elif serra yıldırım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
elif serra yıldırım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2025 Cumartesi

İLKBAHAR


Elif Serra Yıldırım

Yemyeşil ağaçlar
Toprak kokan sokaklar
Islak asfaltlar
Bunun adı ilkbahar

Çiçek açan bitkiler
Taptaze meyveler
Çiçekler ve böcekler
Bunun adı ilkbahar

7 Aralık 2024 Cumartesi

SİLGİ

 

ELİF SERRA YILDIRIM

Hayatımızda bir silgi olsa keşke, yaptığımız hataları, yanlışları silebilsek. Geri alabilsek bazı sözleri, işlenmiş günahları, söylenmiş yalanları ve bir de bazı insanları. 

HAYIR, HAYIR

ELİF SERRA YILDIRIM

Önce biraz yürüdü sonra adımları hızlandı, git gide koşmaya başladı. Koştu, koştu… Şehrin kalabalık sokaklarında belirsiz bir silüet oldu. Nedendir ki sonra hafif hafif damlayan yağmur eşliğinde yavaşladı. Nefes nefese bir halde geldiği yere bakındı. Boş gözleri önce endişe, sonra umutsuzlukla sağa sola dönmeye başladı geldiği yeri tanıyınca. Bu bir tesadüf müydü? Hayır, dedi kendi kendine. Hayır, hayır, olamaz. Söylediği son şey bu oldu. 

30 Kasım 2024 Cumartesi

SIRADAN BİR OKUL


Elif Serra Yıldırım
Nehir Güver


Benim adım Mercan. Okula gidiyorum, sıradan bir okul işte. Duvarları yok, pencereleri var. Kapısı var. Tavanı yok, tabanı var. Sıradan bir okul işte. Dersler çok yoğun çünkü pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma günleri okul tatil. Cumartesi ve pazar günleri derse gitmek çok yorucu. Üstelik teneffüsler kırk dakika, dersler beş dakika. Günde üç ders boyunca sınıfta oturmak ve hemen biten teneffüsten sonra yeniden sınıfa koşmak çok büyük bir eziyet benim için. Sadece benim için değil tüm okul için büyük bir eziyet ama öğretmenler bu durumdan çok mutlu. Sınıfım zemin katta ve sınıfıma yürüyüp geçmek bile büyük bir eziyet. 
Kasım aylarını sevmiyorum çünkü bir hafta boyunca okula gidiyorum. Aynı şekilde nisan ayında da bir hafta okul var. Şubatta iki hafta boyunca okul var ve bitmek bilmiyor fakat yazın iki ay boyunca okula gidip gelmek ayrı bir sorun. Üstelik arada bayramlar da oluyor ve bayramlarda da mutlaka okulda bulunmamız gerekiyor. 
Benim adım Mercan. Okula gidiyorum, sıradan bir okul işte ve çok yorucu benim hayatım.  

GAYET NORMAL BİR HAYAT



 Akşam uyanıyorum. Mutfaktaki musluğun karşısına geçip diş fırçasıyla parlak bir tencerenin içine bakarak saçlarımı tarıyorum. Gayet yakışıklıyım. Küpelerimi koluma, künyemi kulağıma takıyorum. Halhalım hep boynumda yani olması gerektiği yerde. Ardından işe gidiyorum. Hava çok soğuk olduğu için yazlık pantolonumu boynuma doluyorum. Rüzgar onu uçurmasın diye yüzme simidimi de üzerine geçiriyorum. Başım üşüyor biraz ama başıma geçirecek bir kum kovası var en azından. İnsanlar bana bakıyor bazen sanki yanlış bir şey yapıyormuşum gibi. Oysa en büyük yanlışı onlar yapıyor önlerine baka baka dümdüz yürüyerek. İnsan dümdüz yürür mü, geri geri yürümek varken? 
Ne iş yaptığımı merak ediyorsunuz şimdi. Ben havadan para kazanıyorum. Aslında hava benden para kazanıyor. İnsanların akın akın geldiği bir yerde onların ayağını yerden kesip göğe yükseltiyorum balonla. Kocaman bir balonun sahibiyim. Balonumun üzerinde sürüngen hayvanların resmi var. İnsanlara yaptıklarının anlamsız olduğunu, sürünmenin daha eğlenceli olacağını ima ediyorum ama anlamıyorlar. Yükselmek istiyorlar sürekli. Sonra da bağırıp çağırıyorlar. Sabaha kadar devam ediyor işim. Sabah işten ayrılıp yemeğe gidiyorum. Akşam yemeğimi genelde dışarda yiyorum. Dışarda yani yol kenarındaki ağaçların altında. İnsanlar açık havada yemek için şehrin uzaklarına gidiyor anlamsızca. Oysa ağaç her yerde var.
Bir şeylerin ters olduğunu düşünen insanlara şaşıyorum. Tersliği önce seçiyorlar sonra da işlerimiz ters gidiyor diye şikâyet ediyorlar. Benim böyle bir sorunum yok. 
Sabah olmak üzere. Evime gitmeli ve balkondaki yorganımın üzerine kıvrılmalıyım. Üzerime yatağımı çekmeliyim çünkü hava çok sıcak.  

23 Kasım 2024 Cumartesi

ÇATI

Elif Serra Yıldırım

Bayraklar, yalnızca bir kumaş parçasından çok öte bir şeydir. Her yerde büyük manalarıyla tüm vatandaşlar için bir değerdir bayrak. Uğruna canlar verilen, hayatlar hediye edilen bayrak. Her yerde çıkar karşımıza: sınıfta, okulda, parkta, bahçede. Peki nedir bayrağa duyulan bu sevgi? Niçin bu saygı?
Bu sorunun cevabı için çok değil sekiz sene öncesine gitmemiz gerekir. 15 Temmuz gecesi bir milleti taarruza geçirendir bu saygı. O halde bayrak, hürriyet demektir, istiklal demektir. Vatan sevgisiyle dolup taşmaktır bayrak. Kurtuluş Savaşı’nda bebeğinin battaniyesini top mermisinin üstüne örtebilmektir. 
Yalnız bizim için değil en küçüğünden en büyüğüne tüm ülkeler için paha biçilmez bir değerdir bayrak. Kırmızı, sarı, beyaz, siyah, mavi, yeşil ve çok daha fazlası. Hepsi için renklerin bir manası var bayrakta. Belki özgürlüğü, belki mutluluğu, belki sonsuzluğu anlatıyor bayraklar fakat değişmeyen bir şey var ki her milletin bir bayrağa ihtiyacı vardır. Sadece milletler değil en küçük bir dernekten tutun da büyük futbol takımlarına kadar her topluluğun kendi varlığını sembolize eden bir bayrağı vardır. 
Bayrak, bir topluluğun varoluşunun kanıtıdır özetle. Bayrak yoksa yarım kalır toplumların bir yanı. Bayrak, bir tamamlayıcı unsurdur, bir “olmazsa olmaz”dır. Bir temel ihtiyaçtır birlikte olabilmek için bayrak. Altında toplanılacak bir çatıdır bazen. Bazense bir savaşta tarafımızı belirten bir simge. 
Görünce göğsümüzü kabartan bir gururdur bayrak.  

2 Kasım 2024 Cumartesi

PAZARTESİ

Elif Serra Yıldırım 


Maalesef / pazartesi / bugün     / yine
Pazartesi / bugün     / maalesef / yine
Bugün    / maalesef / pazartesi / yine
Yine       / yine        / yine        / yine 

19 Ekim 2024 Cumartesi

KÜÇÜK BİR KIRIK

Elif Serra Yıldırım


Günlük hayatı doğal akışında yaşarken bazı güzelliklerin, nimetlerin farkına varamayabiliyoruz. Herhangi bir gün yaşadığımız bir kaza ya da felaketle aslında önceki günlerimizin ne kadar güzel olduğunu fark ediyoruz. Mesela küçük bir kaza sonucu ayağınız ya da kolunuz kırıldığında anlıyorsunuz ayağın ya da kolun kıymetini. 
Birkaç hafta önce başıma geleceklerden habersiz neşeyle vakit geçirdiğim evin parkında yaşadıklarım bana büyük bir tecrübe oldu. Kaydıraktan kayarken ansızın serçe parmağımı kaptırdım kaydırağa ve acıyla indim kaydıraktan. 
Önce buz koydum parmağıma. Küçük bir şey olabileceğini düşündüm. Acımın geçeceğini düşündüm fakat geçmiyordu. Bir yandan da şişiyordu parmağım. Ailem beni hastaneye götürdü fakat acil serviste parmağımda bir şey olmadığı söylenmişti. Psikolojik olarak biraz rahatlamıştım fakat acım dinmiyor, parmağım habire şişiyordu. Sonunda yeniden hastaneye gittik. Bu kez parmağımın kırık olduğu söylendi ve parmağım, elim, kolum boydan boya alçıya alındı. 
İki hafta boyunca sol elimi kullanamadım doğal olarak. Bu süreçte düşündüm tek elle yaşamın ne kadar zor olduğunu. Hele bir de solaksanız… Neyse ki dört gün sonra kurtuluyorum imzalarla dolu alçıdan. 
Umarım çocukluğum başka bir yerimi kırmadan geride kalır. 

12 Ekim 2024 Cumartesi

BİTMEYEN SAVAŞ

 

Elif Serra Yıldırım

Dünya kuruldu ve başladı savaşlar
Hep vardı büyük kavgalar
Habil ve Kabil’den beri 

İnsanlar oturup düşünmek yerine barışı
Tercih ettiler savaşı
Düşünmediler kardeşçe yaşamayı
Unuttular güvercinlerin cıvıltısını
Çiçeklerin kokusunu
Unuttular kardeşliğin coşkusunu

Kin, nefret, gözyaşı
Yüzyıllarca sardı dünyayı
Bununla da kalmadılar 
Savaş aletleri icat ettiler 
Daha çok insan öldürmek için
Üzerine insan kardeşlerinin
Bombalar dökmek için

Oysa kimseye kalmayan bir yüzü var dünyanın
Kimseye kalmayan büyülü bir servet
Dünyaya sahip olmak isteği

Kardeşçe yaşamak varken bu dünyada
Bunca kin, öfke, gözyaşı
Düşünüyorum niye
Niye
Niye



5 Ekim 2024 Cumartesi

SALGIN


Elif Serra Yıldırım
Son yüzyıldır böyle soğuk bir kış yaşanmamıştı. En azından hava durumu sunucuları böyle diyordu. Rüzgâr buz gibi esiyor, kar gündüz gece demeden yağıyordu. Kimseler sıcacık evinden çıkmıyordu ihtiyaç olmadıkça. Okullar ve iş yerleri tatil edilmişti. Etrafta o kadar çok olmasına rağmen çocuklar kartopu oynamaya, kardan adam yapmaya çıkmıyordu çünkü hava çok soğuktu. 
Yine böyle bir günde uyandı Tuğçe. Okula geç kaldığını düşünerek aceleyle yataktan doğruldu. Neyse ki sonra okulun tatil edildiğini hatırladı. Gözü geçen yılki doğum gününde anneannesinin hediye ettiği saatte takılı kaldı. Saatin kaç olduğunu görünce ağzından küçük bir hayret nidası çıktı. Saat altıydı. Yani her zaman uyandığı saatten saatlerce erken. Üstelik Tuğçe önceki gece ertesi günün tatil olduğunu düşünerek çok geç yatmıştı. Nasıl olup da böyle erken kalktığına bir türlü anlam veremiyordu. Şimdi ne yapacağını düşündü. Hiç böyle erken kalkmamıştı. En iyisi kardeşini uyandırmaktı. Evet kardeşiyle hiç anlaşamazdı ama bu sinir bozucu sessizliğin bozulması için her şeye katlanabilirdi. Koşarak kardeşinin odasına girdi:
-Uyan hadi, uyan hadi, dedi. 
Kardeşi horluyor fakat bir türlü uyanmıyordu. Tuğçe korkmaya başladı. Annesi, babası, kardeşi Mert ve anneannesiyle yaşadığı eski, küçük ve ahşap konağın merdivenlerini hızla çıktı. Ebeveynlerinin odasına girince derin bir nefes aldı ve hızla odaya daldı. Bağırarak:
-Anne, baba, Mert uyanmıyor! Ne kadar denesem de başaramadım. 
Fakat ne annesinden ne de babasından bir ses çıkıyordu. İkisinin de uyuduğundan emindi çünkü ikisi de her zamanki uyudukları pozisyonda uyumuşlardı. Onları da uyandıramayınca anneannesinin odasına (aslında misafir odası olması gerekiyor) gitti. O da uyuyordu. Tuğçe’nin ayaklarının bağı çözüldü. Elleri titredi. O an ne yapması gerektiğini anladı. Beren’e ulaşmalıydı. Beren, en yakın arkadaşı, ne zaman giderse gider ona kapıyı açardı. Hazırlanıp sıkı sıkı giyindi. Atkısını örterken:
-Umarım o da uyumuyordur, dedi kendi kendine. Bu sözüne güldü hiç komik olmasa da. Aslında bunu düşünüp duruyor, içten içe itiraf etmekten korkuyordu. Giyindi, yanına evin anahtarını alacaktı ki durdu ya o yokken ailesi uyanır ve Tuğçe’yi bulamazlarsa. Bir not yazmaya karar verdi ve notu yatağına koyarak evden çıktı.
Dışarıda gördüğü manzara Tuğçe’ye yeniden şok duygusu yaşattı. İnsanlar, arabalarında, kaldırımlarda, banklarda uyuyup kalmışlardı. Acaba zaman durdu da sadece ben mi hareket edebiliyorum, diye düşündü. Ama bu fikrinden hemen vaz geçti çünkü zaman dursa gökyüzünden yağan lapa lapa kar da havada asılı kalırdı. Bunları düşünerek hızlı hızlı yürürken karşısına bir kedi çıktı. Daha doğrusu Tuğçe kedinin karşısına çıktı çünkü kedi de uyuyordu. Gördükleri sayesinde aklına bir fikir geldi. Yaşadıklarının ne olduğunu anladı. Bir uyku salgınıydı bu ve herkes bu salgına yakalanmıştı. Lütfen, dedi Tuğçe lütfen. Beren de salgına yakalanmasın. Beren e Tuğçe ilkokul birinci sınıftan beri arkadaştılar. Dile kolaydı tabi yedi yıl ama ikisi de yedinci sınıfa gelene kadar ne çok anı biriktirmişti. Tuğçe berenin çok hareketli ve enerjik kişiliğinden dolayı berenin salgına yakalanmamış olmasını diliyordu. Köşeyi dönüp Berenlerin evini gördü. Merdivenleri hızla üçer beşer çıktı. Neyse ki beren ve ailesi apartmanın 4. Katında oturuyordu ve 13 katı yürüyerek çıkmasına gerek yoktu. Telaşla zili hızlı hızlı arka arkaya çaldı ve bekledi. On saniye olmuş kimse kapıyı açmamıştı. Sonra otuz saniye, bir dakika, beş dakika… Tuğçe inatla zili çalmaya devam ediyordu fakat en ufak bir hareket yoktu kapıda. Allah’ım, nereye düştüm ben diye ağlamaya başladı kontrolünü tamamen yitirmiş bir halde. Bir rüya mı bu neredeyim ben?
O anda yer ve gök sallanmaya başladı. Sanki biri onu dürtüyor gibi geldi Tuğçe’ye ve sonra etrafından bir ses yükseldi. Ses giderek artıyor ve anlaşılır hale geliyordu. Tuğçe etrafına baktı, kimse yoktu. Oysa ses her yerden geliyor gibiydi. Zemin, tavan, duvarlar, pencereler, merdiven… Hepsinden Tuğçe, sesi çıktı. Uyan kızım bak saat kaç olmuş, gece geç yatarsan sabah kalkamazsın işte. Bak hala yatıyor. Kızım saat on iki kalk artık. 

21 Eylül 2024 Cumartesi

TEK VALİZ

 

Doğa Uzunpınar
Ekin Akçay
Elif Serra Yıldırım
Nehir Güver
Elif Naz Özden
Elif Dağdeviren
Şeyma Ateş
Beste Kaya

Şimdilerde doğduğum topraklarda sonbahar ne güzeldir, diye düşündü. Oysa bu ülkede ve bu şehirde sonbahara dair yaşanabilecek güzellikler ne kadar azdı. Mesela ayaklarının altında hışırdayan yapraklar yoktu. Mesela göç eden leylekler yoktu. Turşu yapan, elma kurutan, salça yapan kimseler de yoktu. Okul alışverişleri ile dolup taşan caddeler, sokaklar yoktu. Ama burada olan şeyler de doğduğu şehirde yoktu. Burada kargaşa ve gürültüden başka bir şey yoktu aslında fakat kargaşanın ve gürültünün her türü vardı. Binalar gökyüzüne kadar uzanıyor bazıları bulutları sıyırıyordu. Yollarda iğne atsanız yere düşmezdi. İnsanlar yürümekten çok koşuyor gibiydi ve taşıtlar gün boyu, gece boyu vızır vızır ilerliyordu. Yalnızca yerde değil gökyüzünde de benzer bir trafik vardı. Alışılacak gibi görünmüyordu bu hayata. Bu ülkeye, bu şehre geleli henüz birkaç gün olmuştu ve buradaki yaşam tarzını henüz kavrayamamıştı. Kaç gündür doyasıya yemek yememişti. Makarna ve salata dışında hiçbir şeye yaklaşamıyordu. Çünkü kendi ülkesindeki mutfak kültürünün en küçük kırıntısı bile yoktu buralarda. Zaten insanlar tıpkı sokakta yürüdükleri gibi yemek yiyordu. Olabildiğince hızlı yiyorlardı. 
Zihninden hep düşünceler geçiyordu ve bir an bile düşünmeyi bırakamıyordu. Zihni hep meşgul olduğundan birkaç kez yanlış sokağa girmiş ve kaybolmaktan son anda kurtulmuştu. Zaten sokaklar hep birbirine benziyordu. İnsanlar da hep birbirine benziyordu. Bu kadar benzerlik içinde tek aykırı görünen kendisiymiş gibi hissediyordu. Çirkin Ördek Yavrusu masalını yaşıyor gibiydi bu ülkede. Sadece gündüzler değil geceleri de hayli yorucuydu onun için çünkü gece boyu da gürültüler bitmiyordu. Güç bela uykuya dalıyor sonra karmaşık rüyalardan kan ter içinde uyanıyordu. Bu düşünceler zihninde dolaşırken kaldığı yurdun kapısının önüne geldiğini fark etti. Yurda karşı bir aidiyet hissi yoktu. Ülkesindeki en ucuz otel bile onun için buradan daha cazipti. Buraya ait olmadığını her adımda hissediyordu. Fakat yapacak bir şey yoktu, buraya eğitim için gelmişti. Onca sınavdan geçmiş, onca başarı elde etmiş ve bu üniversiteye davet edilmişti. Pek çok arkadaşının hayaliydi bu. Kendisinin de hayali buydu fakat gerçekler hayallerindeki gibi değildi. Yurt dışını deneyimleyen bütün arkadaşları onu teşvik etmişti fakat kimse bu zorluklardan bahsetmemişti. Birdenbire acıktığını hissetti. Keşke üzerine tereyağı dökülmüş bir mercimek çorbası olsa ve yanında küçük bir salata bulunsaydı. 
Annesi ne güzel yemek yapardı. Memleketinin ekmeklerini, ekmek kokusunu bile özlemişti. Fırınların önünden geçerken burnuna gelen ekmek kokularını hatırladı. Daha ilk günlerde bu kadar memleket özlemi fazlaydı. Fazla duygusallaşmıştı. Oysa neşeyle binmişti uçağa ülkesinden ayrılırken. Kendisini toparlamalı ve bu hayata ayak uydurmalı, hayallerini gerçekleştirmek için çalışmaya başlamalıydı. Kaldığı yurdun merdivenlerinden bu düşünce ile odasına doğru ilerledi. Odasında kendisinden başka biri daha kalacaktı fakat şimdilik yalnızdı. Odasının kapısını açtığında odada yeni birini gördü. Kendisiyle aynı yaşta görünen bu genç kızı görür görmez düşünceleri dağıldı. Bir oda arkadaşına sahip olacağı için sevindi ve heyecanla:
-Merhaba, dedi. 
Bu kelimeyi duyan genç kız gülümsedi ve ayağa kalktı:
-Türk müsün? 
İkisi de heyecanlanmıştı. 
-Elbette Türk’üm. Adım, Gülce. Ankaralıyım. 
-Benim adım da Rengin. Bugün geldim buraya ve kendimi çok yalnız hissediyordum az önceye kadar. Şimdi öyle mutlu oldum ki. Sanki Aksaray’da gibi hissettim kendimi. Aksaray’dan ilk kez çıktım şehir dışına ve buraya geldim. 
Gülce:
-Tanıştığımıza sevindim, dedi. Şu birkaç gün ne kadar zor geçmişti benim için bir bilsen. Artık sen varsın ve yalnız değilim.  
Sonraki günler Gülce ve Rengin için çok fazla sıkıcı değildi. Arkadaşlarıyla da usul usul tanışıyorlar, dil öğreniyorlar ve anlaşmaya çalışıyorlardı. Hatta zaman zaman kendi aralarında bile Türkçe konuşmadıkları oluyordu. Artık Gülce ve Rengin bu şehrin yemeklerine, sokaklarına, hayatına alışmaya başlamışlardı. Günler hızla geçiyordu. Rengin, Gülce’yi ülkelerine döndüklerinde Aksaray’da misafir edecekti. Gülce de Rengin’i Ankara’ya davet etmişti. Heyecanla ülkelerine dönecekleri günü bekliyorlardı. Bir yandan da dersler sona ereceği için üzülüyorlardı. 
Nihayet okulun son günü gelmişti. Hazırlıklar yapılmıştı memlekete dönmek için. Gülce de Rengin de başarılı geçen bir seneden dolayı mutluydu. Artık bu şehrin, ülkenin yabancısı saymıyorlardı kendilerini ve çok iyi İngilizce konuşabiliyorlardı. Rengin, valizini tam olarak toplamadığı için sınıftan erken ayrılmıştı. Son ders bitmiş, herkes vedalaşmaya başlamıştı. Bu esnada dersin öğretmeni, Gülce’ye yaklaştı:
-Tebrik ederim Gülce.  Bir sene boyunca odanda tek yaşadın. Çok uzaklardan farklı bir coğrafyaya gelmene rağmen bu başarıyı elde ettin. 
Bu sözler Gülce’yi korkutmuştu. Hemen sınıftan ayrıldı. Koşarak odasına çıktı. Odasında sadece bir dolap, bir yatak ve kendisinin hazırladığı valiz vardı.