tavana bakıyordu. Açtı, susuzdu. Ailesinin dönmesine hâlâ üç gün vardı ve oyun da oynayamıyordu. Parmaklarında bilgisayarın düğmesine basacak kadar bile güç kalmamıştı. Uzandığı yerden kalkamayacağını anlayınca kendini usulca yere bıraktı. Birkaç kez döndükten sonra sürünerek mutfağa gidebileceği aklına geldi. Ev sanki onun için ıssız bir çöldü. Sürüne sürüne mutfağın kapısına geldi. Buzdolabının kapısını açık bırakmıştı. Mutfak tezgâhı bulaşıklarla doluydu. Etrafta süt, meyve suyu tarzı bir şeyler aradı gözleriyle ancak sıvı yağ ve deterjan dışında bir şey yoktu. Deterjanın rengi hiç fena görünmüyordu. Musluğa uzansa biraz kendine gelebilirdi fakat kolunu sadece yerdeki gövdesinden birazcık fazla yukarıya kaldırabiliyordu. Ailesinin kendisini mutfakta açlıktan ölmüş olarak bulacağı anı düşündü. Hayır, ölmemeliydi. Bu esnada gözüne kiler kapısı ilişti. Kalan son gücüyle kilere doğru süründü. Kilerin kapağını açtığında kendisini bir anda ölmüş ve cennete düşmüş gibi hissetti. Her yerde makarna, bulgur, un tarzı gıdalar vardı. Bunları tüketmek onu birkaç gün daha hayatta tutmaya yeterdi. Bir makarna poşetine uzandı. En sevdiği makarna türüydü bu. Poşetle on dakika kadar boğuştu fakat açamadı. Diğer makarnalara uzandığı sırada önüne bir kutu gofret düştü. Bu daha önceden hiç görmediği bir gofretti. Düşer düşmez kutunun kapağı açılmış, bazı gofretler ezilmiş halde ortaya dağılmıştı. Yerden bütün parçalarını küçük küçük yemeye başladı gofretlerin. Yedikçe kendine geliyordu. Kutunun dibinde kalan son gofreti de yediğinde artık ölüm düşüncesinden kurtulmuştu. Bir hamle ile ayağa kalktı ve musluğa ağzını dayadı. Musluğu sonuna kadar açmıştı. Bir yudum, iki yudum, üç yudum, dört yudum… Midesi doluncaya kadar tazyikli sudan içti. Yaşamak güzel şeydi. 
Bir daha bu tarz mağduriyetler yaşamamak için yanına birkaç sürahi su aldı. Poşetini açamadığı makarnaları da aldı ve yeniden odasına geçti. Oyun masasını özlemişti. Bilgisayarını açtı. Ağzında halen gofretin tadı vardı. Midesinde değişik şeyler oluyordu. Başının döndüğünü hissetti. 
Kendine geldiğinde hastanedeydi. Ailesi de etrafındaydı. Annesi:
-Son kullanma tarihi on beş yıl geçmiş gofretten başka yiyecek bir şey bulamadın mı oğlum, dedi. 
Hâlen çok açtı. Susuzluğu biraz gitmişti ama açtı. Annesine üzgün üzgün baktı:
-Bulamadım anne, dedi. Bulamadım…

(DEVAM ETMEYECEK, ÜŞENİYORUZ.)

15 Ekim 2024 Salı

BİR MİLLET DOĞUYOR

Mahmut Eray Erbaş, Emir Kaan Şimşek

Kurumaz sanılan dereler, ırmaklar kurumuş, göller; çölleşmeye başlamıştı. Daha önceden tepesi görünmeyen dağlar üzerindeki yeşilliği kaybetmiş sadece kayalıklar ve çorak topraklar kalmıştı. Bin yıldır at koşturdukları, tohum ektikleri, av avladıkları topraklar artık Eremsa halkının ihtiyaçlarını karşılayamaz olmuştu. Üstelik ilk zamanlar yakın kavimleri yağmalayarak bir süre idare etmişler ancak aynı kuraklık onların topraklarında da baş göstermeye başlamıştı. Yeni doğan bebekler açlıktan ve hastalıktan ölüyor, yaşlılar artık hiçbir iş yapmadan yalnızca ölümü bekliyordu. Kış aylarında kar yağmıyor, bahar aylarında yağmur gelmiyor ve yazın çiçekler açmıyordu. Var olan ağaçlar ve bitkiler de çoktan kurumaya başlamıştı. Artık Eremsa halkı için tehlike çanları çalıyordu. Bu coğrafyadan uzaklaşmak, yeni ve verimli bir bölgeyi yurt edinmek gerekiyordu. Halk, kağanlarına bağlıydı ve Kağan emir vermeden karar alamazdı. Eremsa Kağanı ise yıllardır hastalıkla mücadele ediyordu. Tahtını üç oğluna bırakarak toprakları aralarında paylaştırması gerekiyordu. Eremsa halkı kağanlarına bağlıydı ancak burada yok olup gitmek de istemiyorlardı. Nihayet Eremsa Kağanı halkın önde gelenlerini bir toplantı için çağırdı ve üç oğluna ülkeyi paylaştırarak son nefesini verdi. Eremsa Kağanı öldüğü gün kara bulutlar sardı ülkenin her yanını fakat yine yağmur yağmadı. 
Eray Kağan, Emir Kağan ve Sabiri Kağan küçük yaşlarına rağmen devleti yönetmek işi artık onlara verilmişti. Aslında Eray, Emir ve Sabiri Kağanlar üçüzdü ve hepsi aynı yaştaydı. İyi bir eğitim almışlardı ancak tecrübeleri yoktu. Başlangıçta kendilerine verilen topraklarda yaşayan halkı ziyaret etmek üzere karar aldılar. Eray Kağan ülkenin güneyini, Emir Kağan batısını Sabiri Kağan ise kuzeyini idare edecekti. Ülkenin doğusu yaşam koşullarına elverişli olmadığı için zaten güvenlikliydi ve kimse bu bölgede yaşamıyordu. Üç kağan kardeş, üç hafta sonra buluşmak üzere kendilerine verilen topraklara doğru yola çıktılar. Yanlarına üç atlı almayı da ihmal etmediler. 
Üç hafta, üç gün gibi geçti çünkü halkın şikâyeti her yerde aynıydı. Bereket kalmamıştı bu topraklarda ve göçmek gerekliydi. Üç Kağan kardeş nihayet göç kararını aldılar ve bunu Eremsa halkına duyurdular. Göç etmek zor değildi fakat nereye göç etmeliydi? Hangi bölge daha güvenliydi? Belki büyük savaşlar vermek gerekecekti. Belki nüfusları daha da azalacaktı. Yolculuk demek, salgın hastalıklar ve düşman baskınları demekti. Göç kararı verilmişti, bu kolay bir karardı ancak sorun bu kararı uygulamaktaydı. 
Eray Kağan bir süre düşünerek kardeşlerini başına topladı ve onlara şöyle dedi:
-Bütün ülkenin aynı anda göç için yola çıkması tehlikeli olabilir. Kendimce bir plan yaptım. Önce bana bağlı insanlarla ben yola çıkacağım. Biz yola çıktıktan üç gün sonra Sabiri halkı ile birlikte yola çıksın. En sonda da Emir Kağan yer alsın. Böylelikle yolculuk daha güvenli olacaktır. 
Sabiri Kağan bir süre sustu ve konuşmaya başladı:
-Aramızda herhangi bir yaş farkı yok. Ama görüyorum ki ilk sırada giden Eray Kağan oluyor. Ben yolculuğa çıkan ilk Kağan olmak istiyorum. Hem biliyorsunuz, bana bağlı halkın durumu sizinkilere göre daha fazla genç nüfus barındırıyor. 
Eray Kağan hiç düşünmeden bu teklifi kabul etti ve ekledi:
-O halde yolun açık olsun yiğidim. Hazırlıkları derhal tamamla ve yola çık, biz ardından geliriz. 
Sabiri Kağan aslında durup dururken bu fikri öne atmamıştı. Babası öldüğünden beri farklı kavimlerle irtibat halindeydi ve diğer iki kardeşinin de topraklarını kendi topraklarına katmak için düşman kavimlerle iş birliği peşindeydi. Kendi topraklarından ayrılır ayrılmaz düşman kavimler kalan iki kağanlığın topraklarına savaş açacaklar ve Sabiri tekrar döndüğünde tek Kağan kendisi olacaktı. Planı gayet güzel işliyordu fakat hesaba katmadığı bir isim vardı Miraç Han. Miraç Han, bu bölgeye çok uzaklardan gelmiş tecrübe ve yeteneği ile insanların takdirini kazanmış ve sonunda komutanlık mertebesine yükselmiş bir gençti. Her ne kadar bu kavimden değilse de bu kavmi seviyordu ve kendisini bu insanlar için adamıştı. Sabiri Kağan’ın dış güçlerle yaptığı anlaşmanın da farkındaydı ve o da bir çözüm yolu aramaktaydı. 

BÜYÜK GÖÇ, BÜYÜK İHANET
Sabiri Kağan planını uygulamaya koymak için kendisine bağlı insanlarla göçün ilk aşaması için yola çıktı. Sabahın erken saatleriydi. Emir Kağan ve Eray Kağan da Sabiri Kağan’la vedalaşarak bol şans dilediler. Sabiri Kağan bu toprakları bıraktıkları için üzüldüğünü söylüyordu. Hatta güç bela birkaç damla da gözyaşı dökmüştü. Oyunculukta hayli yetenekliydi. Sabiri Kağan bölgeden ayrıldıktan üç gün sonra düşman kavimler kardeşlerinin bulunduğu topraklara saldıracaktı. Yolculuk başlamıştı fakat Miraç Han Sabiri Kağan ile gitmemişti. Askerleri ile bir süre kenarda da gizli gizli görüşmüştü. Sabiri Kağan’ın ayrılışının üçüncü gününde sabah büyük bir gürültü ile uyandı Eray Kağan’ın halkı. Dört yandan sarılmışlardı ve saldırıya uğramaları an meselesiydi. Ne yapacağını bilemiyordu Eray Kağan. Bir yandan Emir Kağan’a haber uçurdu. Emir Kağan batıdan askerleri ile yola çıktı. Bu esnada Miraç Han da askerleri ile Sabiri Kağan’ı bırakmış geri dönmüştü. Hilal taktiği ile Emir Kağan ve Miraç Han’ın arasında kalan düşman kavimleri kısa sürede püskürtüldü. Olan bitenden hiçbir şey anlamamıştı Eray Kağan. Savaşın ardından küçük bir kurultay yapıldı. Miraç Han kurultayda her şeyi anlattı. Emir Sabiri’nin niyetini ve kurduğu planı kardeşleri de artık öğrenmişti. Bu gerçekler göçü durdurmak için yeterli değildi. O gün acil bir karar alındı ve Miraç Han, Emir Kağan, Eray Kağan hep birlikte bu topraklardan ayrılmak üzere yola çıktılar. Kimse Sabiri Kağan’ın nerede olduğunu bilmiyordu. Zaten bilmek de istemiyorlardı. Çünkü o ihanet etmiş bir kardeşti. Bedelini ödemeliydi. 
Öte taraftan Sabiri planlananın tam tersi istikamette çadırları kurdurmuş, güzel haberler bekliyordu. Gözleri sürekli ufukta bir haberci arıyordu. Akşama kadar bekledi. Tam güneş batmak üzereyken karşı yoldan bir toz bulutu göründü. Kocaman bir kalabalık, dörtnala Sabiri Kağan tarafına doğru geliyordu. Sabiri’nin keyfi yerine gelmişti fakat başına geleceklerden habersizdi. Önden gelen atlılar dışında büyük bir kalabalık da arka taraftan geliyordu. Bir şeylerin ters gittiğini fark etti Sabiri Kağan fakat yapacak bir şey yoktu. Bir süre sonra atlıların içinde Emir Kağan ve Eray Kağan’ı fark etti. Miraç Han da yanlarındaydı. Sabiri Kağan’ın halkı olanlardan habersizdi. Onlar da şaşırdılar gelenleri görünce. 
Sabiri Kağan tam atına atlayarak kaçmak üzere iken Miraç Han’ın oklarına hedef oldu ve bacağından, kolundan yaralanarak yere düştü. Halk şaşkın şaşkın olanları izliyordu. Nihayet Sabiri Kağan halkın önüne getirildi ve planları diğer iki kağan tarafından halka anlatıldı. Halktan bazıları Sabiri Kağan’ın üzerine yürümeye çalıştı fakat Miraç Han:
-Onun cezasını hep birlikte vereceğiz. Biraz bekleyin, dedi. 
Değişik fikirler çıkmıştı Sabiri Kağan’ın cezalandırılması için. Kimileri atlarla sürüklenmesini istiyordu, kimileri çarmıha gerilmesini. Bazıları taşlayarak cezalandırmaktan yanaydı. Sabiri bu teklifleri utançla dinliyordu. 
Sonunda Emir Kağan ve Eray Kağan küçük bir mahkeme kurmayı teklif etti. Mahkemede jüri olarak Miraç Han görev yapıyordu. Suçlunun bütün yaptıklarını itiraf etmesi bu mahkeme ile sağlandı ve artık tüm yetkilerinin alınması ve ardından hayatına son verilmesi gerekiyordu. Emir Sabiri, pişmanım, bile diyemiyordu. Belki pişman olsa affedilebilirdi fakat susuyor ve etrafa nefretle bakıyordu. Mahkeme kararını vermişti. Elleri ve ayakları zincirlerle bağlanan Sabiri’nin yüzüne ve ayaklarına tuz sürüldü. Daha sonra kavmin koyun ve keçilerinin önüne atıldı. Sabiri’nin yüzündeki ve ayaklarındaki, ellerindeki tuzlar sürekli yenileniyordu. Birkaç saat sonra Sabiri hayata veda etmişti. 
Şimdi yeni bir ülke ve yeni topraklar bulmanın zamanıydı.

YENİ YURT
Vakit kaybetmenin zamanı değildi. Yeterince geç kalınmıştı. Emir Kağan, Eray Kağan’a yeni yerleşecekleri bölgenin güvenli olması gerekliliğini söylüyordu. Bir tarafta düşmanın yerleşemeyeceği dağlar olmalıydı. Bir tarafta ise deniz olabilirdi. Böylelikle yalnızca savunma yapmak için bir yön boşta kalacaktı. Emir Kağan ve Eray Kağan yeni güzergâhı düşünürken halktan yaşlı bir adam onların huzuruna gelerek şöyle dedi:
-Dedelerimden duymuştum böyle bir bölge olduğunu. Altay Dağları’nın eteklerinde bir yerden bahsederlerdi. Oraya ulaşması hayli güçmüş fakat ulaştıktan sonra uzun yıllar düşman yüzü görmeden yaşanılabilirmiş.
Eray Kağan:
-Madem böyle bir yer var neden orada kimse yaşamıyor peki ihtiyar, diye sordu. 
İhtiyar bunun üzerine durdu, gözlerini boşluğa dikti ve konuştu:
-Oranın lanetli olduğunu da söylerdi dedelerimiz. Ruhlar, oraya yerleşenleri rahat bırakmazmış. 
Emir Kağan bu cümle üzerine bir kahkaha attı ve:
-Ruhlar mı? Biz onları oradan kaçırır ve orayı yurt tutarız. Tek derdimiz bu olsun. Sen yeter ki bize yolu tarif et.
Yaşlı adam:
-Yürüyerek yedi günde ulaşabiliriz. Hızlı yürürsek yedinci günün akşamında orada olabiliriz diye düşünüyorum, dedi. 
Bunun üzerine halka haber salındı ve tez vakitte yola çıkıldı. Yolculuk hayli çetindi. Yol uzadıkça yaşlılar, hastalar birer birer ölüyordu. Ölenler, yol kenarına gömülüyor ve mezar yapılıyordu onlar için. Zaten yiyecekleri de çok az kalmıştı. Akşam olduğunda en uygun yerde konaklıyorlar ve sabah gün doğmadan yeniden yola çıkıyorlardı. 
Miraç Han, kafilenin birkaç saatlik mesafede önünden gidiyordu ve yolun güvenli olup olmadığını dönüp haber veriyordu. Yedinci günün ikindi vakti Miraç Han yanındaki üç çerisi ile dört nala koşarak geldi ve ihtiyarın sözünü ettiği yere sadece birkaç saat mesafede olduklarını söyledi. Bu güzel haberle tüm halk moral bulmuş, mutlu olmuştu. Dizlerinde kalan son dermanla yürümeye devam ettiler. Yolculuk herkesi canından bezdirmişti. Hatta geri dönmeyi düşünenler, homurdananlar bile ortaya çıkmıştı. Tecrübesiz iki Kağan yüzünden koca halk yok olma tehlikesi ile baş başaydı. Hayvanlar yorgundu, insanlar yorgundu, çocuklar artık ailelere yük olmaya başlamıştı. Neyse ki güzel haber gelmişti. 
Adımlar hızlandı. Yüzlerde tebessümler oluştu ve türküler, ezgiler söyleyerek yolculuğu daha da keyifli hale getirmeyi başardılar. Nihayet gün batmaya yaklaştığında söz konusu yere ulaştılar. Burasının bir tarafı kocaman kayalıklarla kaplı bir dağdı. Diğer tarafı denize bakıyordu. Arkada ise karanlık, kocaman ağaçların bulunduğu bir orman vardı. Yerleşmek için biraz ilerlemeleri ve ağaçların arasına doğru gitmeleri gerekiyordu. Bölgeye iyice yaklaştıkça hayvanlar tedirgin olmaya başlamıştı. Emir Kağan’ın atı öyle bir şaha kalkmıştı ki az kalsın attan düşecekti. Eray Kağan atının dizginlerini sıkı sıkıya tutuyor fakat onunla zor mücadele ediyordu. Her ikisi de atlarından indiler. Havaya doğru iki ok fırlattılar ve oklarının düştüğü yerlere onların otağları kurulmaya başlandı. Halk da kendisine yer beğeniyordu. Çadırlar kuruldu. Hava iyice kararmaya başlamıştı. Ateşler yakıldı. Kalan son malzemelerle Miraç Han aşure yapılmasını emretti. Nasıl olsa ertesi sabah avlanılır ya da yiyecek bitkilerden toplanılırdı. Kocaman kazanlar kaynamaya başladı. Hava karardıkça ormandan garip sesler geliyordu. Denizden gelen uğultu ise halk suskunlaştıkça daha da ürpertici bir hal alıyordu. Kayalıklardan zaman zaman küçük taş parçaları yuvarlanıyordu. Bu sırada ihtiyar adam yeniden Emir Kağan ve Eray Kağan’ın huzuruna gelerek:
-Buradaki uğursuzluğu siz de hissediyor musunuz yoksa sadece ben mi huzursuz oluyorum. Yarın, başka bir yurt bulmamız gerek bence, dedi. 
Miraç Han, ihtiyar adamı tersledi:
-İhtiyar bunak! Bizi önce buraya kadar getirdin, şimdi de burası yaşanmaz bir yer demek mi istiyorsun? Sesini kesmezsen ben yapacağımı bilirim, dedi. Miraç Han’ın bu davranışı Eray Kağan ve Emir Kağan tarafından saygısızca karşılandı. Bir yaşlı ile böyle konuşulmamalıydı. Zaten onlarda da gerçekten bir huzursuzluk oluşmuştu. Halk yorgundu. Aşureler yenildikten sonra herkes uykuya daldı. Yakılan ateşler küçüldü. Her yeri sessizlik kapladı. Arada değişik uluma sesleri ve kuş sesleri duyuluyordu. 
Ertesi sabah yeni yurtta tatlı bir heyecan başlamıştı. Kavmin genç erkekleri yanlarına ok ve mızrak alarak ormanın derinliklerine doğru gitmişlerdi. Kadınlar deniz kenarında çocukları ve çamaşırları yıkıyorlardı. Emir ve Eray Kağan yeni doğan güne doğru baktılar. Dün geceki huzursuzluk biraz da olsun azalmıştı. Artık buraya yerleşmemeleri için başka bir sorun yoktu. Uzun bir ağaç bulup ucuna bayraklarını bağlamaları ve bunu da kayalıkların en tepesine asmaları gerekiyordu. Miraç Han bu görevi üstlendi ve birkaç saat içinde kayalıkların üzerinde dalgalanan bayraklarını görünce artık burasının kendi yurtları olduğuna hepsi inanmıştı. 
Öğleye doğru avlanmaya giden gençler elleri dolu biçimde geldiler. Kocaman geyikler vardı sırtlarında. Torbalarında tavşanlar vardı. Dağ keçileri vardı kimilerinin elinde. Birkaç gün yetecek kadar yiyecek bulmuşlardı. Ayrıca kadınlar orman kıyısında yenilebilecek mantarlardan, bitkilerden de toplamışlardı. Artık burada bir hayat kurmanın zamanıydı. 

DEVAM EDECEK…


24 Eylül 2024 Salı

DELİ DEĞİLİZ, KENDİMİZDEYİZ

 

EMİR SABRİ ÜNSAL
EMİR KAAN ŞİMŞEK
MUHAMMET MİRAÇ GÜN
SALİH TAHA BALTA
MEHMET ÇINAR KÖKSAL
HAYRETTİN EYMEN BULUT

Bir türlü bana pas vermiyordu. Paspasa basmadan yürümem gerektiğini o zaman anladım. Paslanmışsın, diyordu bana top bekleyen arkadaşım. Minecraft’ta golem kesip demir seti yapıyordum bir yandan. Ayak parmaklarımdaki kalemin ucu kırılmıştı. Şimdi büyük bir satır alıp kalemimin ucunu açmam gerekiyordu ki bu satırın dolduğunu anlayıp satır başına döndüm.
Satır başı. Başım ağrıyor bugün. Nedenini bilmiyorum. Hava çok soğuk, buna rağmen herkes birbirine hava atıyor. Atmaca beslemek istiyorum küçük bir kafeste. Miraç elindeki o kağıdı keşke dörde, beşe katlamasaydı. Zaten bir türlü bana pas vermiyordu. Sabiri son günlerde sabrımızı zorluyor. Neyse ki şimdi yerinde. Biraz yorulmuş ve pancara dönmüş yüzü. Pancar tarlaları şimdi bomboş kalmıştır. Üstelik pezik turşuları da kurulmuştur. Kurmaya çalıştığım şehir yarım kaldı çünkü yapacak ödevim çoktu. Defterimin henüz birkaç sayfası dolu yalnızca. Belki de bu yüzden çantam çok hafif. Zamanla içi doldukça çantam ağırlaşacak. Aynı benim gibi ağırlaşacak. Hayrettin yazdıklarımıza hayret ededursun biz devam edelim. Serdar Dursun. Hayrettin Dursun. Herkes, her şey yerinde dursun. Sabri çalım atadursun, Kerem gol atadursun. Dursun ve Temel yolda giderken bir lamba bulmuştu ya. Temel ve dursun yolda giderken kırmızı ışıkta dursun. 
Bir türlü kendime gelemiyorum. Zihnimi toparlayamıyorum çünkü hayatın kenarına konulmuş bir manken gibiyim, kendimi öyle hissediyorum. Öyle ya da böyle düşünüyorum, yazıyorum, konuşuyorum. Yine de satırları toparlayamıyorum. Kalemi tam açıyordum ki ayağımı kestim. Telefonumu açamam şimdi. Zaten şarjım da bitti. Nereden geldiyse bu grip. Durmadan burnum akıyor. Kimse benden mendil almıyor. 
-Ben dilenci değilim, yanlış anlama abla.
Günler böyle geçiyor şimdilerde. Güller böyle soluyor dallarda. Sonbahardayız ya. Güller gülsün. Arda da gülsün. İlk sonbahar gelsin. İlkbahar da sona geçsin. Günler geçsin, yıllar geçsin. 
Yorulduğumu hissediyorum günün bu saatlerinde. Yedi buçuk oldu ve ben hâlen sıralarda oturuyorum. Sıralarda bir sır olmalı. Anlayamadığım bir sır. Sırı dökük bir aynaya bakıyor gibiyim son günlerde. Ayna mı bana bakıyor ben mi aynaya? 
-Ayna ayna güzel ayna, bu yıl kim şampiyon söyle bana?
Aynalar konuşur mu bilmiyorum. Çınar ve Hayrettin’e göre bu sene Beşiktaş şampiyon. Oysa Hayrettin Beşiktaşlı değil. Çınar Galatasaraylı. Öyleyse kim fısıldadı Beşiktaş’ı. Emir Sabiri olsa gerek. Emir Sabiri’ye kim fısıldadı? 
-Su nerde?
- İnek içti. 
-İnek nerde? 
-Hindistan trenini bekliyor Kurban Bayramı gelmeden. Bilmiyor ki bize her gün bayram. 
Akşamın saat yedi buçuğunda 6 kişiydik, bir eksildik. Ama şimdi de 6 kişiyiz. 
-Bu matematik bizi kandırıyor hocam. 


10 Ocak 2024 Çarşamba

UÇAK KAZASI

 
    Emir Kaan Şimşek, Muhammed Uğur Bulut
    Dünyadaki inek ve koyun sayısı her geçen gün azalıyordu. Nereye gidiyordu bu canlılar, neden azalıyordu bilen yoktu. Çiftçiler her sabah uyandıklarında ahırlarında ya da ağıllarında üçer beşer hayvanın azaldığını fark ediyordu ama kimin ya da kimlerin bu hayvanları aldığı bulunamıyordu. Sonunda bu sorun tüm dünyanın başına bela olmaya başladı. Önce kırmızı et fiyatları sonra da süt ve süt ürünleri satın alınması güç bir fiyata ulaştı. Artık sadece hali vakti yerinde insanlar yoğurt, peynir, süt ürünlerini tüketebiliyordu ama onlar bile sınırlı miktarda temin edebiliyorlardı bu ürünleri. 
Birkaç yıl daha geçti artık marketlerde dondurma, süt, peynir gibi ürünler satılamaz oldu. İnsanlar artık ayranı, cacığı, sütlacı sadece rüyalarında ya da eskiden çekilmiş filmlerde, fotoğraflarda görebiliyorlardı. Dünyada büyükbaş ve küçükbaş olarak hiçbir canlı kalmamıştı artık. 
    Çocukların, bebeklerin daha sağlıksız beslenmeleri anlamına geliyordu bu. 
Dünyanın büyük devletleri bu soruna çözüm bulmak için yapay süt, yoğurt ve et üretme çabasına giriştiler ancak çok başarılı olamadılar.
    Önce birer ikişer sonra da hepten kaybolan bu hayvanlar dünyanın neresinde toplanıyordu, en son bunu bulmak için bütün ülkeler çalışmalara başladı. Bazı ülkeler ise bu çalışmaların içinde gibi görünüyor ancak çok da çözüm üretmiyordu. 
    Dünya haritası üzerinde yaşam alanı olan her bölge ülkeler tarafından paylaşıldı ve didik didik aranması kararı alındı. Bir ay gibi kısa bir süre içinde dünya karış karış aranmış ancak sonuç elde edilememişti. En azından dünyanın her noktasının arandığı düşünülüyordu. Bu sorun artık insanlığın sorunu haline gelmişti. Buharlaşıp uçmamıştı ya bütün bu hayvanlar? Herkes kendi çapında bir çözüm arıyor ya da hayvanları bulabilecekleri yerlere dair yorum yapıyorlardı. 
    Uluslararası uçuş yapan bir pilot bir kıtadan diğerine uçarken zaman zaman alçaktan uçuşlar yapıyor, yaşam alanı olmayan arazileri yukardan gözüyle taramayı ihmal etmiyordu. Bu uçuşlardan birinde okyanusun ortasında haritalarda kayıtlı olmayan bir ada gördü. Uçuş esnasında adaya iyice yaklaşarak gözlemlemeyi düşündü. Çok fazla alçaktan uçuyordu ve dağların, ağaçların arasında bir hareketlilik görüyordu. Yolcuların canları ağzına gelmişti. Uçak birden kontrolden çıktı. Yolcuların çığlıkları, duaları, bağırmaları arasında her şey birkaç dakikada oldu. Uçak, bir dağın tepesine çakılarak düşmüştü. Yolculardan ölen ya da yaralı olan yoktu ama öfkelilerdi. Uçağın pilotu böyle bir hatayı nasıl yaptığına anlam verememişti. Aslında haritada yer almaması asıl sebebiydi bu kazanın. 
    Yolcular uçaktan tahliye edilmeye başlandı. Pilot bu esnada iletişim cihazlarının çalışıp çalışmadığına baktı. Cihazlar çalışıyordu. Koordinatlarını bildirerek yardım istedi ve tüm yolcular yardım uçağını beklemeye başladı. 
    Haber hızla tüm ülkelerin haber kanallarına ulaşmıştı. 
    Pilot ve yolcular kurtarma ekibi gelinceye kadar etrafı biraz araştırmak için yürüyüşe çıktı. Daha birkaç adım atmışlardı ki sığır sürülerini gördüler. Çok heyecanlanmış ve sevinmişlerdi. Sağlıklı ve iri sığırlardı bunlar. Bir süre daha ilerledikten sonra dağın yüzünde otlayan koyun, keçi sürüleriyle karşılaştılar. Bu istenmeyen kaza büyük bir güzellikle sonuçlanmıştı.
    Pilot yeniden uçağa dönerek kendilerini kurtarmaya gelecek uçak sayısının artırılmasını istedi. 

2 Ocak 2024 Salı

ANADOLU'DA BAHAR

    Emir Sabri Ünsal, Muhammet Miraç Gün, Emir Kaan Şimşek, Muhammed Uğur Bulut

    Anadolu en hareketli dönemlerinden birini yaşıyordu. Ataman İmparatorluğu dağılmıştı ve merkezi otorite sarsılmıştı. Her yerde küçük beylikler ortaya çıkmıştı ve birbirleriyle kıran kırana mücadele ediyorlardı. Amaçları Ataman İmparatorluğundan kalan boşluğu dolduracak güç olmaktı. Bu mücadelelerde en aktif olanlar; Kaanoğulları, Muhodanlar, Mirmunlardı. Yıllarca birbirleriyle savaşan  Kaanoğulları, Muhodanlar, Mirmunlar arasındaki mücadele zorunlu olarak bitmiş bu üç beylik kendilerini tehdit eden yeni ve büyük güce karşı ittifak kararı almışlardı. Bu üç beyliğin her birinin kendine özgü savaş taktikleri vardı. Kaanoğulları kara gücünde emsalsizdi. Muhodanlar ise dönemin teknolojisini elinde bulunduruyordu. Kılıç, ok dışında çok yeni ve düşmanların tanımlayamadığı silahlar icat etmişlerdi. Mirmunlar ise mimari alanda iyilerdi ve yıkılması zor kışlalar, kaleler inşa ediyorlardı. Mirmunlar’ın o tarihe kadar kalelerinden hiç biri ele geçirilememişti. 
    Önce Anadolu sonra da tüm dünya yeni bir tehditle karşı karşıyaydı. Sabriyun adı verilen garip bir teşkilat ortaya çıkmıştı ve bunlar değişik yöntemlerle ülkeleri birer birer ele geçiriyorlardı. 
    Sabriyunluğun kurucusu Ebir Sabiri, farklı bir müzik aleti geliştirmişti. Bu müzik aletinin sesini duyan kişiler anında hipnoz oluyor, verilen her emri yerine getiriyor, ölümü bile göze alıyorlardı. Bu sesi duymamak için insanlar artık yanlarında tıkaç taşıyorlardı. Bütün ülkelerin korkulu rüyası haline gelmişti bu ses ve tüm dünya sessizleşmişti. 

                                                            1. Bölüm
                                        BÜYÜK ANLAŞMANIN EŞİĞİNDE

    Kaanoğulları Beyliğinin yeni yöneticisi 1. Kaan, Beyliğin başına geçtiği günün ertesi sabahı yaverlerinin getirdiği mektupla uyandı. Mektupta ticaret indirimi için Muhodanlar’dan güzel bir teklif vardı. Kendileriyle işbirliği yaptıkları takdirde Muhodanlar yüzde 20 indirim yapacaklarını ve bir üründen elli tane alındığı takdirde birini hediye edeceklerini yazıyorlardı. 1. Kaan’ın bu teklif hoşuna gitti ve beyliğini güçlendirmek için savaş malzemeleri almaya yaverleriyle karar verdi. Akşama doğru ikinci bir mektup daha geldi, Mirmunlar da benzer bir teklifte bulunuyorlardı. Mirmunlar, Kaanoğulları kabul ettikleri takdirde onlara sağlam kışlalar ve barınakları indirimli bir biçimde yapacaklarını yazıyorlardı. 1. Kaan bunu da kabul etti. 
    Her iki beyliği de kendi topraklarına davet ederek anlaşma yapmak için haber gönderdi. Bir hafta sonra Mirmunlar, Muhodanlar Kaanoğulları’nın topraklarına anlaşma için geldiler. Bu gelişmeleri Ebir Sabiri’nin çaşıtları aynı gün Sabiri’ye ulaştırıyor, Sabiri ise bu hareketliliğe tahtına kıs kıs gülüyordu çünkü yakında Anadolu diye bir coğrafyanın kalmayacağının planlarını yapıyordu. 
    Vaktinde toplantıya katılabilmek için Mirmunlar ve Muhodanlar mektuplarını alır almaz yola çıktılar. Tam donanımlı küçük birer kafile halindeydiler. Kendilerini savunacak kadar askerleri de yanlarına almışlardı. Mirmunlar Anadolu’nun tam göbeğinden yola çıktı, Muhodanlar ise kuzeybatıdan geliyordu. İki beylik Kaanoğulları’nın sınırında Donuzlu vadisinde buluşacaklardı ve bu haber de Sabiri’ye ulaşmıştı. Sabiri günler öncesinden Donuzlu Kalesindekileri alt etmiş, keyifle iki beyliğin gelmesini bekliyordu. Adamları Donuzlu Kalesi’nin eski askerlerinin kıyafetlerini giymişti. İki beyliğin kafilesi kalenin önüne geldi. Kale kapısı büyük bir gürültüyle açıldı. Her şey yolunda gibi görünüyordu. Geceyi burada geçirip sabahın ilk saatlerinde Kaanoğulları’na ulaşacaklardı. 
    Askerler kale dışını kontrol için dışarda bırakılmıştı. Yenildi, içildi, sohbetler edildi. Sıra eğlenmeye gelmişti. Müzik aletleri ortama alınmaya başlandığında Mirmunlar ve Muhodanlar’ın komutanları hiç görmedikleri bir müzik aletini fark ettiklerinde kendilerine hazırlanan tuzağı fark ettiler, sessizce daha önce hazırladıkları tıkaçları kulaklarına yerleştirdiler. Sabiri’nin elemanları için işler yolunda görünüyordu. İlerleyen saatlerde Mirmunlar ve Muhodanlar hipnoz olmuş taklidi yapmaya başladığında Sabiri’nin askerleri keyiflenmişti. Ani bir işaretle Muhodan askerleri Mirmunlar’ın ve Sabiri askerlerinin hiç görmedikleri silahlarını müzisyenlere ve sarayın vezirine doğru yönelterek ateş etmeye başladılar. Birkaç dakika içinde yaşayan Sabiri askeri kalmamıştı. Bu, Muhodanlar ve Mirmunlar için büyük bir tecrübe oldu. Yaralı olarak kurtulmayı başaran bir Sabiri askeri, durumu efendisine ilettiğinde Ebir Sabiri küplere binmişti. 
    Ertesi gün biraz yorgun olsa da iki kafile Kaanoğulları’nın sarayına ulaştılar. Yolda yaşadıkları tecrübeyi 1. Kaan’a anlattılar ve güçlerini birleştirmeyi, düşmanın çok çetin ve kurnaz olduğunu söylediler. 
                                                                
                                                                2.Bölüm
                                                    BÜYÜK ANLAŞMA

    Beklenen toplantı kısa sürdü. Anlaşmaya varıldı. Ebir Sabiri’nin karışışında ortak bir güç olmak zorundaydılar. Anlaşma maddeleri şöyleydi:
    1. Her ne olursa olsun Ebir Sabiri’ye karşı tam birliktelik içinde savunma yapılacak yeni bir beylikle anlaşma yoluna gidilmeyecek.
    2. Her üç beyliğin içinden beylik ittifakına zarar verecek bir ajan çıktığında tespit edilen ajanlar o beylik tarafından infaz edilecek.
    3. Üç beylik, dış tehditlere karşı tek devlet gibi hareket edecek.
    4. Üç beylikten herhangi bir tehdit karışışında ihtiyacı olana sınırsız maddi destek sağlanacak. 
    Anlaşmanın yalnızca bu maddeleri karşılıklı okundu. Bu maddeler dışında 9 tane gizli madde vardı, bunlar açıklanmadı. 
    Bu esnada Ebir Sabiri, intikam yeminleri ediyor, üç tane küçük beyliğin kendisinin büyük planlarını alt edemeyeceğini haykırıyordu. Öfke ile yeni planlar yapmaya başladı. Bu üç beyliğin ismini dünyadan, tarihten sileceğini söylüyordu. İnandığı değerler üzerine yeminler ediyordu. 

                                                                    3.Bölüm
                                            BÜYÜK SAVAŞIN AYAK SESLERİ


    Anlaşma yapılmış, beyliklerin temsilcileri yeniden ülkelerine dönüş yoluna düşmüştü. Ebir Sabiri bunu haber almış ikinci bir plan için düşünmeye başlamıştı. Üç beylik de derin bir nefes almış artık tehlikenin azaldığını düşünüyorlardı.
    Ebir Sabiri, kısa sürede elinde kalan askerleri toparladı ve akıllıca bir plan yaptı. Askerlerinden küçük bir grup dönüş yolunda olan Muhodanlara ve Mirmunlara saldıracak, ardından onları kaçamayacakları bir kapana doğru çekeceklerdi. Kapanda asıl ordu bekleyecek böylece üçlü anlaşmaya imza atan beyliklerin ikisi imha olacaktı. 
    Her iki beyliğin yolunda da sarp kayaların bulunduğu, tek hat ile ilerlenebilecek yollar vardı. Ebir Sabiri askerlerine ve kendisine moral olması için önce Mirmunlar’a saldıracaktı. Saldırı için otuz kadar askerini öne sürdü. Bu otuz asker önce saldıracak sonra kaçmaya başlayacaktı. Öyle de oldu. Dar geçite geldiklerinde otuz kadar Sabiri askeri, tepelerden inerek Mirmunlar’a saldırdı. Daha sonra geri çekiliyormuş gibi yaparak Mirmunlar’ı tuzağa doğru sürükledi. Olanları Sabiri keyifle izliyordu. Mirmunlar kapana kısıldığında her yerden Sabiri askerleri çıkarak tek Mirmunlara ağır bir yenilgi yaşattılar. Mirmunlar’ın lideri 11. Miraç, birkaç askeriyle canını zor kurtardı. 11. Miraç kaçarken Sabiri’ye ağır bir darbe indirmeyi de başarmıştı. Sabiri de yaralanmıştı, kan kaybediyordu ancak küçük bir zafer elde etmenin mutluluğu ile acısını hissetmiyordu. Derhal toparlandı ve Muhodanlar’ın dönüş yoluna doğru ilerledi. Muhodanlar küçük bir mola vermek için kamp kurmuşlardı. Aynı taktik onlara da uygulanacaktı. Otuz kadar yorgun Sabiri askeri yine Muhodanlar’ı tuzağa çekmek için aynı taktiği uyguladılar fakat Muhodanlar ikiye bölünmüş bir kısmı kervanın önünde ilerliyordu. Sabiri, önden giden bu kervanı gerçek kervan zannederek küçümsedi ve saldırıyı başlattı. Öndeki askerler kaçıyor gibi yaparak bu otuz kişilik askeri asıl ordunun yanına çekti. Böylelikle Sabiri’nin askerleri kendilerinin kurdukları tuzağa benzer bir tuzakla alt edildiler. Zaten yaralı olan Sabiri bu hezimetle daha da kötüleşti ve bir süre tedavi olması gerektiğine inanmaya başladı. 
    Bu esnada Kaanoğulları olup biten her şeyden habersizdi. Dağda gezen çobanlardan biri posta güvercini ile durumu Kaanoğulları’na iletmişti fakat olan olmuştu çoktan. Sabiri ağır yaralıydı. Ortada görünmüyordu, nereye saklandığı belli değildi. 11. Miraç askerlerini kaybetmiş, dönüş yoluna devam ediyordu ancak onun da durumu iyi değildi. Hasar almayan tek beylik Muhodanlar’dı. Onların da topraklarına dönmelerine az bir zaman kalmıştı. Kaanoğulları’nın Beyi tüm bu olup bitenlere çok öfkelenmişti çünkü kendi beyliğinin sınırlarında gerçekleşmişti tüm bu olanlar. Hem de anlaşma yapıldıktan hemen sonra olmuştu. Artık Sabiri’nin defterini dürmenin zamanı geldi, diye söyleniyordu. 
                                                            
                                                                    4.Bölüm
                                        TARİHE YÖN VEREN BÜYÜK SAVAŞ

    Tüm bu yaşananlardan sonra Anadolu’da iki ay kadar sessizlik yaşandı. Kimse kimseye sataşmadı. Sabiri ortalıkta görünmüyordu. Muhodanlar daha da güçlü bir beylik olmak için neler yapılabileceğini düşünüyorlardı. Kaanoğulları ise Bey’in kardeşi Kerem’in tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmasından dolayı üzüntülüydü. 1. Kaan, Kerem öldüğü takdirde ülkedeki tek yetkili olacaktı ve saray koridorlarında bu konuşuluyordu. Halk bu durumdan tedirgindi. Zayıf bir anda saldırıya uğramaktan korkuyorlardı.  
    1. Kaan kardeşinin tedavisi için Muhodanlar’dan yardım istemeyi düşündü çünkü kendi şifacıları iki aydır bir sonuç elde edememişlerdi. 1. Kaan korunaklı bir ordu ile kardeşinin tedavisi için Muhodanlar’a gitmeye karar verdi. Onlarca at ve asker eşliğinde yola çıktı fakat Sabiri’nin saldırısına uğramaktan da endişe ediyordu. Askerlerini bölükler halinde ilerletiyordu. Yol güvenli ise mola vermeden devam ediyorlardı. Yolculuk iki gün sürdü ve Muhodanlar’ın sınırlardan içeri giriş yaptılar. Sabiri halen ortada yoktu. Ortada görünmemesine rağmen paralı çaşıtları beyliklerde olan biten her şeyi hasta yatan Sabiri’ye getiriyorlardı. Sabiri bu tedavinin sonucunu bekliyordu. Şayet Kerem Bey çabucak sağlığına kavuşursa Muhodanlar’ın ve Kaanoğulları’nın hekimlerini kaçırıp kendisini tedavi ettirmeyi düşünüyordu. 
    Mirmunlar ise iç karışıklık yaşıyordu. 11. Miraç’ın güçten düştüğünü gören yardımcıları beylik yönetimini ele geçirmek için planlar yapıyordu. Her gün ülkede isyanlar oluyor, bastırılıyor ama tez zamanda yeni bir şaki ortaya çıkıyordu. Ebir Sabiri’ye karşı yapılan anlaşmanın maddeleri bile unutulmuştu çünkü Sabiri tehdidi şu sıralar gündemde değildi. 
    1. Kaan’ın kardeşi Muhodanlar ve Kaanoğulları’nın hekimlerinin ortak çabası sonucu ikinci gününde toparlanmıştı. İyileşecek gibiydi. Ebir Sabiri’nin çaşıtlarından biri bu durumu kendisine ulaştırdı ve Sabiri’nin bu durum hoşuna gitmedi. Derhal Kerem’in zehirlenmesi gerektiğini söyleyerek bunu yapabilirse servet vaadinde bulundu. Servet, kelimesi hoşuna gitmişti ona haber getiren kişinin. 4. Gece artık dönüş yolu planları yapılırken Kerem odasında ölü bulundu. 
    Kısa süre içinde olayı gerçekleştiren çaşıt tespit edildi ve en ağır biçimde cezalandırılarak hayatına son verildi. 1. Kaan intikam yemini etmişti ve beraberindeki askerlerle beyliğine dönmeden Anadolu’yu gerekirse karış karış aramaya ve Sabiri’yi cezalandırmaya karar vermişti. Muhodanlar da bu fikri olumlu buldular. Mirmunlarda kargaşa devam ediyordu. 
    Muhodanlar ve Kaanoğulları hemen acil bir plan yaptılar. Önce Sabiri’yi indireceklerdi. Mirmunlara da durumu bildirip destek almak istediler. 11. Miraç bu daveti alır almaz ülkesindeki karmaşaya rağmen Ebir Sabiri üzerine yürüyecek birliklere dâhil olmak üzere yola çıktı. Halk onun bu kararından dolayı biraz yatıştı ve beylikte düzen sağlandı bir süreliğine.
    Üç beyliğin askerleri nihayet Ebir Sabiri’nin saklandığı mekânı tespit etmişlerdi. Üç beyliğe de sınırı olan bir dağın ardındaki mağarada saklanıyordu Sabiri. Mağara korunaklıydı ve dar bir geçitteydi. Üç beyliğin askerleri dağı kuşattı. Sabiri’ye teslim ol çağrısı bile yapmadılar. Buldukları Sabiri askerini imha ediyorlardı. Sabiri kendisine destek vermesi için Balkanlar’daki komutanı Salihus’dan takviye birlik istemişti aksi takdirde işi zor görünüyordu. 
    Savaşın iki tarafı da hazırlıklarını tamamlamıştı. Mirmunlar; Muhodanlar ve Kaanoğulları’nın yanına, Salihus da Sabiri’nin sığınağına yetişmişti. Şafakla beraber Mirmunlar,Muhodanlar ve Kaanoğulları saldırıya geçecekti. Gece uzun sürdü. Her sesten, her çığlıktan ürktü askerler. Sonra asıl tedbiri unuttuklarını hatırladı komutanlar: Ya Sabiri bir müzikle saldırırsa… Bundan korunmak için tüm askerlerin kulakları kapatıldı ve kendi aralarında sabaha kadar bir işaret dili geliştirdiler. 
    Mirmunlar,Muhodanlar ve Kaanoğulları güneş doğmadan üç koldan Sabiri’nin sığınağına hücum ettiler. Sabiri, her zamanki gibi müzik aletine güveniyordu ve yaklaşan askerlerin duydukları sesle etkisiz hale geleceklerini düşünüyordu ancak bu olmadı. Kulakları tıkalı askerler hızla ilerliyordu. Sabiri durumu fark ettiğinde B Planına geçti.  Askerlerini ilk kez ciddi bir meydan savaşına dahil edecekti ve dört ordu küçücük bir alan da olsa çarpışmaya başladı. Kılıç sesleri, ok sesleri arasında ara ara patlamalar duyuluyordu. Askerler canla başla kendi saflarını savunuyorlardı. Sabriyunlar tepeden tırnağa koyu gri bir elbise giyinmişlerdi ve uzaktan fark edilmeleri bu çorak topraklarda zordu. Yine de mücadele karşı karşıyaydı. Üç saat süren göğüs göğse çarpışmadan bir sonuç çıkmayınca Sabriyunlar biraz geriye doğru çekilmeye başladılar. Niyetleri geriye çekilip ok yağmuruna tutmaktı karşıdaki askerleri. Sabiri’nin askerlerinin kaçtığını düşünen üç beyliğin askerleri oldukları yerden ileri gitmeme kararını işaretlerle paylaştılar. O sırada olan oldu. Sabriyunlar yağmur gibi ok fırlatmaya başlamıştı. Üç beyliğin askerleri kalkanlarıyla bu saldırıdan korunmaya çalışıyordu. Mirmunlar’ın Beyi 11. Miraç karşı atakta bulunmak için hareketlendi. Bu büyük bir hataydı. Diğer Beylikler şaşkındı bu atak karşısında. 11. Miraç bu saldırıda karnına bir ok yedi. Bu askerlerinin moralini bozmak için yeterli oldu. At sırtından yere düşen 11. Miraç ölmüştü. Beylikler için büyük bir moral bozukluğuydu bu manzara. Sabiri ise keyiflenmişti. 
    -Hepinizin sonu böyle olacak, diye bağırıyordu. 
Artık askerleri de adeta canavara dönüşmüştü. Muhodanlar ve Kaanoğulları ortak bir kararla iki yandan saldırıya geçtiler. Artık savaş ölüm kalım mücadelesine dönmüştü. Anadolu’dan sonsuza kadar silinmeleri an meselesiydi. Şayet bu üç beylik Sabiri karşısında mağlup olursa Anadolu’nun daha karanlık dönemleri yakındı. 
    Vakit akşama doğru ilerliyordu. Muhodanlar ve Kaanoğulları’nın askerlerine moral kaynağı olan bir gelişme yaşandı. Kaanoğulları’nın askerleri Sabiri’ye desteğe gelen Salihus’un yardımcısını yakalamışlardı. Onu konuştururlarsa düşman hakkında daha çok bilgi sahibi olacaklardı. Artık iyice yorulan her iki tarafın askerleri de yavaş yavaş dinlenmek üzere saflarına çekildiler. Ortalık yaralı ve ölü askerlerle doluydu. Muhodanlar ve Kaanoğulları savaş alanındaki yaralıları saflarına taşırken Sabiri’nin adamları kendilerinden yaralanmış olanları düşman eline geçmemesi için infaz ediyordu. 
Akşam her iki taraf da dinlenmeye koyulmuştu. Nöbetçiler ön saflarda düşman tarafından hareketlilik olup olmadığına bakıyordu. Sabiri’nin tekrar sabahtan önce toparlanamayacağını düşünen Muhodanlar ve Kaanoğulları gecenin ilerleyen vakitlerinde bir taarruz düşündüler. Az sayıda askerle yapacakları bu saldırının ilk aşamasından sonra asıl ordu harekete geçecekti. Bu gece ya bu iş bitecekti ya da kendileri bitecekti. Gecenin ilerleyen saatlerinde doğadan gelen hayvan seslerinden ürkerek öncü bir birlik Sabiri’nin sığınağına sessizce yaklaştı. Sabiri ve adamları ziyafet çekmiş, ertesi gün için enerji toplamak amaçlı uyuyorlardı. Akıllarının ucundan bile baskın yiyecekleri geçmemişti. Öncü birlik ani bir hareketle Sabriyunları uykuda bastı. Sabriyunlar uyanıncaya kadar epey kayıp verdiler. Sabiri, askerlerinin çığlıklarıyla uyandıysa da geç kalmıştı. Salihus, Sabiri’ye kaçmak gerektiğini söylemek üzere huzuruna gelmişti. Ayarladığı atlarla beraber Sabiri ve Salihus gecenin karanlığında kayboldu. Sabiri askerlerinin durumu fark etmemesi için yatağına kendisine benzeyen birini bırakmıştı. Mücadeleyi kazanırsa ona büyük vaatleri vardı. Ancak böyle ikna etmişti yerine bıraktığı adamı. 
Birkaç saat içerisinde Sabiri’nin askerleri direnişi bıraktı ve hayatta olanlar teslim oldular. Sabah yaklaşmıştı. Artık savaş bitmiş görünüyordu. Muhodanlar ve Kaanoğulları’nın yorgun yüzlerinde küçük tebessümler vardı. Tam savaş alanını terk etmek üzereydiler ki büyük bir gürültü ve toz bulutu dikkatlerini çekti. Bu davetsiz misafirin kim olduğunu merak ediyorlardı. Merakları uzun sürmedi. Karşıdan görünen askerlerin en önünde Salihus ve Sabiri vardı. Salihus askerlerinin tümünü ilk mücadele için getirmemiş, büyük bir kısmını geride bırakarak mücadeleye gelmişti. Şimdi getirdiği askerlerinin asıl bölümüydü ve savaşmamış oldukları için hayli dinç görünüyorlardı. 
    Kaanoğulları ve Muhodanlar bir süre endişe yaşadı. Sonra plan yapmaya başladılar. Ebiri’nin sığınağı yüksek bir yerdeydi. Ok atışı ve mancınık saldırısı için uygundu. Ordu ile yüz yüze mücadeleye girmeden en azından bir kısmını bu avantajı kullanarak halledebilirlerdi. Mancınıklar taşındı, okçular yerini aldı ve askerler yaklaşır yaklaşmaz uzaktan oklu taarruz başladı. Plan yolunda gidiyordu. Okçulara doğru saldıran Sabiri askerleri, okçuların kaçtığını görünce peşlerine düştüler. Aslında bu bir tuzaktı. Okçuları kovalayan askerler mancınıkların menziline girdikleri anda işleri bitmişti. Art arda tepelerine inen ateş toplarıyla ilk kez karşılaşan askerler şaşkındı. Ateş topları düştüğü yerde önce patlıyor sonra yangın çıkarıyordu. Bu korkunç manzara Sabiri’nin askerlerini oldukları yere çiviledi. Savaşın bu ikinci aşamasında da Sabiri ve Salihus şimdiden kaybetmiş görünüyordu. 
Sabiri aynı gün ikinci kez askerlerini bırakarak canını kurtarma derdine düştü. Salihus’a komutayı bırakarak yanına birkaç asker alarak meydandan uzaklaştı. Salihus bir süre dayandıysa da sonunda esir düştü. Konuşmaya zorlanınca acı çekmemek için yüzüğünde sakladığı ilacı içerek kendi hayatına son verdi. 
    Öte yandan Sabiri birkaç adamıyla birlikte diğer sığınağına ulaştı. Bu sığınak özel bir sığınaktı ve kimse yerini bilmiyordu. Burada saklanarak kurtuluşun yolunu bulmaya niyetliydi. Saklanacağı yere gelen Sabiri rahat bir nefes aldığını düşünüyordu. Adamlarına kendisine göz kulak olmaları emrini verdi.  Bunların son nefesleri olduğunun farkında değillerdi. Kulağına gelen seslerle irkildi ve iyice saklandı, adamlarına talimat üstüne talimat veriyordu. Tanımadıkları biri kendilerine doğru yaklaşıyordu. Sabiri gelen bu adamın kendilerini görmeyeceğini düşündü ancak birkaç dakika sonra iri yarı, güçlü bir adamın gölgesi yanı başlarındaydı. Neyse ki bu adam Sabiri ve askerlerini görmemişti. Sabiri’nin tanımadığı bu adam yakındaki köylerden birinde yaşayan Çınar’dı. Hayatını odunculukla temin ediyordu ve oldukça güçlü, cesur bir adamdı. Sabiri’nin sığınağını daha önceden görmüş anlam verememişti. 
    Çınar, aslında burada birilerinin olduğunu fark etmişti ama kalabalık olduklarını anlayınca arkadaşlarına da haber vermek için onları görmemiş gibi yaptı. Çınar, adamlarını toplayarak bir saat sonra yeniden bu sığınağa geldi. Bu esnada Sabiri ve adamları iyice rahatlamış, yaralarını sarmakla meşguldüler. 
    Çınar, altı adamıyla beraber sessizce sığınağa yaklaştı. Bunların tekin adamlar olmadığını anlamıştı. Kötüydü bu insanlar. Çınar, zaten günlerdir süren savaştan haberdardı. Bunun Sabiri olduğunu anladı. Çınar Muhodanlar’ı bilen ve onlardan barut da kullanmayı öğrenmiş biriydi. Sığınağın etrafına daire şeklinde barut döktü. Biraz uzaklaştıktan sonra barutu ateşledi barutun sesini duyan Sabiri yerinden kalkmak istedi ancak çok geçti. Bir anda barut alev aldı ve büyük bir patlama ile sığınağı, içindekileri yok etti. 
    Patlamayı duyan Kaanoğulları ve Muhodanlar olay yerini merak ederek sesin geldiği yere koştular. Ganimet toplamayı bıraktılar. Çınar, kendilerine doğru gelen Muhodanlar’ı tanıyordu ama Kaanoğulları ile ilk kez karşılaşıyordu. 1. Kaan:
    -Bu ses nereden geldi, sorumlusu kim, diye bağırdı. Cevap veren olmadı. Çınar, bir süre sonra:
    -Ben ve adamlarım buradaki sığınağı uçurduk, içinde garip kişiler vardı, dedi.
    Sığınağa yaklaşan Kaanoğulları ve Muhodanlar, Emir Sabiri’nin ve adamlarının cesetlerini gördüler. Çınar’ın bir ödülü hak ettiğini düşündüler. Muhodanlar ve Kaanoğulları Çınar’a bundan sonra bu bölgenin güvenliğinden sorumlu olduğunu ve bir miktar asker ve malzeme vereceklerini söylediler.
Nihayet Anadolu büyük bir tehlikenin eşiğinden dönmüş ve Sabiri tarihin karanlıklarına gömülmüştü ancak Anadolu’nun karanlık günleri halen sürüyordu. 
                                        
                                                                5. Bölüm
                                            5. AYDINLIK YARINLARA DOĞRU

    Sabiri tehlikesi geçmiş olsa da Anadolu’da halen dirlik ve düzenlik yoktu. Liderlerini kaybeden Mirmunlar toparlanamıyordu. Taht mücadeleleri vardı. Muhodanlar ve Kaanoğulları ise Sabiri’ye verdikleri ortak mücadelede bir hayli birbirlerine ısınmışlardı. Bu ortak zafer güç birliğine doğru gidiyordu. Ortak bir karar vererek önce Mirmunlar’ı toparlamayı düşündüler. Mirmunlara ortak bir heyet gönderdiler. Heyetin Mirmunlara mesajı şöyleydi:
   
     Sabiri tehlikesinden önce yaptığımı anlaşma gereği iç işlerinize müdahale etmiyoruz ve sizleri eski bir müttefik olarak görüyoruz fakat son zamanlarda Anadolu’daki dağınıklığın sebebi biraz da sizlerin yüzünden. Tez vakitte beyliğinizde iç düzeni sağlamazsanız Muhodanlar ve Kaanoğulları olarak topraklarınızda düzeni sağlamak için biz yola çıkacağız.

    Mirmunlar’ın yetkilileri bu mesajı alınca önce mesajı getiren heyeti rehin aldı ardından da Muhodanlar ve Kaanoğulları’na savaş ilan ettiler. Aslında Muhodanlar’ın ve Kaanoğulları’nın amacı da buydu. Mirmunlar’ı kızdırarak onların topraklarını aralarında paylaşacaklardı. 
    Mirmunlar’ın toplanması için fırsat bırakmadan az bir asker ile Muhodanlar ve Kaanoğulları Mirmunlar’ın topraklarına doğru yola çıktılar. Askerlerin tamamı zırhlı ve atlıydı. Kesin gibi görünen bir zafere doğru gidiyorlardı. Mirmunlar’ın düzenli bir askeri birliği kalmamıştı. Yine de elde kalan askerlerle onlar da savunma için tedbirlerini aldılar. Nihayet Uluborlu bölgesinde karşılaştılar. Bir saate yakın süren meydan savaşının sonunu tahmin etmek zor değildi.  Mirmunlar’ın kalan askerleri Muhodanlar ve Kaanoğulları’na katılmıştı. Savaştan hemen sonra elde edilen topraklar iki beylik arasında paylaşıldı. Bu paylaşımdan Sabiri’nin ortadan kaldırılmasında yardımcı olan Çınar’a toprak verildi.
    Artık Anadolu’da Muhodanlar ve Kaanoğulları uzlaşı içinde bir düzen çabasına girmişlerdi. Anadolu’da bahar yaklaşıyordu. Kardeşlik içinde iki beylik omuz omuza vermiş memleketin her köşesine huzur, barış ve esenlik götürmek için söz vermişlerdi. İnsanlar artık yarınlara umutla bakıyordu. Güvenlik tehdidi kalkmış, tarım ve hayvancılık yeniden gelişmeye başlamıştı. Küçük beylikler birer birer gelerek bu iki beylikten birine katılıyordu. Anadolu’nun uzağında yaşayan insanlar Anadolu’daki birlik ve dirliğin kendi topraklarına da gelmesini bekliyorlardı.