21 Eylül 2024 Cumartesi

KAPIDAN KAPIYA


Üner Taha Aydemir

Kapıya sırtını döndü ve uzaklaşmaya başladı. Bu kaçıncı kapıydı uzaklaşmak zorunda kaldığı, düşündü, sayamadı. Önündeki bütün kapılar kapalıydı. Kimi içerden kilitliydi kapıların kimi dışardan. Biraz ilerledikten sonra döndü ve kapıya yeniden baktı. Kapı açılmıştı ama tekrar oraya gitmek istemiyordu. Kendisine açılmayan kapılar bazen böyle kendiliğinden açılıyordu. Kime açılıyordu? Bilmiyordu. 
Yukarıdaki satırları yeniden okudu ve bir hikâyenin kapısının böyle açılmaması gerektiğini düşündü. Okuyanlar böyle bir hikâyenin önünden dönebilirlerdi. Daha başka bir kapı bulmalıydı hikâyeye girmek ve ardından okuru davet etmek için. Hikâye yazmak zorunda mıydı? Değildi. Bir şeyler yazmak zorunda mıydı? Değildi. Öyleyse masadan kalkmalı ve hayatın akışına kendisini bırakmalıydı. Hayata karışmalıydı. 
Düşündü, şu saatlerde yollar, koşuşturan insanlarla dolu olmalıydı. İnsanların ellerinde, kollarında mutlaka çantalar vardı. Mağazalar büyük ihtimalle tıklım tıklım doluydu. Sanki bir savaş başlayacaktı da insanlar stok yapıyor gibiydi. Bu manzara hep böyleydi. Günlerdir, haftalardır, aylardır böyleydi. Ömür boyu belki de birkaç kez giyebileceği elbise için telaşla alışveriş yapanlar, hiç kullanmayacağı elektronik malzemeler satın alıp kısa bir süre mutlu olduktan sonra bir çekmecede unutanlar, son kullanma tarihi geçinceye kadar dolapta bekleyip sonra çöpe gönderilmek üzere poşetlerde taşınan gıdalar…
Dışarda manzaranın böyle olabileceğini tahmin etmek zor değildi. Bu hayata karışmak da en az bir hikâyeye başlamak kadar zordu onun için. Hayata karışmak zorunda mıydı? Değildi. Sokağa çıkmak zorunda mıydı? Değildi.
Soruların cevabı hep “değildi” şeklinde geliyordu ve bu cevaplar onu hareketsiz bırakmaya yetiyordu. 
Yeniden masasının başında kendini yazmaya konsantre etti ve bu kez hikâye değil de farklı bir türde yazmaya karar verdi. Bir süre düşündü, en iyisi şiir yazmaktı. Şiir, bazen kendi kendine bir çorap söküğü gibi gelebiliyordu. Hikâye de öyleydi ama bu kez yazdığı hikâyeler tıkanmıştı. Hikâyenin kapısını bir türlü aralayamıyordu. Bu kapının önünde daha fazla beklemek anlamsızdı. 
Şiir yazmalıydı. Gözlerini kapattı, ilk dizeler zihnine düşmüştü bile: 
Açılsın diye bekliyorum önünde
Yıllardır ulu bir kapının





MİSAFİR

Üner Taha Aydemir 

Önce kırlar düştü
Uçsuz bucaksız 
Bir kar örtüsü beyazlığında 
Ama göğsü kor gibi sıcaktı

Sonra soldu
Sanki sonbaharda düşen
Her bir yaprakla beraber
Tane tane soldu
Kupkuru kaldı
İçinden çürümüş yalnız ağaçlar gibi

Ama mutluydu
İşte bu yüzden
Kandım
İnandım
Yuvamızdayız sandım

Yanılmışım, misafirmişiz
O da hepimiz gibi misafirmiş
Lakin o bizi 
Beklemedi
Erkenden gitti
Sanıyorum ki
Beklemeyi pek sevmezmiş kendisi

BEYAZ ELBİSE


Üner Taha Aydemir

Bu beyaz elbise sana hiç yakışmadı
Dedi öfkeyle
Aslında kolu, düğmesi, yakası olmasa da
Beğenmişti gömleğini
Ama bilemezsin ki
Kimsenin kıymetini
Yitirmedikçe en yakınındakini

Sonra hatırlarsın
Sual olunmaz sevgini
Bir parça taşın
Bir avuç toprağın önünde

Bu beyaz elbise sana hiç yakışmadı 
Duyuyor musun söylenenleri 
Hiç beğenmediler üzerindekini

UYKU

Üner Taha Aydemir

Gecenin karanlığında
Bırakır kendini insan
Karanlığın avuçlarına
Uyur 
Kaçmak için 

Eğer uyuyamazsa
Yakalanır yalnızlığın girdabına
Yüreğinden mıhlanır
Simsiyah bir tabuta
Zincire ne gerek
Rehin olmak için yalnızlığa

KAPI


Üner Taha Aydemir

Açılsın diye bekliyorum önünde
Yıllardır ulu bir kapının
Eşiğinden içeriye adım atanlar
Biliyorum 
Biliyor artık bilinmeyenleri

Aslında yaşadıkça kapılardan geçiyorum
Kimi içerden kilitli
Kiminin dışarda anahtarsız paslı kilitleri

Yaşamak kapıları açmak biraz da
Kimi taştan, kimi demirden kapıları
Yaşamak eşikleri aşmak biraz da
Kiminin önünde bekleyerek sabırla
Demirden çarıklarla, asayla

Bir kapı var önümde açılmayan
Hatta tutmak için kolu bile olmayan
Vurmaya çekindiğim
Eşiğinde üşüdüğüm
Kocaman, kanatlı bir kapı

DEMİR KAPI

Üner Taha Aydemir

Saatlerdir aynı bankta oturuyordu. Sağa sola bakmıyordu. Sadece ayaklarının ucuna bakıyordu. Küçücük sarı karıncalar geçiyordu ayaklarının ucundan. Telaşlı böcekler geçiyordu. Hava serindi ama üşümüyordu. Yanından geçen insanların farkında değildi. Yakınından geçen araçların da farkında değildi. Saatin kaç olduğunu bilmiyordu. Günlerden neydi?.. Bilmiyordu. Yaşadığı yılı biraz düşünse tahmin edebilirdi. Biraz düşündü fakat bir tahminde bulunamadı. Ayaklarına baktı. Ayaklarının biri önde diğeri gerideydi. İki ayağını da aynı hizaya getirdi. Birkaç saniye sonra ayakkabılarından birinin üzerine iri bir yağmur damlası düştü. Bu damlanın nereden geldiğini merak etmedi. Başını kaldırıp gökyüzüne bakmadı. Hatta içinde küçük bir mutluluk hissi uyandırdı ansızın düşen bu yağmur damlası. Birkaç saniye sonra bir yağmur damlası da başına düştü. Yine gökyüzüne bakma ihtiyacı hissetmedi. Sağa sola bakma ihtiyacı da hissetmedi. Yağmur damlaları çoğalmıştı ama tedirgin olmadı. Kendini hayli keyifli hissetmeye başlamıştı. Yağmur damlaları etrafına düşerken küçük küçük ses de çıkarıyordu ve o bu seslerden mutlu olduğunu hissetti ama dönüp bakmadı yine. Yağmur bir anda hızlandı. Ayaklarının altındaki zemin ıslanmıştı. Oturduğu bankın her yeri ıslanmıştı. Kendisi de ıslanmıştı. Artık yağmur suyu alnından, paçalarından, kollarından akıyordu. Akan suya bakıp daha da mutlu oldu. Yağmur dinmiyordu, üstelik şimşek çakmaya başlamıştı. Gök gürlüyordu arada ama başını kaldırıp sesin nereden geldiğine de bakmıyordu. Büyük bir eğlencenin ortasında hissediyordu kendisini. Bu esnada elinde şemsiye ile yanına biri geldi:
-İçeri girmelisiniz, hastalanacaksınız. Yağmur sizi epey ıslatmış. Haydi benimle içeriye gelin, dedi.
Saatlerdir hareket etmemişti, ilk kez başını çevirme ihtiyacı hissetti. Beyaz elbisesi ve siyah şemsiyesi ile yanında duran bu adamı tanımıyordu. Bakışlarını hemen kaçırdı ve ekledi:
-Merak etmeyin, iyi yüzücüyümdür. Bu güzel ortamdan uzaklaşmak istemiyorum. Hem hastalanacak bir durum da söz konusu değil. 
Kaç dakika boyunca yağmur yağdı, bilmiyordu. Ne kadar ıslanmıştı, onu da bilmiyordu. Etrafta kimseler kalmamıştı. Karıncalar da kaybolmuştu, telaşlı böcekler de. Oturduğu yerde küçük bir göl oluşmuştu. Ayakları suyun içindeydi fakat umurunda değil gibiydi bu durum. Bir süre sonra yağmur dindi. Yürümek istedi ve yerinden kalktı. Elbisesi üzerine yapışmıştı. Kollarını, bacaklarını salladı. Yine hiçbir tarafa bakmadı. Gözleri halen yerde, ayaklarındaydı. Kalktığı yerde bıraktığı ceketini gördü ve eline alarak saçlarını, kollarını kurulamaya çalıştı tamamen ıslanmış ceketle. Daha sonra da ceketini omzuna attı ve yürümeye başladı. Yürümek ona hep iyi geliyordu. Attığı her adımda yeni yürümeye başlayan bir bebeğin heyecanını yaşıyor gibiydi. Saatlerce kendisini bir taş yığını gibi hissetmişti. Şimdi hareket edebildiğini, yer değiştirdiğini görmek, hissetmek ona sonsuz bir mutluluk veriyordu. Bu nasıl olabiliyordu? Az önce bankta otururken şimdi yer değiştirmiş ve değiştirmeye de devam ediyordu. Tıpkı önünde yürüyen karıncalar gibi, hızla koşuşan böcekler gibi kendisi de yer değiştirebiliyordu. Bu, çok büyük olaydı onun için. Birdenbire yürümeyi kesti. Durdu. Arkasına ve önüne baktı. Sağına soluna baktı. Kimse yoktu. Oysa karıncalar tek başlarına gezmiyorlardı. Önlerinde, arkalarında başka karıncalar vardı. Böcekler de yalnız hareket etmiyordu fakat kendisi tek başınaydı. Öyleyse ben bir karınca değilim, bir böcek de değilim diye düşündü. Bu düşünceden sevinç mi duymalıydı üzünç mü karar veremedi. Yeniden yürümeye devam etti. Tam yalnız olduğunu düşünüyordu ki elinde tuttuğu bir tepsi ile kendisine doğru yaklaşan birini gördü. Evet, önünde hareket eden biri vardı. Nihayet karşı karşıya geldiler. Hemen önünde duran kişi tepsinin üzerinden aldığı iki şekeri kendisine doğru uzattı ve:
-Yağmurdan dolayı saatini geçirdik biraz ama içeriye gelmediniz. Daha fazla zamanını geçirmemek için bunları size getirdim, dedi. 
Soru sormadı, cevap da vermedi. Kendisine doğru uzatılan şekerimsi nesneleri aldı ve tepsinin üzerinde duran bardaktaki suyu içti. Karıncaları hatırladı. Peş peşe yürüyordu onlar. Elinde tepsiyle yürüyen kişinin peşinden yürüdü, yürüdü. O nereye dönüyor, yürüyorsa kendisi de o şekilde yürüdü. Kısa bir süre sonra büyük bir kapıdan içeriye girdi. Burada başka insanlar da vardı ve kimse kendisine bakmıyordu. Ardından yürüdüğü kişiyi kaybetmemeliydi. Merdivenleri geçtiler, birkaç kez sağa sola döndüler. Nihayet önünde yürüyen kişi geriye döndü ve:
-Buyurun, sizin odanıza geldik. Benden bu kadar, diyerek hızla ayrıldı yanından. 
Saatlerdir aynı yatakta yatıyordu. Gözleri tavanın aynı noktasına bakıyordu. Ne zamandan beri bu yatakta olduğunun farkında değildi. Nerede olduğunu ve neden burada bulunduğunu merak etti. Hızla yatağından doğrulmaya çalıştı fakat her tarafı kemik gibi kaskatı olmuştu. Kolları, bacakları, boynu ağrıyordu. Başında kocaman bir ağırlık asılı gibiydi. Bir yerlere tutunarak kalktı. Odanın kapısına doğru yönelmişti ki önünde küçük servis aracıyla içeriye biri girdi. Araçta yiyecek, içecek ve renkli atıştırmalıklar vardı. Canı bir şeyler yemek ve içmek istemiyordu. Servis aracıyla odasına giren kişinin bir anlık dalgınlığından faydalanarak dışarıya çıktı. Merdivenleri hızla indi. Yürüdükçe açılıyordu. Yürümek ne güzel bir eylem, diye düşündü. Bina kapısından çıktı ve neşeli bir biçimde bahçe kapısına doğru ilerledi. Bahçenin kocaman, demirden bir kapısı vardı. Kapının hemen yanında da küçük bir kulübe. Kapıyı açmaya çalıştı fakat açılmıyordu. Duvarlar, atlamak için fazla yüksekti. Kapıyı zorlamaya devam etti. Bu esnada omzuna konan bir el ile irkildi. Üniformalı bir genç konuşuyordu:
-Selim Bey, ne yapmaya çalışıyorsunuz? Sizin burada işiniz ne? Lütfen odanıza dönün ve size verilecek ilaçları zamanında almaya özen gösterin.
Geriye döndü ve binaya baktı. Önündeki demir kapıya baktı. 

MUTLULUK

 Nurgül Asya Kılcı, Zeynep Yurttaş

Etrafımızdaki insanların çoğu
Mutsuzluktan bahsediyor
Oysa bu dünyada
Mutsuz olmak için çok çaba gerek

Mesela yaşıyoruz ve sağlıklıyız
Mesela gökyüzü açık ve bulutlar var
Mesela önümüzde yiyecek ekmek
İçecek su var

Mutlu olmak için 
Onlarca neden var
Ama bilmiyorum neden
Mutsuz bütün insanlar

ASIRLIK DÜĞÜM

 
Nurgül Asya Kılcı, Zeynep   Yurttaş
Kaan Erdoğan, Mehmet Zahid Ökten
Miraç Kağan Güler, Taha Metin Yıldırım
Selim Kurt, Tunahan Ceylan


Bölüm 1: Sandığın Keşfi

Yaz mevsimi başlayalı çok olmuştu fakat henüz havalar tam anlamıyla ısınmamıştı. Yağmur yağıyor hava birazcık soğuyor sonra ısınacak oluyor yeniden yağmur yağıyordu. Yaşlılar yaz mevsiminin bu sene gelmeyeceğini düşünüyorlardı. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve yine dışarda fena bir yağmur vardı. Yağmura yine katlanmak mümkündü ama bir de fırtına eşlik ediyordu ona. Kapılar ve pencereler ıslık çalıyor hatta bilinmeyen bir şarkının bestesini yapıyor gibiydi. Yatılı okulda bu ilk senesi değildi artık tecrübeliydi. Üçüncü senesiydi bu ailesinden uzak geçirdiği. İlk sene çok üzülmüş, ailesini çok özlemişti ama artık arkadaşlarıyla da bir aile gibi olmuştu. Zaten birkaç hafta sonra okullar da kapanacak ve ailesinin yanına dönecekti. Aylar sonra ilk kez bu gece vakti kendisini yalnız hissetti. Arkadaşları uyuyordu ve pencerelerden sesler geliyordu. Ara sıra dışardan rüzgârın etkisiyle gürültüler de geliyordu. Uykusu kaçmıştı bir kez. Uyuyamıyordu ama arkadaşlarını da uyandırmaya kıyamıyordu. Bir süre koridorda gezindi, gezindi. Dışarıya baktı fakat karanlıktan bir şey görünmüyordu. Pansiyonun penceresinde kendisini gördü. Bir anda ürktü fakat gördüğü şey kendisinin yansıması olduğu için korkusu çabucak dağılmıştı. Birkaç saniye sonra koridorun lambaları söndü. Sonunda elektrikler kesilmişti. Heyecanla odasına koştu. Ranzasına uzandı bu esnada odada kalan diğer arkadaşları da uyanmışlardı. Biraz korkmuş bir sesle:
-Saatlerdir uyuyorsunuz. Elektrikler kesildi işte ve yağmurun duracağı yok, uyanın da biraz sohbet edelim, dedi. 
Odada kendisi hariç dört kişi vardı: Mert, Mehmet, Alp ve Hasan. 
Nihayet herkes uyanınca Mahmut:
-Bu karanlıkta oturmayalım ve bir mum bulalım, dedi. Arkadaşları Mahmut’un fikrine katıldılar. Beş kafadar mum aramak için koridora çıktılar. Gürültü yapmamaya çalışıyorlar ara sıra çakan şimşeğin aydınlattığı koridorda el ele tutarak ilerliyorlardı. Sonunda deponun bulunduğu yerde birkaç yarım mum ve bir kibrit buldular. Mumun birini yakarak yeniden dönüş yoluna geçtiler. Adeta bir korku filminin içinde gibilerdi. Hasan bir ara tuvalete gitmek istediğini söyledi. Arkadaşları tek gidemeyeceğini belirterek ona eşlik ettiler. Yeniden odaya döndüklerinde sanki bu gecenin hiç bitmeyeceğini, yağmurun hiç dinmeyeceğini düşündüler. Başka odalarda da sanki kimse yok gibiydi. Beş arkadaş kocaman pansiyonda mahsur kalmış gibiydiler. Bir süre herkes sustu. Mert sessizliği bozdu:
-Mahmut, senin dedenin sana verdiği ve bize içini hiç göstermediğin bir sandık vardı. O sandığı getirsen, içini açsak, baksak. Hem vakit geçer hem de bizim merakımız giderilir, ne dersin?
Mahmut, önce bu fikri beğenmedi fakat yapacak bir şey yoktu. Fikri beğenmedi çünkü dedesi ona bu sandığı asla açmaması gerektiğini, yıllar sonra açması gerektiğini söylemişti. Aradan üç yıl geçmişti ama sandığı açmayı halen düşünmüyordu. Yine de gitti ve dolaptan küçük, ahşap sandığı getirdi. Sandığın kapağını açmaya çalıştığında onun kilitli olduğunu ilk kez gördü. Zaten çok da açmak istemiyordu. 
-Arkadaşlar, gördüğünüz gibi sandık kilitli. Belki de çivilidir. Ben bunu yerine kaldırıyorum, dedi. O esnada Alp, sandığı eline alarak muma iyice yaklaştırdı ve altında silinmek üzere olan yazılar gördü:
-Bu yazıları okuyalım, belki de nasıl açılacağı yazıyordur dedikten sonra hecelemeye başladı.
Bu yağmurlu bir gece
Sordum size bilmece
Sandığı açmak için
Bu yağmurlar bitmeden
İnceleyin sadece
Bunun kendilerine yazılmış bir mesaj olduğunu anladılar ve düşünmeye, incelemeye başladılar. Tam bu esnada oda yeniden karanlığa büründü. Zaten yarım mumlardan birini yakmışlardı ve mum bitmişti. Mert, yeniden yarım bir mum yaktı. Mumu iyice sandığa yaklaştırdı. Hep beraber sandığı incelemeye başlamışlardı. Mahmut sandığın desenlerinde farklı gördüğü bir yere dokunur dokunmaz sandığın altında küçük bir bölüm açıldı. Hepsi heyecanlanmıştı. Bu bölümde küçük bir anahtar ve bir de anahtar deliği yer alıyordu. Acaba sandıkta ne vardı? Gece yarısı bu maceraya niçin başlamışlardı? Yağmur devam ediyor, şimşekler çakıyor, fırtına zaman zaman mum ışığını sallıyordu. Pansiyondaki herkes uyuyordu. 
Mahmut derin bir nefes aldı ve anahtarı yerine yerleştirdi. Sağa sola hareket ettirdiğinde sandığın kilidinin açıldığını hissetti. Kapağı birdenbire açmak istemiyordu. İçinde ne göreceklerini hepsi de merak ediyordu fakat usul usul açmaya karar verdiler. Mumu iyice sandığa yaklaştırdılar. Mahmut kapağı aralıyordu ki bir anda sandık elinden kaydı ve içinden bir şeyler yuvarlandı. Birden hepsi de telaşlandılar. Sandığın içinden düşen şey yuvarlanırken ses de çıkarmıştı. Mumu aşağıya doğru indirdiler. Başka mumlar da yaktılar fakat görünürde boş bir sandıktan başka bir şey yoktu. İçindeki her ne ise düşmüş ve bir yerlere yuvarlanmıştı. Hepsi telaşla sağı solu ararken birdenbire gıcırtıyla odanın kapısı açıldı. Kocaman bir gölge düşüyordu içeriye. Ürktüler, biraz sonra içeriye elinde bir fenerle pansiyon nöbetçisi Mustafa öğretmen girdi.
Öğretmen olup bitenleri sordu. Gecenin bu yarısında neden uyumadıklarını, sürekli odalarından sesler geldiğini ve bunu merak ettiğini söyledi. 
Mehmet:
-Öğretmenim, dedi. Bir şey düşürdük ama ne olduğunu bilmiyoruz, hepimiz onu arıyoruz. 
-Fenerimle size yardımcı olayım, dedi Mustafa Öğretmen fakat Mahmut:
-Gerek yok öğretmenim. Yarın da arayabiliriz, şimdi uyku zamanı, diyerek öğretmenin odadan uzaklaşmasını sağladı. 
Gerçekten de yorulmuşlardı, soğuktu ve uykuları gelmişti. Sandık artık onlar için büyülü bir şey olmaktan çıkmıştı. Zaten içi de boştu ya da önemsiz bir şeyler vardı ve düşmüştü. 
Herkes uyumaya karar verdi. Sadece Mahmut uyanıktı. Sandığı yanına aldı ve yatağına uzandı. Evirdi, çevirdi, dedesini düşündü. Uyuyakaldı. 


Bölüm 2: Sandığın İçindekiler

Dedesi rüyasında ona biraz kırgındı. Dedesinin yanına gitmişti ve dedesi ona:
-Senin gibi torun olmaz olsun. Sana en değerli sandığı hediye ettim. İçinde çok değerli bir şey vardı fakat sen ona sahip olamadın. Kaybettin. Şimdi de keyifle uyuyorsun. İnsan merak etmez mi neydi o yuvarlanan diye? Sen ne biçim bir torunsun. 
Bu sözleri duyan Mahmut, yataktan fırladı. Dedesi haklıydı galiba. Dışarda hava aydınlanmış, sabah olmuştu. Yağmur ve fırtına da durmuştu. Hemen odanın zemininde dün akşam sandıktan düşen ve yuvarlanan şeyi aramaya başladı. Gözleriyle sağı solu tarıyordu ki dolabın hemen altında bir cisim gördü. Yürüdü, cisme uzandı. Bu bir cep saatiydi fakat zinciri yoktu. Saate baktı, tam olarak 6.46’yı gösteriyordu. Odanın duvarındaki saate baktı. O da aynı saati gösteriyordu. Saati kulağına tuttu. Çalışıyordu. Yıllardır bir sandık içinde kalmış bir saatin halen çalışıyor olması ve zamanı doğru gösteriyor olması bir hayli garipti. 
Saati cebine koydu ve kapağı açık sandığın kapağını kapatmaya karar vermişti ki sandığın en altında bir bölüm daha olduğunu fark etti. Bu bölümü eliyle yokladı. Açılacak gibi değildi. Saati cebinden çıkardı. Yeniden sandığa yerleştirdiğinde saat çalışmayı durdurdu ve alttaki gizli bölüm açıldı. Gizli bölümde bir kâğıt parçası vardı. Kâğıdı eline aldı ve pencereye doğru tuttuğunda kâğıdın üzerinde bir harita oluştuğunu gördü. Arkadaşları hâlen uyuyordu. 
Birkaç saat sonra arkadaşları uyandığında hepsi dün gece yaşananları çoktan unutmuş gibiydi. O da hatırlatmadı ve her zamanki gibi derslerine gitti, geldi. 
Gördüğü rüya geldi aklına. Dedesi ona kırgındı ve onun gönlünü almak zorundaydı. Arkadaşlarının arasından ayrılıyor ve sandıkta bulduğu kâğıda durup durup bakıyordu. Sonunda o kağıttaki haritanın nereye ait olduğunu anladı. Harita köylerinin az ilerisindeki harabeye aitti. Burada çok büyük taşlar ve yıkık duvarlar vardı. İlk fırsatta haritadaki yere gitmeliydi ama haritayı daha detaylı incelemeliydi. 
O gece de dedesini gördü rüyasında. Bu kez o kadar sinirli değildi. Tebessüm ediyordu dedesi. 
-Gözüme girmeyi başardın yeniden Mahmut, dedi. Şimdi o haritayı iyice incele. Saati de kullanabilirsin, sana yardım edecek. Çok fazla yardıma ihtiyacın olduğunda ben buradayım. Yani rüya ülkesinde. Sana yeni ip uçları veririm, dedi ve kayboldu. 
Mahmut için artık okul, dersler ikinci planda kalmıştı. Her şey yalnızca bu sandık, harita ve saatten ibaretti. Dedesini özlemişti galiba. Sürekli rüyasına girip duruyordu. 



Bölüm 3: Köye Dönüş

Mahmut’un arkadaşları bir daha sandığını hiç sormadılar. O gün düşüp yuvarlanan şeyin ne olduğunu da merak etmediler. Zaten o günden sonra havalar ısınmıştı. Herkes güneş batıncaya kadar bahçede geziyor, dolaşıyordu. Dersler de yıl sonu olduğu için azalmıştı. 
Bir hafta sonra karneler alınacak ve herkes evine, köyüne dönecekti. Köye dönmeyi en çok bekleyen Mahmut’tu. Haritasını her gün açıyor ve inceliyordu. Dedesi de son günlerde rüyasına girmez olmuştu. Bir gün sessizce bir kenarda yine haritasına bakarken Mahmut’u gören Mert:
-Seni bu kağıda bakarken görüyorum sürekli, ne yazıyor bu kağıtta, diye sordu.
Mahmut, önceleri söylemek istemedi fakat Mert ısrar edince olup biteni anlattı. Mert kağıdı istedi Mahmut’tan ve ışığa doğru tutarak baktı:
-Bu kağıt boş Mahmut. Boşu boşuna hayal kurmayı bırak bence. Zaten iyice ayrıldın aramızdan. Hep kendi başına dolaşıyorsun. Bence dedene bu durumu da söyleme hiç, dedi. 
Mahmut’un morali bozulmuştu fakat kafasında tüm plan hazırdı. 
Nihayet karne günü geldi. Herkes birbiriyle vedalaştı ve duygusal anlar yaşandı lakin Mahmut başka bir heyecanla köy garajının yolunu tuttu. Köye indiğinde doğru dedesini aradı. Dedesi ikindi namazındaydı. Caminin önüne giderek dedesini bekledi. Dedesi namazdan çıktığında Mahmut’u gördü ve sarıldı. Mahmut dedesine yol boyu yaşadıklarını anlattı. Dedesi onu dikkatle dinledikten sonra şöyle dedi:
-Sana bu sandığı hediye ettim ve içinde değerli bir şeyler olduğunu söyledim, bu doğru fakat içinde ne olduğunu ben de bilmiyordum çünkü hiç açamadım. Bana da dedem vermişti bu sandığı ve ona da büyük ihtimalle dedesi vermiş. Yani senelerdir dededen toruna kalan bir sandıktı bu ve açılmamıştı fakat sen açmayı başarmışsın, dedi. Bunun üzerine Mahmut:
-Peki ama dede, rüyalarıma nasıl girdin? Üstelik çok gerçekçiydi ve ben çok etkilendim bu rüyalardan, dedi. 
Dedesi:
-O kadarını bilmiyorum fakat seninle o harabelere gidelim ama şu haritaya bir de ben bakayım, dedi.
Mahmut, haritayı uzattı ve ekledi:
-Işığa doğru tutmalısın, dede. 
Dedesi:
-Bu kağıt boş evladım, dedi. Sen emin misin burada harita olduğundan. 
Mert de aynı şeyi söylemişti. Mahmut yine üzüldü. Dedesinin elinden kağıdı aldı. 
-Sen beni oraya götür, gerisine karışma, dedi. 
Dedesi Mahmut’un bu sözleri üzerine:
-Sen her şeyi çok abartmışsın Mahmut. Üzgünüm ama ben sana yardımcı olamam. Bak, sandıktan güzel bir saat çıkmış. Bunu kullan, sen de torunlarına hediye edersin. Hatta sandık içinde hediye edersin. Okuluna devam et ve kendini böyle şeylerle yorma, dedi.
Dedesi rüyasında böyle demiyordu oysa. 
Eve gelmişlerdi. 
Anne, baba, dede, torunlarla akşam yemeği yendi. Mahmut’un aklında ertesi gün sabah erkenden harabelere gitmek vardı. Harabelere tek başına gidecek ve oradaki sırrı çözecek belki de orada bir define bulacaktı. 

Bölüm 4: Düğüm

Uykusu gelmek bilmiyordu. Yatağın içinde bir sağa bir sola dönüyordu. Oysa pansiyon yatağına göre hayli rahattı yatağı. Yorganı da yündü. Eskiden olsa mışıl mışıl uyurdu bu yatakta fakat şimdi diken varmış bir o yana dönüyordu bir bu yana. 
Ne kadar döndü ne kadar zaman geçti farkında değildi lakin yine bir rüya görüyordu. Dedesi yine rüyasına gelmişti. Belki de rüya değildi bu çünkü odası, dedesinin odasıyla yan yanaydı. Dedesi tebessüm ediyor ve şöyle diyordu:
-Aslan torunum, haydi şimdi kalk ve doğru harabelere git. Gündüz seninle çok ilgilenemedim ama mutlaka bu vazifeyi yerine getirmen lazım. Asırlardır süregelen bu geleneğin, bu sırrın son düğümünü çözmek senin elinde koçum. Haydi, deden senden güzel haberler bekliyor. 
Bu rüyadan uyandığında hava henüz aydınlanmamıştı. Kalktı, abdest aldı ve harabelere doğru yola çıktı. Harabelere vardığında hava zaten aydınlanmıştı. Güneş ufuktan doğmuştu. Yanında getirdiği kazmaya ve küreğe baktı. Nereyi kazacaktı, kazacak mıydı? Burada ne araması gerekiyordu? Uykusunu almadan gelmemeli miydi? Kafası karışmıştı. Haritayı çıkardı cebinden. Bu haritanın ona yol göstermesi gerekiyordu. Bir yandan da saatini çıkardı ve kağıdın üzerine saati koydu. Hiçbir olağanüstü şey olmuyordu. Sonra kağıdı yeni doğmakta olan güneşe doğru tuttu. Gerçekten de kağıt boştu. Oysa daha düne kadar bir harita vardı kağıdın üzerinde. Kağıdı evirdi, çevirdi, o yana döndürdü, bu yana döndürdü, boştu. O esnada saatten gelen tıkırtıyı duydu. Cep saatinin akrep ve yelkovanı çıldırmış gibi dönüyordu. Bir süre döndü, döndü. Mahmut’un da başı dönmüştü ki akrep ve yelkovan bir pusula gibi tek yönü işaret eder biçimde durdu. Bu bir işaretti. Mahmut kazmayı aldı ve saatin gösterdiği yöne doğru Ya Allah, diyerek kazmaya başladı. Dedesinin de rüyasında söylediği gibi bu düğüm çözülmeliydi. 
Dakikalarca kazma ve kürekle çalıştı. Kan ter içinde kaldı. Artık kazdığı çukurun içinde görünmüyordu, çukur boyunu aşmıştı. Ağaç köklerinden ve taşlardan başka bir şey bulamıyordu. 
İyice yorulduğu sırada uzun bir gölge gördü çukurda. Yukarıya doğruldu. Önce seçemedi gölgenin sahibini. Dedesiydi gelen. Dedesinin yüzünde bir tebessüm vardı, Mahmut’a doğru eğildi ve fısıltıyla:
-Aslan torunum, kalktın ve harabelere geldin. Vazifeni yerine getirdin. Asırlardır süregelen bu geleneğin, bu sırrın son düğümünü çözebildin mi bari?
Mahmut başını öne eğdi:
-Çözemedim dede, çözemedim, dedi ve elini dedesine uzatarak kendisini kazdığı çukurdan çekmesini istedi. 

SEN ÖNEMLİSİN

 


Gamze Sena Kuyucu

Sensin bana yaşama sevinci veren
Senin olmadığın zamanlarda
Bir eksiklik hissediyorum
Yanımda

Kimileri senin farkında
Kimileri ise hiç fark etmiyor
Oysa benim için çok önemlisin
Çünkü benimsin
Sevgili küpelerim

PENCERE

 Eymen Çam
Pencereler olmasaydı
Mağaradan farksız olurdu evler
Okullar
Bir pencere 
Yetiyor değiştirmek için mekânı

Pencere, koruyor kışın soğuktan
Yazın güneşten
Olmasaydı pencereler
Sabahı fark etmezdik 
Akşamı da

Önünde dışarıyı seyredecek 
Bir pencereniz yoksa
Hep karanlıktasınız demektir
Bu aydınlık dünyada