29 Aralık 2023 Cuma

TRRRRUM

 

Üner Taha Aydemir

    Nereden duymuşsa şöyle bir şiir duymuştu:
    trrrrum,
    trrrrum,
    trrrrum!
    trak tiki tak!
    makinalaşmak istiyorum!

    Boş zamanlarında ya da söyleyecek bir sözü olmadığında hemen bu dizeleri söylerdi. Şairini tanımazdı zaten edebiyatla, şiirle de pek arası yoktu. Hatta kitap okumayla arası yoktu. Yine de okuması istenen kitapları kaşla göz arasında bitirirdi ama keyif almazdı. Onun ilgisi makinalaraydı. Bir yerde bir makine sesi duymayagörsün. Ne tarz bir cihazdan geldiğini, ne kadar güçle çalıştığını ezberden söylerdi ama çoğu da tutmazdı. 
    Daha önce evde epey eşyayı hurdaya ayırmak zorunda kalmıştı ailesi onun yüzünden. Önce annesinin dikiş makinesi, onun makine sevdasından nasibini almıştı. Bir kez ip sardığı için makinesiyle uğraşan annesine yardım etmek istemiş, saatlerce makineyi sökmüş, sonra toparlayamamış, eskisinden beter bir vaziyette makine hurdaya dönmüştü. Ama içini görmüştü ya makinenin, işleyişini anlamıştı bunlar onun için büyük bir keyifti. İçinde bir motor olmamasına rağmen bir kez de televizyon yeniletmişti ev halkına. Televizyona yeni özellikler ekleyebileceğini iddia etmiş, antensiz de çalışabileceğini söylemiş, üstelik elektrikten de tasarruf edebilecekleri uygulamalar yükleyeceğine herkesi inandırmıştı. Bir haftalık uğraştan sonra televizyonda yalnızca sarı bir ışık kalmıştı. Kendisine o kadar güveniyordu ki az yakan bir duvar lambası icat ettiğine ailesini inandırmaya çalışmıştı. Tepedeki lambayı çıkarıp artık duvardaki televizyonu lamba yerine kullanmayı çağın buluşu olarak görüyordu. Hatta komşularına, arkadaşlarına televizyonlarını lambaya çevirmeyi teklif etmişti. O günden beri arkadaşları ve akrabaları onun gerçek ismini bırakarak Edison, diye hitap etmeye başlamışlardı. 
    Yalnızca bu eylemlerini evde gerçekleştirmekle kalmıyordu. Okulda hatta okula gidip geldiği serviste bile onun izleri vardı. 
    Teneffüs zilinin sıkıcı olduğunu her fırsatta söylemiş, okul idaresi müsaade ederse keyifli melodiler yükleyebileceğini her teneffüs ve her gün farklı melodiler şeklinde zilin çalacağını söylüyordu. Okul idaresi bunların zaten mümkün olduğunu söyleyince derse geç giren öğretmenlerin adının da anons edileceğini belirtti Edison, kendisinin yapacağı sistemde. Okul müdürü hayli heyecanlanmıştı ancak bir haftalık uğraş sonunda yaptığı sistem her teneffüs farklı bir melodi çalıyordu çalmasına. Yalnız derse girmeyen öğretmen olarak okul müdürünü ve yardımcılarını anons ediyordu. 
    Boş zamanlarında vakit geçirmeyi sevdiği tek yer şehrin sanayisi idi. Orada saatlerce yapılan işleri izliyor fakat kimseye fikrini söyleyemiyordu. Söylese de dinleyen olmazdı zaten. Aslında en büyük hayali bir araba yapmaktı. Arabada hem motor vardı hem elektronik hem mekanik. Bir araba yapsa artık kimseye kendisini ispat etmek zorunda kalmayacaktı. 
    Her zamanki sanayi ziyaretlerinden birinde eski otomobiliyle dolaşan yaşlı bir amca dikkatini çekmişti. Dükkan dükkan dolaşan bu adam ustalarla tartışıyor, bir şeyler söylüyor, kızıyor sonra başka bir dükkana gidiyordu. Sanayinin çıkışına geldiğinde arabası olduğu yerde kaldı. Adam araçtan indi birkaç ustaya seslendi ama dönüp bakan yoktu. Adam çaresizce kaldırımın kenarında dururken onun haline üzüldü. Çok basit bir sorunu var aracın oysa, diye içinden geçirdi. Birkaç kablo ile halledilebilecek bir şeydi. Kaldırım kenarında oturan adama yaklaşıp:
    -Geçmiş olsun, galiba arıza yaptı, dedi. Adam başını kaldırmadan:
    -Sizin eseriniz! İki haftadır şu sanayide gezmediğim usta kalmadı. Senin ustan da görmüştür ihtimal ama bir çözüm bulamadı kimse, dedi. 
    -Ben de usta sayılırım ama dükkanım yok, diye karşılık verdi ihtiyar adama. İhtiyar adam bu sözler üzerine kendisiyle kimin konuştuğunu görmek için başını doğrulttu:
    -Senin okulun yok mu? Bırak eğlenceyi Allah aşkına, diyerek tekrar önüne baktı. Bu esnada aracın ön kaputunun açık olduğun gören Edison:
    -Amca, ben işaret verince aracı çalıştır, dedi. İhtiyar birden tebessüm etti. Yüzünde umut belirmişti. Aslında umut değildi de bu, kendisiyle birilerinin ilgilendiğini görmenin sevinciydi belki de. 
Edison kaputun altında bir şeyler yapıyor, uğraşıyor, kendinden emin bir biçimde:
    -Elbette çalışmaz bu araç, diyordu. İki üç saat geçmişti ama ihtiyarın beklediği işaret henüz gelmemişti. Üstelik aracın içinden bazı parçalar sürekli dışarıya, sağa sola atılıyordu. Elleri, yüzü yağ ve kir olmuştu Edison’un. Onun bu hararetli çalışmasını gören ustalar da birer ikişer başına toplanıp onu izlemeye başladılar. Onların geldiğini gören Edison zaman zaman onlardan alet, kablo, tornavida istemeye başladı. İhtiyar içinden: Allah gönderdi bu çocuğu, diyordu. 
    Vakit akşam olmuştu ve bütün ustalar Edison’un işinin bitmesini bekliyordu. Nihayet Edison işareti verdi aracın sahibine ve araç tek marşta çalıştı. Bu büyük bir başarıydı. Ustalar şaşkındı çünkü bu araç artık işe yaramaz demişlerdi. Edison yüzü, gözü yağ içinde gülümsüyordu. İhtiyar araçtan indi ve sarıldı Edison’a. Artık veda zamanı gelmişti. Borcunu sordu ihtiyar, Edison:
    -Duanız yeter amca, diye cevapladı. Tekrar aracına dönen ihtiyar bir silecekleri çalıştırıyordu sürekli. Sonra uzun uzun korna çaldı. Dörtlü lambalar sistemli biçimde yanıyor, sönüyordu. Farlar disko ışıkları gibi açılıp kapanıyordu. Sonunda araç hareket etti ancak silecekler, korna, lambalar hepsi çalışıyordu durmadan. İhtiyar inerek:
    -Delikanlı, frene basınca korna çalıyor, gaza basınca silecekler çalışıyor, vitesi takınca lambalar yanıyor, kornaya basınca araç geri gidiyor. Peki ama ileriye nasıl gidecek, diye sordu. Edison bir süre düşündü:
    -Hepsini bu sürede nasıl öğrendiniz, maşallah amca, dedi. Aracı ilerletmek için klima düğmesini açmayı deneyin, vites artırmak için de klima seviyesini tercih edin bakalım. 
    İhtiyar, söylenilenleri yaptı, işe yarıyordu. Buna alışması zaman alacaktı ama olsun, aracı çalışıyordu. Edison araca yanaşarak:
    -Pencere düğmelerinin ne işe yaradığını biliyor musunuz? Aracınızı daha keyifli kullanın diye yanıp sönen renkli ışıklar ekledim. Sağ cam tuşunda mavi ışık var. Sol cam yeşil, arka camlar kırmızı ve sarı. Gerektiğinde trafik lambası olarak bile kullanırsın bunu, dedi. 
Yanından ışıkları yanıp sönerek, korna çalarak, silecekleri son sürat çalışan araç geçerken Edison baktı, bir nefes aldı, şimdi zamanıydı bu şiirin:
    trrrrum,
    trrrrum,
    trrrrum!
    trak tiki tak!
    makinalaşmak istiyorum!

28 Aralık 2023 Perşembe

CANATAN'IN SERÜVENLERİ

     Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

    Eve Dönüş

    Canatan kendine geldiğinde ülkesinde, olayların ilk başladığı yerdeydi. Her şey biraz küçülmüş gibi geliyordu. Ağaçlar eskisi kadar yüksek değildi, dağlar da öyle. Oltasını eline almaya çalıştı. Minicik kalmıştı olta. Yine başka bir mekânda mıyım, diye düşündü ama hayır, burası kendi ülkesiydi. Evine doğru yürürken etraftakilerin kendisine şaşkın bakışları dikkatini çekiyordu. Sanki herkes küçülmüştü etrafta ya da gittiği yerlerde yaşadıklarından dolayı öyle görüyordu. Artık çok yorulmuştu, bir şey düşünmek istemiyordu. İlerlerken arkadaşlarını gördü. Arkadaşları onu görünce hep güler, alay ederdi. Bu sefer gözlerinde korku ve endişe vardı. Yine aynı şeyi söyleyecekler ve aynı cevabı verecekti. Kimse bir şey demeyince doğrudan konuşmaya başladı Canatan:
    Demeyin Junior bana
    Ahırda olur dana
    Beni küçük görüp de
    Atmayın siz yabana,
dedi. O sırada arkadaşlarından biri Canatan’ın yanına geldi:
    -Küçük görmek mi, dedi. Canatan sana ne oldu? Hepimizden büyüksün artık. Bunları söylerken arkadaşı Canatan’a buluta bakar gibi bakıyordu. Canatan, ellerine kollarına baktı. Burnunu yokladı. Diğer arkadaşlarını yanına çağırdı. Hepsinden büyük bir dev olmuştu artık. 
    Hadi deyin Junior bana
    Bir bakın şu Canatan’a
    Hepinizden büyüğüm ben
    Durunca bakın yan yana…

                                                        S   O   N

CANATAN'IN SERÜVENLERİ 3

 Atıf Kaan Salar, Akın Eliş

Ejderler Alemine Yolculuk
    Canatan yeni ve büyük bir sandıkla yine bilinmezliklerin ucundaydı. Sandığı açmaya çalıştı, evirdi, çevirdi. Bu sandık da açılmıyordu. Büyük bir sandıktı ve altına bakması da gerekiyordu. Çünkü küçük sandıkların altında hep notlar oluyordu. Güç bela sandığı yan çevirdi ve yine bir notla karşılaştı:
    Sonuna geldin artık
    Kutuya vurma tık tık
    Kolay değil bu sefer
    Ama çabaya değer
    Ayağın altına bak
    Sana gerekli tırnak

    Notu okuyan Canatan sıkılmaya başlamıştı ama merak da ediyordu. Hoşuna gitmişti kendisiyle alay eden arkadaşlarından uzakta yeni yerler görmek, maceralar yaşamak. “Ayağın altına bak” yazısını birkaç kez okuyunca ayaklarının altındaki kumu kenara çekmeye başladı. Eline bir şeyler takıldı. Bir düğmeye benziyordu bu. Etrafındaki kumları temizleyince ortaya bir tuş çıkmıştı. Avucuyla bu tuşa bastırdı ve anında oturduğu yer içine göçtü. Sandık da yanına düştü. Yine başka bir âleme ulaşmıştı. Burada insan ya da dev görünmüyordu. Büyük, kocaman ağaçlar vardı. Otlar bile kendisinden büyüktü. O sırada tepesinde bir gölge gördü. Kocaman bir sinekti bu. Kendisini sakladı sinekten. Bir süre sonra cam gibi bir şeyin önünde durdu. Eliyle dokundu o esnada bu camın üzerine bir duvar indi. Şaşkındı. Sonra büyük bir gürültü duydu. Meğer bir ejderhanın ayaklarının dibindeymiş Canatan. İlk kez ejderha görüyordu. Ejderha küçücük bir sinek gibi gördüğü Canatan’a yakından bir kez daha baktı:
    -Kimsin ve burada ne arıyorsun küçük böcek, dedi. Bu cümlenin soğuk bir esinti oldu ve bazı yerler buz tuttu. Canatan az kalsın donuyordu. 
    -Böcek mi!.. Küçük olabilirim, buna alıştım ama böcek değilim, bir devim ben. Lütfen küçümsemeyin, dedi. 
    Ejderha kahkaha attı:
    -Dev ha! Sen nerenin devisin, dev görmedin mi hiç?
Canatan üzüldü:
    -Peki, ben böcek devim. Buraya isteğim dışında geldim. Şu yanımdaki kutu beni buralara sürükledi.         Sen kimsin, burası neresi? 
    Ejderha:
    -Burası ejder ülkesi. Burada ejderhalar yaşar ve savaşır. İki büyük ejderha kabilesi var burada. Diğer kabileye düşmüş olsaydın bu kadar çok konuşamazdın, yaşayamazdın bile. Neyse ki bizim kabile biraz yabancıları sever küçük böcek, dedi. Bunun üzerine Canatan:
    -Kabilelerin ismi ne peki, diye sordu. Ejderha:
    -Buzderha ve Odderha, dedi. Biz Buzderha kabilesindeniz, benim adım Buzmahmut. 
Buzmahmut, bunları söyledikten sonra kabilelerin niçin savaştığını anlatmaya başladı:
    -Yıllar yıllar önce aslında bizim aramızda bir sorun yokmuş. İlk ejderhalar arasında bir uyum ve kardeşlik varmış. Sonra nasıl olduysa tıpkı senin buraya geldiğin gibi başka dünyalardan başka yaratıklar bizim mekânımıza gelmişler. Odderhalar bu yeni gelen yaratıklara doğrudan savaş açmışlar. Buzderhalar yani bizim atalarımız ise tanımadan savaşmanın anlamsız olduğunu söylemiş fakat çok geçmiş artık. Yeni gelen yaratıkların tamamını yok etmiş Odderhalar. O gün bu gündür birbirimizle mücadale halindeyiz. 
    Sözleri duyan Canatan bir kez daha Buzderhaların yanına düştüğü için sevindi. Bir yandan da bu anlamsız savaşı sona erdirmek gerektiğini düşünüyordu ancak onların yanında küçük bir böcekti. Buzmahmut, Canatan’a ülkelerini gezmeyi teklif etti. Canatan, sandığını da yanına alarak Buzmahmut’un sırtına bindi. Buzmahmut, kuyruğu ile Canatan’a yardım etti. Değişik, çok değişik bir ülkeydi burası. Dağlar, ağaçlar, bitkiler her şey kocamandı. Sanki bir masal alemi gibiydi. Gezi bittikten sonra Canatan aklından geçenleri Buzmahmut’a söyledi. Buzmahmut ise bunun çok zor olduğunu söyledi. Kavimlerin her ikisinin de bilgelerinin bulunduğunu ve önce onları ikna etmek gerektiğini söyledi. 
    Buzderhalar’ın bilgesi anlayışlıydı ancak Odderhaların bilgesi çok sinirli bir ejderhaydı. Yanına yaklaşmak isteyen bile yanıyordu çoğu zaman. Böyle duymuşlardı. Buzderhalar’ın bilgesine gittiler birlikte. Sakallı ve yaşlı Buzderha Canatanı dikkatle dinledi ve fikirlerini önemli buldu. Şayet Odderhalar bunu kabul ederse bu kendi ülkeleri için barış ve mutluluk getirecekti. 
Odderhalar’ın ülkesine girmek çok kolay değildi. Bunun için bir plan yapmak gerekiyordu. Canatan ufak bir canlıydı onlar için. Giderek ön görüşmeyi yapmayı deneyebilirdi. 
Canatan bir gece dinlendikten sonra ertesi gün Buzmahmut tarafından Odderha diyarının sınırına bırakıldı. Canatan bir sürü yürüdükten sonra tepesinde bir sıcaklık hissetti. Ardından bir konuşma duydu:
    -Bu yiyecek parçasını buraya kim düşürmüş?
    Canatan, kendisinden bahsedildiğini anladı ve:
    -Ben Canatan Canatan
    Barış için can atan
    Her şeye mutlulukla bakan
    Odderha, Buzderha
    İkiniz de ejderha
, dedi. Tepesindeki iki Odderha gülmeye başladı ve bir böcekle oynar gibi Canatanla oynamaya başladılar. Canatan’ın konuşması hoşlarına gitmişti. Canatan:
    Beni götürün bilgenize
    Mesajım var hepinize

Odderhalar Canatan’la biraz konuştuktan sonra onu bilgelerine götürmeye razı oldular. Canatan onların konuşmasını çok istemiyordu çünkü onlar konuştukça terliyor, ısınıyordu. Sonunda bilge Odderha’nın huzuruna gelen Canatan, sevimliliği ile onu da etkilemeyi başardı ve fikirlerini söyledi. Bilge önceleri çok sinirliydi ve sürekli etrafa ateş atıp duruyordu. Sakinleşti bir süre sonra. Bilge:
    -Atalarımız zamanında çok mücadele etmiş ve bizimki yıllardır süren bir savaş. Şimdi durup dururken barışmak atalarımıza ihanet olmaz mı, dedi. 
    Canatan:
    Sizinki yanlış bakış
    Yanlış üstüne yanlış
    Hadi kırmayın beni
    Başlasın büyük barış,
dedi. Biraz daha konuştu ve barışın öneminden, kendilerine katkısından bahsetti. Odderhaların bilgesi:
    O halde yarın büyük barış için buluşalım, dedi. Buluşmanın yerini ve zamanını söyledi. Bunları Buzderhalara iletmesini de rica etti. 
    Ertesi gün her iki ejderha temsilcileri belirlenen yerde buluştular. Karşılıklı anlaşmalar yaptılar, sözler verdiler. Aslında birbirlerini sevmişlerdi. Canatan, kenarda olup bitenleri Buzmahmut ile seyrediyordu. Buzmahmut, donmuş gözyaşlarıyla Canatan’a sarılmak istedi ama sarılamadı. Canatan bu mutluluk manzarasını seyrederken sandığı aklına geldi. Sandığını yanına aldı. Evirdi çevirdi… Buzmahmut, sandığı göstererek:
    -Bu nedir, diye sordu. Canatan bu kez kendi hikayesini anlattı Buzmahmut’a. Buzmahmut sandığa bakmak için iyice eğildi. Tırnaklarıyla sağına soluna dokundu ve sonunda sandık açıldı. Canatan şaşkındı. Sandığın içinden Buzmahmut’un bile zor görebildiği küçücük bir şişe çıkmıştı. Şişeyi aldı. Mantar kapağını çıkardı. Çok güzel bir kokusu vardı içindeki sıvının. Tadına bakmak istedi. Bir yudumda bitmişti sıvı. Birden karardı her yer.

O UYUDU

 

Semih Karataş

                             Aydın Çınar Yıldırım için
Yorgundu
Durgundu
Her halinden belliydi uykusuzluğu
Başını koyduğu masada
Birden bire geçti başka bir boyuta
 
Seslendim
Duymadı
Hatta birkaç kez küçük küçük horladı
Artık uyuduğunu anladım
 
Kim bilir şimdi o
Hangi rüya ülkesinde
Hangi bilinmezlikte
 
Beni terk eden uyku
Galiba şimdi onu tuttu

RÜYASIZ UYKU

 Aydın Çınar Yıldırım

                            Semih Karataş için

Uyandım, sabah değil akşam
Yorgundum, durgundum 
Ne rüya gördüm ne hayal
Yalnızca uyudum
Kim seslendiyse bana 
Duymadım
Nerede olduğumu, kaç dakika uyuduğumu
Bile anlamadım

Başka bir boyutta da değildim
Ama uykuya farkında olmadan yenildim

JAPONYA

 
Elif Erva Candan

Herkesin haritalarda
Baktığı bir yerler var
Kimi köyüne, kimi şehrine bakar
 
Bense görünce bir yerlerde dünya haritası
Doğrudan doğruya
Bakıyorum Japonya’ya
 
Japonya
Ah Japonya
 
Keşke bu kadar uzaklarda olmasan
Keşke bir sabah çıkıp yola
Akşama kalmadan sana varsam
Ya da bir hızlı tren olsa
Japonya’dan her gün Sivas’a

27 Aralık 2023 Çarşamba

ARKADAŞIM

 
Meva Vural
Resim çiziyor arkadaşım durmadan
Ders kitaplarını kenarına
Test sayfalarına
Boş bulduğu her yere
 
Bazen bir çiçek
Bazen bir civciv
Sonra bırakıp onları masada
Bırakıp onları kitapta
Sayfada
Dönüyor dersine
 
Keşke diyorum
Onun gibi şeyler
Çizebilseydim ben de

BALIKSIZ BALIKÇI

     Elif Erva Candan, Meva Vural
    Bir gün Namra uyandıktan sonra göle gitmek istemiş. Balık tutacakmış Namra ve beklemeye başlamış. Balığı beklemiş beklemiş. Her gün bir balık tutmak için gidiyor hiçbir şey tutamadan dönüyormuş.  Günler böyle geçmiş halen oltasına balık düşmüyormuş. Yemlerinde bir sorun olduğunu zannetmiş ama yemini değiştirse de değişiklik olmamış. Yine balık tutamıyormuş. Bir gün yine balık tutmaya gelmiş. Bu sefer ilk defa oltasına bir şeylerin takılı olduğunu görmüş. Heyecanla oltasını çekmiş. Oltasını çekerken, epey büyük bir balık galiba bu diye içinden geçirmiş. Ancak oltayı tamamen çekince yakaladığının bir bot olduğunu görmüş. Çok üzülmüş. Hem de çok ama o da ne? Botun içinden elmas gibi parlayan bir balık fırlamış çimenlerin üzerine. Çok güzel bir balıkmış bu. Parıl parıl parlıyormuş. Namra şaşkın şaşkın balığa bakarken şaşkınlığı daha da artmış çünkü balık konuşmaya başlamış:
    -Eğer istediğim üç şeyi yaparsan dile benden ne dilersen.
    Namra, bu sırada bütün kelimeleri unutmuş. Ne dileyeceğini hatırlamaya çalışmış ama aklına bir şey gelmiyormuş. Balık bir yandan göle doğru zıplarken:
    -Sen dileğini şimdi düşünmeyi bırak ve benim istediğim şeylere bak.
    1- Yarın güneş doğmadan kuşa yem vereceksin.
    2- Aynı gün öğlen karşı dağdan üç parça düz odun getireceksin buraya koyacaksın.
    3- Oltayı buradan çıkaracaksın ve beni öyle bekleyeceksin.
    Bunları söyledikten sonra balık göle zıplamış ve kaybolmuş.
Namra balığın kendisinden istediklerini unutmuş bile. Bir an rüyadan uyanmış gibi hissetmiş kendisini. Hani insan rüyasını anlatmak ister de sabah hepsini unutur ya… Namra da öyle hissetmiş kendisini. Oltasına ve bota bakarken birden aklına birinci isteği gelmiş balığın. Kendi kendisine:
    -Galibaaaaa, yarın sabah iki serçeye yem vermem gerekiyordu. Bu tamam, bunu yaparım ancak ikincisi neydi?
    İkinci isteği hatırlamış, karşı dağa gidip gelmem zaten bir gün sürer, diye düşünmüş.
    Sonra bunun anlamsız olduğunu düşünmüş. Kimseye anlatmamaya karar vermiş. Zaten etrafındakiler ona garip bakıyormuş.
    Olanları unutmaya çalışsa da bir türlü kafasından atamıyormuş. En son evine gidip iki serçe için yem bırakırsa pencere önüne ve yola çıkarsa ertesi gün akşama tekrardan dönebileceğini. Bu esnada dileyeceği şeye de karar veririm, demiş içinden.
Pencerenin önüne iki serçeye yetecek kadar yem koyarak dağa doğru yollanmış. Saatlerce bir şeyler yemeden, içmeden dağa ulaşmış. Çabucak üç tane düz ağaç keserek inmeye başlamış. Bu esnada vakit öğleye yaklaşmış. Serçeler yemleri yemişlerdir, bu odunları da götürünce işim tamam, demiş kendi kendine.
    Yemeden, içmeden dinlenmeden akşama doğru oltasının olduğu yere gelmiş ve oltayı da kaldırmış. Bu kez daha büyük bir sorunu hatırlamış: dilek… Ne dileyeceğini bilemiyormuş bir türlü. Dakikalarca gözü gölde düşünmüş. Aklına gelen hiçbir şey yokmuş. Saatler böylece geçmiş. Hava kararmak üzereymiş. Dün gördüğü balık halen ortada yokmuş ve bir hayli de acıktığını hissetmiş. Balığın geleceğinden ümidi kesmiş ve son kez oltasını göle atmış. Bir iki dakika sonra oltaya bir şey takıldığını hissetmiş ve çekmeye başlamış. Nihayet yakaladığı şeyi akşamın ilk karanlığında uzaktan görmüş: yine bir bot. Hem sevinmiş hem üzülmüş. Çünkü balığın üçüncü isteğini yerine getirmediğini hatırlamış, üzülmüş. İçinde yine balık varsa ve kendisiyle konuşursa diye sevinmiş. Botu kenara almış. Heyecanla ters çevirmiş. İçi boşmuş botun. En ileriye bakmış eliyle… Yok. İçinde çamur ve yosundan başka bir şey yokmuş botun. Diğer botun yanına bu yeni botu da koyarak yorgunluktan oracıkta uyuyakalmış Namra.

ÜÇLER DESTANI

 

Semih Karataş

Yılı hatırlamıyorum ama eskiydi
Çok eskiydi o zamanlar küçücük bir çocuktum
 
Dağlar sıra sıra uzanıyordu önümüzde
Yol yoktu sadece patikalar vardı
Yorgundu atlar her gün taşımaktan sahiplerini
Sahipleri de yorgun yapmaktan her işi
Gökyüzünde yalnızca kartallar vardı
Dağların sahibi yalnız kurtlardı
Dediler bir çocuk geldi dünyaya
Bu çocukta bambaşka bir şeyler var
Onu görmeye koştu obadaki insanlar
 
Çocuk doğar doğmaz konuşmuş, koşmuş
Onu böyle gören her insan şaşmış
Ben de merak edip yanına vardım
Bir hafta onunla cirit oynadım
Derken zaman geçti o büyüdü çabucak
Adını İltay koydular bu çocuğun
 
Ben onun gibi değildim
Çabucak büyümedim
 
O başka biriydi
Koşunca rüzgar dururdu
Yürüyünce titrerdi toprak
Konuşunca susardı herkes
O kılıcı eline alınca bütün kılıçlar kınına girerdi
O yayını alıp ok atınca
Vurulmayan hedef kalmazdı
Dağa çıktığında kurtlar başka dağa giderdi
Göğe baktığında kartallar yuvalarına dönerdi
İltay bambaşka biriydi
Hep yalnız gezerdi
  
İltay başka illere gitti bir zaman
Haber alınamadı aylarca
O gider gitmez geldi bir kara bela
Çaresiz kaldı obamız
Bu bela nasıl olmuş nerden gelmişti
Hepimizi esir alan koca bir devdi
Üç başı vardı devin her başında üç gözü
Üç günde köyün bitirmişti bütün hasadını
Devi görüp gelenler konuşamadı üç gün
Üç gece uyumadı deve gidip görenler
Bazıları üç gün ancak yaşadı onu görünce
Günler geçti böylece
Otuz üç yiğit oldu kurban edilen
Analar ağladı, çocuklar ağladı
Herkesin tek umudu İltay’da kaldı
İltay gelmiyordu gittiği yerden
Anlamıyordu oba, İltay gelmiyordu neden
Bir sabah at kişnemesiyle uyandı herkes
Gelen İltay’dı şükretti herkes
İltay duymuştu obasının başına gelenleri
Hemen harekete geçmeyi yeğledi
Sabah gün doğarken vardı devin yanına
Uzaktan ok attı deve ama bir işe yaramadı
Kayalar fırlattı deve ama bir işe yaramadı
Kılıcıyla yürümek kalmıştı üstüne
Ancak devin üç başında üç göz vardı
Her yeri görüyordu
İltay nasıl kurtaracaktı obasını
 
Bir süre düşündü kayaların arasında
Devi peşinden sürüklemek yattı aklına
Deve giderek iyice yaklaştı
Duymak istemeyeceği şeyleri ona haykırdı
Dev öfkeden döndü deliye
Düştü İltay’ın peşine
İltay koşmuyor sanki uçuyordu
Ama dev ona yetişiyordu
Sonunda girdi İltay küçük bir mağaraya
Öfkeli dev peşinden tek başını soktu oraya
İltay kılıcıyla tek başını aldı devin
Geriye kalmıştı iki başı alınacak
Dev bağırıyordu dışarda acıyla
İltay kalmıştı içerde sessizce
Üçte biri gitmişti devin
Kalmıştı üçte ikisi
Dev intikamını almak için ikinci başını soktu içeri
Ancak içeriye girer girmez diğer başı gibi oldu kaderi
Dev artık ayakta zor duruyordu
İltay kendisiyle gurur duyuyordu
Çığlık çığlığa kıvranırken dev
İltay hamle etti çıktı dışarı
Son bir darbe bitirdi yarım kalanı
 
Oba çığlıkları duydu geldi
İltay söylemeden gördüler olan biteni
İltay bir şey söylemedi atına bindi kayboldu
Yıllar yıllar geçti geri gelmedi
Kimse onu görmedi
Devin öldürüldüğü dağ ziyaret yeri oldu
 
Yılı hatırlamıyorum ama eskiydi
Bana anlatmak kaldı yalnızca yaşananı
Ben de görmedim bir yerde bir daha hiç İltay’ı

TOPRAK

 Aydın Çınar 

Senden uzakta kalmak
Ayrılmak gibi 
Anadan babadan
Senin olmadığın yerde yaşamak
Ayrı düşmek gibi yuvadan

Senin ekmeğin değilse yediğim
İçtiğim 
Senin suyun değilse
Senin havan değilse 
İçime çektiğim
Tadı yok, kokusu yok

Benim toprağım senden
Senin toprağın benden
Ayrılamam ben senden
Can Sivas
Sultan Sivas