9 Aralık 2023 Cumartesi

GEYİK GİYİ

Ecrin Kılıç

    Bir varmış bir yokmuş. Uzak ormanlardan birinde yaşayan iki çok iyi arkadaş varmış. Bu iki arkadaştan birinin adı Giyi imiş diğerinin adı Sima. Bir gün küçük geyik Giyi annesine bakmış ve:
    -Anneciğim geceleri neden garip sesler duyuyorum, diye sormuş. 
    Annesi:
    -O garip sesler kurtların sesi. Kurtlar çok tehlikelidir demiş. 
    Minik Giyi o günden sonra kurtlardan hep korkmuş ama sadece kurtlardan değil "kurt" kelimesinden bile korkar olmuş. 
     Yine bir gün evinnden bir kitap alarak arkadaşına oynamaya gidecekmiş.  eve gidince bir kitap alacakmış. Kitaplığa bakınca en arkada Mavi Boncuk diye bir kitap görmüş. Onun yanıda da Huysuz Kurt Ebi adlı bir kitap duruyormuş. Kitaba göz atarken annesi seslenmiş. Arkadaşının yanına gideceği için acele etmesini söylemiş. Biraz daha zaman geçince Haydi diye bağırmış. Giyi Mavi Boncuk kitabını almak yerine huysuuz Kurt Ebi’yi çantasına atarak aceleyle dışarı çıkmış. Koşarak arkadaşı sincap Sima'nın evine gitmiş. Sima'nın evine gelince Sima:
    -Nerede kaldın, demiş. 
    Giyi:
    -Biraz geciktim, yanıma kitap aldım, birlikte okuruz, demiş. 
    Sima ben de bir kitap seçeyim kitaplığımdan diyerek kendisine kitap getirmiş. Odadaki yaprakların üzerine oturmuşlar. Mavi Boncuk'u okumayı düşünürken yanına Huysuz Kurt Ebi kitabını aldığını fark eden Giyi, Sima'ya eve gidip kitabını almak istediğini söylemiş. Sima ise arkadaşının boşuna yorulmasını istememiş ve şayet o kitabı istemiyorsa kendisinin kitap verebileceğini söylemiş. Giyi kısa bir süre düşünmüş, en iyisi bu kitaba başlayayım bugün diye düşünmüş. Kötü bir kitap olsa annesinin zaten kitaplıkta bırakmayacağını düşünüyormuş.
    Kitabı korkarak okumaya başlamış, geceyi, kurt seslerini düşünmüş önce. Sayfalar ilerledikçe kitap eğlenceli bir hal almaya başlamış. On iki dakika sonra Giyi’nin annesi aramış ve günün nasıl geçtiğini, arakadaşıyla neler yaptığını sormuş. Giyi, kitap okuduklarını ve arada sohbet ettiklerini söylemiş. 
Bir kaç saat sonra annesi yeniden Giyi'yi aramış ve akşam olmadan  eve gelmesini istemiş. Giyi eve dönmüş. Sadece kitabın adında "kurt" kelimesi geçiyor diye kitaba ön yargılı yaklaştığı için kendini biraz kötü hissetmiş. Yanlışlıkla o kitabı çantasına almasa belki de o kitabı hiç okuyamayacağını düşünmüş.

MUTSUZ AT

 


Elif Sude Göçer

    Günlerden bir gün dünyaya değişik bir at gelmişti. Dünyaya geldiği anda herkes, diğer atlar ona şaşkın gözlerle bakıyordu. Neden mi? Çünkü diğer atlar bu atın başında küçük bir çıkıntı görmüşlerdi. Ardından bu küçük çıkıntıdan küçük bir kıvılcım çıktı ve gövdesinin iki yanında küçük kanatlar belirdi. Zamanla o küçük çıkıntı ve kanatları uzamaya başlamıştı. Diğer atlar onun büyümesini şaşkınlıkla izliyordu. Anne at yavrusunu üzgün gördüğü her gün ağlamaklı bir sesle:
    -Benim yavrum herkesten özel, derdi. Kocaman at sürüsü içinde kanatları olan, boynuzu bulunan kaç tane var ki? Sadece benim yavrum böyle, derdi. Ama küçük at kendisini iyi hissetmiyordu. Diğer atlardan farklı olmak hoşuna gitmemişti. 
    Zamanla küçük atın okul çağı geldi. Okula başladığında da alnının ortasındaki çıkıntı ve kanatlarından dolayı hayli zorluk yaşadı. Benzemiyordu işte diğer atlara. Bu yalnızlık onu okumaya yöneltti. Kitap okuyordu sürekli. Bir gün okuduğu  bir masal kitabında kendisine benzeyen başka atların da olduğunu öğrendi. Kendisinin bir unicorn olduğunu artık biliyordu ve tek değildi. Mutluydu.


KARGA

 Semih Yılmaz

Bütün masallar 
Fabllar senden kötü bahsediyor
Senin sesin nedense
Çirkin olarak düşünülüyor

Simsiyah tüylerinle
Çirkin değil ama ilginç sesinle
Sen şehirlerin en güzel süsüsün
Bazen yolda kafama bir şeyler atsan da
Sabahları çatıda şamata etsen de
Sen güzel bir kuşsun karga kardeş
Sen de bir kuşsun

ÖRKÜMCEK

Ahmet Emir Koç

Senin kaç tane kolun var
Ya da ayağın
Kaç gözün var
Gözün var mı senin
Neden korkuyor senden
Kocaman insanlar
Örmeyi kimden öğrendin
Yoksa ninemi mi izledin
Çorap örerken

Aslında konuşabilsek seninle
Anlaşırız diye düşünüyorum
Yine de ürpertiyorsun
Ansızın görününce duvarda
Bir görünüp bir kayboluyorsun
Biz görmediğimiz zaman
Nerelerde geziyorsun
Soracağım çok şey var
Aslında seninle konuşabilsek
                                 Örkümcek

GELECEK ZAMAN KAHRAMANLARI

    Semih Yılmaz, Ahmet Emir Koç, Feyza İşbaşar


                                              Bölüm 1: Saklı Geçmiş

    Dünya beklenen sona ulaşmış, su ve yiyecek kıtlığı başlamıştı. Doğal insan nesli çoktan tükenmiş, mevcut insanlar teknolojik çabalarla üretilmiş deneysel yaratıklardı. Bunlar tamamen insani duygularını kaybetmemiş ancak iradelerini kaybetmeye başlamışlardı. Ancak dünyayı yöneten, dünyaya yön verenlerin farkında olmadığı bir doğal insan kalmıştı yeryüzünde. O da diğer türdeki insanları taklit ederek kendisini gizliyordu. Dünyaya geleli otuz yıl geçmişti ama annesini ve babasını hatırlamıyordu. Aslı hangi millettendi, hangi coğrafya ana vatanı idi bilmiyordu. Anadilini de bilmiyordu. Dünyada yaklaşık yüz yıldır kullanılan ortak dil, diğer bütün dilleri unutturmuştu. Bu dil yapay bir dildi. Zeki olduğu için bu dili kısa zamanda öğrenmişti.
    Yalnız kaldığı zamanlarda dünyanın geçmişine dair araştırmalar yapıyordu. Etrafındaki diğer insanlara göre kısaydı ve gözleri daha çekikti. Bu kendisini diğerlerinden ayıran en büyük özellikti. Ayrıca bir defasında düşmüş, dizi sıyrılmış ve kırmızı bir sıvı akmıştı dizinde ama etrafındaki diğer insanların herhangi bir hasar durumunda vücutlarından akan sıvı siyahtı. İlk kez farklı bir tür olduğunu o zaman anlamıştı. Bunu anlaması yıllar sürmüştü ama bundan yola çıkarak geçmişini araştırmaya başladı. Çekik gözlü insanların geçmişte daha çok Asya’da yaşadığını öğrendi. Kendisi de Asyalı olmalıydı ama Asya neresiydi? Dünyanın tamamı çöldü ve haritalar kaybolmuştu. 
    Diğer insanlar tablet şeklinde besinlerle günlük gıdalarını alıyorlardı fakat tabletlerde yeteri kadar karbonhidrat olmadığı için gereğinden daha fazla uykuya ihtiyaç duyuyorlardı. Yirmi dört saatin yirmisini uyuyarak geçiriyorlar kalan dört saatte de çok yorgun oluyorlardı. Bu insanların uzun süre uyuması Se-fe-ah’ın işine geliyordu. Se-fe-ah ismi kendisine verilen kıyafetlerin üzerinde yazılı gelmişti. Anlamını bilmiyordu. Bu insanların hepsinin bir ismi vardı ama kimsenin ismini ezberlemek gibi bir düşüncesi yoktu. Ayrıca herkes bu hayattan memnundu. Başka bir dünya, hayat, yaşam alanı özlemi duymuyorlardı. Zaman ilerledikçe insani duyguları azalıyor, bitmeye yaklaşıyordu. 
Se-fe-ah diğer insanlar uyurken aralarından kaçmak, dünyayı ve kendisini tanımak için planlar yapıyordu. Buradaki insanlar özgür olduklarını sanıyor, kaçmayı hiç düşünmüyorlardı. Se-fe-ah da nasıl olsa kendisini burada tutan bir güç olmadığı düşüncesiyle bir sabah erkenden uyandı, hazırlıklarını yaptı ve güneşin doğduğu yöne doğru ilerlemeye başladı. Se-fe-ah ilerliyordu ama etrafta hayat belirtisi yoktu. Ayrıca aklından çıkmayan bir düşünce vardı: Ya başına kötü bir şey gelirse, yeniden dönüşü nasıl olacaktı buraya?
    Yolculuğunun ikinci gününde Se-fe-ah zorlanmaya başladı. Keşke bir yol arkadaşı olsaydı her şey daha kolay olurdu. Bu düşüncelerle biraz dinlenmeye karar verdi. Biraz ilerde terk edilmiş bir şehir görünüyordu. Ürperdi. Yine de oraya gitmeliydi. Yarım saat sonra bu şehre ulaştı. Bir canlı izi yoktu ama dinlenmek için iyi bir mekândı. Belki yiyecek bir şeyler de bulabilirdi. Önce dinlenmeli, uyumalıydı. Kendisini güvende hissedecek bir yer buldu ve çabucak uyudu. Uyuduğunda hep başka bir dünyaya gidiyordu. Başka dağlar, gökler ve insanlar görüyordu. Bunları neden görüyordu anlamıyordu, kimseye de soramıyordu çünkü genetiği bozulmuş diğer insanlardan rüya ve hayal güçleri silinmişti. Bu kez rüyasında iki insan gördü. Kendisine benziyordu gördüğü insanlar. Biri annesi, diğeri babası olduğunu söyledi. Annesi olduğunu söyleyen kişi gözlerinin içine bakarak:
    -Se-fe-ah, sakın içinde bulunduğun topluluktan ayrılma. Ayrılırsan hayatta kalamazsın. Diğer türlere doğal insan olduğunu sakın sezdirme. Yakında buluşacağız, dedi. O esnada bir çıtırtı ile uyandı, korkuyla sağa sola baktı. Uyandığı anda gölge gibi bir şeyin saklandığını hissetti. Usulca yerinden doğruldu ve ürkerek gölgenin olduğu yere ilerledi. Gördüklerine inanamıyordu. Karşısında bir insan vardı ama bunun yapay mı, doğal mı olduğunu anlayamadı. Kendisinden biraz daha küçük yaşta bir kızdı bu. O da Se-fe-ah’tan korkuyordu. İyice yaklaşarak dikkatle baktığında kızın elinin üzerinde bir yara gördü ve bu yaranın üzerinde kırmızı bir sıvı vardı: tıpkı kendisinin düştüğünde, yaralandığında akan sıvı gibi… Bu, senelerdir görmediği, kendisi gibi doğal bir insandı. Kısa bir sessizliğin ardından Se-fe-ah:
    -Benden korkmana gerek yok, ben Se-fe-ah, yaşadığım koloniden kaçtım çünkü onlara benzemiyordum, senin de onlara benzemediğini elindeki sıvıdan anladım. Korkma, tanışalım, dedi. 
Kız ürkerek bakmaya devam etti:
    -Ben Azyef! Sana neden inanmalıyım, dedi. Ancak başka bir çaresinin de olmadığını biliyordu. 
Bu esnada koloninin güçlü şefi Temha, Se-fe-ah’ın yokluğunu fark etmiş yanına üç güçlü askeri Himes ve Fusuy, Nahetem’i alarak yola çıktı. Yola çıkarken yönetimi Runo’ya bıraktılar. Fakat Azyef ve Se-fe-ah uzun bir sohbete dalmışlardı ve bu durumdan haberleri yoktu. Arada iki günlük mesafe vardı ancak Temha ve ekibi araçlarla ilerliyorlar, radarlarla etrafta canlı olup olmadığını tarıyorlardı. Azyef ve Se-fe-ah birbirlerini tanımış ve arkadaş olmuşlardı. Yolun kalanını birlikte gitme kararı aldılar ve yola koyuldular. Azyef de Asyalı olduğuna inanmıştı ama Asya neresiydi? Dünyanın tamamı çöldü ve haritalar kaybolmuştu.
    Sekiz saat süren bir yolculuktan sonra iyice yorulmuşlardı. Yine bir terk edilmiş yerleşim yerine yaklaşmışlardı. Dinlenmek için ideal görünüyordu. Yaklaştıklarında buradan gelen seslerle irkildiler. Bu sesler tanıdık bir canlıya ait gibi değildi. Sessizce yaklaştılar, kaynağını anlamaya çalıştılar. Gördükleri manzara onları çok korkuttu. İnsanı anımsatan ama tamamen farklı on canlı vardı az ilerde. Bir süre izleyip karar vermeleri gerekiyordu ne yapacaklarına dair. Buradan sessizce ayrılacaklar mıydı yoksa kalıp bunlarla tanışacaklar mıydı? Korkunçtular ama belki de zararsızdılar. Yapay insanlara benzemiyorlardı. Bunları düşünürken arkalarından gelen ses tüm planlarını bozdu. Geriye döndüklerinde uçan araçların üzerinde Temha, Himes, Fusuy ve Nahetem’le göz göze geldiler. Koloninin sakinlerinden düşünceli ve diğerlerine uymayan ama yapay insan olan Ridak da Temha ve ekibini takip etmişti, olacakları izliyordu. 
    Temha ve ekibini Azyef ilk kez görüyordu. Ridak, Temha’nın onlara zarar vereceğini biliyor ve onları korumak için doğru anı kolluyordu. Ridak, aslında bir yazılım hatası taşıyordu, iradesini geliştirebilmişti. İnsani duyguları ağır basıyordu. Ridak’ın beklediği an yaklaştı. Temha, Azyef ve Se-Fe-ah’ı yakalayıp koloniye götürme ve inceledikten sonra yazılımını güncelleyip itaat etmelerini sağlamak istiyordu. Aracından inip ilk adımı atmışken Ridak büyük aracı ile Azyef ve Se-fe-ah’ı kollarından tutarak hızla kaçmaya başladı. Temha çok öfkelenmişti. Hızla aracına dönmüştü ki bölgedeki diğer canlılar gürültüyü duymuş olay yerine gelmişlerdi. Temha ve arkadaşları da bu canlıları görünce ürktüler. Canlılar ellerinde taşıdıkları zincir ağları araçlara fırlattılar ve havalanmasına engel oldular. Zaten yeterince ürken Temha ve arkadaşları koşarak kaçmaya başladılar. Bu sırada Azyef ve se-fe-ah geride bıraktıkları bölgede ne olduğunu anlamamış hızla Ridak’ın aracıyla ilerliyorlardı. Ridak’ın onları nereye götürdüğünü bilmiyorlardı. Acaba Ridak’da Temha ile mi çalışıyordu, koloniye mi götürüyordu onları? Bunları düşünmek için erkendi. Şimdi tek gerçek vardı o da Temha’dan kaçmayı başarmışlardı. En azından öyle düşünüyorlardı. 

                                                                Birinci Bölümün Sonu

BİR KAYBOLUŞ HİKAYESİ

     Metehan Darıcı, Yusuf Kerem Köse, Muhammet Onur ve Kadir Üstündağ
    
  Bölüm 1: Sessiz Veda

    Sıcak bir yaz günüydü. Şehirde serinlemek mümkün değildi. Biraz hava almak için şehrin kenarına ırmak kıyısına ailecek gitmeye karar vermişlerdi. Meyuko daha önceden ırmağı yakından görmemişti. Babasının dediğine göre bu ırmak çok uzundu ve denize kadar akıyordu. Üstelik sahili de vardı, içinde balıklar da yaşıyordu. Heyecanla yola çıktılar, kısa bir yolculuktan sonra serinleyecekleri yere ulaştılar. Bir süre suda oynadılar, karınları acıktığında kahvaltı yaptılar, salıncak kurdular, top oynadılar. Küçücük bir sahili vardı ırmağın ve etrafta kimse yoktu. Akşama doğru yorgun düşmüştü ancak Meyuko halen yorulmamıştı.
     Irmakta onu çağıran bir gizem vardı. Irmağın akışına baktı, baktı, baktı. Aile fertleri derin bir uykuya dalmıştı. Hafif ama sıcak bir rüzgâr esiyordu. Etrafta kuş sesi bile yoktu. İstemsizce ırmağa iyice yaklaştı. Suyun üzerindeki yakamoz ve suyun ahenkli akışı adeta onu büyülüyordu. Az ilerde sandığa benzeyen, tekne parçasından küçük ama sebze sandığından büyük tahtadan bir kutu duruyordu. Sepet miydi yoksa bu? Yine sanki zihni uyuşmuş gibi ona doğru yürüdü, iyice yaklaştığında bunun içine oturulabileceğini ve kayık gibi kullanılabileceğini düşündü. Zaten yaklaşınca banyo küvetine de benzediğini görmüştü. İçine oturdu, uzanmaya çalıştı ama sığmadı. Yarısı suyun içinde olan bu cisim bir süre sonra Meyuko’nun ağırlığı ile tamamen suya girdi. Meyuko endişe duymuyordu. Bir salıncakta ya da beşikte gibi mutluydu. Bir süre sonra akıntıya kapıldığının farkında bile değildi. Ailesi git gide uzakta kalıyordu. Hava serinliyor, sağda solda küçük tepeler ve cılız ağaçlardan başka bir şey görünmüyordu. İyice yorgun hissediyordu kendisini, gözlerini daha fazla açık tutamadı ve derin bir uykuya daldı. 
    Bu esnada Meyuko’nun ailesi uyanmış ve onun yokluğunun farkına varmış her yerde onu arıyorlardı ama nafile bir çabaydı bu. Şehre dönerek yetkililere durumu anlattılar, çocuklarını aramaları için yardım istediler. O akşam tüm haber kanallarında ırmakta kaybolan Meyuko’nun fotoğrafları vardı. Yakınlardaki evler, kulübeler, hayvan barınakları arandı. Irmağın her yerine dalgıçlar görevlendirildi ama nafile. 
    Gece ilerlemiş, Meyuko gözlerini silerek ve üşüyerek uyanmıştı. Biraz ıslanmıştı aynı zamanda. Yıldızlar çıkmış, hava çoktan kararmıştı.

Bölüm 2: Bitmeyen Yolculuk 

Meyuko, saatlerce yüzen cismin içinde iyice halsiz kalmış üstelik acıkmış ve susamıştı. Elini nehre daldırarak birkaç yudum su aldı. Tadı hoşuna gitmemişti, çamur ve yosun arası bir tadı vardı. Akvaryum gibi kokuyordu ama başka yiyeceği ve içeceği yoktu. Aç karnını suyla doldurmaya çalıştı ama midesi bulanıyordu içtikçe. Daha fazla içmekten vaz geçti. Üzerinde yüzdüğü cismin içinde ayağa kalkarak sağa sola bakmaya çalıştı az kalsın suyu boyluyordu. Oturmaktan, uzanmaktan başka çaresi yoktu ama bunu bile tam yapamıyordu zaten küçük bir sepetti bu. Gözleriyle bir ışık aradı, kulaklarıyla bir ses duymak istedi hepsi nafileydi. Çaresiz kendisini akıntıya bırakacaktı. Annesini özlüyordu, babasını özlüyordu. Bir rüyanın içinde gibiydi ama rüya değildi bu. Korkmaya bile cesaret edemeyecek kadar korkmuştu. 

Başının altına elini koydu, büzüldü ve akıntıya kendisini bıraktı. Tekrar uyandığında sabah olmak üzereydi. Nereye gidiyordu? Yolun sonunda ne vardı? Hangi ilçede ya da şehirdeydi? Kafasına sorular üşüştü. Ya ailesi şimdi onun olmadığının farkına çoktan varmışlardır ama neden gelip kendisini kurtarmıyorlardı. 

Bu düşüncelerle çaresiz ilerlerken biraz ötede küçük bir ada parçasına benzeyen bir yer gördü. Irmak epey genişlemişti. Irmak üzerinde ada olur mu, diye düşündü ama git gide yaklaşıyordu bu küçük kara parçasına. Nihayet içinde bulunduğu cisim adanın kenarına takıldı. Meyuko saatlerdir oturduğu yerden doğrulmak istedi, her tarafı tutulmuştu. Islaktı ve ayakları ağrıyordu. Güç bela adım atarak adaya çıktı ve minik sandalını kenara çekti. Saatler sonra ayakları ilk kez yere basıyordu. Birkaç adım sonra açıldı. Birkaç ağaç vardı burada, çalılar vardı. En büyük ağacın yanına gitti. Bu bir dut ağacıydı. Dalları yere kadar inmişti. Açlığın verdiği hisle ağaçtaki dutları koparıyor ha bire atıştırıyordu. Kendine gelecek kadar yedikten sonra ağacın arkasındaki küçük kayaya doğru gitti ve orada bir sürprizle karşılaştı. Küçücük kümes gibi bir kulübe vardı burada. Hevesle tahta kapıyı açtı. İçerde küçük bir yer yatağı ve sandık vardı. Yatağa uzandı. Tam bir gündür uzanarak yatmamıştı. Bir saat kadar daldı. Uyandığında hava ısınmıştı ve öğlen vaktiydi. Demek ki buralara gelen insanlar var diye düşündü ama burası hangi ilin sınırları içindeydi? Kalkarak sandığın içine baktı. Balık konservesi ve su şişeleri vardı yanında. Konservelerden birini açmaya çalıştı, başaramadı. Sandığın dibinde konserve açacağı, çakı, çakmak gibi araçlar bulunca sevindi. Artık karnı doyacaktı. Konserve açtı, su açtı kendisine ziyafet çekti. Akşam yaklaşıyordu. Etraftan topladığı çalı ve odun parçalarını ateş yakmak için kullanacaktı. Çakmak paslanmıştı kullanılmamaktan. Biraz uğraştı ve ateş yakmayı başardı. Normalde elinden hiç gelmezdi böyle şeyler. Zorluk, yaşam şartları insana neler yaptırıyordu? Yaktığı ateşin yanında epey kaldı. Aklı ailesindeydi. Keşke iyi olduğunu biliyor olsalar, diye düşündü. Buraya bu malzemeleri koyanlar elbette yarın uğrar, beni aileme götürür diye kendisini teselli ediyordu. Gece hayli ilerleyip ateş zayıflayınca kulübeye gitmek üzere ateşi söndürecekti ki birileri ateşi görür de gelir diye söndürmekten vaz geçti. Kulübesine gitti ve uyudu. Rüya bile göremeyecek kadar yorgundu ve bu yorgunlukla sabah etmişti. 

Sabah birilerinin kendisini bulacağı umuduyla uyandı. Dışarıya koştu ama in cin top oynuyordu. Birkaç kuş vardı ses çıkaran o kadar. Adayı baştan sona dolaşma ihtiyacı hissetti. Küçücük bir okul bahçesinden az büyük bir adaydı burası ama yine de nerede ne var, bilmeliydi. Biraz ileriye gidince farklı şeyler görünmeye başladı. Yaklaşınca büyük bir küvete benzeyen bir şey gördü. Yanına gitti. Kullanılmamaktan rengi iyice solmuş bir sandaldı bu. Kenarları tahrip olmuştu demek ki buraya uğrayan pek kimse yoktu. Canı sıkıldı. Oysa bu gün birilerinin geleceğini düşünüyordu. Sandalın birkaç yerinde çatlaklar gördü. Adada başka bir şey yoktu. Buraya hapsolmuş gibi hissediyordu kendisini. Kurtulmalı ve ailesine ulaşmalıydı.

Burada bir gece kalmıştı ve burada kendisini bulmaya gelen kimse olmayacaktı. Yeni kurtuluş yolu aramalıydı bu düşünceyle sandalı kendince onarıp yola çıkmaya karar verdi. Kulübesindeki sandığı sandalın yanına getirdi. Bu epey zaman almıştı. Sonra sandalın onarılması gereken yerlerini konserve kutuları ve bulduğu diğer malzemelerle onardı. 

Kalan konserve ve suları sandala çıkardı, sandalı güçlükle itekleyerek içine atladı ve yeniden ırmağın akışına kendisini bıraktı.  

Bölüm 3: Sandal Yolculuğu

Yola çıktığında akşam yaklaşmıştı. Bir yandan seviniyordu yola çıktığı için bir yandan da üzülüyordu belki de hata etmişti buradan ayrılmakla. Bu düşüncelerle sandal ilerliyordu. En azından artık sandalda uzanabiliyor, oturabiliyordu ve yiyeceği de vardı. Onardığı yerlerin su alıp almadığına baktı. İçeriye su girmemişti. Bir süre sağı solu izledi ama yine görünürde bir yaşam belirtisi yoktu. Sandalına uzandı. Kulübeden aldığı battaniyeyi üzerine çekti ve derin bir uykuya daldı. 
Sabah uyandığında artık kara parçası çok uzaktaydı ve ırmak hayli genişlemişti. Uzaklarda dağlar, kıyılar görünüyordu ama burası artık ırmak değildi anladığı kadarıyla. Irmağın denize vardığı yeri geride bırakmıştı. Kurtulmayı umarken daha büyük bir sorunla karşı karşıya kalmış, ırmaktan kaçarken denize ulaşmıştı. Önce karamsar düşüncelere saplandı sonra burasının deniz olduğunu, denizde balıkçıların olacağını düşündü. Kurtulmaya az kaldı, diye sevinmeye başladı. Ancak akıntı artık eskisi kadar güçlü değildi. Denizin ortasında bir o yana gidiyordu bir bu yana. Üstelik güneş de fena yakıyordu. Gece üşümüştü, şimdi ter içindeydi. 
Çaresiz biçimde kaç gün, kaç gece geride bırakmıştı denizin ortasında bilemiyordu. Suyu ve konservesi azalıyordu. Bir yandan da fırtına çıkarsa diye korkuyordu. Neyse ki geceleri hayli durgun oluyordu deniz. Artık yaptığı hiçbir şey yoktu. Rüyalarında ailesini görüyordu, kurtulduğunu görüyordu. Okulunu görüyordu. En sevmediği dersleri bile özlemişti. Annesinin yaptığı yemekleri özlemişti, sıcak yatağını özlemişti. Günlerdir üzerinde aynı elbiseler vardı ve kendisi de akvaryum gibi kokmaya başlamıştı. Artık kara görünmüyordu sağda solda. Kocaman maviliğin ortasındaydı. Yukarıya bakıyordu mavi, aşağıya bakıyordu mavi…
O gün hava biraz serin ve esintiliydi. Günlerdir aynı yerde dolaşan Meyuko denizin farklı yerlerine doğru sürüklendiğinin farkına vardı. Çok sürmedi fırtına hızlanmaya başladı. Yapacak bir şeyi yoktu. Sandalına uzandı ve fırtınanın dinmesini bekledi. Fırtına onu denizde akıntısı olan bir yere sürüklemişti. Tıpkı ırmak gibi burada bir akıntı vardı ve hızla ilerliyordu sandalı. Suyun rengi değişmişti. Isısı da değişmişti. Sandalında çok az yiyecek kalmıştı. Birkaç gün daha ya yeterdi ya yetmezdi yiyeceği.  
Meyuko kaybolalı on günü geçmişti. Ailesinin artık ümitleri tükenmek üzereydi. Onu sonsuza kadar göremeyecek olmanın acısı onları çok üzüyordu. Aramalar tamamlanmış, ırmak dibinde ya da yakınlarda her yere bakılmıştı ama Meyuko’ya hiçbir iz yoktu. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişti Meyuko. Babası sürekli kendisini suçluyordu, ırmak kenarına gitmek neyse de niçin uyumuştu. Meyuko’nun kaybolduğu günden beri o da uyumuyordu. Birkaç kez gözleri dalacak oldu, rüyasında oğlunu görüp geri uyandı her defasında. Hatta bir keresinde Meyuko uyku ve uyanıklık arasında babasına:
-Yaşıyorum ben, beni merak etmeyin, eve döneceğim ama üç hafta ama üç ay ama üç yıl sonra, demişti gizemli bir ses tonuyla. 
Babası da öyle düşünüyordu ama artık resmi kurumlar aramanın sonlandırılması gerektiğini düşünüyorlardı. Nihayet Meyuko kayıtlara “kayıp” olarak işlendi ve aramalar durdu. Hayat bir yandan devam ediyordu. Babası ve annesi her gün Meyuko’nun kaybolduğu ırmağın kenarına gelip, bir süre vakit geçirip dönüyorlardı. 
Meyuko da aslında çok özlemişti annesini babasını… Yürümeyi özlemişti, toprağa ayak basmayı. Hatta düşmeyi, dizlerinin kanamasını bile özlemişti. Çaresizce sabrediyordu. Nereye kadar dayanacaktı, kendisini bulabilen birileri olacak mıydı? Düşünüyordu… Düşünüyordu… Yapabileceği başka bir şey yoktu kocaman maviliğin ortasında. 
Artık zaman anlayışını kaybetmişti çünkü suyu ve yiyeceği de bitmişti. Üstelik iyice sıcaktı deniz ve hava. Bitkindi. Gözlerini açacak hali bile yoktu. Birden ayağını bir şeylerin sarstığını hissetti. Önce ayağını salladı. Biraz sonra yine ayağı sarsılıyordu. Tek gözüyle baktı, bir kuştu ayağına konan. Hayal görüyorum, diye düşündü. Ancak kuş ha bire ayağını sarsıyor, gagalıyordu. Derken bir kuş, bir kuş daha, bir kuş daha… Kuşular çoğaldı. Meyuko güç bela doğrularak önce kuşlara sonra az ilerdeki sahile baktı. Sapsarı kumlarla ve yeşil ağaçlarla kaplı bir kara parçasıydı burası. Sandalının oraya doğru sürüklenmesini bekledi bir süre sonra sandalı karaya oturdu. Ayağa kalktı, yürümeyi unutmuş gibiydi. Sandalın dışına adım atmaya çalıştığı anda düştü ve kumlara yuvarlandı. 

Bölüm 4: Günler Sonra Yeniden Karaya Çıkmak

Güçlükle, sürünerek kumların ilerisine doğru ulaştı. Rengârenk bitkiler ve kocaman ağaçlar vardı. Kuş seslerini ilk kez duyuyordu günler sonra. Hoşuna gitmişti fakat aklına şu soru geliyordu: Öldüm ve cennete mi ulaştım? Açlıktan etrafta gözüne kestirdiği otlardan bazılarına uzanarak yemeye başladı. Kimi ekşi, kimi acıydı bu otların. Yine de epey ot tüketti ve uyudu. Uyandığında gece başlamıştı. Kendine gelmişti. Sandalına baktı, yerindeydi. Ayakları açılmaya başlamıştı. Sandalından çakmak ve işe yarayacağını düşündüğü bir iki şey alarak ağaçların arasından yürümeye başladı. Yorulunca gözlerinin görebildiği kadarıyla kuru ağaç parçaları, yapraklar topladı ve ateş yakmaya koyuldu. Aslında soğuk değildi hava ancak ateş ona güven veriyordu. Üstelik ağaçların arasından vahşi hayvanların kendisine baktığını düşünüyor, korkuyordu. Irmakta, denizde sürüklenirken duymadığı, bilmediği korkulardı bunlar. Ateşi büyüttü, daire biçimine getirdi. Ortasına uzandı ve uyuyakaldı. Rüyasında ailesini gördü. Annesi de babası da ona el sallıyor ve özlediklerini söylüyorlardı. Tam onlara uzanacaktı ki bir tıkırtıyla uyandı. Uyanır uyanmaz yanındaki tavşan zıpladı ve kayboldu. Bir süre hareketsiz kalınca tavşan yeniden ortaya çıktı. Ayaklarının arasında havuca benzeyen bir şey tutuyordu. Ürkütmeden tavşanı takip etti. Sonunda havuçların bulunduğu yere gelmişti. Heyecan ve iştahla o da havuca benzeyen bu şeylerden yemeye başladı. Tatlıydı bu sebzeler. Yanına birkaç tane daha aldı ve hiç bitmeyecek gibi görünen ormanda yürümeye devam etti. 
Artık beslenme sorunu kalmamıştı. Meyuko’ya havuca benzeyen sebzelerin yolunu gösteren tavşan yanından ayrılmıyordu. Artık bir de arkadaşı vardı. Ancak burasının bir ada parçası olmadığını kısa sürede anladı. Çünkü daha ilerde yüksek dağlar vardı. Her yer ağaçlarla kaplıydı. Ormanın içine girdikçe tehlike artıyordu kendisi için ancak birilerine ulaşması gerekiyordu. Üzerindeki elbisenin paçaları ve kolları artık çürümeye başlamıştı. 
Gündüz vakitleri yürüyor, gece vakitlerinde ise kendisine bir ateş yakarak dinleniyordu. Gece ormanın derinliklerinde çok korkutucuydu. Baykuş sesleri, arada çığlığa benzeyen başka sesler, homurtularla sabah çok zor oluyordu. Üstelik derinliklerine doğru ilerledikçe gece ormanda serin de oluyordu. Kaç gün, kaç gece yürüdü, saymadı. Orman bitecek gibi değildi. Belki de aynı yerde daire çiziyordu çünkü ağaçlar hep birbirine benziyordu. Farklı ağaçlar ve meyveler bulduğunda yanına birkaç gün yetecek kadar almayı da ihmal etmiyordu. 
Bir sabah uyandığında ağaçların seyrek olduğu bir yere rastladı. En azından aynı yerde dönmediğini düşündü, sevindi. İlerde ne olacağını, karşısına ne çıkacağını bilmiyordu. Ağaçlardan bir kısmının kökleri duruyordu. Eğildi, inceledi. Bu ağaçlar kesilmişti. Ağaçların kesilmiş olması demek, insanların yakın olduğu demekti. Sevindi. Ancak nasıl insanlarla karşılaşacağını bilmiyordu. Üstelik hangi şehirde ya da ülkede olduğuna dair bir fikri de yoktu. Tek bildiği kilometrelerce uzakta olduğuydu ailesinden. Bir süre daha yürüyünce ormanın içinde patikaya benzer bir yol olduğunu fark etti ve bu yolu takip etmeye başladı. Patikalar ya hayvan sürüleri tarafından oluşturulurdu ya da insanların aynı yolu kullanmasıyla doğal olarak ortaya çıkardı. Kesilmiş ağaçları da hesaba katarsa bu patika onu insanların bulunduğu bir yere götürecekti. Birazcık olsun umuda kapılmıştı günler sonra. Durup dinlenmeden yolu takip etti. Heyecanlanıyordu. Yanında yürüyen tavşan bir sağına geçiyordu bir soluna. Nihayet ağaçlar iyice azaldı ve karşısında küçük bir köy gördü. Yaşadığı yerdeki yapılara benzemiyordu bu evler. Üstelik etrafta da kimseler görünmüyordu. 

Bölüm 5: Yabancılar Arasında İki Hafta

Sessizlikten endişe duyan Meyuko, bir kenara çekildi ve sessizce etrafı izlemeye devam etti. Küçük tavşan korkusuz bir şekilde köyün içine doğru ilerliyor, dönüp Meyuko’ya bakıyor adeta korkacak bir şey olmadığını ona anlatmaya çalışıyor gibiydi. Meyuko endişeyle sağa sola bakıyor yerinden oynamıyordu. Ağaçlardan yapılmış evlerden birinin önünde durdu, penceresine zıpladı, tekrar kapıya indi o esnada kapı açıldı ve Meyuko ile aynı yaşlarda bir çocuk göründü kapının önünde. Tavşan ve bu çocuğun birbirlerini tanıdıkları belliydi. Çocuk tavşana uzandı, onu sevdi ama tavşan bir şeyler göstermek ister gibi çocuğu köyün dışına doğru çekmeyi başardı. Nihayet küçük tavşan ve yanındaki çocuk Meyuko’nun yanına geldiler. Meyuko çocuğa baktı, çocuk da Meyuko’ya. Sonra Meyuko’ya bilmediği bir dilde bir şeyler sordu çocuk. Meyuko’nun anlamadığını fark edince işaret dili ile anlaşmaya çalıştılar. Meyuko, eline bir çöp parçası alarak macerasını resimlerle çocuğa anlatmaya çalıştı. Sevmişlerdi birbirlerini. Meyuko kendisini işaret ederek: 
-Meyuko, dedi. Bunun üzerine diğer çocuk:
-Düko, dedi. Artık birbirlerine adlarıyla hitap ediyorlardı. Tavşan da ha bire sağdan soldan bulduklarını kemiriyordu. Düko ile Meyuko iyice kaynaştıktan sonra Düko, onu evine işaret dili ile davet etti. Korkmaması gerektiğini de ima etti. Köyde kimse yoktu çünkü büyük insanlar ormanda avlanma ve ağaç kesme işiyle meşguldü. 
Haftalar sonra ilk kez bir eve giriyordu Meyuko. Kendi evini hatırladı, ağlamaklı oldu. İstemsiz bir biçimde Düko’ya sarıldı. Düko da ona sarıldı. Kendi evlerine benzemiyordu, dillerini bilmediği insanların köyündeydi. Nerede olduğunu da bilemiyordu ama yine de mutluydu ilk kez. İnsan görmekten mutluydu. Kurtuluş umudu yeşerdiği için mutluydu. 
Akşam olduğunda Düko’nun ailesi oğullarının yanında Meyuko’yu görünce önce şaşırdılar. Düko, anladığı kadarıyla Meyuko’nun hikayesini anlattı uzun uzun. Bunun üzerine Düko’nun ailesi köylülere haber verdi. Saatlerce Meyuko’ya gelip bakmak isteyen insanlar oldu. Meyuko, onlar kadar esmer değildi. Üstelik çelimsizdi onlara göre. Bu da Meyuko’yu gizemli kılıyordu onlar için. Birkaç gün boyunca gelip çocuklar, yaşlılar Meyuko’ya bakıp dokunuyor, garip şeyler söylüyorlardı ama korkutucu insanlar değildi hiç biri. Meyuko, Düko’ya memleketini özlediğini, anne babasının yanına gitmek istediğini ve buna yardımcı olması gerektiğini anlatıyordu her gün. Düko da ailesine, köylülere bu durumu anlattı durdu. Aradan iki hafta geçmişti. Bir sabah uyandıklarında çocuklarla beraber büyüklerin de köyde olduğunu anladı Meyuko. Düko, Meyuko’ya yılın bu gününde şehirden gelen bir yabancının kendilerine av malzemesi ve kıyafet getirdiğini anlatmaya çalıştı. 
Vakit geçmeden köyün ortasındaki kalabalık büyüdü ve ağaçların arasından bir araç köye yaklaştı. Bu gelen bir arazi aracıydı ve arkası tamamen yüklüydü. Gelen kişi, buranın insanlarına benzemiyordu. Daha açık tenliydi. Herkes yanına gidince Meyuko’da bu yabancının yanına gitti. Yabancı, görür görmez Meyuko’nun bu köyden olmadığını anlamıştı. Boş bulundu ve birden:
-Adın ne, sen ne zaman geldin buraya, diye sordu. Meyuko şaşkındı. Kendisiyle aynı dili konuşan birine rastlamıştı. Telaşla:
Ben Meyuko… Dedikten sonra gözyaşlarıyla hikâyesini anlattı. Yabancı, geceyi Dükoların evinde geçirmeye karar verdi. Ertesi sabah erkenden yola çıkacaklardı ve Meyuko’nun ülkesine dönmesi için yardımcı olacaktı. Konuşmalardan anlamıştı ki kendi ülkesinden çok uzaklara sürüklenmiş, ırmaktan denize oradan okyanusa ulaşmış ve bambaşka bir ülkenin en kıyısında bir köye ulaşmıştı. Artık dönüş ümidi daha da artmıştı. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah, Düko ve ailesi olmak üzere bu küçük köydeki herkesle vedalaştı. Tavşanla da vedalaşıyordu ama tavşan bir türlü peşini bırakmıyordu Meyuko’nun. Sonunda Meyuko araca binince tavşan da araca atlamıştı. Galiba onu terk etmek istemiyordu. Tavşan, yabancı ve Meyuko yola çıktılar. 

Bölüm 6. Dönüş Ümidi
Yabancı satıcı ve Meyuko yolda uzun uzun konuştular. Satıcı Meyuko’ya teşekkür etti yolculuğuna eşlik ettiği için ve onu ailesine ulaştıracağına söz verdi. Araçla üç günlük yolları vardı ve mola vererek gitmeleri gerekiyordu. Meyuko haftalar sonra yeniden damak zevkine uygun yiyecek, içecek bulduğu için mutluydu. Tavşan da halen yanından ayrılmamıştı. Yabancı satıcı, kendisinin yedek elbiselerinden Meyuko’ya bir şeyler uydurmaya çalıştı. Büyük de olsa bu kıyafetler hoşuna gitmişti Meyuko’nun. 
İlk molanın ardından yeniden yola çıktıklarında nihayet asfalt yol görünmüştü. Meyuko heyecanlanıyordu. Bir süre daha gittikten sonra başka başka araçlar görmeye başladılar. Tabelalar vardı yol üzerinde ama Meyuko ne yazdığını anlamıyordu. Bu kez molayı bir benzin istasyonunda vereceklerdi. Meyuko heyecan ve neşe ile araçtan indi. Tavşanını da yanına aldı. Birlikte önce karınlarını doyurdular ardından yabancı satıcı Meyuko’ya yeni kıyafetler aldı. Haftalar sonra yeniden modern bir dünyaya ulaşmak dünyaya geri dönmek gibiydi. Meyuko bu dinlenme yerindeki otel odasında saatlerce temizlendi, duş aldı. Aynada kendisini gördüğünde şaşırdı. Neredeyse tanınamayacak hale gelmişti. Saçları uzamış, yüzü esmerleşmiş, epey zayıflamıştı. Olsun, dedi içinden. Hayattayım ve aileme dönüyorum. 
Üçüncü gün artık yabancı satıcı yolculuğun sona erdiğini söyledi ve ülkesine dönmesi için görevlilerle irtibata geçmeleri gerektiğini dile getirdi. Birlikte kocaman binalara girdiler. Anlamadığı dilde çok şey konuşuldu etrafında. Tavşanı hep yanındaydı bu sırada. Akşama kadar ordan oraya dolaşıp durdular. Akşam olduğunda artık dönüş bileti alınmıştı Meyuko’nun ailesiyle irtibat kurulması kalmıştı geriye sadece. Meyuko ailesinin bilgilerini görevlilere verdi ve beklemeye başladılar. 

Bölüm 7: Eve Dönüş Yolunda
Meyuko’nun anne ve babası artık ondan ümidi kesmişti. Sadece hayatta olup olmadığını bilmek istiyorlardı. Resmi görevliler araştırmaları bırakmıştı ve Meyuko artık kayıp ilanlarında bile görünmüyordu. O gece Meyuko’nun annesi ve babası garip bir rüya görmüşler uyandıklarında birbirlerine anlatmışlar ve üzülmüşlerdi. Her ikisi de Meyuko’nun döndüğünü görmüşlerdi rüyalarında. Hem sağlıklı ve dinç bir halde. Tam rüyalarını birbirlerine anlattıkları sırada telefonları çaldı. Arayan çok uzaktaki bir ülkenin konsolosluğu idi. Meyuko’nun babası “yanlış numara” deyip kapatacaktı ki kendisini arayanlardan Meyuko ile ilgili görüşeceklerini öğrenince az kaldı bayılacaktı telefon elinde. Meyuko yaşıyordu ve aylar geçmişti kayboluşunun üzerinden. Çok uzak uzak bir ülkede nasıl ortaya çıkmıştı. Kaçırılmış mıydı, nasıl gitmişti? Bir sürü soru vardı anne ve babasının kafasında. Bunların dolandırıcı olabileceğini bile düşündü bir vakit babası. Sonunda Meyuko bulunmuştu.
Öte yandan Meyuko, tavşanı ile beraber ülkesine dönüş için son aşamadaydı. Yanında tavşanından başka hiçbir şeyi yoktu. Sadece anlatacağı hikâyeler vardı ülkesine götüreceği. Kendisine yardım eden satıcıya teşekkür etti. Sarıldı ve ülkesine dönüş uçağına bindi. Havaalanında ailesinin kendisini karşılayacağını biliyordu. 

Bölüm 8: Büyük Buluşma
Birkaç saat sonra Meyuko ülkesinde olacaktı. Ailesi de heyecanlıydı, kendisi de heyecanlıydı. Bir filmin içinde gibilerdi hepsi. Yalnızca tavşan olan bitenden habersiz gibiydi ve mutluydu çünkü Meyuko’nun yanındaydı. 
Sonunda yolculuk bitti. Meyuko uçaktan inerken anne ve babası önce onu tanıyamadılar. Esmerleşmiş, zayıflamış, saçları uzamış ve garip elbiseler içindeydi Meyuko. Galiba biraz da büyümüştü. Anne babasını görünce onlara doğru koştu. Tavşanı da kucağındaydı. Anne babası da ona doğru koştu. Bu esnada olayı haber alan gazeteciler, resmi yetkililer de havaalanına gelmişti. Flaşlar patlıyor, mikrofonlar uzatılıyor, televizyonlarda Meyuko ile ilgili haberler yer alıyordu. “Mucize Kurtuluş, Efsane Dönüş” gibi haber başlıkları vardı her yerde. Meyuko, anne babasına sarıldı, tavşan da kucaklarındaydı. Ertesi günün bütün gazetelerinde bu mutluluk pozu vardı. Meyuko’nun artık ömür boyu anlatacağı hikâyeleri vardı. İnsanlar belki de inanmayacaktı kendisine ama o yaşamıştı. 
Her şeyi yaşamıştı…



TERS YAZILAR

Emir Celal Çat

    Sonbaharın soğuk, yağmurlu günleriydi. Küçük bir kasabada beyaz tenli, sarı saçlı gözleri elaya benzeyen bir küçük kız vardı. Adı Merve’ydi. Merve’nin garip bir özelliği vardı: Yazma işini tersinden yapmak. Mesela kitap yazacağı yere "patik" yazardı.
    Merve'nin annesi çok önce ölmüştü. Annesinden kalma hırkasını her gün sırtına giyer ve işe giderdi. Herkesin bir annesi vardı ama onun sadece babası vardı. Bunu düşünüp üzülürdü. Merve, annesizliğin de verdiği hüzünle okula gitmeyip bir şeyler satıyordu ailesine destek olmak, para kazanmak için. Satış yaptığı yerdeki insanlar da anlayışsız, kibar olmayan insanlardı. O gün Merve onların tavırlarına üzülmüştü. Merve hem üzgün hem de kızgındı. 
    Akşam olmuştu, eve gitmek içinden gelmiyordu Merve'nin. Merve nedense bir banka oturup ağlıyordu usulca. Duyguları karmaşıktı. Ne yapacağını bilemiyordu artık. Yavaş adımlarla Merve eve gitti. Babası telaşlanmıştı Merve gecikince. Merve, babasına sarıldı ve odasına geçti. 
    Babası Merve'nin üzgünlüğüne bir son vermek gerek diye düşündü. Bir saman balyası buldu evin bir köşesinden ve önce ondan kağıtlar yaptı, sonra kalın sayfaları olan bir defter çıkardı ortaya. Deftere de güzel şeyler yazarak masaya bıraktı sabaha doğru. 
    Merve, hırkasıyla tam çıkacakken sabah vakti masada biçimsiz bir defter gördü, okumaya başladı. Babası da Merve gibi ters yazmıştı kelimeleri. Duygulanıp babasının yanına vardı ve ona sarıldı. Mutluluktan ağlıyordu usulca. Merve babasına sarıldı, babası da Merve'ye sarıldı. İkisi de mutluydu. 
    Artık son bir iş kalmıştı o da gökyüzünü izleyip annesinin kalbinde yaşadığını bilmekti. 

BENİM DERDİM

 Sude Gökçe Çelen


Bir sürü oyun
Say say bitmezler
Çocuklar çok severler

Her türü var oyunların
Saklambaç 
Bezirganbaşı 
Körebe
Oyna oyna bitmezler

Çeşitleri var oyunların
Bir sürü oyun
Benim derdimse hangisini
Ne zaman oynayacağım

SIKICI HAYAT


Hanzade Eligüzel

Sıkıcı bir hayat
Nasıl olurdu acaba
Galiba
İnsanlar sürekli 
Sıkıntıdan boğulurdu
Eğlencesiz olurdu

Kimi etrafta dolaşır
Eğlenceli bir şeyler arardı
Kimi ise sıkıntıdan
Kendisini yorardı


ÖĞRENCİLER

Muhammet Aziz Toptaş

Okula giden çocuklar
Her gün çarpar gözüme
Onlar 
        yüzler    
                binlerce

Çantasını alır ve evden çıkar
Genç
    Çocuk 
        Yetişkin

Hepsi giderler
Evden 
        Okula 
Okuldan 
        Eve
Okul cennet 
Öğrenci de melektir