Güneş Örgen
Vakit öğleyi bulmuştu. Kasabada bahar mevsiminin tadı başka
oluyordu. Çiçekler açmaya başlamış, etraf yemyeşil olmuş, ağaçlar süslenmişti.
Ara ara çiseleyen yağmur insanı hayata, dünyaya bağlamaya yetiyordu. Nil, dört
yaşındaydı ve üç kardeşin en küçüğüydü. Kış boyu evde kalmaktan, evde
oynamaktan sıkılmıştı ve baharın gelişi en çok onu sevindirmişti. Nil, bütün
hayvanlarla arkadaştı ama en çok tavuklarla oynamayı seviyordu. Tavukların
kendisinden kaçışını görmek ona mutluluk veriyordu. Kedi öyle değildi,
ayaklarına sarılıyor, kucağına çıkmaya çalışıyordu. Köpek zaten ona itici
geliyordu. Dişlerinden korkuyordu. Hele de çatır çutur kemik yerken. Tavukları
kovalamak ya da onlara yem vermek onun hayattaki en büyük zevkiydi. Sabah
yemlediği tavuklarla biraz eğlenmek istedi ve önlerine katıp bahçede bir o
tarafa, bir bu tarafa kovalamaya başladı ancak bahçe kapısının açık olduğun
unutmuştu. Tavuklar bir süre sonra bahçe kapısından dışarıya çıktı ve Nil de
onların peşinden koşmaya devam etti. Bitmek bilmeyen bir kovalamaca başlamıştı.
Tavuklar önde, Nil arkada dakikalarca yürüdüler, koşuştular. Bir ara
yorulduğunu hisseden Nil, tavuklara bakmak yerine etrafa baktığında büyük korku
duydu. Etrafta hiç ev kalmamıştı. Ne kasaba görünüyordu ne de evler. Çok uzakta
renkli, süslü bir ev görünüyordu yalnızca ve tavuklar da ortadan kaybolmuştu.
Ağlamak istedi ama nazlanmanın zamanı değildi. Olanca sesiyle bağırdı:
-Anneeee!
-Ablaaaa!
-Babaaa!
-Ağabeeeey! Sesini duyan kimse yoktu. Etrafta kuş sesi bile
yoktu. Rüzgar yoktu. Bulutlar iyice yere yaklaşmıştı ve güneş da batmaya
durmuştu. Birkaç saat sonra hava kararacaktı ve evinden çok uzaktaydı. Kısa bir
süre düşündü, uzaktaki eve gitmekten başka çaresi yoktu. Tavuklar da
kaybolmuştu. Koşarak tepedeki eve ulaştı. Ev, yakından daha güzeldi. Bahçede
rengarenk çiçekler vardı ve hoş kokular geliyordu içerden. Bahçeden içeri
girdiğinde evin duvarlarının pasta gibi olduğunu gördü. Pencereler ise renkli
şekerler gibiydi. O kadar gerçekçi duruyordu ki her şey kapının koluna uzandı,
büktü, kırıldı. Bir pasta gibi kırıldı. Kendini tutamadı ve kapının kolunu
yemeye başladı. Gerçekten de bu bir pastaydı. Kapıyı artık açamazdı. Kapının
tokmağını vurmayı denedi ancak tokmak elinde kaldı. Renkli bir şeker duruyordu elinde.
Onun da tadına baktı. Evet, bu kapı tokmağı şekerdendi. Burada sonsuza kadar
yaşayabilirdi. Ailesini, tavukları unutmuştu. Bir masal kitabının içine düşmüş
gibiydi. Ablası ve ağabeyinin okuduğu bir kitapta vardı bu eve benzeyen
resimler.
Yüzünde, kollarında bir el hissetti. Annesinin sesini duydu:
Nil, yavrum iyi misin? Aç gözlerini… Gözlerini açtı şükür.
Nil gözlerini açtı. Bütün aile bireyleri başucundaydı.
Renkli evi aradı gözleri, yoktu. Evlerinin biraz ilerisindeydi. Avucuna baktı,
şeker yoktu.
-Sana kaç kez tavukları kovalama dedim, bak düşmüşsün
buraya, dedi ağabeyi. Nil şaşkın şaşkın ailesine baktı:
-Pasta yiyordum, şeker yiyordum. Beni neden buraya
getirdiniz, dedi.