eymen çam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eymen çam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mart 2025 Cumartesi

ORUÇLU BİR GÜNÜM

Eymen Çam

Sabah uyanmıştım oruçken
Canım su istemişti erkenden
Oruç olduğumu hatırladım
Bardağı elimden bıraktım 
Okul yoluna çıktım

İlk üç ders güzeldi
Matematik beni mahvetti
Sonra ise bedendi
Karşı takım bizi yendi
Yaşadıklarım bu kadar değildi
Kafama krampon yedim
Ayağıma çelme
Arkadaşlarım bağırdı
Bir daha bizim takıma gelme

Akşam eve zor geldim
Ödevleri güç hallettim
Yine de iftar olmadı
Vakit bir türlü dolmadı

Açlıktan düştüm koltuğa
Gözlerim baktı tavana
Ezan sesi gelince
Sürünerek gittim mutfağa

Günü tamamlamıştım
Okul bitti sanmıştım
Sabah yine uyandım
Üstelik hem de yine
Kendi okulumdaydım

22 Şubat 2025 Cumartesi

HİKÂYESİ YAZILMAYAN KAHRAMAN

Ayşegül Yıldız
Yusuf Kerem Acar
Eymen Çam

Fransız yazar Exupery, onun en yakın arkadaşını ve gezegenini yazmış ve bütün hayatını herkese anlatmıştı fakat onun yaşadığı gezegeni ve onun hayat hikâyesini kimseler bilmiyordu. Y216 gezegenini kim bilebilirdi ki? İnsanlar son yıllarda Mars gezegeninden başka bir şeye ilgi duymuyordu. Başka dünyalarda hayat olduğuna inanalar çoğalmıştı fakat hiçbir gökbilimci onun yaşadığı gezegeni tespit edememişti. Oysa Küçük Prens’in gezegenine çok yakındı yaşadığı yer. Zavallı Küçük Prens… Artık Dünya’nın her yerinde çocuklar onu tanıyor kimileri seviyor, kimileri onu anlamıyordu. Hatta büyükler, küçüklerden daha çok ilgi duymuştu ona. Kimse onun hikâyesinin sonunu da merak etmemişti. Kimse şu anda Küçük Prens’in nerede olduğunu da bilmiyordu. Gerçek bir hikâye, yazarının sayesinde gerçeküstü bir masala dönüşmüştü. 
Zaman zaman Küçük Prens’e ziyarete gittiğinde onu hep düşünceli görüyordu. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen hâlen insanların dilinde olmak, onun için biraz üzücüydü. 
Y216, B612’ye göre oldukça büyük bir yaşam alanıydı. Burada kim tarafından yapıldığı belli olmayan terk edilmiş evler vardı, başka bir gezegende yetişmeyen ve konuşup şarkı söyleyebilen mantarlar vardı. Yürüyebilen ağaçlar vardı. Kocaman köklerini ustalıkla adım atmak için kullanıyorlardı. Dallarına yuva yapan kuşlar, akşam vakti döndüklerinde bazen evlerini aramak zorunda kalıyorlardı. İki küçük ırmak vardı bu gezegende. Birinin rengi mavi, diğerinin rengi sarıydı. Bu ırmaklar ilerde birleşiyor ve yeşile dönüyordu yeni ırmağın rengi. Irmakta yaşayan ve adı konulmamış tavşana benzeyen canlılar vardı. Bunlar suyun dışına hiç çıkmadıkları için ancak ırmağa girdiğinde onlarla görüşebiliyordu. 
Belki de Y216 bu kadar geniş ve renkli olduğu için Küçük Prens gibi yalnızlık çekmiyordu ve başka yerlere gitme ihtiyacı duymuyordu. 
Küçük Prens, Dünya’da yaşadıklarını ona anlattığında zaman zaman içinden keşke benim gezegenim de tespit edilse diye düşünüyordu. Son zamanlarda sıkılmıştı hep aynı yerlerde dolaşmaktan. Bir şekilde Dünya’daki insanların dikkatini kendi gezegenine çekmeliydi. Bunu nasıl yapabilirdi, düşünüyordu. 
Belki de prens olmadığı için insanlar onu ve hayatını merak etmiyordu. Kim ne yapsındı ki Servi isimli bir canlının yaşadığı gezegeni. Hem Küçük Prens’in dediğine göre servi, Dünya’da bir ağaç türünün adıydı. Belki de ataları götürmüştü Dünya’ya servi ağacını. Bir şeyler yapmalı ve kendisi de artık kitaplardaki yerini almalıydı. Ataları var mıydı, yok muydu? Bu sorunun cevabını da bilmiyordu. Belki başka gezegenlerde yaşayan birileri götürmüştü serviyi Dünya’ya. Onu sevmeyen birileri. 
Oturup kendi hikâyesini yazmayı düşündü bir süre fakat bu ne işe yarardı ki? İnsanlara nasıl ulaştıracaktı bu hikâyeyi? İnsanlar, kendi hikâyelerini yazan ve okuyan canlılardı. Küçük Prens gibi bir hikâye çok nadir olduğu için dikkat çekmişti belki de. 
En iyisi etrafı keşfetmek ve Dünya’ya bir yolculuk yapmaktı. Yaşadığı yerde seyahat edebilmek için bir araç yoktu fakat ağaçlardan yardım isteyebilirdi. Yürüdüklerine göre belki uçabilirlerdi de. Ya da kuşlar ona yardım edebilirdi. Kuşlardan yardım istemedi ve ağaçlara durumu anlattı. 
Ağaçların en yaşlısı Bilge Ağaç, ona yardım edebileceğini söyledi. Onu, en azından yaşadığı gezegenin dışına çıkarabileceğini, sonrasının ise kendi çabasına kaldığını dile getirdi. Hazırlıklara başlayan Servi, kısa sürede Bilge Ağaç’a giderek artık yolculuk zamanının geldiğini söyledi. 
Bilge Ağaç yaşlıydı ama güçlüydü de. Gövdesinin orta yerinde kocaman bir kovuk vardı. Burası sanki bir odayı andırıyordu. Servi’nin yolculuğu burada geçecekti. Servi, kovuktaki yerini aldı ve Bilge Ağaç gürültüyle hareketlendi. Bir süre yürüdü, sonra koştu ve en sonunda havalanmayı başardı. Bu yolculuğun Bilge Ağaç için de önemi büyüktü. İlk kez gezegen dışına çıkacaktı ve belki de dönemeyecekti. 
Nihayet yolculuk başlamıştı. Bilge Ağaç dışarda gördüklerini Servi’ye anlatıyor ve onun ineceği yeri tarif ediyordu. Onlarca küçük gezegen vardı ve her birinde yaşayan farklı farklı canlılar vardı. Üzerinde ağaç bulunan gezegen ise çok azdı. Dünya, uzaktan görünmüştü. Bilge Ağaç nefes nefese kalmış, geri dönecek gücü kendisinde hissetmiyordu. Dünya’ya girdikleri anda Servi’ye yeni planını anlattı Bilge Ağaç:
-Artık geriye dönmek benim için hayli zor. Kocaman uzay karanlığında yuvarlanmak yerine ben de seninle Dünya’ya ineceğim. En azından senin için de bir barınak olurum. 
Bu fikir Servi’nin hoşuna gitti. Dünya’ya iniş süreci başlamıştı. Nereye ineceklerini bilmiyorlardı. Bilge Ağaç, çok yukarılardan kendine bir hedef belirledi ve bir süre sonra gürültüyle yere indiler. Bilge Ağaç’ın rengi değişmiş, mavimsi bir hâl almıştı. Işık saçıyordu etrafa. İndikleri bozkırdı. Etrafta canlı görünmüyordu. Bilge Ağaç son gücüyle köklerini toprağa saldı. Kökleri, bu toprağı yabancı bulmuştu önceleri fakat besin alması gerekiyordu. Onun için artık dinlenme zamanıydı. Biraz ürpererek ve korkuyla başını kovuktan dışarıya çıkaran Servi önünde uzayan kocaman bir duvar gördü. Bu duvarın sonu yok gibiydi. Belli ki birilerini engellemek için örülmüş bir duvardı burası. Hava, yeni aydınlanıyordu. Etrafı keşfetmesi ve hikayesini, gezegenini anlatacak birilerini bulması gerekiyordu. Çok fazla ilerlememişti ki karşıdan bir toz bulutu yükseldi. Dört bacaklı, yüksek hayvanlar üzerinde kendisine doğru gelen insanlar vardı. Önce korktu fakat iyice yaklaştıklarında gelenlerin iyi niyetli birileri olduğu hissine kapıldı. 
Dört kişi gelmişti onu karşılamaya. Önce saygı gösterisinde bulundular. Servi’nin onlar için göklerden gelen bir kutsal kişi olduğunu düşündüklerini söylediler. Servi, hikâyesini anlatmak için acele etmedi. Atlılardan birinin ardına atlayarak ve Bilge Ağaç’la vedalaşarak gözden kayboldu. 
Bir süre yolculuk yaptıktan sonra çadırların bulunduğu, etrafta atların, geyiklerin, keçilerin ve ineklerin bulunduğu bir obaya ulaştılar. Küçük Prens’in anlattığı Dünya’dan çok farklı bir yerdi burası. Ne uçaklar vardı ne de çöl. Üstelik hayli kalabalıktı da. Nereye düştüğünü, kimlerin arasında olduğunu merak etmiyor değildi fakat kendisini güvende hissediyordu ve bu da ona şimdilik yetiyordu. 
Çadırların en büyük ve süslü olanının önüne gelince atlardan indiler. Çadırdan içeriye girdiklerinde Servi, önce gördükleri karşısında biraz irkildi. Yaşlı, aksakallı ve saçlı biri yerde oturuyor ve boşluğa bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra konuştu:
-Kaç zamandır senin gelmeni bekliyoruz. Destanlarımızda hep sen vardın. Efsanelerimizde hep sen vardın. Bir umut bekliyorduk göklerden. Nihayet geldin ve obamızı şenlendirdin. Türk boyu artık senin de desteğinle zaferlere imza atacak ve Çin’in eziyetleri sona erecek. Atalarımız yüzyıllarca beklediler seni ama sen şimdi geldin. Hoş geldin. 
Söylenen sözlerden bir şey anlamadı Servi. Kenara geçerek oturdu. Bir hikâyem olsun diye ayrılmıştı gezegeninden ancak bambaşka bir hikâyenin içine düşmüştü. Hikâye değil de destanın içine düşmüştü belki de. Yaşayacağı şeyler çok merak ediyordu. Üstelik etrafta kâğıt, kalem, kitap tarzında bir şeyler de görünmüyordu. Küçük Prens’in anlattığı dünya bu değildi. Küçük Prens’in anlattığı çağ, bu çağ değildi. Sanki destanlar çağına düşmüştü. Destanların tarihi, hikâyelerden çok önce olmalıydı. Yorgundu. Biraz dinlendikten sonra her şeyi anlamak için hayli vakti olacaktı nasıl olsa. 
Dünya’nın havası biraz çarpmıştı Servi’yi. Önüne kâse ile konulan beyaz sıvının ne olduğunu sorarak başladı merakını gidermeye. Çadırdakiler önce sustu sonra hep birlikte kahkaha attılar ve önündeki şeyin ayran olduğunu söylediler. Daha önce böyle bir şeyin tadına hiç bakmamıştı Servi. Çekinerek tadına baktı ve çok sevdi bu içeceği. Birkaç kâse daha içtikten sonra biraz uyumak istediğini söyledi. Çadırda ona keçi yününden hazırlanmış bir yatak gösterdiler. Mışıl mışıl bir uykuya daldı. Rüyasında Y216’yı gördü. Galiba özlemeye başlamıştı orasını ama Dünya da fena sayılmazdı. 
Tam bir gün boyunca hiç uyanmamıştı. Uyandığında ertesi günün sabahı olmuştu. Güneş, Dünya’da başka görünüyordu. Kendi gezegenindeki gibi hemen kaybolmuyordu. Merakını gidermek istiyordu ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Etrafında toplananlarla hoş bir sohbete başladı kendine geldikçe. 
Uzun konuşmalar sonucu Asya’da olduğunu anlamıştı. Tarihin henüz ilk çağlarıydı. Onu misafir edenler Türklerdi ve Bilge Ağaç’la indiği yer Türkler ve Çin arasındaki sınır bölgesiydi. Çin Seddi’nin kenarına inmişlerdi. Hiç böyle hayal etmemişti. Küçük Prens mi şanslıydı yoksa kendisi mi, bunu tahmin etmek zordu. Küçük Prens’ten yüzlerce yıl öncesine denk geliyordu onun Dünya’ya inişi ve insanlarda gezegenleri gözlemleyebilecek, başka dünyadaki canlıları tanıyabilecek teknolojik gelişmeler henüz yoktu. Servi’nin Dünya’ya inişini birtakım inanışlarla anlamlandırıyorlardı. Servi, onlar için Gök Tanrı’nın armağanıydı. Düşünceler içindeyken aklına Bilge Ağaç geldi. Bilge Ağaç hayli yaşlıydı ve onu orada öylece bırakıp gelmişti. Etrafında bulunanlara kendisini Dünya’ya indiği yere götürmelerini istedi. Yine dört kişi atına bindi. Bu kez bir at da Servi’ye vermişlerdi. İlk kez ata biniyordu ama çok ustaca yol alıyordu. Bilge Ağaç’ı uzaktan görünce duygulandı Servi. Atından indi ve yanına gitti. Bilge Ağaç yürüme yeteneğini kaybetmişti. Üstüne garip kuşlar yuva yapmışlardı. Bir süre onunla sohbet etti. Bilge Ağaç’ın hayatta kalabilmek için köklerini çok derinlere saldığını öğrendi. Etrafındakiler, Servi’nin ağaçla olan sohbetinden çok etkilenmişlerdi. Bu ağacın sıradan bir ağaç olmadığına karar verdiler ve burada her gün birinin nöbet tutması gerektiğini kendi aralarında konuştular. Bilge Ağaç’ın ihtiyaçlarını gidermek için her gün iki Türk buraya gelecek ve etrafı kolaçan edecekti. 
Servi yaşadığı yeri, umduğu Dünya’yı anlattı onu yanına alan insanlara fakat hiçbiri inanmak istemiyordu onun anlattıklarına. Sadece saygı duyuyorlar ve zaman zaman fikir danışıyorlardı. 
Bilge Ağaç’ın hemen yanında duran duvar Servi’nin ilk günden beri dikkatini çekmişti. Bu duvarın sebebini sorduğunda hayreti biraz daha arttı. Duvarın öte yanında yaşayan insanlar, Türklerin o bölgeye geçmesini engellemek için kocaman yüksek bir duvar örmüşlerdi. Bu duvarı aşabilmek için çok Türk can vermişti. Aslında Servi’den asıl beklentileri de bu yöndeydi. Servi’nin bu duvarı yok etmesi ya da aşmak için bir fikir vermesini istiyorlardı. 
Servi artık çadıra dönmek yerine bu duvarın önünde bir fikir bulmanın daha mantıklı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hem Bilge Ağaç da yanındaydı onun. 
Günlerce düşündükten sonra Bilge Ağaç, Servi’ye bir fikir söyledi. Yüzlerce büyük merdiven yapıp bu duvara tırmanmak ve duvarı aşmak mümkündü. Servi, etrafındaki insanlara yapmaları gereken şeyleri her gün anlattı. Sonunda duvarın önünde onlarca basamağı olan yüzlerce merdiven hazırdı. 
Duvarın diğer tarafında yaşayan halk, arka taraftaki hareketlilikten huzursuz olmaya başlamıştı. Gizlice Türklerin nelerle meşgul olduklarını izlemeye başladılar. Büyük bir taarruz hazırlığındaydı Türkler ve onlar da savunma konumuna geçmek için hazırlıklara başladılar. Bu esnada Bilge Ağaç kendine gelmişti. Ona her gün su taşıyan ve sağlığı için etrafını çapalayan insanlar sayesinde artık kendisini son derece güçlü hissediyordu. 
Büyük gün gelmişti. Türkler bütün gücüyle seddin diğer yüzünden tırmanmaya ve arka tarafa geçmeye başlamışlardı. Islık çalan oklar, kılıç sesleri, at kişnemeleri birbirine karışıyordu. Her yer toz duman olmuştu. Servi ve Bilge Ağaç ise sadece dinliyordu gürültüyü. Anlam veremiyorlardı olanlara. 
Birkaç gün devam eden gürültü sonunda sessizliğe bırakmıştı yerini. Türkler, seddin diğer tarafına geçmişlerdi. 
Servi ve Bilge Ağaç, yaşadıklarından sıkılmışlardı. Servi, yine Bilge Ağaç’ın kovuğundaydı. Bilge Ağaç ona fısıldadı:
-Aynı şeyleri mi düşünüyoruz?
Servi:
-Ben Y216’yı özledim. Burası bize göre değil, dedi. 
Bilge Ağaç:
-Eğer istersen eski gücüme kavuştum, yeniden havalanmayı ve gezegenimize dönmeyi düşünebiliriz, dedi.
Bu teklif Servi’nin hoşuna gitmişti. Bilge Ağaç gürültüyle köklerini topraktan söktü ve önce yürümeye sonra koşmaya başladı. En sonunda havalanmıştı. Bir rüzgar ona destek oluyordu havalanması için. Bir süre sonra gözden kayboldular ve gezegenlerine doğru yola çıktılar. 
Onların hikâyesini anlatacak bir yazara denk gelmemişlerdi. Onların bir kitabı olmayacaktı insanlar tarafından okunan fakat onların hayatlarıyla, varlıklarıyla ilgili şeyler kulaktan kulağa, nesilden nesle anlatılacaktı. 
Büyük zaferin ardından Türkler döndüklerinde Servi’yi ve ağacı yerinde göremediler. Artık iyice emin oldular onlar kendilerine Gök Tanrı’nın gönderdiği yardımcılardı. 

11 Ocak 2025 Cumartesi

OYUN

 


Eymen Çam

Her şeyin bir anlamı olduğunu söylüyorlar
Bazı şeylerin anlamını bulamıyorum
Mesela arkadaşlarımla oynadıktan sonra
Oynadığımız şeyleri düşünüyorum
Gülüyorum
Anlam veremiyorum
Oyunların anlamı ne
Bir türlü çözemiyorum
Yine de kendimi oynamaktan beri tutamıyorum
Anlamak için kafa yoruyorum
Kafamın boşa çalıştığını görüyorum
Oyunların anlamını 
Sadece oynarken buluyorum

4 Ocak 2025 Cumartesi

BAŞIMIN ÜSTÜNDE YERİ VAR

 EYMEN ÇAM 


Kafana takma diyorlar
Takmamak olur mu hiç
O kafamda değilken
Kendimi iyi hissetmiyorum


Kışın en ayaz günlerinde
Yazın güneşli saatlerinde
Kafamda onunla geziyorum
Ben onsuz yapamıyorum

O benim için yoldaş
Başımın üstünde yeri olan arkadaş
Ayakkabı nasıl gerekli ise insana
Bence öyle gerekli güzel bir şapka

ÇAY AŞKINA

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 
ADEN MİRA KARTAL



Ekmeksiz yaşarım ama çaysız asla, diyordu. Daha çocukken başlamıştı çaya. Akranları süt içerken o çay içmişti sadece. Şehirlerarası yolculuklarda onun yaşındakiler meyve suyu, kek, bisküvi, çikolata isterken muavinden o yalnızca çay istemişti. Okul kantininde sabahın ilk saatlerinden itibaren her teneffüs çay içiyordu. Çay içmediği gün kendini çok kötü hissediyordu. Hiçbir şey yapası olmuyordu. Ramazan ayında en çok çaysızlık onu zorluyordu. İftarı çayla yapıyordu. Sahurda sadece çay içiyordu. 
İyi çayı kokusundan, renginden tanıyor ve bulduğu yerde bardakla değil sürahiyle içiyordu.
Yıllar geride kalıyordu. Okul çağı geldiğinde yazmayı öğrendiği ilk sözcük “çay”dı. Çay kelimesini okumayı zaten birkaç yaşında iken öğrenmişti. Öğretmenleri bir kompozisyon yazın, dediğinde mutlaka çay konulu yazılar yazıyordu. Matematik dersinde çay problemleri uyduruyordu. Resim dersinde yalnızca çay bardağı ve çaydan resimleri çiziyordu. En sevdiği şehir Rize’ydi çünkü ora çayın merkeziydi. İlerde üniversite okumak için Rize’ye gidecek ve orada yaşamaya devam edecekti. 
Çaylar türlü türlüydü fakat onun için adı çay olan her şey önemliydi. Herkes bisküviyi çaya batırırken o çorbaya çay katıyordu. Ekmeğini, simidini çaya bandırarak yiyordu. Gofret, çikolata yemesi gerektiğinde onları da çay bardağına bırakıp öyle yiyordu. 
Çay, onun kırmızı çizgisiydi. 
Çay içmeyen, sevmeyen kişilerle dostluk kuramazdı. Hele kahve içenlerden nefret ediyordu. Yeni tanıştığı kişilere sorduğu ilk soru şuydu:
-Günde kaç bardak çay içersin?
Günde beş bardaktan az çay içenler ona göre güvenilmez insanlardı. Mesela kardeşi…
Sınav sene yaklaşmıştı ve çayı daha da çoğaltmıştı. Arkadaşları suluk taşırken o termos taşıyordu içi çay dolu olan. Gün içinde termos boşalıyor yeniden dolduruyordu onu çayla. 
O gün ikinci termos çay bittikten sonra önce terledi, ardından kaşınmaya başladı. İlk kez düşündü acaba çayı çok mu içiyorum, diye. Belki de sınıf sıcaktı, hava sıcaktı ondandı kaşınması, terlemesi. Son derse girdiklerinde artık yerinde duramıyor sürekli vücudunun bir yerlerini kaşıyordu. Öğretmenleri durumu fark etmişti ama zaten son dersti. Son derste sırtını sınıfın duvarına yaslamış  kurbanlık dana gibi sırtını duvara sürterek kaşıntıyı gidermeye çalışıyordu. 
Okul bitti ve serviste kaşına kaşına eve ulaştı. Eve ulaşır ulaşmaz önce elbiselerini değiştirdi, duş aldı fakat kaşıntısı geçmiyordu. İlk kez bu kadar uzun süre çay içmemişti. Durumu fark eden annesi Çaycan’ın kollarına, vücuduna baktığında kırmızı benekler gördü. Hatta bazıları kanamaya dönmüştü bu beneklerin. Daha fazla beklemeden hastaneye gitmek gerekiyordu. 
Annesi ve Çaycan hastanede önce tahlil verdiler ardından krem alarak ayrıldılar. Tahliller ertesi gün çıkacaktı ve Çaycan saatlerdir çay içmemişti. Hastanenin kantininden bir bardak çay aldı ve dışarıya çıkıncaya kadar bitirdi. Sanki tadı kaçmıştı çayın. 
Ertesi sabah Çaycan yine kaşınarak uyandı. Tahliller sonuçlanıncaya kadar okula gitmemesi gerekiyordu. Belki de bulaşıcıydı bu kaşıntı. Sabahın erken saatlerinde annesi tahlil sonuçlarını açıkladı: Vitamin ve demir eksikliği. 
Çayda yeterince vitamin olmalıydı oysa. Nereden çıkmıştı bunlar şimdi. Demir eksikliği nasıl giderilirdi? 
Annesi hastaneye gitti ve çabucak bir poşet dolusu ilaçla yeniden döndü. Doktorun söylediğine göre bu durumun nedeni çaydı. Çaycan, önce bunu kabul etmek istemedi. Yıllardır çay içiyordu ama bir sorun yaşamamıştı. Hiç değilse bir süre çaya ara vererek denemesi gerekiyordu çaysız hayatı. 
Çaycan, demliklere küskündü. Bardaklarla arasında artık buzdağları vardı. Kahvaltıda, akşam vakti, öğlen vakti, kantinde çayı görmemek için çaba sarf ediyordu. Bir süre sonra bu duruma alıştı fakat artık yeni bir sorunu vardı: ayran. 
Bardaklar dolusu ayran içiyordu her gün. Termosunda da soğuk ve tuzlu ayran götürmeye başlamıştı okula. 

28 Aralık 2024 Cumartesi

TUHAF BİR HAYAT

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 

1. Eğitim Hayatı

Baransel ilk dört senenin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Okula gidip geliyor; dersler nasıl, diye soranlara “süper” diyordu. Okumaya üçüncü sınıfta geçmişti. Sınıfta elması kızaran son kişiydi. Aslında öğretmen unutmuştu bile onun okuyamadığını fakat nasıl olmuşsa olmuş, birden okumaya başlamıştı. Hem de arkadaşlarından daha hızlı okuyordu. Yazısı ise berbattı. Onun yazdıklarını görenler önce çivi yazısı zannediyor, sonra bilmedikleri bir alfabe olduğuna karar veriyorlardı oysa Baransel yazısının inci gibi olduğunu söylüyordu. Baransel’in yazısını yalnızca kendisi okuyabiliyordu. Bu ilk dört sene boyunca iyi bir şeydi fakat şimdi beşinci sınıfa geçmişti ve yazılılarla tanışmanın zamanıydı.
Bütün sınıfın gireceği ilk yazılıydı ve herkes oturmuş ders çalışıyordu. Bazıları heyecandan sık sık tuvalete gidiyor, oturduğu yerde heyecandan dizlerini sallıyordu. Neredeyse baygınlık geçirecek olanlar bile vardı. Baransel ise yazılıyı umursamıyordu. Nasıl olsa kâğıdını veren ilk öğrenci olacaktı. Bundan emindi. Bilmediği konu yoktu çünkü. Sonunda yazılı saati geldi. Öğretmen kâğıtları dağıttı. Sınıfta büyük bir sessizlik vardı. Bir süre sonra sadece kalem ve silgi sesleri duyuluyordu sınıftan. On dakika ya geçmişti ya geçmemişti. Baransel parmak kaldırarak öğretmenine:
-Sınavı bitenler kâğıdını verebilir mi öğretmenim, dedi. 
Öğretmen:
-Arkadaşların henüz ilk sorularda. Kâğıdın arka yüzünde de sorular var onlara baktın mı, diye karşılık verdi. 
Baransel kendinden gayet emin kâğıdını öğretmenine götürdü. Öğretmeni kâğıdı görünce önce irkildi. Tüm soruların altında cevaplar vardı fakat başka bir alfabeyle yazılmış gibiydi. Bir süre kâğıda bakan öğretmen sonucu açıkladı:
-100.
Tüm sınıf şaşkınlık içindeydi. Baransel ise haklı gururu yaşıyordu. İlk sınavda 100 alan ilk öğrenci olmuştu. Aslında cevaplardan kendisi de endişeliydi ve öğretmeni hiçbir cevabına itiraz etmemişti. Bu iyi bir başlangıçtı şüphesiz. Böyle devam etmeliydi. 
Sonraki günlerde de Baransel kâğıdını teslim eden ilk öğrenci, 100 alan ilk öğrenci unvanını korudu. Arkadaşları da en az kendisi kadar şaşkındı. Soruların cevaplarını konuşurlarken Baransel hiç ses çıkarmıyordu. Birkaç kez konuşacak oldu fakat arkadaşları garip garip birbirlerine baktılar onun konuştuklarından sonra. Baransel sorularla ilgili konuşmuyor, önceki gün yapılan maçları anlatıyordu ya da oynadığı oyunlardaki karakterlerden bahsediyordu sorularla ilgili olarak. İlk yazılılar bitmişti. Baransel; dersler nasıl gidiyor, diye soranlara artık “çok süper” diye cevap veriyordu. 

2. Sanat Hayatına İlk Adım
Eğitim hayatından sıkılmıştı Baransel. Kendini sanata vermek istiyordu. Resim çizmek için yetenekli olduğunu söylüyorlardı hep. Resim çizmeliydi. İki boyutlu resimler… 
O gün ailesinden resim çizmek için kendisine gerekli olan malzemeleri istedi. Akşam, okuldan eve döndüğünde masasında bir yığın malzeme buldu. Yemek yemedi. Çay içmedi ve resim çizmeye başladı. Önceleri hayalinde, zihninde olan şeyleri kâğıda tam olarak aktaramadığını düşünüyordu fakat akşamın ilerleyen saatlerinde geri dönüp önceki resimlerine baktığında tam da istediği gibi resimler çizebildiğini fark etmişti. 
Gece boyu uyumadı. Önündeki kâğıtlara bir şeyler çiziyor, kâğıdı kenara bırakıyor, bir süre sonra tekrar baktığında yarım resim, tam istediği gibi oluyordu. Sabaha doğru bitirdiği bütün resimleri odasının penceresine yerleştirdi. Pencerelerin tümü resimlerle kaplanmıştı. Uykusuz da olsa sabah okula gitmek zorundaydı. Servise binerken odasının penceresine baktı, büyülü bir evin penceresi gibiydi görünen manzara. Resimler sanki canlı gibi duruyordu. Evin önünden geçen herkesin dikkatini çekeceğini düşündü bu resimlerin. Sabah güneşi resimleri sanki canlandırmış gibiydi. Servis uzaklaşırken gözü halen resimlerindeydi. 
Gün boyu okulda ne yaşadı, neler yaptı, umurunda bile değildi. Eve gitmek ve resim çizmeye devam etmek istiyordu. Zaten gece boyu da uyumamıştı. Bir ara sınıfta uyudu. Neyse ki kimse rahatsız etmemişti de uykusunu okul bitinceye kadar almıştı. 
Son ders, iyice dinlenmiş olarak uyandı. Uyandığı anda da zil çaldı. Güneş, batmak üzereydi. Servisine koşarak evin yolunu tuttu. Servis, eve yaklaştığında uzaktan odasının penceresindeki resimler görünüyordu. Hızlı adımlarla evine girdi ve doğruca odasına gitti. Odasında bir gariplik vardı. Kâğıtlara çizdiği resimler sanki canlanmış gibiydi. Güneş ışığının etkisiyle odanın yüzünde geziniyor gibiydi bütün resimlerdeki canlılar. Bu durum ona çok keyif vermişti. Hatta bir ara neredeyse kahramanlardan birine çarpacaktı. Oturdu ve durmadan, dinlenmeden yeni resimler çizdi. Penceresinde artık yer kalmamıştı fakat duvarlar ve tavan boştu. Çizdiği resimleri tavana, duvarlara asıyordu. Artık odasında tek yaşamadığını hissediyordu, kalabalık bir odaya dönüşmüştü odası. Sadece sesi çıkmıyordu çizdiği karakterlerin. Pencerede, duvarlarda, tavanda dolaşıyordu çizdiği karakterler. Açlıktan ve yorgunluktan bir süre sonra masada uyudu. Gözlerini açtığında oda karanlıktı. Odasının lambasını açtı, her şey normaldi. Belki de uykusuzluktan görmüştü yaşadıklarını. Biraz yemek yedi, dinlendi fakat kâğıt ve kalemler sanki kendisini çekiyordu. Yeniden, yeniden, yeniden resimler çizdi. 
Odasından çıkmıyordu artık. Yemeğini annesi odasına getiriyordu. Okulu da unutmuştu. Gitmiyordu okula. Niçin okula gelmediğini arayan soran da olmamıştı hiç. Odasında kendine yeni bir dünya kurmuştu. Kahramanlarının kendisinin çizdiği bir dünya. 
Güneş doğarken ve batarken canlanan kahramanlarla dolu bir dünya. Bir süre sonra onlarla konuşmaya da başlamıştı. Onlarla sohbet ediyor, onların istediği yeni kahramanları çiziyordu. Neyse ki odası genişti ve hepsi sığıyordu bu mekâna. Hayatına bir canlılık, renk gelmişti. Kendine ait bir oda değil de dünya kurmuştu. 

3. Gerçek Hayat
Baransel, elindeki çay bardağı ile uyumuştu. Baransel dede kaç zamandır böyleydi. Kimseyle konuşmuyor; duvarlara, tavana, pencereye bakıyordu. Bazen sağ eliyle sanki fırça tutuyor da bir şeyler çiziyor, boyuyormuş gibi yapıyordu. En mutlu olduğu anlar güneşin doğuş ve batış zamanlarıydı. Diğer zamanlar sadece boşluğa bakıyor ama bir şey görmüyor gibiydi. Güneşin doğuş ve batış zamanlarında gözleri yerinde durmuyordu. Hatta zaman zaman sağa sola dönüp tebessüm de ediyordu. Yıllardır böyleydi. Etrafındaki insanlar alışmıştı onun bu haline. Kendi adının verildiği torunu Baransel onun bu durumuna zaman zaman üzülüyor, onunla sohbet etmeye çalışıyordu. Gittiği okulu, girdiği sınavları, çizdiği resimleri anlatıyordu. 

7 Aralık 2024 Cumartesi

BÜYÜSEM BİLE

EYMEN ÇAM 

Kış mevsimini bana hissettirmeyen
Sensin en çok sen
Ve senin sıcacık varlığın

Seninle giderim misafirliğe
Seninle çıkarım evden markete
Bazen düşünüyorum, o zaman korkuyorum
Ya sen, ben büyüdüğümde
Beni terk edersen diye

Turuncu renginle
Nakış nakış sevginle
Sensiz bir kış düşünemiyorum
İnce ince işlenmiş iplerinle

Bazen aklıma senin de bir yabancı olduğun geliyor
Haritaya bakıyorum
Kazakistan
Acaba senin ülken orası mı diye düşünüyorum
Kazağım, güzel kazağım
Birgün ben büyüsem bile
Seni hep saklayacağım

9 Kasım 2024 Cumartesi

OYUNLA YAŞAMAK

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 


BÖLÜM: 1
Eycayuke adlı oyun yıllardır popülerliğini yitirmemişti. Onlarca yeni oyun sürülmüştü piyasaya fakat insanlar bu oyunu bırakarak yeni bir oyuna geçmek istemiyordu. Bir tutkuydu insanlık için Eycayuke. Dünyanın her yerinde, başka başka milletlerden insanlar bu oyun sayesinde tanışıyor, arkadaş oluyordu. Ayrıca bu oyunda profesyonelleşenler ünlü oluyorlardı. Eycayuke adını taşıyan kafeler, oteller, lokantalar, stadyumlar hatta spor kulüpleri kurulmuştu. 
Oyunun patent sahibi Ali Eymen, bu oyun sayesinde yaşam standartlarını iyice yükseltmiş, rahat bir hayat yaşıyordu fakat yıllardır oyunda bir güncelleme olmuyordu. Zaman zaman güncellenmeyen onun popülerliğini kaybedeceği endişesi taşıyordu, yine de oynayanlar azalmıyordu. Arkadaşı Boran’a bir gün bu endişesini söyledi fakat Boran da güncellemeye gerek olmadığını belirtti. Kerem Gökalp, bu oyunun grafik tasarım işlerini yapan isimdi. Oyun çıktıktan sonra başka bir işle uğraşmamış, senelerdir yeni tasarım yapmamıştı. 
Boran, her ne kadar Ali Eymen’e güncellemenin gereksiz olduğunu söylese de kendisi gizli gizli oyun üzerinde çalışıyordu. Oyuna yeni karakterler ve senaryolar eklemeye hazırlanıyordu. Yıllardır süren bir gizli çalışmaydı bu. Nihayet sonuna yaklaşmıştı. Çalışması bittiğinde bir Trojan yardımıyla oyun sunucusuna bağlanacak ve oyunu güncelleyecekti. Kötü bir niyet taşımıyordu. O da Ali Eymen gibi endişe duyuyordu oyunun popülerliğini yitirmesinden. Oyunun güncellemesi bittiğinde ilgili Trojan yardımıyla oyunun sunucusuna giren Boran, oyuna güncellemeyi yüklemeyi başarmıştı. O gece dünyanın her yerinde Eycayuke oyununu kullananlar bir güncelleme ile karşılaştı. Ali Eymen, bu güncellemenin nereden geldiğini anlamamıştı bile çünkü güncellenme yüklendiği anda bilgisayarına Trojan girmişti. Oyuna bir güncelleme gelmesinden öte, oyunun ele geçirildiğin düşündü ve çalışma ekibine sistemlerinde bir virüs olduğunu haber verdi. Boran, virüs olmadığını kendisinin bir güncelleme geliştirdiğini iddia ediyordu fakat dünyanın her yerinden oyuna dair şikayetler gelmeye başlamıştı. Oyun, virüs yayan bir nitelik kazanmıştı. İnsanlar hızla hem şikayetçi oluyor hem de oyunu bilgisayarlarından silmeye çalışıyorlardı fakat oyun silinmiyordu. 
Boran, arkadaşlarına durumu anlattı, niyetini söyledi fakat sisteme erişmek için kullandığı virüsü unutmuştu. Ali Eymen, anlatılanları dinleyince durumu çözmüştü. Sisteme girmek için kullanılan virüs bütün oyuna bulaşmış, ardından tüm cihazlara sıçramıştı. Kerem Gökalp sadece grafikte iyi olduğu için yazılımdan pek anlamıyor, anlatılanları dinliyordu. 
Birkaç gün içinde protestolar başlamıştı. Eycayuke ismini artık insanlar görmek istemiyordu. Eycayuke, bir oyun markası olmaktan öte bir virüs ismi olmuş gibiydi. Antivirüs programları reklamlarını Eycayuke üzerinden yapıyorlardı. İsyan o kadar büyümüştü ki protestocular Eycayuke yazılım firmasının önünde bilgisayarlarını fırlatıyorlar, pankart açıyorlardı. 

Bölüm 2:
Günlerdir devam eden protestolar gittikçe sertleşiyordu. Artık bazı insanlar binanın bahçesine girmişler kapıları zorluyorlardı. Sonunda Ali Eymen, Kerem Gökalp ve Boran’ın korktuğu olmuştu. Binanın içine girerek kendilerine zarar verme aşamasına gelmişti katılımcılar. Bir an önce buradan uzaklaşmak gerekliydi. Neyse ki binanın arka kapısı vardı ve bu kapı orman tarafına açılıyordu. Üç arkadaş karar verdiler, binanın arka kapısından sessizce burayı terk edeceklerdi. Yanlarına oyuna ait verileri alarak arka kapıdan dışarıya sızdıklarında akşam karanlığı çökmek üzereydi. Hızlıca binadan uzaklaşıp ve ormana doğru yürümeye başladılar. Bir süre yürüdükten sonra dönüp geriye baktıklarında kocaman bir duman yükseliyordu çalışma ofislerinin bulunduğu yerden. Canlarını kurtarmışlardı ancak bu yaşananları hak ettiklerini düşünmüyorlardı. Boran, içlerinde en çok canı sıkılan ve mahcup olan kişiydi. 
Saatlerce nereye gittiklerini bilmeden yürüdüler. Orman karanlıktı ve ne gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını bilmiyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde artık yorulduklarını hissettiler. Biraz dinlenmek iyi gelecekti fakat nerede? Bir şeyler yeseler iyi olacaktı, fakat ne? 
Ağaçların seyreldiği ve gökyüzünün göründüğü bir yerde artık dinlenmek zamanı geldiğini anladılar. Burası kayalıkların da bulunduğu bir yerdi. Belki ateş yakarak sabahı burada bekleyebilirlerdi. Kısa sürede bir ateş yaktılar buraya. Kayalıkların olduğu yere sırtlarını verdiler ve ayakkabılarını çıkararak dinlenmeye başladılar. Ali Eymen:
-Keşke yiyecek bir şeyler olsaydı, dedi. 
Kerem Gökalp:
-Yiyecek bir şeyler almak için beklesek şu an burada olmayabilirdik, diye devam etti.
Bu esnada Boran, yakındaki ağaçları izliyordu. Belki bir meyve ağacı vardır, diye düşünüyordu. Yaktıkları ateş, beslemedikleri halde büyüyordu. Git gide alevler daha da yükseliyordu. Ali Eymen, çantasını kurcalıyordu ve veri disklerini elinde tutuyordu. O esnada nasıl olduysa birdenbire elindeki diskler kaydı ve ateşe düştü. Bu durum, üç arkadaşın tüm emeklerinin boşa gitmesi demekti. Kurtarmaya çalışsalar da ateş iyice güçlenmişti. Kıvılcımlar çıkıyor, küçük patlamalar yaşanıyordu. Bu esnada ateşin sıcaklığı kaybolmuştu ama halen yanıyordu. Hafif bir titreme hissettiler ayaklarının altında. Kendilerini bir portal kapısının önünde buldular. Korkmuşlardı fakat ormandan daha güvenli bir yere ulaşabilme ihtimalleri vardı. Üstelik artık kötü bir imajın sahibi olmuşlardı ve oyunlarına dair tüm verileri de kaybetmişlerdi. Kaybedecek bir şeyleri yoktu, bu kapıdan geçmek zorundalardı. Üç arkadaş işaret diliyle birbirleriyle anlaşarak kapıdan birer birer içeriye girdiler. İçerisi hayli aydınlıktı ve camdan yapılmış gibi duran 25 hücre vardı sağlı sollu. Her hücrenin içinde hareketsiz duran dört kişi vardı. Nereye düştüklerini anlamamışlardı ki bu esnada tanıdık bir yüz onları karşıladı: Miraç.
Miraç, onların firmalarında çalışan ve oyunda dünya sıralamasında olan biriydi. Pek çok yarışmaya katılmış iyi bir oyuncuydu Miraç. Onu görmek, hepsini biraz olsun rahatlatmıştı. Boran sordu:
-Burası neresi Miraç? Sen burada ne arıyorsun? Biz nasıl geldik buraya?
Miraç tebessüm etti:
-İnsan kendi oyununu hatırlamaz mı? Burası sizin oyununuzun geçtiği dünya. Siz tasarlamış olsanız da ben sizden daha iyi biliyorum bu dünyayı. Şimdi sizlerle güzel bir yolculuğa çıkacağız ve belki de yeniden bu oyuna eski imajını kazandıracağız. 
Ali ve Kerem şaşkınlıkla dinliyordu anlatılanları. Bir rüya olmalıydı bu. Kendi tasarladıkları evrene nasıl düşmüşlerdi? Her şey garipti. Yapacak başka bir şey yoktu Miraç’ı dinlemekten başka. 
İlk hücreye girmelerinin gerektiğini söyledi Miraç. Hücrenin kapısı aralandı ve dört kişilik ekip içeriye daldı. Kapıdan içeriye girdiklerinde kendilerini bir uçakta buldular. Donanımlı bir uçaktı bu ve oyunun devamını hatırlamıştı hepsi. Şimdi uygun bir yerde bu uçaktan atlamaları ve silah bulmaları gerekiyordu. Hayli heyecanlı bir süreç onları bekliyordu. Mücadele edecekleri rakipler oyunun en zor karakterleriydi. Artık susmak ve sadece mücadele etmek zamanıydı. 

Bölüm: 3

Dört kafadar uçaktan atlarken hepsinin de zihninde aynı şey vardı: Ne kadar gerçekçi… Oysa bu tamamen bir oyundu fakat şimdi hayatları oyunun bir parçası olmuştu. Oyun, geride kalmış, hayat memat sorunu başlamıştı. Bir gün böyle bir şey yaşayacakları akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Miraç dışındaki kimse bu heyecanı daha önceden yaşamamıştı. Miraç ise bir kılavuz gibi kendinden emindi. Paraşütler açıldı ve hepsi başka bir evin çatısına indi. Şimdi sırada mücadele için gerekli silahları temin etmek vardı. Dördü de kullanabilecekleri birer silah temin ettiler ve yürümeye başladılar. Her an bir çatışma yaşanabilirdi. Çok uzun sürmeden karşılarına bekledikleri takım çıkmıştı. Çok şiddetli bir çatışma başladı bu esnada. Ali Eymen daha çatışmanın başında parmağından vurulmuştu. Nasıl olsa bu bir oyun ve ben bir şey hissetmem diye düşünüyordu fakat parmağının acısı her geçen dakika artıyordu. Buna rağmen çatışmaya devam ediyordu. Durumu fark eden Kerem, Ali Eymen’in parmağına müdahalede bulundu. Boran, sadece rakip takıma odaklanmıştı. Bu esnada Miraç seslendi:

-Sen onları oyala Boran, ben arkalarından dolaşacağım.

Boran, onları oyalarken Miraç ani bir hareketle yandaki binanın arkasına geçti. Rakip takım onu fark etmemişti bile. Kısa bir süre sonra rakip takımın tamamı Miraç tarafından imha edildi. Yorulmuşlardı ama 25 takım içinden 10 takım yok olmuştu. Geriye yalnızca 15 takım kalmıştı. Üstelik yok olan takım en güçlüleriydi. Bundan sonra ne yaşayacaklardı, başlarına neler gelecekti? Ya kaybederlerse… Gerçekten ölecekler miydi? Yürümeye devam etmek ve diğer takımların karşılarına çıkmasını beklemek gerekiyordu. Kısa bir süre dinlenip yeniden yürümeye başladılar. Bu kez toplu halde değil aralarındaki mesafe açık durumda ilerliyorlardı. Birbirlerinden uzaklaştıklarının farkında değillerdi. Bir süre sonra Ali Eymen, arkadaşlarının kendisinden çok uzakta olduğunu fark etti. Kaybolmuştu. Tek başına mücadele etmesi gerekiyordu şayet rakip takımlarla karşılaşırsa. Tam bu düşünceler aklından geçiyordu ki takımlardan biri tarafından etrafının sarıldığını fark etti. Kaçmaya çalıştı ama bu esnada vurulmuştu. Rakip takımın oyuncuları bir süre Ali Eymen’le alay ettiler.

-Biz seni tanıyoruz aslında. Hani sen bu oyunun yapımcısıydın. Şimdi kendi ürettiğin karakterlere rehin oldun. Çok komik değil mi? Yoksa üzücü mü?

Bir başkası devam etti:

-Bence bırakalım burada, kan kaybından ölsün. Zaten bu oyunu artık kimse oynamıyor.

Ali Eymen ne diyeceğini bilemiyordu. Zaten parmağı da yaralıydı. Bu esnada bir gürültü işitti. Yaklaşan bir helikoptere takımın oyuncuları bindi ve kahkaha ile yükseldiler. Helikopter yere çok yakındı. Ali Eymen son bir kuvvetle yakında duran bir araca kendisini attı. Aracı çalıştırdı ve yine yakında bulunan bir rampaya doğru sürdü. İyice hızlanan araç rampadan aldığı destekle havalandı ve helikoptere çarptı. Helikopter parçalanmış sağa sola savruluyordu. Ali Eymen ise çarpışmanın etkisi ile bayılmıştı.

Kendine geldiğinde Miraç, Ali Eymen’in yaralarını sarıyordu. Bir yandan da koca takımı nasıl alt ettiğini soruyordu ona. Miraç da iki takımı yok etmişti. Son gelişmelerle beraber yalnızca üç takımın kaldığını söylüyordu Miraç. Artık oyunun sonuna doğru gelmişlerdi.  Boran ve Kerem bu esnada etrafı kolaçan etmekle meşguldü.

Bölüm 4: Sona Doğru

Artık Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran bir oyunun içinde olduklarını unutmuşlar gerçek bir yaşam mücadelesi veriyorlardı. Dışardaki dünyayı tamamen unutmuşlardı. Geriye yalnızca üç takım kalmıştı ve oyun alanı daralmıştı. Zaman geçtikçe tüm takımlar orta alana doğru yaklaşıyorlardı. Her takım birbirini görebiliyordu. Herkes siper alacak bir ev bulmuştu ve üçgen şeklinde bir çatışma başlamıştı. Çatışma zaman geçtikçe daha da alevleniyordu. Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’ın olduğu takım önce sağ taraflarında bulunan takımı yok etmek için çalışmalıydı. Soldaki takım da zaten bu takıma saldırıyordu. İki takım arasında kalan bu ekip bir süre sonra yok edilmişti. Artık oyunun sonu gelmek üzereydi çünkü yalnızca iki takım kalmıştı. Diğer takım, virüsü oyuna bulaştıran ve bu macerayı başlatan takımdı. En güçlüsüydü takımların. Üstelik oyunun tüm kılcallarına bulaşmışlar ve hileli biçimde oynuyorlardı. Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran, baştan beri aslında bu takımı yok etmek için çabalıyordu. Diğer takımlar o kadar güçlü değildi. Bu takım ise güçlüydü. En az onlar kadar güçlüydü. Bir de oyunun kurallarında kendilerince değişiklikler yapabiliyorlardı. Asıl sorun da buydu zaten. Karşı takımın lideri bambaşka cihazlarla saldırıyordu. Bu cihazları Ali Eymen bile bilmiyordu ve neyle, nasıl savunma yapacağından habersizdi. Bir süre sadece savunmada kalmaları ve karşı takımı iyice tanımaları gerekiyordu. 

Miraç dışındaki tüm oyuncular, bu takımı yenmenin imkansız olduğuna karar vermişlerdi. Mücadele etmek anlamsızdı. Bu esnada zaten oyunun içinde olduklarını da hatırlamışlardı. Bir an önce bu dünyadan çıkmaları ve gerçek dünyadaki hayata dönmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Üstelik epey zaman geçmişti. Belki oyunu satın alan müşteriler de hınçlarını almışlar ve peşlerini bırakmışlardı. Hatta belki de yeni oyunlar bulmuşlardı. Umutsuzdu herkes, Miraç hariç. 

Miraç:

-Ya kazanacağız ya kazanacağız. İsterseniz siz hiç karışmayın. Bu takımı ben tek başıma bile yenebilirim, dedi. 

Bu teklif Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’a cazip geldi. Yorulmuşlardı. Miraç’a sadece destek olabileceklerini söylediler. Çatışmaya girmek için güçleri yoktu. Zaten bu oyunu kendileri yazmıştı. Şimdi bir virüsle mücadele etmek yeniden bu oyunu canlandırmaya, popüler etmeye yetmeyebilirdi. En iyisi işler yoluna girince yeni bir oyun yazmak ve firma değişikliğine gitmekti. Bu esnada Miraç yerinden fırlamış ve karşı takıma taarruzda bulunmaya başlamıştı. 

Miraç’ın da tam umudu bitmek üzere iken oyunda hiç bilmedikleri birilerini görmeye başladılar. Bu yeni oyuncular, karşı takıma saldırıyor Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’ı kolluyorlardı. Bu oyuncular kimdi? Hiçbirinin bir fikri yoktu. Biraz dinlenen ekip son bir güçle Turan Taktiği uygulamaya karar verdi. Geri çekilip karşı takımı ablukaya alacaklardı. Planlarını uyguladılar. Virüslü takım bu taktiğe kolayca kendini kaptırdı. Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Hileli bu mücadeleye ilk kez yeni bir taktik ilave edilmişti ve karşı takım bundan habersizdi. Araya düşen oyuncular ve lider kısa süre içinde yok edildi. Takımlarına destek veren diğer oyuncular da o esnada kaybolmuştu. Buradan, bu dünyadan çıkma vakti gelmişti. Oyun artık ilk günkü ayarlarına dönmüştü. Virüsler silinmişti. Buradan nasıl çıkacaklarını düşünürken önlerinde bir klavye belirdi. Ali Eymen:

-Bununla ne yapmamız gerekiyor, fikri olan var mı, diye sordu.

Miraç:

-Esc düğmesine basarak oyundan çıkabiliriz, dedi. 

Klavyedeki Esc düğmesine bastı. Karşılarında bir seçenek belirdi: Oyundan Ayrılın. 

BÖLÜM 5: BİR YIL


Oyundan Ayrılın, düğmesine basmak zor bir iş değildi fakat bundan sonra olacak şeyler hepsini de ürkütüyordu. Yaşadıkları sadece bir oyun olamazdı. Çok gerçekçiydi her şey. Sessizce düşünürlerken Ali Eymen ani bir hareketle düğmeye bastı. Kısa bir süreliğine her yer karardı. Gözlerini açtıklarında yemyeşil bir ormanın ortasındaydılar. Hemen yanı başlarında büyük bir ateş yanıyordu. Ateş iyice büyümüş, neredeyse ağaçların gövdelerine yaklaşmıştı. Nerede olduklarını düşünmek yerine önce ateşi kontrol altına almaları gerekiyordu. Kısa süre sonra ateşi kontrol altına aldılar ve yorgunlukla bulundukları yere çöktüler. Önce oturdular, sonra uzandılar. 
Bu yaşadıklarını anlamlandıramıyorlardı. Bir süre herkes aynı şeyi yaşadı mı, bunu anlamak için birbirlerine sorular sordular. Gerçekten de hepsi aynı şeyi yaşamıştı. Bir rüya olamazdı bu. Şimdi geriye dönüp oyun binasının olduğu yere bakmaya gelmişti sıra. 
 Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran biraz da çekinerek ve yorgun adımlarla oyun firmasının binasına doğru yola çıktılar. Vakit çok geçmemiş gibiydi. Belki de kalabalık halen oradaydı. Yine de gidip kontrol etmek gerekiyordu. 
Binaya yaklaştıklarında olağanüstü bir şeyler görmediler. Etrafta kimse yoktu. Binanın ışıkları ve tabelası yanıyordu. Bahçeye yaklaştılar, her şey normal görünüyordu. Az önce yaşadıkları şeyler sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Ali Eymen saatine baktı. Saatindeki takvime gözü takıldı. Bir yıl sonrasını gösteriyordu takvim. Tam bir yıl sonrasını…
Dört kafadar arkadaş binanın kapısından içeriye girdiler. Her şey bıraktıkları gibiydi. 






2 Kasım 2024 Cumartesi

BİZ KİMİZ


Eymen Çam

On altı yıl uzunluğunda, 5632 hafta genişliğinde, “günaydın” ile yatıp “iyi dersler” ile kalkan, tost ile beslenen, çanta ile süslenen, ceket ile kravat arasına sıkıştırılmış “bir gün okul bitecek” diye kandırılmış, yedi ders altı teneffüs gücünde öğretmenin fırçası, sınavların stres saldırısı altında yaşayan okulun en çaresiz insanıdır öğrenci. 
Büyüklere sorsanız, hayatın yükü sırtlarına binmemiş, ekmek elden su gölden yaşayan, her ihtiyacı kendiliğinden hazırlanan, başarısızlık gibi bir lüksü olmayan, sırtı kalın, karnı tok olduktan sonra başka bir şeyi düşünmemesi gereken bir canlıdır öğrenci. 
Şimdilik öğrenciyim ve ilk öğrenci tanımı bana daha yakın. Kim bilir, bir gün büyüdüğümde belki ben de aşağıdaki ruhsuz tanımı kabullenirim. 

26 Ekim 2024 Cumartesi

EFSANEDEN GERÇEĞE

Ayşegül Yıldız, Eymen Çam, Gamze Sena Kuyucu, Aden Mira Kartal


Tarihin bilinmeyen zamanlarıydı. Asya’nın bozkırlarında yaşayan millet artık eskisi kadar mutlu değildi çünkü bir yandan Çin akınları bir yandan da bastıran kuraklık bölgeyi yaşanmaz hale getirmişti. Hayvanlar açlık ve susuzluktan birer birer ölüyor, halk yoksulluktan yok olma tehlikesi yaşıyordu. Belki açlık ve yoksulluk o kadar etkilemiyordu ama bunların üzerine bir de Çin baskınları iyice milleti huzursuz etmeye başlamıştı. 
Ülkenin Kağan’ı halkına karşı kendisini sorumlu hissediyor, içine düştükleri bu durumdan kurtulmak için çözüm arıyordu. Bilgelerin, şamanların getirdikleri çözüm önerileri işe yaramıyordu. 
Tüm çözüm önerilerinin bittiği bir gece, ansızın yağmur yağmaya başladı. Oysa kuraklık vardı ve havada aylardır bulut yoktu. Herkesi şaşkına çeviren bu yağmurdan sonra şimşekler çakmaya, her yer aydınlanmaya başlamıştı. Yıllardır hasret oldukları yağmur yağarken halk uyuyamazdı, dışarıya çıktılar. Halkın yaşadığı yerin az ilerisinde kutsal olduğuna inanılan üç büyük çınar ağacının üzerine mavi bir ışık inmişti. Halk bu ışığın kendileri için bir kurtuluş olduğuna inandı ve ışığın geldiği yere doğru koşmaya başladı. Göz alıcı mavi ışık etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kağan ve bilgeler, şamanlar iyice yaklaştıklarında ağaçların tam üzerinde kocaman kanatlı bir canlı gördüler. Biraz insana benziyordu bu kuş biraz da kurda fakat kanatları da vardı. Yağmur yağdıkça kanatları daha da büyüyor, şimşek çaktıkça gözlerinde ateş gibi bir şeyler parlıyordu. Bu canlıyı Tanrının kendileri için gönderdiğine inandılar ve ona saygı gösterisinde bulundular. Bu canlı, daha önceden efsanelerde duydukları, taşların üzerinde resmini gördükleri Gadayey olmalıydı. Halk ne zaman yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalsa Gadayey onları tehlikeden kurtarmak için ortaya çıkmıştı. En azından yaşlılar çocuklara bu efsaneyi anlatırdı ve yine gelmişti işte kurtarıcı. 
Sabaha kadar yağmur yağdı, gök gürledi. Gadayey büyüdükçe büyüdü, heybetlendi. 
Günün ilk ışıkları artık umut ve kurtuluş için doğuyordu. Kağan etrafta toplanan halkına bir konuşma yaptı:
-Ey Halkım
Gördüğünüz, yaşadığınız gibi güzel olaylar gerçekleşiyor fakat geceden beri burada bulunan şu canlı hakkında ben çok iyi şeyler düşünmüyorum. Bu canlı Çin’in bize bir tuzağı olabilir. Bizi yok etmek için gönderilmiş olabilir. O yüzden sevincimizi çok fazla büyütmeyelim. Önlemlerimizi alalım. 
Kağan, böyle düşünmekte haklıydı çünkü Çin defalarca farklı farklı yöntemlerle kendilerine saldırmıştı. Bu sözler üzerine şamanlardan biri öne çıkarak:
-Kaygınızı anlıyoruz fakat bu canlının bir olumsuzlukla ortaya çıkmış olmasına ihtimal vermiyoruz. Bu canlı Gadayey’dir ve onunla ancak biz iletişim kurabiliriz, dedi. 
Kağan bunun üzerine iletişim kurmaları emrini verdi. Şamanlar bir süre Gadayey’in etrafında değişik hareketler sergileyip sesler çıkardıktan sonra gözlerini kapatarak beklediler. Halk ve Kağan da sessizce olanları izliyordu. Şamanların en tecrübelisi bir süre sonra kendine geldi ve şöyle dedi:
-Kağanım, gün kurtuluş vaktidir. Gadayey bizimle birlikte Çin’e karşı savaşacak bu sırada yağmurlar yağmaya devam edecek. Topraklarımız yeniden yeşerecek. Hastalıklar bitecek ve güçlü bir millet olacağız. 
Kağan’ın gözleri parlamıştı. Gadayey birkaç kez kanatlarını indirip kaldırdı. Kanatlarını açıp kapatması bile küçük bir rüzgâr oluşturmuştu. 
Genellikle baskından korunmak için geceleri nöbet tutan halk yıllardır ilk kez saldırı planı yapmaya başladı. Üç gün boyunca Çinlilerin mevzileri, sınırları konuşuldu ve planlı bir hareket için eli silah tutan herkes savaşa katılmaya çağrıldı. Halk elinde ok ve yaylar, mızraklarla atlanarak Kağan’ın çadırının önünde toplanmıştı. Şamanlar üç kutsal ağacın üzerindeki Gadayey’le iletişim kurarak harekete geçmek gerektiğini bildirdiler. 
Yalnızca geceleri saldırıda bulunacaklardı ve kırk gecelik bir taarruz olacaktı bu. Güneşin batmasıyla birlikte gökte Gadayey, yerde gençlerden oluşan ekip Çin sınırına doğru yola çıktı. Çinliler yaklaşan askerleri önce tebessümle karşıladılar fakat onların hemen üzerlerindeki Gadayey’i görünce şaşkınlıktan donup kaldılar. Gadayey, kanatlarını çırptıkça zaten rüzgar oluşuyordu. Pençelerine aldığı kaya parçaları ve büyük odunları Çin askerlerinin üzerine bırakıyordu. Çinlilerin ne okları ne mızrakları ne de ateş topları Gadayey’i etkilemiyordu. Mücadele çok uzun sürmedi. Gecenin tam ortasında Çinliler gerilemeye başlamıştı ve kaçarken bıraktıkları erzakı toplamak kalıyordu yalnızca askerlere. Toplanan erzak Gadeyey tarafından sabaha doğru halkın yaşadığı yere getirildi. Halk sevinç ve mutluluk içindeydi. 
Kırk gün sürdü bu mücadele. Kırk gece Çin sınırlarına hareket sürdü. Sonunda halkın yüzü gülmüş, kırk gün süren yağmurla her taraf yeniden yeşermeye başlamıştı.
Kırk birinci günün gecesi yine şimşekler çakıyordu. Yağmur daha da hızlanmıştı ama insanlar çadırlarında huzur içindeydiler. Birdenbire gece, mavi bir ışıkla aydınlandı. Halk bu mavi ışığın sebebini görmek için çadırlarından dışarıya çıktı. Büyük bir rüzgar vardı dışardı. Kutsal üç ağacın üzerinde yine mavi ışık belirmişti. Halk, Kağan ve şamanlar rüzgarın kaynağının üç ağaç tarafında olduğunu fark etmişlerdi. Güçlükle üç ağacın yanına gittiklerinde Gadayey’in süratle kanat çırptığını gördüler. Dakikalarca devam etti onun kanat çırpışları. Sonunda tüyleri alev alan Gadayey yanmaya başladı. Artık hareketsiz bir biçimde kül olmayı bekliyordu. Rüzgâr dinmişti. Yağmur azalmıştı. Sabaha kadar sürdü Gadayey’in tüm gövdesinin yanıp küle dönüşmesi. 
Sabah olup güneş doğduğunda Gadayey’e dair hiçbir şey kalmamıştı etrafta. Gençler ve babalar Gadayey efsanesini yüzyıllar sonra bir kez daha yaşamıştı ve torunlarına kim bilir kaç yüzyıl daha anlatacaklardı. 




19 Ekim 2024 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜ

Eymen Çam 
Yusuf Kerem Acar 

İsmet Çınar Altuntaş 
Ayşegül Yıldız

Aden Mira Kartal
Gamze Sena Kuyucu



Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Düşündüğüm şeyleri birilerine söylediğimde ya yetersiz buluyordu ya da ilgilenecek vakti olmuyordu. Sınıfta sıramda, evde koltukta boş boş oturuyordum. Zihnime güzel şeyler geldiğini düşünüyordum. İcatlar yapabilirdim, dünyayı içinde bulunduğu kaostan kurtarabilirdim. Adımı tarihe yazdırabilirdim fakat olmuyordu. Kimin dediğini hatırlamıyorum ama bir söz vardı zihnimde dolaşan: Bana bir kaldıraç ve dayanak noktası verin, sizin için dünyayı yerinden oynatayım. Bu güç bende vardı ama kimse bir kaldıraç vermek, dayanak noktası göstermek derdinde değildi. 
Oturmaktan sıkılmıştım. Biraz yürümenin, hayata karışmanın iyi geleceğini düşündüm ve sokağa çıktım. Ne kadar yürüdüğümü, nereleri gezdiğimi hatırlamıyorum. Bir anda önümde küçücük bir şişe buldum. Bir ırmağın kenarındaydım. Şişenin ağzı sıkı sıkıya kapatılmıştı ve içinde bir kâğıt vardı. Bunu duymuştum yani eski dönemlerde insanlar şişe içine notlar yazarak nehre, denize atarmış. Belki de böyle bir notla karşı karşıyaydım. Merakım ve heyecanım yarışıyordu birbiriyle. Kalbimin sesini duyuyordum: güm, güm, güm…
Şişeyi aldım ve üzerindeki yosunları, çamurları temizledim. Kapağını açmak istedim fakat açılmıyordu. Şişeyi kırmalı mıydım? Kıyamadım. Belki şişenin de tarihi bir değeri vardır diye düşündüm. Ne kadar uğraştımsa da şişe açılmıyordu. Eve götürecek ve detaylı bir temizlikten sonra şişenin kapağını açmaya çalışacaktım. Annem, konserve kavanozlarının kapağını açmakta ustaydı. Belki de ondan yardım almalıydım. Mantar bir tıpa konulmuştu kapak yerine ve hayli eskimiş, ucu şişenin içine kaçmıştı tıpanın. Etrafıma baktım, nerede olduğumu kestiremedim. Irmak boyunca yürüdüm fakat halen nerede olduğumu bilemiyordum. Elimde bir şişe ile kaybolmuştum. Güneş tam tepemdeydi ve etrafta yolumu soracağım kimseler yoktu. Yorulduğumu hissediyordum. Şehirden uzaklaşıyor muydum, şehre yaklaşıyor muydum, belirsizdi. Güneş sanki hızla batıyordu. Hava birazdan kararacaktı. Çok sürmedi, her yer karanlığa büründü. Etrafımı göremiyordum. Irmağa düşme riskim de vardı. En iyisi yine oturmaktı. El yordamıyla kendime oturacak bir yer buldum. Yorgundum. Çok yorgundum. 
Kendime gelip gözlerimi açtığımda evimizde, koltukta oturuyordum. İki elimle sıkı sıkıya tuttuğum şişeyi fark ettim. Şişe pırıl pırıldı ve içinde not duruyordu. Bir rüyanın içinde miydim yoksa hayal mi görüyordum. Belki de ırmağın kenarında bayılmıştım, uyumuştum ve halen oradaydım. Bu şaşkın düşüncelerin üzerime üzerime geldiği bir anda annem seslendi:
-Şişeyi açmayacak mıyız?
Bu, bir rüya değildi. Anneme beni nerede bulduklarını, ne zaman eve getirdiklerini sordum. Annem tebessüm ederek:
-Sen evden hiç çıkmadın ki evladım, dedi. 
Şişeye yeniden baktım ve sordum:
-Ya bu şişe?
Annem cevap vermek yerine:
-Haydi o şişeyi açalım, dedi. 
Kafam allak bullak olmuştu. Anlam veremiyordum bu olaylara. Bütün düğümleri birer birer çözmeli ve başımdan geçenleri anlamalıydım. Sadece yürüyüşe çıkmıştım oysa. Bu hikâyenin içine beni kim dahil etmişti, bilmiyordum. 
Annemin de ısrarıyla şişeyi açmayı denedim. Bu kez şişenin tıpası hiç zorlanmadan açıldı ve içindeki kâğıdı çıkardım. Heyecanla açtım fakat kâğıt bomboştu. Yazılar silinmiş miydi yoksa tamamen boş bir kâğıt mıydı anlamak güçtü. Bütün esrarı bozulmuştu yaşadıklarımın. Saçma bir şişe içinde boş bir kâğıt. Üstelik ben ne zaman eve gelmiştim, belirsizlikler devam ediyordu. Bu esnada annem saç kurutma makinesi ile geldi ve saçlarımı kurutmam gerektiğini söyledi. Terlemiş miydim yoksa dünden kalan bir ıslaklık mıydı, bilemiyordum. Saç kurutma makinesini annem saçlarıma doğru tutmaya başladı. Ben, elimdeki kâğıda boş boş bakıyordum. Saç kurutma makinesi üfledikçe kâğıtta bir şeyler belirmeye başlamıştı. Kâğıdı doğrudan kurutma makinesinin önüne tuttum ve geri çektim. Beliren yazıları okumaya başladım: 
İyi ki doğdun oğlum
Sensin benim tek umudum
Yeni bir yaşa girdin
Doğum günün kutlu olsun
Tuhaflıklar bitmiyordu. Kime yazılmıştı bu anlamsız şiir. Anneme baktım ve tebessüm ettiğini gördüm. Annem:
-O şiiri ben yazmıştım sana. Doğum günün kutlu olsun, dedi.
İyi ama şişeyi neden denize atmıştı, ne zaman yazmıştı bu notu. Ben o şişeyi nasıl bulmuştum ve en önemlisi eve nasıl gelmiştim… Sorular git gide artıyordu ve beni çok mutlu etmiyordu doğum günümün kutlanması bile. Hiçbir şey düşünemiyordum. Düşünmek de istemiyordum. Gözkapaklarım kendiliğinden ağırlaşıyordu. Annem, karşıma bir görünüp kayboluyordu. Tavan sanki üzerime uçacak gibiydi. Kollarım, ayaklarım yerinde değil gibiydi. 
Gözlerimi açtığımda etrafımda tanımadığım insanlar vardı. Değişik bir yerdeydim ve yatıyordum. Kolumda serum bağlıydı. Burası bir hastane olmalıydı. Bu kadarı fazlaydı. Artık düşünmek istemiyordum. Bu esnada annem yanıma yaklaştı. Elini alnıma koydu ve:
-Ateşin nihayet düşmüş Alaaddin. Artık iyileştin sayılır. Bugün senin doğum günün. Yeniden hayata döndün şükür. Çok sevindik. 
Alaaddin kimdi? Benim adım mıydı? Belki de öyleydi. Konuşmaları dinlemeye başladım:
-Çocuğunuz hastaneye getirildiğinde durumu çok ağırdı. Bir haftada iyi toparlandı yavrucak. Bu travmanın etkisi birkaç ayda ancak geçer fakat sorun yok, rahat olun. 
Gözüm, yatağımın hemen kenarındaki komidinin üzerindeki lambaya kaydı. Ne de olsa adım Alaaddin’di. 



5 Ekim 2024 Cumartesi

EKRAN KARTI

 Eymen Çam

Bir şiir yazmak istiyorum dakikalardır
Beynimi yokluyorum
Sonra kalbimi
Düşünüyorum bakarak sağa sola
Neyi yazacağımı bilmeden
Kelimeler geçiyor birer birer gözlerimin önünden

Sonra bir kelime duruyor orada öylece
Düşünüyorum bundan bir şiir çıkar mı diye
Aslında çıkmaz ama 
Yazıyorum yine de

Gözlerimin önünden şu anda geçen kelimeler çok garip
32 GB bir ekran kartı
Böyle bir şiir olur muydu bilmiyorum
Ama işte kendiliğinden yazıldı

21 Eylül 2024 Cumartesi

PENCERE

 Eymen Çam
Pencereler olmasaydı
Mağaradan farksız olurdu evler
Okullar
Bir pencere 
Yetiyor değiştirmek için mekânı

Pencere, koruyor kışın soğuktan
Yazın güneşten
Olmasaydı pencereler
Sabahı fark etmezdik 
Akşamı da

Önünde dışarıyı seyredecek 
Bir pencereniz yoksa
Hep karanlıktasınız demektir
Bu aydınlık dünyada

GİZEMLİ BİR KIŞ MACERASI

Yusuf Kerem Acar
Aden Mira Kartal
İsmet Çınar Altuntaş
Eymen Çam
Gamze Sena Kuyucu

Kış bu şehre yakışıyordu. Baharı ve sonbaharı da güzeldi bu şehrin fakat kışın başka güzeldi. Dağlar aylarca beyaza bürünüyordu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar büyülü bir şehir manzarası ortaya çıkarıyordu. Şehrin en çok sevilen ve simgesi haline gelen nehir kış vakitlerinde tamamen donuyor hele de kar tatili olmuşsa çocukların üzerinde oyunlar oynaması, kızakla kayması bile mümkün oluyordu. 
İşte yine kış gelmişti üstelik bu sene gideceğe de benzemiyordu. Eskilerin anlattığı diz boyu yağan karlar bu sene de yağmıştı ve çocukların ilerde torunlarına anlatacakları soğuklar yaşanıyordu. 
Ece ve Efe bu küçük şehirde doğmuş ve başka bir şehre gitmemiş ikiz kardeşti. Efe, Ece’den iki dakika daha büyüktü ve sürekli kardeşini ağabey, demesi için zorluyordu. Ne de olsa iki dakika daha büyüktü ondan. Ece ise iki dakika kendisinden daha önce dünyaya gelen Efe’ye şöyle diyordu:
-O zaman sen de sınıfımızda senden önceki günlerde, haftalarda, aylarda doğmuş herkese ağabey ya da abla diyeceksin. 
 Şiddetli yağışlara ve soğuğa rağmen bir türlü eğitime ara verilmiyordu. Küçük bir şehir olduğu için her yere yürüyerek gidilebiliyor düşüncesiyle büyükler bir türlü okulların kapanmasına müsaade etmiyordu. O sabah da yoğun yağışa rağmen iki kardeş erkenden okul yoluna düştüler. Zaman zaman birbirlerinin ellerini tutuyorlardı düşmemek için. Okula yaklaştıklarında kapının hemen yanında soğuktan donmak üzere olan bir kedi gördüler. Ece:
-Bu kediyi sınıfımıza götürelim mi Efe, diye sordu. 
Efe:
-Efe, değil ağabey… Götürebiliriz elbette ama öğretmenlerimiz ne diyecek bu işe? 
Soğuktan donmak üzere olan kediyi iki kardeş sınıfa getirdiklerinde sınıfta kimsenin olmadığını gördüler. Bir süre beklediler. Yan sınıflarda da birkaç öğrenci ancak vardı ve öğretmenler de gelmemişlerdi. 
Sınıfta bir süre kediyle ilgilendiler. Beslenme çantalarında kedinin yiyebileceği şeylerden ona ikram ettiler. Kedi ısınıp kendine gelince sınıfta dolaşmaya başlamıştı ki okul müdürü sınıfa girerek:
-Kar ve soğuk sebebiyle okullarımız bir hafta tatil edildi çocuklar. Küçük arkadaşınızı da alarak evinize gidebilirsiniz. 
İki kardeş, artık kendine gelmiş olan kediyle birlikte yola çıktılar. Evleri hayli uzaktaydı ve ırmağın yanından da geçmek zorundaydılar evlerine ulaşmak için. Yanlarından geçen birkaç öğrenci oldu fakat onların evi yakındı okula. Uzaktan gelen yalnızca Ece ve Efe vardı. Efe okuldan çıktıklarında bu kediye bir isim vermek gerektiğini söyledi kardeşine. Ece:
-Pars, dedi. Adını Pars koyalım. Baksana şunun yürümesine. Nasıl da zıplayarak yanımızda yürüyor?
Bir süre Pars yanlarında yürüdü ancak daha sonra önlerinden yürümeye başladı. Kediyi takip ederek, şakalaşarak yürüyen iki kardeş kar yağışının da artmasıyla yarım saat kadar sonra etraflarına baktıklarında ev yolunda olmadıklarını fark ettiler. Hatta yol bitmişti ve etrafta çok az ev görünüyordu. Buraya nasıl ve ne zaman, hangi yollardan geçerek geldiklerine dikkat de etmemişlerdi. Etrafı tanımaya çalışıyorlar fakat tipiden pek bir şey göremiyorlardı. Kaybolduklarından artık emindiler. Şehre ve mahallelerine dönüş yolu yok gibiydi. Pars ise halen oyun peşindeydi ve ıslanan tüylerine rağmen ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Bir türlü yorulmak, usanmak da bilmiyordu. 
Ece:
-Madem ağabey olan sensin, haydi bizi evimize ulaştır. Ne de olsa iki dakika benden büyüksün ağabey, dedi.
Bu cümledeki “ağabey” kelimesi Efe’nin hoşuna gitmişti fakat hiç zamanı değildi bunun. Geriye dönerek kendi adımlarının üzerinden yürümek iyi bir fikirdi. Bir süre yürüdüler fakat izler kaybolmuştu. Yine bembeyaz kocaman bir boşluğun içindeydiler. 
Pars, artık yorulmuş ıslanmıştı ve sanki Ece ve Efe’den yardım istiyor gibiydi. Ece, Pars’ı kucağına aldı ve bir süre daha yürüdüler. 
Ayakları artık kendilerini taşımaz oluncaya kadar yürüdüler, yürüdüler. Vakit hayli ilerlemişti ve bir türlü şehir görünmüyordu. Artık ikisinin de gücü kalmamıştı yürümek için fakat etrafta dinlenmeye, oturmaya bir yer olmadığı gibi yol sorabilecekleri kimseler de görünmüyordu.
Ece, yaşadıklarının bir kabus olduğunu düşünmeye başladı. Efe’ye sordu:
-Ağabey, bir rüyada mıyız yoksa?
Efe:
-Rüya değil ve başımız dertte. Ben de isterdim bir rüya olmasını yaşadıklarımızın. 
Kaç zamandır Ece’nin kucağında dinlenen Pars uyanarak yere indi ve bir süre iki kardeşin ayaklarının altında dolaştıktan sonra farklı bir yöne doğru yürümeye başladı. 
Ece ve Efe bu kez onun peşinden gitmek istemediler zira onları buraya getiren, kaybolmalarına neden olan Pars’tı. 
-Şimdi evimiz nasıl da sıcaktır, dedi Ece. Üstelik annem, babam endişelenmiştir de. Yemeğimiz de hazırdır fakat biz buralarda…
Tam ağlayacaktı ki Efe ona sabırlı olması gerektiğini söyleyerek elinden tuttu. Pars’a takip etmeye başladılar fakat hava da kararmaya dönmüş, kar da durmuştu. En azından artık uzakları görebileceklerdi. Bir süre yürüdükten sonra uzaktan şehrin ışıkları görünmeye başlamıştı. Işıkları görmek biraz içlerini rahatlattı. Adımlarını daha da hızlandırdılar. Pars’ı takip etmekten uzaklara çok fazla bakamıyorlardı. Artık adım atacak hallerinin kalmadığı anda ırmağın kenarında olduklarını söyledi Efe. Ece, buna inanmıyordu çünkü yorgun ve açtı. Bayılmak üzereydi. Efe ne kadar ısrar ettiyse de Ece yürümemekte direniyor hatta uyumak istediğini söylüyordu. Belki de Pars’ı bir süre taşıdığı için erken yorulmuştu. Başka çaresi kalmamıştı Efe’nin. Kardeşini sırtına aldı ve artık tanıdığı yollardan evine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra anne ve babasını karışışında buldu. Annesi ve babası çok merak etmişlerdi. Okulu aramışlar, arkadaşlarına sormuşlardı ve akıllarına bin türlü kötü senaryo gelmişti. Çocuklarına kavuşan anne ve baba evin yolunu tuttu. Pars da bata çıka onların yanında ilerliyordu. 
Eve ulaştıklarında artık Efe de yürümekten bitkindi. Babası, tam Pars’ı dışarda bırakarak kapıyı kapatacaktı ki Efe onu içeriye almasını istedi babasından. 
Ece bir süre sonra kendisine geldi. Efe de kıyafetlerini değiştirdi. Yemek yediler ve çay içtiler. Pars, ıslak tüylerini sobanın kenarında kurutuyordu. 
Nasıl olsa ertesi gün okul yoktu. Dinlenmeleri epey zaman alacak gibiydi bunca maceradan sonra. 
Yorgunlukla Ece ve Efe erkenden uyudu. Pars da mışıl mışıl uyuyordu. 
Sabah Ece uyandığında önce Pars’ı görmek istedi fakat Pars yerinde yoktu. Efe’ye haber etti durumu. Efe de uyandı ve evde Pars’ı aradılar fakat Pars evde değildi. 
İki kardeşin telaşını gören anneleri onlara bunun sebebini sordu. Efe:
-Dün akşam yanımızda gelen ve gece boyu şu minderde uyuyan kedimiz vardı. Adını Pars koymuştuk. Aslında bize bu macerayı yaşatan da oydu. Sabah siz mi gönderdiniz onu dışarıya, diye sordu. 
Annesi biraz şaşkın ve biraz de endişeli:
-Hangi kedi, ne zaman, nerede gibi soruları peş peşe sordu. 
Babasının geldiğini gören Efe ona:
-Dün akşam içeriye almanı söylemiştim baba. Sen kapıyı kapatıyordun, son anda içeriye aldık onu hatırlasana, dedi. 
Babası:
-Dün o cümleyi kurdun ama ben kedi filan görmedim, dedi. 
Babası ve annesi şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. 
Ece ve Efe daha şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Ece, Efe'ye sarıldı ve ekledi:
-Ağabey...