aydın çınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
aydın çınar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Mayıs 2024 Cuma

YOL

Aydın Çınar Yıldırım


Böyle bir hayat düşünmemişti çocukluğunda. Neşeli, sağlıklı ve huzurlu günler geride kalmıştı. Ne hayaller kurmuş ne planlar yapmıştı geleceğe dair. Aslında bir kısmını da gerçekleştirmişti ama gerçekleşen hayallerin yerini yenileri alıyordu ve sürekli gerçekleştirilecek bir hayal mutlaka oluyordu ileriye dair. Şimdi, yani otuz yaşına bir gün kala sanki bütün yolların sonuna gelmişti. Sanki takvimden koparılacak bir sayfa daha kalmamıştı. Sanki dünyanın bütün saatleri durmuştu.
Her şey küçük bir rahatsızlık için hastaneye uğradığı iki sene önce başlamıştı. Birkaç kutu ilaç ve birkaç gün dinlenme ile geride kalacak bir hastalık olduğunu düşünüyordu yaşadığının ama öyle olmamıştı. Günler süren tedaviler, tahliller ve tekrar eden ameliyatlar bir sonuç vermemişti. Yorulmuştu sağlığının peşinde koşmaktan ve bir sonuç alamamaktan. Tedavi süreci artık bitmişti ancak olumlu bir netice yoktu ortada. Gitmek, uzaklaşmak istiyordu. Başka bir şehir, başka bir kasaba belki de iyi gelir diye düşünmüştü ve yola çıkmıştı. Nereye gideceğini bilmiyordu. Nerede yaşamaya devam edeceğini de bilmiyordu. Yorgundu ve uyandığında bir yolun kenarında buldu kendini. Düşünmeden yolda yürümeye başladı. Yol sihirli bir ip gibi önünde uzayıp gidiyordu. Sağa sola bakmıyordu, yolda kimselerin olup olmadığına da bakmıyordu. Sadece ilerliyordu. Bazen bir tarla kenarında bazen bir ağacın gölgesinde dinleniyor, kuşları dinliyor, rüzgârı içine çekiyor, az da olsa rahatlıyor sonra yanında beliren yola yeniden adım atıyor ve yürüyordu.  Tanımadığı insanlar geliyordu bazen yanına, etrafına… Küçük çocuklar geliyordu dizleri yırtık pantolonlarıyla, ellerinde değneklerle, ayaklarında parçalanmış ayakkabılarla. Kendi çocukluğunu arıyordu baktığı çocuk yüzlerinde. Kendi de mutluydu onlar yaşındayken. Hatta onlara göre şanslıydı. Muhteşem bir çocukluk yaşamıştı. Yaşamış mıydı?.. Kim bilir? Çocuklar konuşuyor, soru soruyorlar ama cevap vermeden yürüyordu.
Kaç şehir geçmişti, kaç kasaba, kaç köy bilmiyordu fakat artık bu amaçsız yolculuk da sıradan bir hale dönüşmeye başlamıştı. Geri dönmek artık neredeyse imkânsız gibiydi. Takati yoktu zaten dönmeye ancak yaşayabileceği bir yerleşim bölgesi de bulamamıştı. Bu düşünceler geçerken zihninden yolun bittiğini fark etti. Yol yoktu. Yılan gibi kıvrılan yollar birden kaybolmuştu önünden. Döndü, geriye baktı, geride de bir yol yoktu. Yol bitmişti. Yere baktı, göğe baktı. Güneşe bakmaya çalıştı gözlerini kısarak. Yol bitmişti. Kendi etrafında usul bir daire çizdi ve uzaklara bakmaya çalıştı. Bir çeşme vardı ilerde. Çeşmeye yöneldiğinde sesler duymaya başladı. Bir kadın sesiydi bu. Zaman zaman hıçkırıyor gibiydi. Biraz endişe etti ama korkacak ne olabilirdi ki? Çeşmenin yanına geldiğinde sesler kesildi. Çeşme de kuruydu zaten. Ne bir damla su vardı etrafında ne de ağaç, yeşillik, kuş sesi. Çeşmenin yanında bir süre oturdu. Uzanmak istedi, düzgün bir taşı yastık gibi kolunun altına aldı ve uzandı. Bir kadın sesi geliyordu yine. Gözlerini açtı, sağa sola baktı. Kimsecikler yoktu. Yeniden gözlerini kapadı. Tam uyumak üzereydi ki su sesiyle yeniden gözlerini açtı. Doğruldu, çeşmeye baktı. Kuru çeşmeden su akıyordu. Yüzünü yıkayıp su içmek için çeşmeye uzandığında çeşmeden su kesildi.
Uzandı ve gözlerini kapadı. Artık ne olursa olsun gözlerini açmayacaktı. Uyudu, uyudu, uyudu. Kaç saat geçti, kaç gün farkına varamadan uyudu. Rüya görmedi. Uyandığında çeşmenin yanında bir genç kadın gördü, bir yandan bir şeyler anlatıyor bir yandan ağlıyordu. Bunun bir rüya olduğunu düşündü. Bir süre baktı uzaktan. Kuru çeşmeden genç kadın konuştukça su akıyordu. Kadına seslenmek istedi ama sesi çıkmıyordu. Yerinden kalkmak istedi ama kalkamıyordu. Çeşme akıyor, kadın ağlıyor ve çeşmeye bir şeyler anlatıyordu. Yeniden gözlerini kapadı, uyudu, uyudu, uyudu. Kaç saat geçti, kaç gün farkına varmadan uyudu. Rüya görmedi. Uyandığında kuru bir çeşmenin başındaydı. Çeşmenin yanına oturdu ve onunla konuşmaya başladı:
- Böyle bir hayat düşünmemiştim çocukluğumda. Buraya nasıl geldim bilmiyorum. Neden geldiğimi de bilmiyorum. Hayallerim vardı geleceğe dair, planlarım vardı ama şimdi hiç biri yok.
Bu cümlelerden sonra dakikalarca konuştu, konuştu, konuştu. Bazen tebessüm ediyordu konuşurken bazen ağlıyordu. Son iki yılda başından geçen her şeyi anlattı. Anlattıkça rahatlıyordu. Anlattıkça kuş sesleri duymaya başlamıştı. Anlattıkça etrafındaki toprağın yeşerdiğini görüyordu. Bir süre suskun kaldı ve devam etti:
- Şimdi, otuz yaşımdayım. Sanki takvimden koparılacak bir sayfa daha yok. Sanki dünyanın bütün saatleri durdu.
Çeşme akmaya başladı. Çeşmenin sesine bir kadın sesi karışıyordu. Çeşmenin hemen yanında bir yol belirdi. Kıvrım kıvrım değildi. Ucu bucağı görünmüyordu. Hava kararmaya, sis çökmeye başlamıştı. Yoldaydı. Bilmediği bir yolda.

6 Mart 2024 Çarşamba

GÜZEL ZAMAN

Aydın Çınar Yıldırım

Sen geldiğinde güzelleşiyor dünya
Güzelleşiyor insanlar ve hayat
Sen geldiğinde sevgi saygı geliyor
Seninle kalplerde yeşeriyor şefkat

Sabahın güzelliğini sen öğretiyorsun bize
Ve akşamın eşsizliğini
Susuzluğu, açlığı, yoksulluğu
Öğretiyorsun bize sonsuz iyiliği

Biraz zor, biraz yorucu
Ama yine de keyifli seninle tamamlamak
Bir günü, bir ayı
İradeyi, sabrı öğretip bize
Çiçeklendiriyorsun dünyayı

Sen on bir ay beklediğimiz
Ve bir ay misafir ettiğimiz güzel zaman
İftarınla, sahurunla, bayramınla
Diriliyoruz seninle her an
Ey kutlu Ramazan





21 Şubat 2024 Çarşamba

GÖK GÜRÜLTÜSÜ

    Aydın Çınar Yıldırım

    Epeydir yağmayan yağmur nihayet başlamıştı ama bu kez de bitmek bilmiyordu. Bir haftadır azalıp çoğalarak yağmaya devam ediyordu. Dereler dolmuş, ırmaklar coşmuştu.
Yağmur biraz hafifleyince Nurettin kaç gündür ağılda kapalı koyunlarını biraz dolaştırmak, otlatmak için dışarıya çıkardı. Her yer çamurdu ve otlar olabildiğince gürleşmişti. Derelerden halen sel geliyordu ama biraz olsun hafiflemişti sel. Köyün epey uzağına kadar koyunlarını otlatarak ilerledi. Ayakları çamur bağlamıştı ve artık ağırlaşmıştı ayakkabıları. Kuru, çamursuz bir yer bulup ayakkabılarını temizlemek ve biraz da bir şeyler yemek için kendisine mekan aramaya başladı. O sırada derenin hemen kenarındaki büyük kayayı gözüne kestirdi ve koyunlarını kendi haline bırakarak kayanın üzerine geçti. Topladığı kuru dal ve kök parçalarıyla küçük bir ateş yaktı. Islak olduğu için dal parçaları biraz zorlanmıştı. Ardından yanında getirdiği malzemeleri ve çayı çıkardı. Bayırda çay içmenin, bir şeyler yemenin tadı başka oluyordu. Hele yanında ateş de varsa. Ayakkabılarını çıkardı ve taş parçalarının, otların yardımıyla temizledi. Sonra çayını demledi. Sofrasını hazırladı. Bir şeyler atıştırdıktan sonra ateşin geçmek üzere olduğunu fark etti. Derenin kenarına yığılmış dal ve kök parçalarını ateşin yanına koyarak önce kurutmayı sonra da yakmayı düşündü. Ayakları yeniden çamur olacaktı ama bu keyif değerdi.
    Derenin kenarına indi. Büyük bir kök parçası sürüklemişti sel. Kenarından tuttu, güçlükle sürüklemeye başladı. Bu esnada yerde gözüne yuvarlak bir cisim göründü. Dikkat çekiciydi. Üzerinde desen ya da şekle benzeyen bir şeyler vardı. Bir avcunun içine onu aldı, diğer eliyle kök parçasını sürükledi ve kayanın üzerine çıkardı. Ateş, gerçekten de kök parçasını kısa sürede kuruttu ve yakmak için ateşe doğru kök parçasını itekledi. Bu esnada avucunda tuttuğu, dere kenarında bulduğu nesneyi incelemeye başladı. Tarihî bir paraya benziyordu bu. Tekrar dereye indi, nasıl olsa ayakları bir kez çamur olmuştu. Derede iyice yıkadı bulduğu nesneyi. Evet, bu bir paraydı. Üstelik altına benziyordu. Sel getirmişti bunu. Kim bilir nerelerden koparak gelmişti. Zaten yaşadığı köyde birilerinin daha önceleri tarla sürerken define bulduklarına dair hikayeler de anlatılıyordu. Demek ki gerçekti bu anlatılanlar. Dere boyunca yürümeye başladı. Yine aynı paradan bulma ümidi taşıyordu ve koyunları unutmuştu bile. Bir süre yürüdükten sonra yine yerde elinde tuttuğu paraya benzeyen bir yuvarlak nesne gördü. Onu da yıkadı ve diğeri ile yan yana koydu. Evet, aynı paradan bir tane daha bulmuştu.
Bulduğu iki para onu hayallere sevk etmeye yetti. Artık şehre taşınır, kendime bir iş kurarım, düşüncesi ile hayaller peş peşe geliyordu. Önce paraların nerden geldiğini bulmalıydı. Sonra şehre taşınacak, ev ve araba alacaktı. Ömür boyu rahatlık ve huzur içinde yaşayacaktı. Zaten define bulduğunu duyduğu aileler şehre göçüyordu hep. Bu düşüncelerle ilerlerken yerde bir para daha buldu. Yaklaşıyordu hayallerine ve koyunları, köyü, ailesini unutmuştu çoktan. Adeta bulduğu bu paralar onu büyülemiş gibiydi. Zihninde başka hiçbir şey kalmamıştı paraların hepsini bulmak düşüncesinden başka.
Yerde bulduğu her yuvarlak nesneyi önce ayağı ile itekliyor sonra eğilip yokluyordu. Bir ara doğruldu ve nerde olduğunu kestirmeye çalıştı. Hayli uzaklaşmıştı koyunlarından. Tekrar yere baktığında bu yerde üç beş yuvarlak nesne daha gördü. Bunlar daha az çamurluydu ve belliydi para oldukları. Kalp atışları hızlandı. İleriye baktığında adeta kendisini içeriye çağıran bir küçük mağara gördü. Sanki mağaranın dili vardı ve sürekli kendisini içeriye gelmesi için çağırıyordu. İhtimal bulduğu paralar bu mağaradaki başka paraların yanından yağmur suları ile sürüklenmişti. Belki yalnızca bir küp değil küpler dolusu define vardı içerde. Düşündükçe heyecanlanıyordu ancak mağaraya girmekten de korkuyordu. Daha önce hiç görmemişti burasını. İhtimal yağmurun etkisiyle yarısı yıkılmış, göçmüş ve bu mağara girişi ortaya çıkmıştı.
    Cesaretini topladı, sağdan soldan bir şeylerle kendisine meşale yapmaya çalıştı. İşe yaramıyordu. Ceketinin kollarını yırtarak bir değneğin ucuna doladı. Çakmağı ile bir kenarını tutuşturdu ve mağaraya doğru ilerlemeye başladı.
    Karanlıktı ve su sesi geliyordu içerden. Su damlaları peş peşe yankılanıyordu içerde. Ürperticiydi içerisi. Yerler de çamurdu. Meşalenin ışığını biraz daha büyüttü elliyle. Çok küçük bir yer değildi burası ve ileriye doğru uzanıyordu. Bir süre sonra gözleri içerdeki karanlığa alışmıştı. Sağını solunu rahatlıkla görüyordu. Hiçbir şey yoktu görünürde. Üstü başı çamur olmuştu. Ayakları su içindeydi. Terlemişti. Bir şeyler olmalıydı bu mağarada. En azından bir küp bile bulsa keyfi yerine gelecekti yeniden. Koyunlar çok uzakta kalmışlardı. Vakit akşama doğru ilerliyordu. Bir gök gürültüsü ile irkildi. Yine yağmur başlamıştı anlaşılan.
    Biraz daha ilerleyip sonra koyunlarının yanına dönmeyi düşündü. Ümidini kesmeye başlamıştı ki mağaranın en sonunda yarısı kırılmış bir sandık gördü. Sandık tam da hayal ettiği gibi mücevher ve altınlarla doluydu. Aklını kaybetmiş gibi koştu. Evirdi, çevirdi. Çok büyük bir sandıktı bu ve kırılmıştı bir tarafı. Sağlam olsa tek başına taşıyabilirdi fakat kırıktı. Ceketini bir bohça gibi yapıp içine sandıktakileri doldurmayı düşündü fakat ceketinin son parçası şu anda mağarayı aydınlatıyordu. Heyecanla ceplerini doldurmaya başladı. Bir çuval alarak tekrar gelmeyi ve kalan malzemeyi almayı uygun gördü. Ceplerini doldurdu ve meşalenin kalan son ışıklarıyla mağaranın çıkışına doğru yöneldi. Gök gürlüyordu ve su damlaları çoğalmıştı. Bir gürültüyle yeniden irkildi. Gök gürültüsü değildi bu. Toprak kayması gibi bir şeydi sanki. Mağaranın çıkışına geldiğini düşündüğünde önünün tamamen çamur ve kaya parçaları ile dolu olduğunu gördü. Aşağı baktı, ayak izleri duruyordu halen. Evet, burası mağaranın çıkışıydı ancak önü kapanmıştı.
    Dışarda yağmur şiddetlenmiş olmalıydı. Meşale söndü. Her yer karanlıktı ve uzaktan, çok uzaktan koyun sesleri geliyordu. Ceplerindeki malzemeyi unutmuştu. Geride kalan sandığı unutmuştu. Hayalleri kuş olup uçmuştu kapalı mağaradan. Her yer karanlıktı ve uzaktan, çok uzaktan koyun sesleri geliyordu. Elleriyle çamuru bir kenara çekmek için çalışmaya başladı. Kan ter içindeydi, bir yandan o çektikçe yeni taş ve kaya parçaları düşüyordu yukardan. Evini düşündü karanlıkta, ailesini… Çok uzaktan koyun sesleri geliyordu. Gök gürültüsü kesilmişti.

14 Şubat 2024 Çarşamba

DEVLERİN MAÇINDA BİR ÇOCUK

     Aydın Çınar Yıldırım

    Hafta sonunu dört gözle beklemişti çünkü hayatında ilk kez bir maça gidecekti. Galatasaray ve Fenerbahçe maçıydı üstelik bu. Kendini bildi bileli futbola ilgisi vardı ve Galatasaray’ın fanatiğiydi. Niçin Galatasaray’ı seçmişti takımlar arasından bilmiyordu. Belki de babası Galatasaraylı olduğu için başka hiçbir takıma sıcak bakmamış, Galatasaray formalarıyla büyümüştü. İşte ilk kez bir maçı canlı olarak izleyecek, kalbinde yer tutmuş olan bir takımın futbolcuları ile aynı havayı teneffüs edecekti.
Maç akşamüzeriydi ve akşam gelmek bilmiyordu. Galatasaray formasını giyinmiş, atkısını boynuna dolamış, eline de bayraklar almıştı. Akşama kadar maçta yapacağı tezahüratları prova etti. Komşular rahatsız olur ya da başka takımlı olabilirler diye düşünmeden avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
    -Re re re, ra ra ra, Galatasaray Galatasaray Cimbom bom. Galatasaray varken zaten başka takımı tutanlar bu sözlerden rahatsız oluyorlarsa kendi sorunlarıydı.
    Akşam yaklaştı ve şehrin kenarındaki stadyuma gitmek üzere babasıyla yola çıktı. Bütün şehir adeta stadyum tarafına akıyordu. Yolda bazen önüne Fenerbahçe bayrağı ve formasıyla insanlar çıkıyordu. Onları görünce bir an yenilme korkusu da aklına geliyordu. Galatasaray yenilmezdi gerçi ama bazen hakemler taraf tutuyordu. Yoksa Fenerbahçe, Galatasaray için minik bir kanaryaydı. Stadyuma yaklaştıklarında acıktığını hissetti. Zaten iki saat kadar da maç sürecekti, aç karnına tezahürat yapamazdı. Babasıyla yakında bir yerlerde yemek yediler. Maçın başlamasına yarım saat kalmıştı ve stadyuma girmeyi başardılar. Stadyum, tahmin ettiğinden çok büyük bir yerdi ve insanların gürültüleri karşısında biraz ürkmüştü. Ekran başında çoğu zaman bu gürültüyü duymuyordu. İnsanların sakince maç izlediğini arada bir tezahürat yaptıklarını zannediyordu fakat burada bağıran çağıran, şarkı söyleyen, kaba sözler konuşan insanlar onu ürkütmüştü. Babasının elini sıkı sıkıya tuttu ve kendilerine maç izlemek için bir yer buldular.
    Maç yarıya gelmişti ama boyu küçük olduğu için sürekli oturup kalkan, bağıran insanlardan sahayı göremiyordu. Bazen uğultu oluyor, gol beklentileri tezahüratlara yansıyordu. Gürültünün içinde güçlükle babasına maçı izleyemediğini anlatmaya çalıştı ama babası dönüp yüzüne bakmıyordu bile, gözleri hep sahadaydı. Halen gol haberi de yoktu. Evde olsaydı, ekran başında olsaydı Galatasaray çoktan gol atmıştı. Belki de izleyemediği için maçı, halen gol yoktu. Babasına tribünün biraz aşağısına inmek istediğini söyledi. Babası, gözlerini sahadan ayırmadan onay verdi. Usul usul, düşmemeye gayret ederek beş altı sıra aşağıya indi. Artık sahayı görebiliyordu. Oturacak yer bulamamıştı.
    Dakikaların nasıl geçtiğinin farkında değildi. Maç da sıkıcıydı zaten. Bir hafta boyunca beklediğine değmemişti hiç. Golsüz maçın son dakikalarıydı. İnsanlar stattan yavaş yavaş ayrılıyorlardı. Zaten çok bile kalmışlardı. Geriye dönerek babasını aradı gözleri ama göremedi. Biraz yukarıya çıkıp yine baktı, iyice baktı… Babası görünürde yoktu. İnsanlar birbirlerini iterek çıkışa doğru ilerlemeye devam ediyordu. Çıkış noktasındaki kuyruğa baktı babasını görmek ümidiyle. Babası, kendisini bırakıp da gitmezdi ki maçın ortasında. Mutlaka şimdi babası da kendisini arıyordu. Herkes birbirine benzeyen formalar ve atkılarla gelmişti. O yüzden bu kalabalıkta birilerini ayırt etmek zordu. Babası, yakınında yürüyen bir çocuğun oğlu olduğu düşüncesiyle bir yandan sahaya bakıyor, bir yandan çıkışa ilerliyordu. Maç bu esnada bitti.
    Tribünlerde yapayalnız kalmıştı. Gözleri doldu. Telefonu yanında olsa babasını arardı ama telefonu da yoktu. Belki birilerinden rica eder, babamı ararım diye düşünürken omzunun üzerinde bir el hissetti:
    -Mehmet, maç izlemeye mi geldin? Hayli sıkıcıydı, bilsem gelmezdim bende… Ses tanıdık gelmişti. Geriye dönünce sosyal bilgiler öğretmenini gördü karşısında. Şaşırdı ve sevindi. Ali öğretmen de kendisi gibi fanatik Galatasaraylıydı.
    -Tek başına gelmiş olamazsın değil mi Mehmet, baban nerede diye sordu öğretmen. Mehmet biraz da üzgün:
    -Babamı kaybettim öğretmenim. Tam üzülüyordum ki siz geldiniz, dedi.
    -Dışarıya çıkalım, ararız babanı, dedi öğretmen.
    Bir yandan yine gözleriyle babasını arayarak dışarıya çıktılar. Dışarıda, kapının hemen kenarında babasını gördü Mehmet. Babası hiç üzgün görünmüyordu. Oysa kendisi üzgündü. Hatta gülümsüyordu. Öğretmeni ile babasının yanına ulaştığında babası elleriyle arkada sakladığı formayı uzattı gülerek:
    -En sevdiğin futbolcunun imzalı maç forması Mehmet, bunu senin için aldım, dedi. Mehmet bütün üzüntüsünü unuttu. Babası, Mehmet’in bir şekilde kendisini bulacağını biliyordu zaten o yüzden hiç telaş etmemişti.

3 Ocak 2024 Çarşamba

AĞIR HASTA

   Aydın Çınar Yıldırım

    Herkesin birbirini tanıdığı küçük bir sahil kasabasıydı burası. Denizin hemen kenarında yılan gibi uzanan demiryolu bu kasabanın dış dünya ile tek bağlantısıydı. Her akşam tren aynı vakitte gelir ve giderdi uzaklara. Her sabah insanlar birbirlerine selam verir, hâl hatır sorar, ayaküzeri muhabbet eder ve birilerine mutlaka selam gönderirlerdi. 
    Vakit akşamdı ve insanlar zaten yürüme mesafesinde olan evlerine doğru tatlı bir telaş içindeydiler. Kasaba istasyonunda tren her zaman olduğu gibi kısa bir süreliğine durmuştu ancak ilginç bir şey olmuştu. Trenden bir yabancı inmişti. Kasabalılar ilk kez görüyordu bu genç adamı. Yirmi, yirmi beş yaşlarında hafif kilolu bu adam sanki günlerce uyumamış izlenimi veriyordu etraftakilere. Küçücük bir çantası vardı elinde.  Tüm kasaba yabancı genci görür görmez adeta yerine çivilenmiş gibiydi. Kasabada zaman durmuş gibiydi birkaç dakikalığına. Genç istasyondan kasabanın içine doğru yürüdüğünde insanlar meraklı gözlerle bir yandan onu izlerken bir yandan da hareketlenmeye başladılar. Kasaba kahvehanesinde müşterilere çay dağıtan kişi bir yandan gözünü genç adamdan ayırmadan çay bıraktığı masaya şöyle diyordu:
    -Geçen hafta ölen Mehmet amcanın torunlarından biri olabilir bu genç.
Çayı bıraktığı masada oturan üç kişinin birden yüzlerindeki merak perdesi kalkmıştı. Üçüne de mantıklı gelmişti yabancıya dair yapılan bu yorum. Biri devam etti:
    -Evet evet… Mehmet amca gibi yürüyor bu delikanlı. Hem onun gibi boyu, görünüşü. Yakına gelirse biraz daha belli olur. 
    Genç bu esnada iyice kasabaya girmiş, Mehmet amcanın evine doğru yönelmişti. Kasabalıların kafasındaki şüphe bulutları onun her adımında biraz daha uzaklaşıyordu. Nihayet genç Mehmet amcanın kapısının önünde durdu. Pencerelere, kapıya baktı. Elindeki küçük çantadan arayarak bir anahtar çıkardı ve içeriye girdi. Onun içeriye girişiyle kasaba her günkü normal yaşantısına dönmüştü ancak bu kez de şöyle sorular dolaşıyordu kulak kulağa:
    -Mehmet amcanın neyi oluyor bu genç?
    -Mehmet amca pinti ve varlıklı biriydi acaba miras için mi geldi?
    -Kaç gün kalacak acaba?
    Günlerdir yanmayan Mehmet amcanın evinin lambası o gün sabaha kadar yandı. Sabahın ilk ışıklarıyla genç evden çıktı ve kasabayı dolaşmaya başladı. İnsanların birbiriyle selamlaştığını görünce o da yolda rastladığı yaşlılara, çocuklara selam vermeye, hâl hatır sormaya başladı. İnsanlar önce sormaya çekindiler ama herkesle selamlaşan bu genç Mehmet amca gibi soğuk biri değildi. Genç, fırından bir simit aldıktan sonra kahvehaneye geldi ve çay istedi. Kahvehane sahibi dünkü kehanetini ispat ettirmek istercesine çayı bırakırken:
    -Hoş geldin delikanlı. Sanırım sen Mehmet amcanın torunusun. Rahmetli iyi yaşadı. Yalnız bizim kasabanın değil bu bölgenin en geç vefat eden insanıydı rahmetli. Yürüyen tarihti… Kurtuluş Savaşı’na bile katılmış, Cumhuriyet’in ilanını görmüş. Mekanı cennet olsun… Baban yurt dışındaydı değil mi, diye devam etti. 
    Genç bir yandan çayını yudumlarken:
    -Evet, dedi. Babam yurt dışında ve ben yaşlı annemle yaşıyorum. Dedemin evini ziyaret etmemi ve bize bıraktıklarını almamı annem istedi. Ben de geldim. Sevdim bu kasabayı. Birkaç gün kalır, giderim, dedi. 
    Kahvehane sahibi gencin sohbetini beğenmişti. Hemen oturdu yanına sorulara devam etti:
    -Sen ne işle meşgulsün. 
    Genç sustu, bir süre sonra başını kaldırmadan:
    -Hastayım ve işsizim, dedi. Üstelik tedavi masraflarım çok fazla ve hepsini karşılayamıyoruz…
Derin bir suskunluktan sonra çaycı başka masalara çay dağıtmak üzere yerinden kalktı, yüzündeki merak ve tebessüm yerini hüzne bırakmıştı. Bir yandan çay dağıtıyor bir yandan da içinden: Aslan gibi delikanlı. Dedesi onun yerine de mi yaşadı acaba, diyordu. Bir süre gencin yanına hiç uğramadı. Genç çayını ve simidini bitirdikten sonra çay ücreti vermeye yöneldi ancak çaycı ondan ücret almadı. 
Genç öğleye doğru girdiği evinden o gün daha hiç çıkmadı. Çaycı ise boş durmadı. Öğrendiği bilgileri bütün kasabaya yaydı. Akşam oldu, tren yine geldi ve gitti. İnsanlar evlerine döndü. Güneş battı ve yeniden doğdu. 
    Ertesi sabah genç aynı saatlerde kasabadan biri gibi selam vere vere kahvehaneye yine elinde bir simitle geldi. Çaycı bu kez çayı bırakır bırakmaz masaya oturdu ve sordu:
    -Dün soramadım, hastalığın neydi senin delikanlı?
    -Kanser… 
    Çaycı gözlerini yere dikti ve:
    -Tedavi için ne kadar gerekiyor, diye sordu. Delikanlı:
    -Çok para abim, dedi. Çok para… 
    -Yine de bir miktarı vardır bu çok paranın, dedi çaycı. Delikanlı bir yandan çayını içerken:
    -Bir milyon kadar gerekiyor işte, dedi. Gözleri doldu ve çayı da simidi de yarım bırakarak sahile doğru yürüdü. Ardından bakan çaycının gözleri dolmuştu.
    Akşama kadar çaycı gelene gidene durumu anlattı. Kasaba halkı kendi arasında bir çözüm bulma çabasına girdiler ve bu parayı denkleştirebileceklerini düşündüler. Kasabanın muhtarları bir araya gelerek bu genç için sabahtan akşama kadar bir yardım kampanyası tasarladılar. Hesaplarını yaptıktan sonra, ekonomik durumu iyi olanların desteğiyle bu gence tedavi parası toplamaya başladılar. Genç akşama kadar sahilde oturmuş, dolaşmış ve akşam yeniden evine dönmüştü. 
Akşamın ilerleyen saatlerinde kapı çalındı. Genç önce çocuklar zile basmıştır, diye düşündü ama ısrarla çalan kapıyı açmaya çıktığında karşısında sekiz on kasabalıyı gördü. İçeri buyur etti. 
Kasabalılar kibar ve güler yüzlü insanlardı. Bir süre konuştuktan sonra ziyaret sebeplerini söylediler ve ertesi güne kadar tedavi ücretinin tamamlanacağını söylediler. Genç, duygusallaştı. Ziyarete gelenlerin hepsine sarıldı ve teşekkür etti. 
    Ertesi sabah para toplanmıştı ve tedavi için gerekli ilacın siparişi verilmişti. Geriye bir ay beklemek kalıyordu. Bu bir ayı burada geçirmesi gerekiyordu gencin. Annesine telefon açarak durumu gözyaşları içinde anlattı ve ümitle ilacın gelmesini beklemeye başladı. 
    Aradan bir hafta geçmişti ve artık sabahları kahvehaneye geç geliyordu genç. Bir sabah gelemedi. Bir haftada gence alışan kasabalı merak etmişti onun durumunu. Akşama kadar beklediler ama gelen olmayınca evine gitmeye karar verdiler. Yedi sekiz kişi dakikalarca kapıyı çaldı ancak kapı açılmadı. Bir şeyler olduğu belliydi. Kötü bir şeyler olduğu belliydi. Bir yandan merak bir yandan hüzünle kapıyı kırarak açmayı başardılar. İçeriye girdiklerinde yatak odasında gencin soğumuş bedeniyle karşılaştılar. Kimse konuşmuyordu. Hıçkırıklar boğazlarda düğümlendi. Ağlamamak için direniyordu kocaman adamlar. Sonunda tutamadılar gözyaşlarını. Yanaklarından gözyaşları süzülürken sehpanın kenarındaki nota ilişti birinin gözleri:
    Bu kadar erken gideceğimi ben de tahmin etmiyordum, ümidim vardı. İlaç zamanında gelecekti ve iyileşecektim. Annemi de bu kasabaya getirip birlikte yaşayacaktık ama şimdi, şu dakikalarda artık ümidimin tükendiğini hissediyorum ve sizlere bu notu bırakıyorum güzel insanlar. Size de yük oldum, sizi de üzdüm. 
    Hakkınızı helal edin. 
    Cenaze işlemleri başlamadan önce annesine haber verdi kasabalılar. Annesi cenaze için gelecekti. Yurt dışındaki babasını da annesi aradı ve seneler sonra kasabaya gelmek için yola çıktı. 
Bir haftalık bu misafir adeta kasabalının gönlünde taht kurmuştu. 
    Gencin eşyalarını toparlayanlar çekmecelerden birinde Mehmet amcadan kalan yüklü bir miktar para bulmuştu. 
    Anne ve baba kasabaya gelince bu para onlara verildi ancak ikisi de bu parayı almadı. Kasabaya bir okul yapılmasını ve okula dede ile torunun isminin verilmesini istediler. 

28 Aralık 2023 Perşembe

RÜYASIZ UYKU

 Aydın Çınar Yıldırım

                            Semih Karataş için

Uyandım, sabah değil akşam
Yorgundum, durgundum 
Ne rüya gördüm ne hayal
Yalnızca uyudum
Kim seslendiyse bana 
Duymadım
Nerede olduğumu, kaç dakika uyuduğumu
Bile anlamadım

Başka bir boyutta da değildim
Ama uykuya farkında olmadan yenildim

27 Aralık 2023 Çarşamba

TOPRAK

 Aydın Çınar 

Senden uzakta kalmak
Ayrılmak gibi 
Anadan babadan
Senin olmadığın yerde yaşamak
Ayrı düşmek gibi yuvadan

Senin ekmeğin değilse yediğim
İçtiğim 
Senin suyun değilse
Senin havan değilse 
İçime çektiğim
Tadı yok, kokusu yok

Benim toprağım senden
Senin toprağın benden
Ayrılamam ben senden
Can Sivas
Sultan Sivas

20 Aralık 2023 Çarşamba

KUTSAL EJDER DESTANI

     Aydın Çınar Yıldırım
    Asya’da 40’lı yılarda yaşamış bir Türk devleti vardı. Devlet aslında yüzyıllardır burada yaşayan halkın kırk sene önce kurduğu yeni bir devletti. Medeniyette, kültür ve sanatta dönemine göre çok ilerde olan bu devletin halkı yaşantısından son derece memnundu. Atları için sınırsız topraklar vardı ve tarımla da uğraşıp elde ettikleri ürünlerin fazlasını komşu devletlere satıyorlardı. Üstelik savaşçı bir devlet oldukları için düşmanları da bu devletten hayli çekiniyordu. 
    Tarih mart ayının yedinci gününü gösteriyordu. Mart ayı bu bölgede kıştan farksızdı. Gündüz biraz hava ısınır gibi olsa da akşama doğru çöken sis soğukla birlikte halkı çadırlarına tıkmak için yeterliydi. Akşam yaklaşmış, karanlık çökmeye başlamıştı. Çadırlardaki cılız ışıklar dışında yaşam belirtisi olmayan bu coğrafyada birden gündüz gibi hava aydınlandı. Durumu fark eden Türkler çadırlarından dışarıya çıktıklarında her tarafı aydınlatan mavi parlak bir ışığın karşı dağa konuşlandığını fark etti. Ortalıkta ses seda yoktu. Uzaklardan gelen kurt ulumaları ve rüzgarın dışında çıt çıkmıyordu. Kavmin en yaşlısındaydı gözler. Bu ışığı bilse bilse o bilirdi ama o da korkuyla ışığa bakıyor ve susuyordu. Birden sessizlik bozuldu ve bir çığlık duyuldu. Ancak bir insan sesi değildi bu. Hayvan sesi de değildi. İlk kez duydukları bu ses karşısında gözlerden korku fışkırıyordu. Dokuz yiğit silahlarını ve atlarını alarak mavi ışığa doğru yola çıktı. Bu yiğitlerin ailesi diğerlerinden daha tedirgindi. Atların ayak sesleri uzaklaştı ama her yer gündüz gibi mavi bir ışıkla halen aydınlanıyordu. 
    Dokuz kişi ışığın kaynağına ulaştıklarında farklı bir cisim gördüler. Işığı yayan bu cisimdi ve sesler içinden geliyordu. Biri kılıcını kınından çekti, biri yayına ok gerdi, biri mızrağını eline aldı, diğerleri kalkanlarını siper ederek ışığa doğru iyice yaklaştılar. Çadırdan çok farklı bir yapıydı bu. Kapıya benzer bir yer gördüler ve birer birer içine girmeye başladılar. İçeri girdiklerinde insana benzeyen ama insan olmayan siyah ve tek gözlü yaratıklarla karşılaştılar. Ellerindeki savaş aletleri işe yaramıyordu ve saldıran ilk üç kişi feci bir biçimde can vermişti. Kalan altı kişi kendisini dışarıya zor attı ve atlarına binerek obalarına dönmek için yola çıktılar. Kaçış yolunda atlardan biri de ışıklı cisim içindekiler tarafından bilinmeyen bir silahla vurulmuştu. Obaya dönen sadece beş kişiydi. Tüm oba onları bekliyordu. Onların ise yüzleri masmavi olmuş, korkudan gözleri büyümüş ve dilleri tutulmuştu. 
    İlerleyen saatlerde gürültüler yine çoğaldı. Bu kez obanın dağında yaşayan ve kırk yıl önce uykuya yatmış olan ejderha uyanmış, ışıklı cisimden ve gelen seslerden rahatsız olmuş, yanına gitmişti. Hayli sinirliydi uyandırıldığı için. Cismin içindekiler nasıl karşılık verirlerse versinler ejderhaya bir şey olmuyordu. Sonunda ejderha cisim içindeki yaratıkları imha etti ve bir süre sonra cismin ışığı söndü. Yeniden olay yerine dokuz kişi atlanarak ulaştılar. Gördükleri manzara karşısında moralleri düzelmişti. Yaratıkları güçlükle sürükleyerek yakındaki ırmağı bıraktılar. Ejderha yorgun ama keyifliydi. O günden sonra ejderha bu Türkler için kurtuluşun sembolü oldu, bu dağın adını Türkler Kutsal Ejder Dağı koydular ve her 7 Mart tarihinde bu dağın tepesine giderek ejderhaya şükranlarını bildirdiler.

29 Kasım 2023 Çarşamba

ÜÇ KARDEŞ

Aydın Çınar Yıldırım

Buzların bacalardan sarktığı tükürsen yere düşmeyecek soğuk bir kış günüydü. Üç erkek çocuğu olan bir ailenin sonuncusuydu. 1940 yılında iki ağabeyini cepheye gönderen Marek o yıllarda yaşı küçük olduğu için askere alınmamıştı ama artık onun yaşı da asker olmak için uygundu. İki senedir ağabeylerinden hiçbir haber alamamıştı ve şimdi sıra kendisine gelmişti. Ağabeyleri acaba hangi cephede, kimlerle savaşıyordu? Yaşıyorlar mıydı? Bir yıl öncesinde kısa bir mektup almıştı. Mektup şöyleydi:

Sevgili Marek,

Buraya geldiğimiz günden beri çoğunlukla aç ve uykusuz günler, geceler geçiriyoruz. Şimdiye kadar yaşamadığım soğukları burada yaşıyoruz ve üşüyoruz. Sen evin, ülkenin kıymetini bil. Buraya gelmeni aslında hiç istemem. Ağabeyim Robert’le hiç karşılaşmadık. Haberini de alamadım. Umarım senin haberin vardır nerede olduğundan. Benden ve bizlerden duanı esirgeme.

Ağabeyin Paweł

Marek bu mektubu günlerce yanında taşımış ve ağabeylerini hiç unutamaz hale gelmişti. Onlardan gelecek küçük bir haber, mektup beklemekle geçmişti geride kalan yıllar. Yine bir haber, mektup beklediği sabahlardan birinde postacının kendi evlerine doğru yöneldiğini görünce kalbinin hızlı atmaya başladığını hissetti ve beraber yaşadığı annesinden önce kapıya koştu. Daha postacı çantasındaki mektuplara bakarken elini uzatmıştı bile. Postacı soğuk bir sesle:

-Bay Marek siz misiniz, dedi. Marek tiz ve heyecanlı bir sesle:

-Evet, buyurun benim, dedi. Zarfa uzandı ve heyecanla açmaya başladı. Heyecanını gören postacı:

-Bugün yüzlercesini bıraktım bu zarfın. Galiba askerlik çağın geldi senin de, dedi. 

Marek’in beklediği bir mektup değildi bu. Açtı, okumaya başladı:

Sayın Marek.

Bildiğiniz üzere ülkemiz büyük bir savaş veriyor. Cephede kayıplarımız çok fazla ve onların yerine yenilerini göndermemiz gerekiyor. Tıp öğrencisi olmanız nedeniyle cepheye doktor olarak görevlendirildiniz. 

Marek, hem sevinmiş hem de şaşırmıştı. Annesini kime bırakacaktı. O esnada annesi de yanındaydı ve ağlıyordu. Marek’e eğilerek:

-İki oğlumdan haber yok halen şimdi de üçüncüsünden mi ayrılacağım, dedi. 

Marek’in içini hüzün kapladı ama belki de ağabeylerimi görür, onlardan haber alırım diye içinden geçirdi. Çok fazla zaman yoktu. Valizini topladı ve ertesi sabah günün ilk ışıklarıyla istasyona ulaştı. Kendisini savaş bölgesine götürecek trene bindi. İstasyon kendisiyle aynı yaşta gençlerle doluydu. Kimi ağlıyor, kimi sevgilisiyle vedalaşıyordu. Herkesin duruşunda, bakışında bir gurur vardı. Beş saatlik bir yolculuktan sonra görev yerine ulaştığında ve belgeleri teslim ettiğinde kendisine güzel bir karşılama yapıldığını gördü. Görev yeri olan hastanede eli kolu sarılı yaralılar, bacağını, gözünü kaybetmiş askerler vardı. Önceleri ürktü bu manzaradan ancak tez zamanda hastanenin diğer doktorunun da yardımı ile işine alışmaya başladı. 

Hastane koğuşlarını dolaşırken yüzü tamamen sarılı bir yaralı dikkatini çekmişti. Bakışları hiç yabancı değildi ama konuşacak gücü de yok gibiydi bu askerin. Birkaç gün sonra askerin de kendisine baktığını hissetti ve yanına gitti. Yaralı asker de heyecanlanmıştı kendisine doğru yürüyen Marek’i görünce. Marek yaklaştı, sargıları bir kenara usulca çekti:

Ağabey, sen misin, dedi. Asker şaşkındı. Bir süre yüzüne baktıktan sonra:

-Sen… Marek, sen misin, dedi. Sarıldılar… Hastanede ilk kez böyle bir mutluluk havası esiyordu. Marek, kısa bir sohbetten sonra diğer ağabeyi Paweł’in cephede öldüğünü öğrendi. Hem sevinçliydi hem de üzgün. 

O akşam iki kardeş annelerine uzun bir mektup yazdılar. 


22 Kasım 2023 Çarşamba

KELİMELER

Aydın Çınar Yıldırım
Kelimeler diyorum
Ne çok dünya taşıyor ne çok anlam taşıyor
Benden başkasına
Başkasından bana
Ve dünyaya

Bir kelime yetiyor bazen mutluluğa
Ya da bir kelime
Yetiyor her şeyi karartmaya

Kelimeler diyorum
Farsça, Arapça, Türkçe, İngilizce 
Her dilde binlerce 
Binlerce anlam, binlerce kavram
Binlerce resim
Çizilen kalbimize
Zihnimize 

8 Kasım 2023 Çarşamba

RÜYA İÇİNDE

Aydın Çınar Yıldırım

Kimi zaman sıkıcı
Kimi zaman eğlenceli
Bazen horoz bazen inek sesleri

Gökyüzü hep açık
Etraf hep yeşillik
Herkes dost birbiriyle 
Köy hayatı büyülü bir hayat sanki

Elbette tozu, toprağı, çamuru da var
Ve elbette kirleniyor üstümüz başımız bazı zamanlar
Yine de selam vermek kapıdaki köpeğe
Merhaba demek duvardan geçen kediye
Ve dinlemek kuş seslerini gündüzleri
Sessizliği geceleri
Sanki bir rüya

Ağaçlar çeşit çeşit
Kiminde armut kiminde elma
Yanlarından geçerken
Dallarıyla uzatıyorlar bana
Fısıldıyorlar: Bak şunun tadına

Temiz havası ile doymak uykuya
Erkenden uyanmak güneşin doğuşuyla
Koşmak beni çağıran yemeğin kokusuna
Telefon, tablet, internet yok ama
Köy yaşamı bir başka
Her haliyle bambaşka

SANAT

Aydın Çınar Yıldırım
Kimi zaman insanı
Kimi zaman acıyı, korkuyu, hüznü
Belki aşkı anlatırsın

Büyük bir ağaç gibi
Onlarca kolu var dalı var
Şair, müzisyen, ressam ve seninle var oldu birçok yazar
Okudukça, dinledikçe baktıkça 
İnsanın ruhunda huzurun çiçekleri açar

Sen hayat damarısın insanlığın
İnsandansın insanlıksın
İnsanı insana anlatansın
Ey sanat
Sen yaşamsın 

ÖZGÜR/LÜK

Aydın Çınar Yıldırım

Ne güzel bir şey
İstediğim gibi gezmek
Dolaşmak, düşünmek
Ve türkülerimi söylemek
 
Özgürlük yalnızca insana değil
Kuşlara, böceklere de gerek…
 
Fakat yok bazılarında ufak bir eser
Özgürlük düşüncesi olmayanın ruhunda
Tutsaklığın yelleri eser
 
Ey özgürlük
Seninle gelir rahatlık, insanlık ve huzur
Yaşamak bence budur
 
Seni tanımayan ülkelere
Nasıl üzülürüm bir bilsen
Sensin ey özgürlük
Dilimde, aklımda
Hep sen



HÜZÜNLÜ BİR HATIRA


Aydın Çınar Yıldırım

Kış hep yavaş yavaş gelir
Önce yapraklar dökülür 
Sonra yağmurlar başlar
Ve kasımda yaşanır 
En acı ayrılıklar

Hastaydın, yorgundun taşımaktan yükünü
Yangınlardan, savaşlardan çıkmış bir milletin
Birden bire olmadı gidişin
Bir kasım sabahıydı
Sensiz kaldığımızda
Sensiz
Boynu bükük
Kimsesiz

Yılları saymıyoruz artık gidişinin ardından
Çünkü sen gitsen de bizimlesin
Ölsen de yanımızda
Bu günümüzde yarınımızdasın

Yine de her 10 Kasım
Artıyor biraz daha yasım
Söylüyor bize hüzünlü bir hatıra
Artık Atatürk yok dünyada

1 Kasım 2023 Çarşamba

KURTULUŞUN ÖYKÜSÜ

 Aydın Çınar Yıldırım
Koca bir çınardı kökleri üç kıtaya yayılmış
Ama yaşlanmıştı ve gövdesindeki kurtlar
Çürütmüştü içini
Kocamandı ama sahipsizdi
Dört bir yanı da kuşatılmıştı
 
Topraktaki kökleri kuruyordu bir bir
Dallarında yeşilliğin kalmamıştı izi
Derken bir kahraman çıktı ortaya
Ulu çınar kuruyacaktı ama
Bırakacaktı yerini yeni bir fidana
 
Usanmadı, korkmadı Kahraman
Düşman hem içerde hem dışardaydı
Sayılamayacak kadar çoklardı
Ve yorgundu halk
Yoksuldu
 
Bir umuda bağlandı millet
Beklediği Kahraman’dı bu gelen
Gürültüler, çatırtılarla devrilirken koca çınar
Yeni bir fidan boy verdi Anadolu’dan
 
Düşman çoktu
Ama Kahraman’dan korktu
 
Canını dişine taktı halk
Kimi kardeşini uğurladı kimi oğlunu
Kimi eşini babasını
Her evden bir şehit
Her aileden onlarca şehit
Hepsine bayrak şahit
 
Düşman kovulmalıydı Anadolu’dan
Canımızdan can verdik
Kanımızdan kan
 
Kurtuluş zor bir kelime
Savaş zor
Ama bir Kahraman varsa önümüzde
Düşman için buraları yurt edinmek
Daha da zor
Kurtuldu şanlı millet
Bir Kahraman’ın liderliğinde
Şimdi bu destanlarla övünmek kaldı bizlere
Ve yaşatmak Cumhuriyet’i
Taşımak ölümsüzlüğe



19 Ekim 2023 Perşembe

KUTLU ARMAĞAN

Aydın Çınar Yıldırım


Orta Asya’dan çıktık
Geldik Anadolu’ya
Karanlıkları yıktık
Işık verdik dünyaya
 
Kurduk büyük devletler
Selçuklu ve Osmanlı
Bize borçlu milletler
Şimdiki varlığını
 
Bize kutlu armağan
Şimdi en kutlu devlet
Yadigâr Atamızdan
Yaşasın Cumhuriyet

11 Ekim 2023 Çarşamba

KİTAPLIK

Aydın Çınar Yıldırım
Her kitap ayrı bir dünya
Rengârenk bilgi dolu
Her sayfa ayrı rüya
Okumak ilim yolu
 
Kütüphane bir deniz
İçi dolu inciyle
Her kitap ayrı bir iz
Bilginin sevinciyle
 
Saçar etrafa ışık
Aydınlanır okuyan
İçi dolu kitaplık
Işıktır aydınlatan



27 Eylül 2023 Çarşamba

GİT ARTIK YAVAŞ YAVAŞ

 

Aydın Çınar

 

Senin yüzünden aksıyor işlerim
Başım ağrıyor ve gözlerim
Üstelik uzaklaşıyor arkadaşlarım benden
Giderek artıyor yalnızlığım
 
Kaç kez gideceğim daha
Ruhsuz ve kalabalık hastaneye
Tek çarem dinlenmek galiba
Yoksa katlanmak zorundayım kaç iğneye
 
Hastalık, lütfen artık uzaklaş
Git artık yavaş yavaş
Hiç kalmadı senin yüzünden
Yanımda bir tane arkadaş

UNUTULAN MAÇ


       Aydın Çınar, Semih Karataş

        Yağmur yüklü gri bulutlar iyice şehre yaklaşmıştı ama bir gün önceden kararlaştırdıkları maç için okuldan çıkmış Semihlerin mahalleye doğru ilerliyordu. Kafasında binbir düşünce vardı. Okul son günlerde çok tatsız bir hâl almıştı. Arkadaşları tarafından dışlandığını hissediyordu. Hiç kimse geçen sene okuldan ayrıldığı gibi değildi. Yaz boyu gezmişler, yeni arkadaşlar bulmuşlar üstelik büyümüşlerdi. Neyse ki semih vardı. Aydın bir yandan yürüyor bir yandan bunları düşünüyordu. Birdenbire burnuna düşen yağmur damlası ile irkildi yağmur, geliyorum, diyordu. Başını kaldırdı ve uzaklara baktı, uzaklarda bir gökkuşağı oluşmuştu bile. Hafif bir rüzgar esiyordu ama soğuk değildi. Bu sırada tek katlı ahşap eski püskü evlerden birinin duvarının dibinde titreyerek miyavlayan yavru bir kedi dikkatini çekti. Kediye yaklaştı. Kedi Aydın’ı görünce korkuya kapılarak kaçmak istedi ancak bedenine gücü yetmiyordu. Cılız sesiyle miyavlamaya devam ediyordu. İşin kötü yanı Aydın kedilerden hoşlanmaz, kedisi olan arkadaşlarından bile uzak dururdu. Kediyi o halde bırakmak da istemiyordu. Kedinin yaralı olup olmadığını anlamak için ona yaklaştı. Sol ön patisi ağır bir şekilde yaralanmıştı kedinin. Sokaktan geçen birilerinden yardım istemeyi düşündü ancak kimsecikler yoktu ortalıkta. Kedi miyavlıyor, Aydın düşünüyor, yağmur yaklaşıyor, Semih ve arkadaşları Aydın’ı beklemeye devam ediyordu. Aydın hipnotize olmuş gibi kediyi izlerken birden yanında kocaman bir başka kedi belirdi. Yaralı kedinin annesiydi bu. Aydın’ın zarar vermeyeceğini anlayınca onun ayaklarına sürünmeye ve o da miyavlamaya başlamıştı. Aydın irkildi. İlk kez bir kedi kendisine dokunuyordu. Vücudu buza kesmişti.

Semih ve arkadaşları Aydın’ı merak ettiler ve Semih onun geleceği yolu bildiği için arkadaşına doğru yola çıktı. Bu esnada yağmur başlamıştı. Aydın, saçak altına durmak istiyor ancak anne kediden dolayı hareket edemiyordu. Yağmur kendisini ıslatmaya başlamış zaten maç için hayli ince giyinmişti. Üşümeye de başlamıştı. O sırada Semih uzaktan Aydın’ı gördü ve ona doğru koşmaya, seslenmeye başladı. Aydın, suskundu. Anne kedi kaçmıştı ama yavru kedi halen oradaydı. Semih, gelince durumu anladı ve Aydın’ı sarstı:

-Aydın, sana ne oldu? Boş gözlerle bakan Aydın kekeleyerek:

-Bi.. bii.. bilmiyorum.

Kısa süre sonra Aydın kendisini toparladı ve yağmurdan kaçınmak için duvarın dibine sığındı. Semih yerde kıvranan kediyi görünce durumu daha iyi anladı. Kedinin sol ön bacağının kırık olduğunu eliyle yoklayarak fark etti. Yağmur azalmıştı.

Beklemekten usanan diğer arkadaşları evlerine dağılmıştı ama semih ve aydın’ı da merak ediyorlardı.

             Semih, Aydın’a maçı hatırlatmaya çalıştı, Aydın:

-Aaa… Ben maçı da unuttum, sizleri de… dedi. Kediyi burda bırakamayız, diye ilave etti.

O sırada ahşap evin kapısı korkunç bir gıcırtıyla açıldı. Semih ve Aydın o yöne baktılar. Kapının hemen ardında kalın kaşlı, kirli sakallı, beyaz önlüklü, saçları dağınık, burnu patates büyüklüğünde, iri kulaklı yaşlı bir adam belirdi. Semih ve Aydın’a ters ters baktıktan sonra yavru kediyi alarak hiçbir şey söylemeden kapıyı kapattı ve içeri girdi. Kedi, yalvarır gibi miyavlayarak Aydın ve Semih’e son kez baktığında kapı kapanmıştı…