3 Aralık 2024 Salı

PAPASASU KAZEBAYO

EMİR SABRİ ÜNSAL
EMİR KAAN ŞİMŞEK
MAHMUT ERAY ERBAŞ

1. Bölüm Bir Marka Doğuyor

Arkadaşlarından hiçbirine nasip olmayacak şekilde daha yirmili yaşlarda olmasına rağmen kendisine bir hayat kurabilmişti. Evi vardı, arabası da. İyi bir geliri vardı. İstediği her şeyi satın alabilecek bir maddi güce sahipti. Aslında sadece şansı iyi gitmiş ve birdenbire meşhur olmuştu. Arkadaşları eğitim hayatına devam ederken dersleri iyi olmadığı için okulu bırakmak zorunda kalmıştı. Bir meslek edinebilmek amacıyla sanayide çırak olarak çalışmaya başlamıştı. Çıraklığı da çok sevmemişti ama ustasının dükkânda olmadığı bir gün tamirat için gelen müşterinin sorununu üç dakikada halletmiş üstelik ücret de istememişti. Onun bu yeteneğini fark eden müşteri, ona kendisine ait bir dükkân açmasını önermiş ve şöhrete giden kapılar böylece önünde açılmıştı. Genellikle ekonomik durumu iyi olan müşteriler geliyordu ona ve uzun süre bekletmeden sorunlarını hemen çözüyordu. O kadar meşhur bir usta olmuştu ki il dışından bile gelen müşterileri vardı. Birkaç yılda her işini yoluna koymuştu. İşleri büyütmek gerektiğini düşünüyordu çünkü başarı ve kazanma hissi çok hoşuna gitmişti. Ya kendine bağlı yeni şubeler açmalıydı ya da yeni işler kurmalıydı. Diğer illere şube açmayı düşündü önce fakat güvenebileceği yetenekli ustalar bulmak lazımdı, o da çok zordu. En iyisi başka bir iş açmaktı. Sanayide en iyi iş yapan yer tostçuydu. Belki bu işe girebilirdi. Üstelik çok fazla beceri de gerektirmiyordu. Ütüyle yapılan tostları bile insanlar kuyruğa girerek yemeye çalışıyorlardı. Evet, tostçu açmak iyi bir fikirdi fakat sanayinin tostçusu Sabiri Usta bu işe karşı çıkabilirdi. Önce fikirlerini onunla paylaşmalıydı. Hatta Sabiri Usta’ya iş teklifiyle gitmeliydi. Açacağı tostçu dükkanında Sabiri Usta çalışabilirdi. 
Ertesi sabah kahvaltıyı Sabiri Usta’nın dükkanında yapmaya karar verdi. Sabiri Usta her zaman olduğu gibi çok yoğundu. Yarım saat kadar bekledikten sonra tostu gelmişti. Sabiri Usta’ya düşüncelerini söyledi. Sabiri Usta:
-İşlerim zaten yerinde. Senin kadar olmasa da kazanıyoruz. Sen istersen yeni bir dükkan açabilirsin. Zaten bir kez benim tostumdan yiyen, burada başka bir dükkanda tost yemez. Sana bol şans diliyorum, dedi. 
Bu cevabı beklemiyordu aslında fakat yine de iyi olmuştu bu görüşme. Sanayinin en güzel yerinde boş bir dükkân buldu o gün ve dükkanda çalışacak birilerini de ayarladı. Malzemeleri temin etmesi ve dükkânın açılışı bir hafta kadar sürdü. Bu esnada iyi tostun nasıl yapıldığına dair bir araştırma yaptı. Meşhur tostçular hep farklı şeyler yapıyordu. Kimse doğal peynir ya da sucuk kullanmıyordu. Kullandıkları yağların içeriği ise hiçbir yerde yazmıyordu. Motor yağı kullanacak olsa tostçular müşteriler buna bile ayıla bayıla güzel şeyler yazabilirdi. 
Dükkanın açılışı için orijinal bir tost icat etmeliydi. Havuçlusunu görmüştü tostun. Ispanaklı tost da duymuştu. Pırasalı tost bile görmüştü. Uzun süre düşündükten sonra içinde pastırma, patates, salam, sucuk, kaşar, zeytin, balık ve yoğurt bulunan bir karışımla tost hazırlamayı düşündü. Evinde bunun ilk denemesini yaptı. Gerçekten ilginç bir tat ortaya çıkmıştı. Hemen bir tost daha yaptı kendine. Bir tost daha, bir tost daha. O gün boyunca kendine tost yaptı. Bu icada bir isim bulmalıydı. Önce kullandığı malzemelerin isimlerini kısalttı ve Papasasukazebayo ismini buldu. Patates, pastırma, salam, sucuk, kaşar, zeytin, balık ve yoğurttan hareketle bu isim çıkmıştı ortaya. Bu kelimenin telaffuzunun çok zor olduğunu düşündü. Bir müşteri sadece Papasasukazebayo, demek için bir dakika harcardı. En azından ikiye bölmek bu kelimeyi iyi bir fikirdi. O günlerde bir hikaye okumuştu. Adı Şifalı Gofret’ti. Hikayeyi çok hatırlamıyordu ama ismi şimdi aklına gelmişti. Dükkanın adını Papasasu Kazebayo Abinin Yeri koyacaktı. Tostunun adı ise Şifalı Tost olacaktı. Tabelada Papasasu Kazebayo yazısının altına Uzakdoğu’dan Gelen Lezzet yazmayı da ihmal etmedi. Şimdi geriye sadece çekik gözlü bir usta bulmak geriye kalmıştı. Çok zor değildi çekik gözlü birilerini bulmak. Artık yaşadığı yerde her milletten insan vardı. 
Ertesi sabah şehrin en işlek caddesinde beklemeye başladı. Gelip geçenlerden çekik gözlü olanları süzüyordu. Usta sıfatını hak edebilecek birileri olsun istiyordu. Geçenler ya genç ya çocuktu çoğunlukla. Yarım saat sonra mendil satan çekik gözlü birini fark etti. Yanına gitti ve ona teklifini söyledi. Bu adam Japonca bilmiyordu. Japon da değildi zaten. Ondan Japon, Çin ve Kore diline ait kelimeler öğrenmesini istedi. Çok değil üç beş kelime bilse yeterliydi. Adama durumu anlattıktan sonra isminin ne olduğunu sordu. Adam cevap verdi:
-Papasasu Kazebayo. 
Yeniden ismini sordu mendil satan adama. Adam hiç takılmadan ve düşünmeden şöyle dedi:
- Adım Papasasu, soyadım Kazebayo.

SORU

 Salih Taha Balta

Abla abla neredesin
Gittin gideli gelmedin
Ne diye takıldın İstanbul’a
Annem bile ayrılmamış evinden senin yaşında

Abla abla neredesin
Sensizlik değiştirdi beni
Sanki duyarım boş odalarda sesini
Bana mı sesleniyorsun uzaklardan

Bensizlik de seni değiştirdi galiba
Niye eskisi değilsin bana karşı
Deme bana ben büyüdüm artık
İnsan kocaman olsa da içinde bir çocuk
Yaşamalı değil mi her zaman

SUÇ

Salih Taha Balta

Korktu ilk kez bu insanlardan
Doğrusu belli de değildi
Ne olup olmadığı
Pahalı giyinince mi insanın
Değerli olduğun sanıyordu bunlar 

Yürüdü, uzaklaştı hızla
Kendisi seçmemişti bu hayatı
Ve fakir olmayı
Sonra düşündü uzun uzun
Cahil olmak mı suç fakir olmak mı

HAYATIN ANLAMI

Utku Kerim Genç

Hayattan anlam çıkarmaya çalışıyorum
Nereden baksam bilmiyorum
İnsanlar desen çok boş
Doğa desen ölümlü
Hayattan anlam çıkaramıyorum

Hayattan anlam çıkaramasam da
Niye yaşıyorum bilmiyorum
Ama yine de yaşamaya çalışıyorum
Sanırım hiçbir şey bilmiyorum

Neye bakarsam bakayım
Bir anlam çıkaramıyorum
Sanırım her şey sonlu
Bunun da kaçınılmazı geliyor

DİYORLAR

Hayrettin Eymen Bulut


Duygusuz diyorlar bana
Siz benim kalbimi bilemezsiniz ki

Vicdansız diyorlar bana
Vicdanı hak edecek ne yaptınız ki

Suskun da diyorlar bana
Sizinle konuşacak güveni verdiniz mi peki

Bunlar dahası, nicesi
Sizce böyle miyim gerçi
Siz ne bilirsiniz ki

RÜYA TACİRİ



SALİH TAHA BALTA
HAYRETTİN EYMEN BULUT
UTKU KERİM GENÇ

1. Bölüm
Yol Ayrımı

Bu mesleği babasından devralmıştı. Babası da dedesinden devralmıştı. Dükkanının yapılma tarihini şehirde bilen kimse yoktu. Şehrin kuytularında bir mahallede, tek katlı küçücük bir dükkandı burası. Renkli tabelası yoktu. Kapısının ve penceresinin boyaları dökülmüştü. Ahşap bir kapısı ve penceresi vardı yalnızca. Kış geldiğinde pencerenin kenarlarına macun çekerdi. Kapının rüzgâr giren yerlerine ise gazete yapıştırırdı. Bu dükkânın önünden geçen bir yabancıya burasının dükkân olduğunu ispat etmek çok zordu çünkü içerde sadece bir masa vardı bir da ahşap sandalye. Duvarlar boyasızdı. Tavandan sarı bir ampul iniyordu aşağıya doğru ve etrafı örümcek ağları ile sarılmıştı. Zaten ampul bu dükkanı ışıtmak için yetersizdi. Etrafındaki binalar sanki bu dükkânı gizlemek ister gibiydi ve görevlerini iyi yapıyorlardı. Bu mesleği babasından devralmıştı zaten yapabileceği başka bir iş de yoktu. 
Mizan Çınar’ı mahalle sakinleri dışında kimse tanımazdı. Az konuşur ve az gezerdi. Sabahtan gece yarısına kadar dükkânda beklerdi. Evet, onun müşterileri özellikle gece yarısında gelirlerdi yanına. Bazıları akşam da uğrayabiliyordu ama dükkânın en yoğun olduğu vakit geceydi. Vakit akşamı geçmişti. Sokak tenhalaşmaya başlamıştı. Mizan Çınar, yerinden kalktı ve küçük pencereden dışarıya baktı. Az sonra birilerinin geleceğini biliyordu. Kapı usul usul üç kez vuruldu: Tık, tık, tık.
-Buyurun, dedi Çınar. İçerdeyim.
Gözleri uykusuzluktan kızarmış, saçları dağınık, üzerinde pijamalar, ayağında terlikleriyle orta yaşlı biri araladı kapıyı:
-Dün bana sattığınız rüyayı hiç beğenmedim. Uyandım, uyandım yeniden gördüm ama yine beğenmedim. Bundan önce sattığınız rüyalar çok güzeldi. Bu rüya beni yordu. Gece kesik kesik uyudum, gündüz de uykum vardı. Şimdi sizden yeni bir rüya almak için geldim. 
Mizan Çınar ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Daha önce sattığı rüyalardan hiç şikâyet almamıştı. 
-Yeni rüyanız için bir ücret ödemenize gerek yok fakat talimatlara uygun bir biçimde uyuduğunuzdan emin misiniz? Uykuya gece saat 12’den önce yatmadınız değil mi? Ya da yastığınızın her zamanki yüzünü değil de ters tarafını çevirmeyi ihmal etmemişinizdir umarım? Uyumadan önce yemek yemiş olabilir misiniz? Size bu kuralları defalarca daha önce söylemiştim. Tamam, burada bir şeyler satıyoruz fakat ilk kez bir şikayet alıyorum. Size yeni rüyanızı birazdan uzatacağım, dedi. 
Pijamalı adam biraz kendisini suçlu hissetti bu konuşmadan sonra çünkü bu söylenenlerin hiçbirini yapmamıştı. Belki aynı rüyayı bir kez daha kullanabilirdi fakat istemedi. Ellerini Mizan Çınar’a uzattı. Mizan Çınar, küçük masasının çekmecesinden çıkardığı kokuyu pijamalı adamın ellerine sıktı ve:
-İyi uykular, tatlı rüyalar, dedi. 
Pijamalı adam, terliklerini sürüye sürüye dükkândan ayrıldı. Mizan Çınar’ın ilk kez bu kadar canı sıkılmıştı. Belki de bu mesleğin sonu geliyor, diye düşündü. Başka nasıl bir iş yapabilirdi, mesela berberlik, ona göre bir iş miydi? Değildi. Biraz daha düşündü aklına terzilik geldi. Düşününce ondan da vaz geçti. En son ayakkabı tamirciliğini de düşündü. Bu işi de yapamazdı. Belki hikâye yazarı olabilirim diye düşündü. Evet, bu iyi bir fikirdi. Sattığı rüyaları yazabilirdi mesela. Yine de biraz daha direnmeliydi. Tam bunları düşünürken yeniden kapı vuruldu: Tık, tık, tık, tık. Bu kez gelen yaşlı bir kadındı. O da dün bu saatlerde bir rüya alarak gitmişti. Kadın daha ağzını açmadan Mizan Çınar:
-Rüyanızı beğenmediniz değil mi, dedi. 
Kadın:
-Nereden anladınız, senelerdir sizden rüya alıyorum, ilk kez bu kadar berbat olanına rastladım, dedi. 
-Merak etmeyin, size şimdi yeni bir rüya vereceğim hem de ücret almadan, diyen Mizan Çınar, yeni rüyasını kadına verdi. 
Şimdi bir karar vermesi gerekiyordu. Bu işe devam mı etmeliydi yoksa hikâye yazarlığına mı başlamalıydı. Yine de erkendi bu işi bırakmak için. Masasındaki çekmeceden bir kâğıt çıkardı. Çok eski bir kağıttı bu. Babasından, belki de dedesinden kalmıştı. Kağıt kadar eski bir de kalem vardı çekmecede. Büyük yazılarla kağıda şöyle yazdı: 
SATILANLAN HAYALLER ALINMAZ, YENİSİYLE DEĞİŞTİRİLMEZ. 
On yıllardır penceresine bir şey asılmayan dükkânın camında ilk kez bir yazı vardı artık. Gelip geçenlerin dikkatini çekecek bir yazı hem de. 

30 Kasım 2024 Cumartesi

BAŞKAN

NURGÜL ASYA  KILCI, ZEYNEP YURTTAŞ, KAAN ERDOĞAN, MEHMET ZAHİD ÖKTEN, MİRAÇ KAĞAN GÜLER, TAHA METİN YILDIRIM, SELİM KURT, TUNAHAN CEYLAN 



1. Bölüm: Metin de Metin

Büyük seçim gününe sadece birkaç gün kalmıştı. Başkan adayları birer ikişer adaylıktan çekiliyorlardı. Çekilmeyenleri de bir şekilde ikna etmeye çalışıyordum. Israrla adaylıktan çekilmeyen Selim ve Miraç’a da bir hafta boyunca kantin masraflarını karşılama vaadinde bulunarak onları da bu yarışta saf dışı bırakmıştım. Asya’ya bir kutu toka hediye etmiştim başkan adaylığından çekilmesi için. Tunahan’a dedemden kalan saati hediye etmiştim. Seçimlerin sonuçları aslında şimdiden belliydi çünkü tek aday bendim. Artık kocaman bir Başkan olacaktım. Hem de Sınıf Başkanı. Muhtarlıktan bile önemliydi sınıf başkanlığı sadece maaşım yoktu ama bir süre çalışır ve güzel işler yaparsam belki sınıfım beni maaşa da bağlardı. Zaten çok fazla masraf etmiştim tek başkan adayı olarak kalmak için. Bir şekilde bu zararımı telafi etmem gerekiyordu. 
Nihayet seçim günü gelmişti. O güne kadar giymediğim ayakkabılarımı giydim, yeni çantamı elime aldım, saçlarımı taradım ve okulun yolunu tuttum. Okulun her köşesini fotoğraflarımla donatmıştım. Diğer sınıflarda da vardı Başkan seçimi fakat bütün okulun gözü bizim sınıftaydı. Hatta Okul Müdürü bile bizim seçimleri gözlemlemek için 3. ders saatinde bizim sınıfa gelecekti. Herkes sessizdi. Sonucu belli olan bu seçim neden merak uyandırıyordu, bilmiyordum. 
Sınıfa büyük bir gururla girdim. Sınıfta farklı birini görmüştüm. Kimdi bu diye hatırlamaya çalıştım ama yabancıydı. Okulda bile daha önceden hiç görmediğim biriydi bu. Sınıf sessizdi ve herkes bana bakıyordu. 3. ders saati geldiğinde bu sessizliğin nedeni biraz kendini belli etmeye başlamıştı. Sınıfta oturan yabancı çocuğun adı Metin’di ve okulumuza yeni gelmişti. Fısıltıyla konuşulanlardan anladığım kadarıyla gerek notları gerek davranışları bakımından çok tanınmış bir çocukmuş. Hatta kendine ait sosyal medya hesapları binlerce kişi tarafından takip ediliyormuş. Buraya kadar bir sorun yoktu ancak Metin’in de gelir gelmez Sınıf Başkanlığı’na aday olduğunu öğrendiğimde kan beynime yürümüştü. Tanımadığım bu çocuğu adaylıktan vaz geçirmek için vaktim yoktu. Tek tesellim, kimsenin bu çocuğu tanımıyor oluşuydu. Tanımadığı birine kim oy verirdi ki? Biraz moralim düzelmişti. Bu esnada Metin’i süzüyordum uzaktan. Kendini beğenmiş bir tavrı vardı. Çokbilmiş duruyordu. Nedense huylanmıştım bir kere. Bu esnada sıramdaki hediye paketi dikkatimi çekti. Üzerinde adım yazıyordu. Paketi açtığımda dünyam başıma yıkılmıştı. Metin, kendisine ait kitapların yanı sıra çikolatalar, üzerinde ismi yazan kalemler, anahtarlıklar, takvimlerle doldurmuştu poşeti. Poşeti açtığımı gören Metin yanıma geldi ve:
-Adaylıktan çekilmeye ne dersin? Zaten bu seçimin galibi benim. Eski okulumdan buraya Sınıf Başkanı olmak için geldim. Kimse benden bu başkanlığı alamaz ama yine de istiyorsan çekilme ve boyunun ölçüsünü al. 
Rengim atmış, ter basmıştı beni. Arkadaşlarıma baktım. Hepsinin elinde aynı poşetlerden vardı ve Metin’i çoktan benimsemişlerdi bile. 
-Kimse oy vermeyecek olsa bile ben adaylıktan çekilmeyeceğim. Asıl sana şimdiden geçmiş olsun, nereye geldiğini, benim kim olduğumu keşke biraz araştırıp da aday olsaydın, dedim.
Metin gülümsüyordu. Tebessümünde bile iticilik vardı. 
Bütün öğretmenler ve idareciler sınıfımıza geldi. Oy kullanma işlemi bir ders sürecekti. Oy kullanan arkadaşlarım yüzüme bakıyor, tebessüm ediyor sonra başlarını öne eğiyorlardı. Bunun ne anlama geldiğini bilemiyordum ta ki oylar sayılıncaya kadar. 
Dersin sonunda oylar sayıldı. Yirmi beş kişilik sınıfta bana yalnızca beş oy çıkmıştı. Tuna, Selim, Miraç ve Asya’nın oyları olmalıydı bu oylar. Benim oyumla beş oy almıştım toplam. 
Sınıf arkadaşlarım kimi Başkan seçtiklerini bilmiyordu ama işin açığı ben de bilmiyordum. Sınıf öğretmenimiz bana Başkan Yardımcısı olduğumu söyledi ama ben itiraz ettim:
-Başkanı olmadığım sınıfın Başkan Yardımcısı olmak bana yakışmaz. Hele hele de bir saat içinde bana oy vermekten vaz geçip sınıfa yeni gelen birine oy veren bu arkadaşlara Başkan Yardımcısı olamam. 
Herkes şaşkındı. Bu sınıftan ayrılmak belki de iyi bir düşünceydi. Hatta sınıftan değil, okuldan bile gitmeyi düşünmeye başlamıştım. 

2. Bölüm: Erken Seçim

Bu sınıf beni anlamamıştı. Oysa onlar için kafamda ne projeler vardı. Mesela yazılıları kaldıracaktım, denemeleri iptal edecektim. Sınıftan sıraları kaldırıp minderler koyacaktım. Dersleri 10 dakika, teneffüsleri 40 dakika yapacaktım. Daha neler, neler yapacaktım ama sınıfım beni anlamamıştı. Şimdi ya sınıfımı değiştirmeliydim ya da ben değişmeliydim. 
Gece boyu uyumadım. Sınıfımın bana takındığı bu tavır bir ihanet değil de neydi? Sınıfa 3 ders önce gelmiş birini Sınıf Başkanı seçmek… Akıl alır gibi bir şey değildi. 
Sabaha doğru şöyle bir karar verdim. Sınıftan ayrılmamalı ve sınıfımın bana yaptığı ihaneti onlara hep varlığımla hatırlatmalıydım. 
Metin’in iyi bir Başkan olabileceği aklımdan bile geçmiyordu. Ertesi sabah okula, sınıfıma gittiğimde kimseye selam vermedim. Sadece bana oy veren dört kişiyle tebessüm ettik acı acı birbirimize. 
Derslere gelen öğretmenler Sınıf Başkanı kim, diye bile sormuyorlardı:
-Metin, gelmeyen var mı? Metin, tahtayı açar mısın? Metin, arkadaşlarına şu soruyu anlatır mısın? Metin, çayımı getirir misin? Metin şu metni okur musun?
Metin de Metin… Öğretmenler de Metin’in büyüsüne iyice kapılmıştı. 
Matematik Öğretmeni soru yazıyordu tahtaya:
Metin’in 10 dönüm tarlası var. Bu tarlanın etrafın telle çevirmek istiyor….
Ya da Türkçe Öğretmeni:
Başkanınız Metin hakkında uzun bir metin yazmanızı istiyorum. Metnin yazım ve noktalama kurallarına dikkat etmenizi istiyorum.
Ben ise içinde Metin geçen hiçbir soruya bakmıyordum, hiçbir metni yazmıyordum. Öğretmenlerim bu durumun farkında bile değildi. 
Metin, artık Sınıf Başkanı gibi değil sınıfın ağası gibi geziyordu. Yoklama almıyor, sınıfı susturmak için çalışmıyor hatta son zamanlarda derse bile girmiyordu. Video çekimleri, fotoğraf çekimleri, söyleşiler… Metin’in adı vardı ama kendisi yoktu. 
Birkaç kez öğretmenlerim yoklama alırken sınıfta gelmeyen var mı diye bana sordular. Cevap bile vermedim. Sınıf arkadaşlarım yavaş yavaş yaptıkları hatayı anlamaya başlamışlardı. 
Uzun aradan sonra sınıfa gelen Metin, sınıftaki arkadaşlarından çay, tost getirmelerini istemiş hatta birine ayakkabılarını silmesini söylemişti. 
Zamanla Metin yalnızca benim değil bütün sınıfın gözüne batan bir diken hâline gelmişti. Artık kıyıda köşede Metin hakkında olumsuz konuşmalar, gruplaşmalar başlamıştı. Sahi, bu çocuk bu okula neden gelmişti pat diye? Bu kadar yetenekli, becerikli bir öğrenciyi eski okulu neden göndersin ki?
Bu soru günlerce zihnimde dolaştı. Metin’in eski okulunu araştırdım ve buldum. Şimdi sıra eski okulunda yaşadığı şeyleri bulmaktaydı. Üşenmedim, eski okuluna kadar gittim ve nöbetçi öğrenciye Okul Müdürü ile görüşmek istediğimi söyledim. Okul Müdürü, benim gibi karizmatik bir öğrencinin bu talebini geri çevirmedi. Müdür’e durumu anlattım. Yaşadığım şeyleri söyledim. Müdür çok duygulandı. Metin’in bu okulda da benzer tavırlar sergilediğini ve devamsızlıktan kalmak üzere olduğunu söyledi. Okulla çok ilgisinin olmadığını da ilave etti. Hatta okuldan ayrılmasına öğretmenler de öğrenciler de çok sevinmişti. Oysa Metin, sadece Sınıf Başkanı olmak için bu okula geldiğini söylemişti. Artık Metin’in tüm hikâyesini biliyordum. 
Gün geçtikçe bana oy vermeyen arkadaşlarım birer ikişer gelerek özür dilemeye, pişman olduklarını söylemeye başladılar. Dönem sonu gelmeden sınıfta yeniden bir Başkan seçimi yapılması gerektiği konuşulmaya başlanmıştı. Erken seçimdi bu. Herkes benim başkanlığıma kesin gözüyle bakıyordu. Yeniden aday olacağımı zannediyorlardı. Ben, aday olmayacağımı belirtmeme rağmen arkadaşlarım, öğretmenlerim her yerde benim propagandamı yapıyorlardı. Renkli afişler hazırlanmıştı. Pazartesi seçim yapılacaktı. Bu kez kimseyi ikna etmek zorunda da kalmamıştım. Aday değildim ama Başkanlık kesin gibiydi. Pazartesi okula gittiğimde sınıfımızda yeni bir öğrenci gördüm. Masamda adım yazılı bir poşet vardı. Poşeti aldım, içinde hediyeler vardı. Yeni gelen çocuğun Başkan adayı olduğunu öğrendim. Bu olayları sanki bir yerlerden hatırlıyordum. Yeni çocuğun etrafı çok kalabalıktı. Seçimleri izlemek üzere başka sınıflardan öğrenciler ve okul idaresi de sınıfımıza gelmişti. Bir ders süren oylama sonucunda bana hiç oy çıkmamıştı çünkü ben de yeni gelen bu çocuğa oy vermiştim. Mutluydum. Artık Sınıf Başkanlığı gibi bir hayalim yoktu. Benim hedefim daha büyüktü çünkü.  

SIRADAN BİR OKUL


Elif Serra Yıldırım
Nehir Güver


Benim adım Mercan. Okula gidiyorum, sıradan bir okul işte. Duvarları yok, pencereleri var. Kapısı var. Tavanı yok, tabanı var. Sıradan bir okul işte. Dersler çok yoğun çünkü pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma günleri okul tatil. Cumartesi ve pazar günleri derse gitmek çok yorucu. Üstelik teneffüsler kırk dakika, dersler beş dakika. Günde üç ders boyunca sınıfta oturmak ve hemen biten teneffüsten sonra yeniden sınıfa koşmak çok büyük bir eziyet benim için. Sadece benim için değil tüm okul için büyük bir eziyet ama öğretmenler bu durumdan çok mutlu. Sınıfım zemin katta ve sınıfıma yürüyüp geçmek bile büyük bir eziyet. 
Kasım aylarını sevmiyorum çünkü bir hafta boyunca okula gidiyorum. Aynı şekilde nisan ayında da bir hafta okul var. Şubatta iki hafta boyunca okul var ve bitmek bilmiyor fakat yazın iki ay boyunca okula gidip gelmek ayrı bir sorun. Üstelik arada bayramlar da oluyor ve bayramlarda da mutlaka okulda bulunmamız gerekiyor. 
Benim adım Mercan. Okula gidiyorum, sıradan bir okul işte ve çok yorucu benim hayatım.  

GAYET NORMAL BİR HAYAT



 Akşam uyanıyorum. Mutfaktaki musluğun karşısına geçip diş fırçasıyla parlak bir tencerenin içine bakarak saçlarımı tarıyorum. Gayet yakışıklıyım. Küpelerimi koluma, künyemi kulağıma takıyorum. Halhalım hep boynumda yani olması gerektiği yerde. Ardından işe gidiyorum. Hava çok soğuk olduğu için yazlık pantolonumu boynuma doluyorum. Rüzgar onu uçurmasın diye yüzme simidimi de üzerine geçiriyorum. Başım üşüyor biraz ama başıma geçirecek bir kum kovası var en azından. İnsanlar bana bakıyor bazen sanki yanlış bir şey yapıyormuşum gibi. Oysa en büyük yanlışı onlar yapıyor önlerine baka baka dümdüz yürüyerek. İnsan dümdüz yürür mü, geri geri yürümek varken? 
Ne iş yaptığımı merak ediyorsunuz şimdi. Ben havadan para kazanıyorum. Aslında hava benden para kazanıyor. İnsanların akın akın geldiği bir yerde onların ayağını yerden kesip göğe yükseltiyorum balonla. Kocaman bir balonun sahibiyim. Balonumun üzerinde sürüngen hayvanların resmi var. İnsanlara yaptıklarının anlamsız olduğunu, sürünmenin daha eğlenceli olacağını ima ediyorum ama anlamıyorlar. Yükselmek istiyorlar sürekli. Sonra da bağırıp çağırıyorlar. Sabaha kadar devam ediyor işim. Sabah işten ayrılıp yemeğe gidiyorum. Akşam yemeğimi genelde dışarda yiyorum. Dışarda yani yol kenarındaki ağaçların altında. İnsanlar açık havada yemek için şehrin uzaklarına gidiyor anlamsızca. Oysa ağaç her yerde var.
Bir şeylerin ters olduğunu düşünen insanlara şaşıyorum. Tersliği önce seçiyorlar sonra da işlerimiz ters gidiyor diye şikâyet ediyorlar. Benim böyle bir sorunum yok. 
Sabah olmak üzere. Evime gitmeli ve balkondaki yorganımın üzerine kıvrılmalıyım. Üzerime yatağımı çekmeliyim çünkü hava çok sıcak.  

OLAY, OLAYLAR

Nehir Güver

Merhaba, ben Olay. Ben dünyada gördüğünüz en normal insanım. O kadar normalim ki buz gibi havada dışarıda tişörtle gezebilirim ve üşümem. Çöl sıcaklarında kaban ve kazak giyerim ama terlemem çünkü ben çok normalim. 
Bugün çok sıcak, yarın yağmurlu olacak ve sadece tek bir pantolonum var. Bu yüzden pantolonumun bir bacağını kesip bugün giyeceğim diğer bacağını da yarın giyeceğim. Böylelikle bir parçası kuru kalmış olacak pantolonumun. 
Bir keresinde yaptığım bir şeyi sizlere anlatayım. Benim bir çift patenim vardı. İnsanlar neden pateni çift satarlar ki. Bir tanesi iş görüyor zaten. Ben de öyle yaptım. Tek patenimi bir ayağıma giydim, diğer ayağıma ayakkabımı taktım. Patenimi kaykay gibi kullandım. Zaten paten denilen şey de kaykayın kardeşi değil mi? Belki de amcası. O kadar normalim ki size anlatamam. 
Ben dünyada gördüğünüz en normal insanım ve bunu sizlere ilk defa söylüyorum. Ben, güneşli günlerde şemsiyeyle dolaşırım. Hem de yağmur şemsiyesi. Yoksa şemsiyenin aslında güneş için icat edildiğini ben de biliyorum. Ben normalim çünkü yollarda geri geri yürürüm. Bu benim olayımdır. Çünkü ben Olay’ım. Beni ilk kez görenler, yaptıklarıma şahit olanlar bunları olay olarak görüyor. Bu da normal çünkü ben Olay’ım.