emir subaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emir subaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Aralık 2024 Perşembe

BİR ANLIK SEYİR

Emir Subaşı

İki kafa birbirine yanaşmış hatta zaman zaman birbirine çarpıyordu. Uzaktan onları görenler çok önemli bir şeyle meşgul olduklarını düşünebilirdi. Dünya ile alakaların kesmişlerdi. Benimle bile zaman zaman ilgileniyorlardı. Dışarda otobüsler, araçlar geçiyordu. Zaman geçiyordu. Zil çalıyor, yeniden çalıyordu fakat o iki kafa hep olduğu yerdeydi. 
Gözler sabit bir noktaya bakıyordu. Zaman zaman değişik sesler çıkarıyorlardı. Çıkardıkları seslerin kimi anlamlı kimi anlamsızdı. Hatta şu an kendilerinin anlatıldığının bile farkında değillerdi. Oysa yanımdalardı. Yanı başımda. Şu an onlara dair çok olumsuz şeyler de yazabilirim. Nasıl olsa duymuyor, görmüyorlar. 
Belki bir rüya görüyorlar. Sayıklayan, rüya gören insanlar da böyle değil midir zaten? Anlamsız hareketler ve anlamsız sözler hep uykuda söylenmez mi? 
-Ben atena paypır almak istiyorum diyordu kafalardan birinin sahibi. 
Diğeri:
-Bak sen ecnebi gâvura, diyordu. 
Bu esnada kafalar birbirinden birazcık uzaklaştı. Galiba kendilerinden bahsedildiğini fark ettiler, diye düşünüyordum ki yeniden, kaldığı yerden devam etmeye başladılar. 
 İki kafa birbirine yanaşmış hatta zaman zaman birbirine çarpıyordu. Önlerinde küçücük bir ekran vardı. Bir ilaçtan daha etkili olan, bir rüyadan daha derin olan, dünyadan uzaklaştıran küçücük bir ekran. 
Uyuyorlardı ama farkında değillerdi. 
Aslında birbirine yanaşmış kafa sayısı üçtü fakat biri, bu yazıyı yazmak için oradan ayrıldı. 

21 Kasım 2024 Perşembe

AKŞAM

Emir Subaşı

Gün bitip de akşam olunca
Garip bir yorgunluk çöküyor üstüme
Uyusam uykum yok
Uyanık dursam açamıyorum gözlerimi
Galiba akşam olunca en iyisi
Yatmak
Ama uyumamak
Yalnızca tavana bakmak
Elbette yemekten sonra

7 Kasım 2024 Perşembe

HİKAYESİNİ YAZAN KALEM


İlk Karşılaşma

RUKİYE  TOKGÖZ


Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum. 
Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Sadece yere bakıyordum. Zaten ben yürürken ya yere bakarım ya göğe. Sağa sola bakmam. Hele de karşıdan gelen insanlara hiç bakmam. Tanıdık birileri ile karşılaşmak ve ayaküstü onunla dakikalarca konuşmak istemem. Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Yere bakıyordum. Bir şey bulmak ya da görmek için değil, sadece yere bakıyordum. Hızla yanımdan bir araba geçti. Başımı çevirip arabaya bakmadım bile sadece önüme fırlayan, birkaç takla attıktan sonra ayakkabımın yanına düşen kalemi gördüm. Bir süre bekledim hareketsizce. Kalemin belki bir sahibi vardır ve çantasından düşmüştür ya da hızla geçen arabadan fırlamıştır ve araç yeniden döner diye. Kimsecikler durmuyordu, etrafımdan yürüyüp geçiyorlardı. Ben hareketsiz kaldığım sürece insanlar bana çarpıyor, yoluna devam ediyordu. Eğilip aldım kalemi yerden. Bir süre elimde taşıdım. Çantama ya da cebime koyamazdım yolda bulduğum bir kalemi. Yürüyordum ve elimde bir emanet kalem taşıyordum, insanların göreceği biçimde taşıyordum. Hatta bana bakanlara kalemi uzatıyordum. Dikkatle bakanlara kalemi işaret ediyor:
-Yolda buldum da acaba sizin olabilir mi, diye sormaya çalışıyordum.
Yabancı bir şehre düşmüş gibiydim çünkü ben ya göğe bakardım ya yere yürürken. İnsanlar çıldırmış gibi koşuyordu sağa sola ve beni de ihtimal normal bir insan gibi görmüyorlardı. En iyisi onlara bakmamak, yere ya da göğe bakmaktı. Çaresizce kalemi cebime koydum. Yollardaki taşları, işaretleri ezberlemiştim. Eve yaklaştığımı hissettim. Başımı kaldırdığımda evimin önündeydim. Her zamanki gibi görünmüyordu evim. Bir farklılık vardı ama zaten evim, her gün farklı gelirdi bana. Her gün farklı gelmeyen bir evde nasıl yaşanır ki? Sadece evim değil, her gün odam da değişik gelir bana. Odamın içindeki eşyalar da. Her gün farklı gelmeyen bir odada nasıl yaşanır ki? Her gün aynı eşyalarla nasıl yaşanır ki?
Çantam zaten kalemlerle doluydu. Yolda önüme düşen kalemin hangisi olduğunu seçmem bir hayli zordu. Masanın üzerine kalemleri döktüm. Diğer kalemleri de tanımıyordum çünkü onlar da her gün yenileniyordu. Her gün aynı kalemlerle nasıl dolaşılır ki? Kalemlerde büyülü bir şeyler vardı ya da bende bir çekim gücü. Kalemler bana doğru geliyordu ya da ben kalemlere doğru gidiyordum. Neden böyle oluyordu? Galiba aradığım kalem yüzünden oluyordu bunlar. Tüm kalemleri masaya dizdim. Diğer kalemleri de ilk kez görüyor olmama rağmen yolda bulduğum kalemi fark ettim. Kapağını çıkardım ve boş bir kâğıda çizgiler atmaya başladım. Kalem yazmıyordu. Defalarca denememe rağmen tek bir nokta bile bırakmadı kâğıtta. Belki de özellikle atılmış bir kalemdi. Yazmadığı için birileri fırlatmıştı. Kâğıdın yanına kalemi bıraktım. Uzaktan kâğıdı ve kalemi izlerken birdenbire aklıma belki de aradığım kalemin bu olduğu geldi. Yazmayan bir kalemdi bu fakat belki de kaç zamandır aradığım kalemdi. 
Gözlerimi kapattım ve hayal kurmaya başladım. 
Bu kalem şayet o kalemse hayallerimin resmini çizebilir. 
Bu kalem şayet o kalemse 
Daha önce yazılmamış cümleler kurabilir. 
Bu kalem şayet o kalemse
Bana yepyeni bir kader yazabilir.
Bu kalem şayet o kalemse
Sınırsız sayfaları olan bir defter gerekebilir
Bu kalem
O kalem miydi?
Ne kadar gözlerim kapalı düşündüm bilmiyorum. Belki birkaç dakika belki birkaç saat. Belki de uyumuş uyanmıştım. Bir klik sesiyle uyanmıştım. Kalem kapağı kapanıyor ya da açılıyor gibi bir ses. Gözlerimi açtığımda masada duran diğer tüm kalemlerin değiştiğini gördüm fakat bulduğum kalem aynıydı. Ses belki de bu kalemden gelmişti. Hemen onun yanındaki kâğıda baktığımda heyecandan öylece kaldım. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu. Kâğıdı elime aldığımda bu yazının bana ait olduğunu fark ettim. K,l,m harflerim hayli kendime özeldi ve bu harflere özellikle baktım. Evet, bu yazı bana aitti. Okumalıydım fakat heyecandan ellerim titriyor, nefesim daralıyordu. 

Bir İsim Koyma Töreni

EMİR ARAS İMİRHAN
MERVE HOŞGİZ
RUKİYE  TOKGÖZ
YUSUF ÇAĞRI EKİCİ


Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapatmaya korkuyordum, tekrar gözlerimi açtığımda kâğıdı boş görmekten. Kâğıdı iyice gözlerime yaklaştırdım ve okumaya başladım: 
Kayalıklardan iniyorsun durmadan. İnmiyor, yuvarlanıyorsun. Ayakların, ellerin parçalanmış durumda. Sağından solundan yılanlar akıyor aşağı doğru. Yılanlar, kırmızı gözlü. Yılanlar, kırmızı dilli. Yılanlar da kırmızı.
Tepende bir güneş var kavuruyor. Gündüz vakti yıldızları saymaya kalkıyorsun. Zamanın kenarına atılmış bir düğüm gibi kalbin. Parmaklarının gücü yok, tırnakların kan. Ayakların tutmuyor, dilin dönmüyor. Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Yazının hepsi bu kadardı. Sarsılmıştım. Bu kalem, o kalemdi. Emindim bundan fakat bu ürperti, bu anlamsız korku niçin beni bulmuştu, bilemiyordum. Yıllardır aradığım kalem, beni bulmuştu. Önceleri onu bulduğumu düşünüyordum ama meğer o beni bulmuş. Şimdi ise ne yapacağımın endişesindeydim.
Bu kalem yazacak ve ben okuyacak mıydım, yoksa kalemin yazdıklarını ben yazdım, diye mi sunacaktım insanlara. Kalem, benim söylediğim, düşündüğüm şeyleri mi yazacaktı yoksa az önceki gibi garip şeyler mi yazacaktı? 
Kalem sadece yazıyor muydu? Belki düşünüyordu da… Belki görüyordu. Benim yazımı taklit ettiğine göre -aslında taklit de denilemez birebir aynısı- bu bilinci olan bir kalemdi. Evde evcil hayvan beslemek bile daha güvenliydi. Evet, belki de evcil kalemdi bu. Gezmeye götürebilirdim onu. Onunla pikniğe gidebilir, müzik dinleyebilirdim. Üstelik onu beslemek zorunda da değildim. Kumu da yoktu. 
Bunları düşünürken zihnimdeki korku dağıldı. Korkunç şeyler düşünmemeliydim. Evcil kalemime bir isim bulmayı düşündüm. Evcil kelimesi pencil kelimesi ile örtüşüyordu. Pencil kelimesi ise pencereyi çağrıştırmıştı bana. Pencere, tencereyi; tencere, tavayı… Oturmuş kalemime bir isim arıyordum. Bunu anlatsam birilerine mutlaka benim tedaviye ihtiyacım olduğunu söylerdi. Var mıydı tedaviye ihtiyacım? Belki de… 
Tava bir kalem için iyi bir isimdi ama teflon muydu bu tava, çelik mi? Belki de teflon daha iyiydi. Tavadan vaz geçemiyordum fakat teflon da kendisini hatırlatıp duruyordu. Dede Korkut kitabına göre bir kahramanlık gösterilmeden isim konulmazdı. Kalemimin belki de bir kahramanlık göstermesini beklemeliydim ona isim vermek için. Düşündüm, göstermişti kahramanlığını. Benim yazımı başarıyla taklit etmiş ve bir metin ortaya çıkarmıştı. Bir kahramandı kalemim ve ismi hak ediyordu.  Sonunda kimsenin aklına gelmeyecek ismi bulmuştum: Tefkalta. Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı. Kalemime baktım ve seslendim:
-Tefkalta.
Bu kadar aksiyon yeter, diye düşündüm. Yorulmuştum. Artık kelimeler kafamda uçuşuyor, yan yana gelerek cümle oluşturmuyorlardı. Belki de Tefkalta onlara hükmediyordu ve cümle kurmama mani oluyordu. Belki de Tefkalta daha çok şeye hükmedecekti. Mesela hayatıma.
Uyandığımda tüm kemiklerim ağrıyordu. Masanın başında öylece kalakalmıştım gece boyu. Olsun, Tefkalta artık hayatımdaydı ya. Biraz kemiklerim ağrısa ne olur? Tefkalta’ya baktım. Biraz üzüntülü gibiydi. Diğer kalemlere baktım, onların görünüşlerinde hiçbir olumsuzluk yoktu. Onlar sadece kalemdi. Ruhu olmayan nesneler. Belki de onlar kalem değil, kalem cesediydi ve onları gömmek gerekliydi. Tefkalta’nın hüznü bundan kaynaklanıyor olmalıydı. 
Bütün kalemleri topladım ve evdeki büyük saksılara gömmeye başladım. Kalemleri gömdükten sonra Tefkalta’nın hüznü dağılmıştı. Çiçekler de sanki mutluydu zira topraklarında kalem gibi önemli bir nesneyi barındırmak görevini üstlenmişlerdi. Belki de kalemlerin rengi, onların çiçeklerine yansıyacaktı. 
Tefkalta’yı gezmeye çıkarmam gerekliydi. Dün, o da yorulmuş olmalıydı hayli. Hayatımdaki büyük bir eksiklik tamamlanmış gibiydi. Tefkalta’yı cebime aldım. Çanta filan almadım yanıma ve yürüyüşe çıktım. Onu parklara götürdüm, ağaçları gösterdim ona. Çiçekleri gösterdim. Bulutları, güneşi gösterdim.  Tefkalta, çiçeklerin yanından uzaklaşmak istemiyor gibiydi. Özellikle sararmış çiçeklerin yanındayken ayaklarım çivilenmiş gibi hissettim. Tefkalta ile dokunduğum çiçekler canlandı, renklendi. Bu, sadece bir kalem değildi. Bunu artık tümüyle anlamıştım. Oysa benim ihtiyacım olan tek şey kalemdi. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olabilecek bir kalem.  Sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla fakat gezmeye çıkarmıştım onu. 
Eve dönüş vakti gelmişti. Kalemin gezmesi gereken yer boş kağıttı. Boş defterdi. Bitmeyen bir defterdi. Telaşla eve döndüm. Odama girdiğimde masamın üzeri kalemle doluydu. Bu kalemleri tanıyordum. Saksıların dibine gömdüğüm kalemler, hiçbir şey olmamış gibi masamın üzerinde keyifle bana bakıyordu. Dün akşam Tefkalta’nın yazdığı kâğıda gözüm ilişti. Kâğıt boştu. Kâğıdın arka yüzüne baktım, boştu. Gözlerimi kapattım. Tefkalta’yı kâğıdın yanına bıraktım. Gözlerimi araladığımda gördüğüm şeye inanamadım. Tefkalta bu kez bir resim çiziyordu. Bir ev resmiydi çizdiği. Evin içine çizdiği kişi ise bendim. Saçlarım darmadağındı. Elimde bir kâğıt vardı ve kağıtta bir metin. Bir şeyler konuşuyordum. Gözlerimi açmadan kâğıda yaklaştım, duyduğum ses bana aitti:
-Tefkalta! Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı.
Ellerimi saçlarıma doğru götürdüğümde saçlarımın hayli dağınık olduğunu fark ettim. 


Esrarengiz Yazılar

EMİR ARAS İMİRHAN

MERVE HOŞGİZ

HAZAL MİNA ÇAKMAK

RUKİYE  TOKGÖZ

EMİR SUBAŞI


Tefkalta’nın hayatımı değiştirdiği bir gerçekti fakat bu değişiklik nereye kadar gidecekti bilemiyordum. Onun çizdiği resimde kendimi görmek birdenbire aklıma onun yazdığı metni getirdi. Belki o metinde de ben vardım. Yazıya tekrar baktım. Anlamsız cümleler gibiydi ama son cümle çok netti: Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Eğer bu yazı doğrudan bana yazılmışsa başıma bir şeylerin geleceği belliydi. Korkmaya başlamıştım. Tefkalta dostum muydu yoksa düşmanım mı? O bir bela mıydı yoksa umut mu? Beni iyi bir yola mı götürecekti yoksa kötü bir yola mı? Son cümle korkutucuydu. Göz ucuyla yeniden kalemime baktım. Sevimli görünüyordu ama aynı zamanda ilk kez bir tehlikeyi de gördüm onun yüzünde. 
En iyisi bir süre Tefkalta’yı bir çekmeceye bırakmaktı. Bir süre kendimi dinlemeliydim. Daha sonra onunla ne yapacağıma karar vermeliydim. Bunları düşünürken yine bir ses duymuştum. Göz ucuyla baktım, Tefkalta yine bir resim çiziyordu. Resimde yine bir ev görünüyordu. Evin içinde bir çocuk masabaşındaydı. Duvarda bir saat vardı ve saat 19.10’u gösteriyordu. Ayrıca evin dış kapısı açıktı. Duvardaki saate baktım 19.09’du. Usulca yerimden kalktım ve evimin kapısına baktım. Kapı açıktı. Orada donup kalmıştım. Kapıyı kilitlediğimi çok iyi hatırlıyordum çünkü. Kendimi toparladım ve Tefkalta’ya doğru yöneldim. Artık kalemin bana hükmettiğini hissediyordum. Beynim ele geçirilmiş gibiydi. Son gücümle Tefkalta’yı elime aldım. Oysa hafifti, sıradan bir kalem ağırlığındaydı. Hızla en yakın çekmeceye yerleştirdim ve çekmeceyi kilitledim. Ardıma döndüğümde büyük bir iş başarmışım hissi vardı. Artık bu hikaye burada bitmeliydi. Çok uzamıştı. Masaya döndüğümde Tefkalta’yı yeniden masada gördüm. Buna inanamıyordum. Bir kağıt üzerinde dolaşıp duruyor, yazıyordu. Az önce onu çekmeceye kilitlememiş miydim? Çekmeceye baktım, kalem oradaydı. Masaya geldim, kalem yoktu. Kağıdın her iki yüzü de yazıyla doluydu. Biraz korkarak okumaya başladım:
Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum…





 


19 Eylül 2024 Perşembe

GERÇEĞİN AYNASI

Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Merve Hoşgiz, Rukiye Tokgöz, Hülya Doğancık

1. Bölüm: Gıcık 

Serin bir yaz günüydü ve vakit öğleye yakındı. Kasaba her günküne göre oldukça sakindi ve bu sakinlik uzaktan bakanlar için ürperticiydi. Yaz gelmişti gelmesine fakat halen bahar mevsiminin tazeliği seziliyordu her yerde. Ağaçların bir kısmı çiçek açmayı unutmuş gibi yeni yeni çiçeğe duruyordu. Uzak dağların etekleri de yeni yeşermeye başlamıştı. Ceyengül liseyi bitirdikten sonra tekrar kasabasına dönmüş, istediği üniversiteyi kazanmak için bir süre çalışmayı denemiş fakat sonunda pes etmişti. Bu kasaba onun kaderiydi. Bu kasabada doğmuştu ve bu kasabada ömrünü tamamlayacak gibiydi. Her geçen gün daha da gıcıklaşan ağabeyi dışında aslında hayatından memnundu. Kendisini bu kasabaya ait hissediyordu. Ağabeyi, hiçbir sorumluluğa yaklaşmadığı gibi kendi işlerini de Ceyengül’e yaptırıyordu. Ceyengül her sabah ahırdaki işleri yapıyor, tavukları yemliyor, bahçede yapılacak işleri bitiriyor ardından da duvar ustası babasının yanına giderek kendisine iş olup olmadığını soruyordu. Şayet babası ona ek bir iş vermezse eve dönüyor ve bir genç kız olduğunu hatırlayarak kendisine çeyiz hazırlıyordu. Yastık, yorgan kenarları işlemişti daha önceden. Akrabalara verilmek üzere seccadeler işlemişti. Lif, çorap, hırka örmüştü. Aslında bu işlerden çok zevk almıyordu fakat annesinin zoruyla başlamıştı bir defa bu işlere. Oysa evlenmeyi düşünmüyordu Ceyengül. Sürekli çalışmasının sebebi aslında düşünmekten kaçınmaktı. Düşündüğü zaman içinden çıkamadığı sorunları vardı. Yaşamak istediği hayat ile kasabadaki hayat arasında dağlar kadar fark vardı. 
Vakit öğleydi ve Ceyengül’ün o gün yapacak hiçbir işi yoktu. Çeyizi ile uğraşmayı da canı istemiyordu. Kaç zamandır uğramadığı kasaba çarşısına doğru yola çıktı. Belki bir şeyler alır, birileriyle ayaküstü sohbet ederim, diye düşünüyordu. Yol boyu binbir düşünce zihnine geldi, gitti. Bir anda yolun kenarında yaralı bir yavru köpek dikkatini çekti. Köpeğin gözleri, ağzı yaralar içindeydi ve üzerine sinekler konup kalkıyordu. Önce görmezden gelip yürümeyi düşündü. Hatta birkaç adım da attı fakat ardından gelen yavru köpeğin sesini duyunca geriye döndü ve köpeği almak istedi. Köpek çok kirli ve hastalıklı görünüyordu. Yine de ince kalbi daha fazla dayanamadı ve köpeği yanına alarak yürüdü. Niyeti, onu kasabanın tek veterinerine göstermekti. Bir süre sonra köpeği taşımaya ve üzerindeki yaralara bakmaya alışmıştı. Köpek can çekişiyordu. Adımlarını hızlandırdı ve veterinerin kapısından içeri girdi. Durumu gören veteriner temiz bir bez üzerine köpeği yatırarak dakikalarca pansuman yaptı, dikiş attı. Bir saatin sonunda köpek artık birazcık kendini toparlamıştı. Ceyengül bir yandan borçlanacak olmanın verdiği huzursuzluğu yaşıyordu ki veteriner:
-Bu sevimli köpeğin tedavisi için senden ücret almayacağım çünkü bu köpekten kasabamızda hiç yok. Daha önce bu cins bir köpeği de tedavi etmemiştim, benim için de bir tecrübe oldu. Üstelik sana bazı ilaçlar da vereceğim fakat bir şartım var: Ayda bir köpeği bana onu sevmem için getireceksin, dedi. 
Bu sözleri duyan Ceyengül rahatladı ve bir süre sonra köpeği alarak çarşıda dolaşmadan evin yolunu tuttu. Köpeği evinde besleyemezdi fakat evin hemen yanındaki küçük depo onu beslemek, iyileştirmek için çok uygundu. Depoda köpeği için güzel bir yatak hazırladı. Ağabeyi ve annesi bu duruma pek sevinmemişlerdi.  Bir isim vermek gerekiyordu bu köpeğe. Ağabeyi köpeğin ismini Ceyengül koymayı önerdi fakat bu öneri kabul edilmedi. Annesi bu tekliften dolayı sinirlenmişti. Ceyengül ağabeyine:
-Gıcıklığın lüzumu yok, dedi ve ardından buldum, diye bağırdı. Köpeğimin adı Gıcık olsun. 
Günler çabuk geçti çünkü tüm ailenin artık Gıcık bir meşgalesi vardı. Evin neredeyse tek konusu artık Gıcık’tı. Gıcık da bu sürede hayli toparlanmış artık evin bahçesinde koşmaya, etrafı tanımaya başlamıştı. Gıcık, iyice kendisini toparladığında artık onu Ceyengül gezmeye de çıkarmaya başlamıştı. Kasabanın kenarına, orman tarafına ya da ırmağa doğru Gıcık’la yürüyüşler yapıyorlardı. Yine bu tarz yürüyüşlerden birinde Gıcık farklı bir yöne doğru ısrarla gitmeye başladı ve Ceyengül’ü de o tarafa doğru gitmeye zorluyordu. Ceyengül önceleri anlamadı fakat bir süre sonra Gıcık’ın kendisini bir yere götürmek istediğini farketti. Önde Gıcık, arkada Ceyengül yarım saat kadar koşar adım yürüdüler. Ceyengül artık nerede olduklarını bilmiyordu. Kasabanın bu tarafına hiç gelmemişti. Sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. Etrafta kocaman ağaçlar ve kayalıklar vardı. Hava bulutlanmış hatta vakit öğlen olduğu halde kararmaya yaklaşmıştı. Üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Bir masalın ortasına düşmüş gibiydi. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Bir süre sonra önlerinde eski, yıkık bir kulübe gördü. Okuduğu kitaplarda bu tarz evler pek tekin olmuyordu. İçinde periler bulunabiliyordu ya da ilginç paranormal olaylar yaşanabiliyordu. Zaten havanın birden kararması, aniden bastıran rüzgar da iyice onu ürkütmeye yetmişti. Bu esnada Gıcık’a baktı. Gıcık da onun kadar tedirgin görünüyordu fakat onu kulübenin içine çekmeye çalışıyordu. Bir süre durdu, geriye dönmek istedi fakat hiç bilmediği bir yerdeydi. Buraya onu Gıcık getirmişti, buradan onu kurtaracak olan da oydu. Günlerdir ilk kez Gıcık’tan az da olsa gıcık kapmıştı. İyi mi yapmıştı bu köpeği sahiplenerek kötü mü? Bunları düşünürken kulübenin kapısının önünde buldu kendisini. Kapı kendiliğinden ve büyük bir gıcırtıyla aralandı. Bu durum Ceyengül’ü daha da tedirgin etti fakat Gıcık ondan önce içeriye girmişti bile. Gıcık içerden küçük küçük havlıyor ve Ceyengül’ü çağırıyordu. Nihayet Ceyengül de içeriye adım attı. Adım attığı tahtalar gıcırdıyordu ve her yer örümcek ağlarıyla, tozlarla doluydu. Hatta birkaç iri örümcek telaşla önünden kaçtı. Kulübenin tam ortasına geldiğinde bir kapak gördü. Kapağın önünde Gıcık yine bir şeyler yapıyordu. Kapağın tozlu kulpunu tutarak kaldırdı ve aşağıya doğru inen bir ahşap merdiven gördü. İçerisi karanlıktı fakat basamaklar temiz görünüyordu. Gıcık yine atlayarak basamaklardan aşağıya indi. Gıcık aşağı iner inmez içerisi aydınlandı. Gördüklerine inanamadı. Gözlerini silerek yeniden baktı. Aşağısı pırıl pırıl ve rengarenkti. Artık korkusu dağılmıştı. Hızla basamaklardan indi. Burada yöresine ait temiz kıyafetler, süslü sandıklar vardı. Elbiseleri dokunarak inceledi. Bu tarz elbiseleri ancak kitaplarda görmüştü. Sandıkların içini de merak etmeye başladı. Gıcık yerde keyifle yuvarlanıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu. Arada bir kuyruğunu da hareket ettiriyordu. Bir rüya mıydı bu yoksa hayal aleminde miydi? Belki de Gıcık’la yürürken bir yerlerde düşmüş ve bayılmıştı. Rüyada olup olmadığını anlamak için bir kenara oturdu. Oturduğu koltuk bir tahta benziyordu. Bunun bir rüya olmadığını anladığında yeni yeni sorular zihnine üşüştü. Bu elbiseler, bu kulübe, bu sandıklar kimindi? Gıcık, onu buraya getirmişti ama mutlaka bir sahibi vardır diye düşündü. Oysa çok ön yargılı davranmıştı. Okuduğu kitaplarda bu tür yerlerde hiç hoş şeyler yaşanmıyordu. Sandıkları açmaya karar vermişti ki Gıcık’ın bir yere yattığını gördü. Papatya ekmek şeklinde bir köpek yatağıydı burası. Demek ki Gıcık buraya aitti ya da burasını daha önceden biliyordu. Hemen elinin altında duran küçük bir sandığa uzandı. Kapağını araladığında bir kez daha şaşırdı. İçinde onlarca altın para vardı. Bu paraların gerçek altın olup olmadığını anlamak için kenarını hafifçe ısırmıştı ki içinde çikolata olduğunu fark etti. Birdenbire büyü bozulmuş gibiydi. Gıcık havlamaya başladı. Artık dönüş saatinin geldiğini fark ediyordu Ceyengül fakat buraya bir daha nasıl gelecekti çünkü geldiği yolu bilmiyordu. Ceplerine altın kaplamalı çikolatalardan doldurdu. Dönüş yoluna bunlardan serpecekti. Bunu da bir masalda okumuştu. Merdivenlerden çıktı. Gıcık’ı çağırdı. Gıcık merdivenlerden yukarıya çıktığı anda aşağısı yeniden karanlığa büründü. Artık kulübeden çıkmanın zamanı gelmişti. Dışarısı çok soğumuş üstelik kar başlamıştı. Oysa mevsim yazdı. Gıcık’ın peşine takıldı ve yürümeye başladı. Yürüdükçe arada bir geriye altın kaplamalı çikolatalardan bırakıyordu. Bir süre sonra hava önce aydınlandı, ardından ısındı. Kasaba uzaktan görünmüştü. Yaşadıklarını, gördüklerini düşündü. Bunları ailesine anlatmalı mıydı? İnanırlar mıydı? Özellikle ağabeyi bu yaşadıklarını duyduğunda ona ne derdi? Düşüncelerle eve ulaştı. Yorgundu. Bahçeye girdiklerinde Gıcık kendi mekanına doğru yürüdü. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yaşadıklarının verdiği yorgunlukla hemen uyudu. 
 
Bölüm 2: Sırlı Elbise
Merve Hoşgiz, Hazal Mina Çakmak, Yusuf Çağrı Ekici, Hazal Göksu,  Rukiye Tokgöz

Ertesi gün Gıcık uyandırdı onu. Hiç böyle yapmazdı. Gıcık içeri girmiş ve ısrarla Ceyengül’ü uyandırmaya çalışıyordu. Üstelik ağzında bir de elbise getirmişti. Bu elbiseyi hatırlıyordu. Gıcık’ın götürdüğü harabe evdeki elbiselerden biriydi. Ne zaman getirmişti bu elbiseyi, ne vakit gitmişti tekrar oraya, bunları düşünecek halde değildi. Yatağından doğruldu ve elbiseyi giydi. Elbise tam onun için yapılmış gibiydi. Fakat elbiseyi giyer giymez kendisinde bazı farklılıklar hissetmeye başladı. Sanki ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Yürümesine gerek kalmadan hareket edebiliyordu. Pencereye doğru giderken Gıcık peşinden seslendi:
-Cihangül, insan önce teşekkür etmez mi?
Gıcık konuşuyordu. Hiç şaşırmadı bu duruma fakat sordu:
-Cihangül kim? Benim adım Ceyengül, biliyorsun. 
Gıcık devam etti:
-Senin adın Cihangül.
Aralarında bu konuşma geçerken birdenbire mekan değişti ve harabe evin alt katında buldular kendilerini. Bu duruma da şaşırmadı Ceyengül. Ceyengül’ü hiçbir şey şaşırtmıyordu. En azından hemen önünde beliren ihtiyar kadını görünceye kadar. Nur yüzlü  yaşlı bir kadın belirmişti önlerinde. Gıcık, onun yanına giderek kucağına zıplamaya çalışıyordu. İhtiyar kadın da onu elleriyle seviyordu. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Ceyengül Gıcık’a:
-Tanıyor musun bu teyzeyi? Kimdir, neden burada?
Gıcık garip mutluluk sesleri çıkarıyor, Ceyengül’ü duymuyordu bile. Gıcık az önce konuşmuştu oysa. Şimdi sıradan bir köpek gibi davranıyordu. Bu durum onu şaşırtmıştı. Ceyengül’ün soruları cevapsız kalmıştı ki yaşlı kadın konuşmaya başladı:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız? 
Bu soru karşısında Ceyengül olup biteni anlamıştı. Üzerindeki elbise onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bulunduğu mekândan da sıkılmıştı. Boğulacak gibi hissetti kendisini. O anda uyandı.
Her şeyin bir rüya olduğuna önce inanmak istemedi lakin odasındaydı ve etrafta Gıcık da nur yüzlü nine de yoktu. Uyumak onu dinlendirmek yerine daha da yormuştu. Gıcık’ı merak etti ve yanına gitmeye karar verdi. 

Bölüm 3: Arkadaş
Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Rukiye Tokgöz, Yusuf Çağrı Ekici
Ceyengül, Gıcık’ın kapısını açtığında bu kez gördüklerinin rüya olmasını çok istedi fakat kendisini büyük bir gerçeğin ortasında çaresiz olarak buldu. Gıcık, yoktu. Sağa sola baktı, seslendi, ailesine sordu fakat sonuç değişmedi: Gıcık yoktu. 
Kısa bir süre üzüldükten sonra rüyası aklına geldi ve dün uğradıkları kulübeye gitmeye karar verdi. Eline küçük bir değnek alarak yola çıktı. Değneği bir asa gibi kullanıyordu. Kahvaltı da yapmamıştı. Dün dönüş yolunda yola bıraktığı çikolataları takip ederek kulübeye ulaşmayı düşünüyordu. Bir süre sonra çikolataların ilkine rastladı. Zaten aç olduğu için bulduğu çikolatayı yedi. Biraz bayat gibiydi ama olsun, dedi içinden. Sonra başka bir çikolata, bir çikolata daha… Derken yine birdenbire zaman değişti, iklim değişti. Bu değişimler kulübeye yaklaştığının belirtisi olmalıydı. Tam bunu düşünürken kulübeyi karşısında gördü. Bu kez yalnız olduğu için biraz daha fazla korkmuştu. Sanki dün girdiği kulübe değildi bu. Çok ıssız ve ürkütücü görünüyordu. Hava hafif kararmıştı, rüzgar esiyor ve kuşlar değişik sesler çıkarıyordu. Kapının önünde durduğunda kapı yine kendiliğinden gıcırtıyla açıldı. İçeriye ürkerek adım attı. Evet, bu dün gördüğü kulübe değildi fakat alt kata indikleri kapak yerindeydi. Kulübe daha temiz ve bakımlıydı düne göre. Kapağı kaldırdı, aşağısı aydınlıktı. Demek ki Gıcık buraya gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra Gıcık’ı karşısında gördü fakat yanında yaşlı bir kadın vardı. Rüyasında gördüğü yaşlı kadındı bu. Yine bir rüya gördüğünü düşündü. Belki de yol boyu yediği çikolatalar onu zehirlemişti ve bu etkiyle garip şeyler görüyordu. Merdivenlerden tamamen indi. Gıcık, Ceyengül’e çok yabancı davranıyordu. Yanındaki ihtiyar kadın da sanki kendisini görmüyor gibiydi. Evet, bu bir rüya olmalıydı. Yoksa Gıcık çoktan yanına gelir ya da ihtiyar kadın bir şeyler söylerdi. Dün oturduğu koltuk yine boştu. Koltuğa sessizce oturdu. Gıcık da ihtiyar kadın da hâlen sessizdi. Bu rüya olmalıydı yine. Belki de biraz sonra uyanacaktı ve Gıcık’ın yanına gidecekti. Uyanmaya çalıştı fakat bunun bir rüya olmadığı belliydi. Kendini toparladı ve tam bir şeyler sormaya hazırlandı ki ihtiyar kadın sordu:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız?
 Ceyengül, sustu. Çünkü bu soruyu rüyasından hatırlamıştı. Ceyengül gözlerini kapadı, bildiği bütün duaları okudu. Özellikle Felak ve Nas surelerini okudu. Gözlerini usulca açtı. Etrafta kimse yoktu. Gıcık yoktu. İhtiyar kadın yoktu. Her yer aydınlıktı yine de. Dua okuyarak merdivenlerden çıkmaya yeltendi. 
Gariplikler bitmek bilmiyordu. Merdivenlerin olmadığını fark etti. Başı ağrıyordu. Gözlerini yeniden kapattı ancak bu kez hemen açmadı. Bir süre bekledikten sonra gözlerini açtığında ormandaydı. Az önce gördüğü şeylerin hepsi kaybolmuştu. Olağanüstü bir durum yoktu görünürde yalnız eve nasıl gideceğini kestiremiyordu. Bir süre sağa sola bakıp kendisine bir yön tayin etmeye çalıştı. Ağaçların yosunlu olan tarafına sırtını döndü. Köylerinin güneyde olacağını düşündü. Yürümeye başladı yine. Kendini çok yalnız hissediyordu. Gıcık’a ne kadar alıştığını fark etti. Gıcık, onun hayatına girdiğinden beri ne çok şey yaşamıştı, hayatı ne kadar değişmişti. Ya Gıcık bir daha hiç dönmezse diye aklından geçiyordu ki karşısında Gıcık’ı gördü. Gıcık, sevgi gösterilerinde bulunuyor ve Ceyengül’ün önünden yürüyordu. Belliydi, ona kasabanın yolunu göstermeye çalışıyordu. Bazen koşarak bazen de hızlı adımlarla sonunda kasabaya vardılar. 
Ceyengül evine döndüğünde bütün kasaba halkını bahçelerinde gördü. Bu kalabalığın nedenini anlayamıyordu. Gıcık da bu kalabalıktan ürkmüş, korkmuştu. Gıcık’ı kucağına aldı. Annesi biraz da üzgün Ceyengül’e bakarak konuşmaya başladı:
-Kaç zamandır bizi endişelendiriyorsun ama bugün çok daha büyük endişeler yaşadık. Gece gündüz demeden evden çıkıyor tuhaf davranışlar sergiliyorsun. Sabahın köründe yastık kılıfını elbise diye üzerine giyiyorsun. Her şey şu peluş köpeği kucağında getirdiğin gün başladı. Ondan önce bir sorun yoktu ama Allah aşkına sabahın erken saatinde peluş köpek kucağında nerelere gittin, nerelerden geldin?
Ceyengül konuşmak istedi fakat bütün kelimeleri unutmuş gibiydi. Bir film setinin ortasına düşmüş gibiydi. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. İnsan önceden bir metin vermez miydi eline ezberlemesi için? Gözlerini kapadı. Uzun süre açmadı. Gözlerini açtığında dört duvarı beyaz boyalı bir odadaydı. Tepesindeki lamba da beyazdı. Etrafındaki insanlar konuşuyordu:
-Fırat buraya yeni geldi. Ceyengül adında bir hayali arkadaşı var. Kırgız olduğunu söylüyor Ceyengül’ün. Ceyengül’ün bir de köpeği varmış hem de adı çok ilginç: Gıcık. 
Bu cümlelerden sonra bir başkası konuşmaya başladı:
-Aslında çok iyi birine benziyor. Tahsili nedir, ne iş yaparmış Fırat?
-Fırat, veterinermiş aslında. Ancak mesleğini yapmak için yanlış bir kasaba tercih etmiş. Kendi kasabasında başlamış bu işe. Elbette çok fazla ziyaretçisi de olmamış. Zaten Ceyengül’ü de orda tanıdığını iddia ediyor. Gıcık’ı Fırat’a getirmiş Ceyengül. 
Ceyengül etrafında sohbet eden insanların yüzlerini seçmeye çalışıyordu. Yaşlı kadın ne kadar da benziyordu Cihangül teyzeye. Bu esnada Gıcık’ın kapıdan girdiğini gördü. Doğrulacak gücü yoktu. Kapının tam yanındaki aynaya baktı. Yatakta yatan birini gördü. Fırat dedikleri galiba bu kişiydi. 

 


13 Eylül 2024 Cuma

YAKAZA


Emir Subaşı
Akın Eliş
Metehan Ersoy
Ezgi Budak
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir. Oysa başlamıştı bile. Uykuda mıydı?.. Belki de… Rüya mı görüyordu?.. Galiba. En son ne zaman rüya görmüştü? Düşündü, düşündü… Hatırlayamadı. Akşam yakındı. Sabah ve öğle ne zaman geçmişti, hatırlayamadı. Uykusu vardı. Gözleri bazen kendiliğinden kapanıyor, sonra aniden gözlerini açıyor, etrafa bakıyor, bir süre sonra yeniden uykunun eşiğine varıyordu.
Yalnızca o değildi bu hâlde olan. Bu kasabada yaşayan insanların tamamı rüyalarını kaybetmişlerdi. Anlatacak rüyası olmamak… Bunun acısını başka kasabalarda yaşayan insanlar bilemezdi. Uyku demek, karanlık demekti onlar için ve karanlık korkutucuydu. Bu yüzden uykudan da kaçar olmuşlardı. Uyumak istemiyorlardı. Çoğu insan artık yaşamı bir rüya olarak düşünmeye başlamıştı. Gerçek rüyayı ise zaten unutmaya başlamışlardı. Yalnızca kasabanın yaşlıları çocuklara çok çok önceden gördükleri tatlı rüyaları anlatıyorlardı. Hiç rüya görmemiş çocuklar anlatılan şeyleri anlamakta zorlanıyordu fakat dinlemek güzeldi. 
-Benimle başlamasın, demişti ama başlamıştı. Uykunun eşiğinden adım atacaktı ki uyku kapısına sırtını döndü ve düşünmeye başladı yeniden. Rüya… Bu kelimede bir aşinalık vardı ama bir o kadar da sonsuz çağrışımı vardı. Zihninde yankılandı durdu: Rüya… Rüya… Rüya… Aslında bir isim de olabilirdi bu. İnsanlar azalan değerleri, kıymetli şeyleri hep isim olarak vermiyorlar mıydı çocuklarına: Erdem, Onur, Özgür, Barış… Rüya da belki bir isimdi ve kelime yankılanıyordu zihninde. 
Kasabada kimsenin rüya görmediği anlaşıldığında ve bu olay bir sorun olarak ilk kez duyulmaya başladığında başka kasabalardan insanlar gelmeye ve rüyalarını anlatmaya başlamışlardı ilk zamanlarda. O zamanlar başka kasabalardan sürekli insanların gelmesi ve burada yaşayanlara soru sormaları, kendi rüyalarını anlatmaları kasaba halkının hoşuna gitmişti. Akın akın, uzaktan yakından onlarca insan gelmişti kasabaya ve soruyorlardı:
-Ne yani, gerçekten kimse rüya görmüyor mu bu kasabada. 
Hatta bazı insanlar bu kasabaya uyumak için geliyorlardı. Onlar rüya görmek istemeyen, rüyasında daha çok yorulan ya da kabus gören insanlardı genellikle. Gerçekten de bu kasabada uyudukları gece hiç rüya görmeden uyanıyor ve şaşkın şaşkın evlerinin yolunu tutuyorlardı. Kimi kabuslarıyla vedalaşıyordu kimi sağlığını kazanarak dönüyordu. Hatta bir dönem kasabada rüya görmek istemeyen insanlar için küçük bir otel bile kurulmuştu. 
Ya tam tersi ise yaşananlar, diye aklından geçti. Yani burada herkes çok fazla rüya görüyor ve gerçeğe çok yakın rüyalar görüyorsa… Ya rüyalar var ama mekan değişmiyorsa… Belki de böyle bir durum vardı ve çok fazla tedirgin olmaya gerek yoktu. Bu düşüncelerle önündeki bisküviye uzandı. Bisküvinin tadı yoktu. Bir tane daha, bir tane daha aldı. Bisküvinin tadı yoktu. 
Rüyasız geçecek bir akşamın daha sonuna yaklaşmıştı. Vakit gece olmuştu. Korkuyordu karanlığa teslim olmaktan. Uyumaktan, rüyasız uyanmaktan. 
Kasabaya bilim adamları gelmişti. Psikiyatrlar gelmişti. Çok uzun süre çalışma yapamadan geri dönmüşlerdi çünkü bilim adamları da burada rüyalarını kaybetmişlerdi. Bir daha rüya göremeyecek olmaktan korkup kasabayı terk etmişti gelenler. 
-Benimle başlamasın, dedi isteksizce. Benimle başlarsa bitmeyebilir fakat bitiyordu usul usul. Sonuna yaklaşılmıştı durgun bir gecenin, hikâyenin. Karanlığa kendini teslim etmek istiyordu artık. Uyumak istiyordu. Rüya görmeyecek bile olsa uyumak… Saatlerce uyumak, günlerce uyumak istiyordu. 
Kolları kendiliğinden iki yana düştü oturduğu sandalyede. Gözleri kapandı. Nefes alışları yavaşladı. Uyandığında sınıftaydı. Sınıf listesindeki son kişiydi. Gözlerini ovuşturdu ve rüyasını anlatmaya başladı:
-Belki de bizi ayık tutan şeyler aslında rüyalarımızdır, diyerek başladı söze. 

27 Nisan 2024 Cumartesi

İYİ MİSİN SEN?

Yusuf Çağrı Ekici, Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu


Her şeye karşı çıkıyordu. Günün 24 saat olduğunu söyleyen birine:

-Ama zaman; kişiye göre değişir, bazen bir saat bir yıl gibi geçebilir, diyordu.  

En yüksek notu aldığı için sevinen arkadaşına:

-100’den büyük sayılar da var, farkında mısın? Bunun en yüksek not olduğuna inanmıyorum, diyordu.

Sık sık arkadaşları tarafından yalnızlığa itilse de ailesi tarafından çok sevildiğini hissediyordu çünkü ailesi sık sık onu gezmeye gönderiyor, eve geç kaldığında “neredesin” diye sormuyor hatta erken geldiğinde üzülüyorlardı. 

Bakkala, markete, maça, konsere, sinemaya… istediği her yere, saat ve gün sınırı olmaksızın gidebilirdi. Okulda bile yatabilirdi. Ailesi ona işte bu kadar güveniyordu. Arkadaşları gibi değildi onlar. Onun değerini anlıyorlardı. 

Hayatı hep böyle cins düşünerek, cins şeyler yaparak, cinslikle mi geçecekti? Aslında cins kelimesi bazen yetmiyordu, “gıcık” kelimesi daha uygun oluyordu onu tarif etmek için. Çoğu arkadaşı ona “gıcıksın” diyordu ve çok mutlu oluyordu bu kelimeyi duymaktan. 

-Bir daha söyler misin, diyordu kendine “gıcık” diyene. Üstelik bir de teşekkür ediyordu çünkü sıradan olmak istemiyordu. Farklı olmak hoşuna gidiyordu. Gıcık olmak da bir farklılıktı. 

Gün boyu tuhaflıklar yapmış -aslında tuhaflık demeyelim, sıra dışı şeyler diyelim- yorulmuştu. Son günlerde kendini normalleşmiş hissediyordu. Eskisi kadar farklı karşılanmadığı için daha çok “cinslik” yapması gerekiyordu. Yoksa sıradan bir çocuk olacaktı. Sıradan çocuk olmak onun için pazarda çürük domates olmak gibi bir şeydi. Gerçi çürük domatesten de bir şeyler yapmak mümkündü. Mesela, salça. Salçalı ekmeği çok severdi fakat market ekmeği olmayacak. Annesinin yaptığı ekmeklerden olacak ve salçayı bu ekmeğin üzerine sürecek, sokağa çıkacak ve bu ekmeği yiyerek okulun basket sahasına kadar ulaşacaktı. Okul bahçesi ona hep İstiklal Marşı’nı ve okul müdürünün değerli konuşmasını hatırlatırdı. Okul müdürünün konuşmasını ne öğrenciler beğenir ne öğretmenler beğenirdi. Hatta çoğuna göre “boş” konuşurdu. Hava çok sıcaksa genelde okul müdürü konuşmayı iki kat daha uzatırdı. Öğrenciler ve öğretmenler bundan çok şikâyet ederdi ama aslında okul müdürünün çabası, sıcaktan mayışmış öğretmen ve öğrencilerin zihinsel potansiyelini artırmak içindi. Neden sadece bunu o anlıyordu? Bunu, yani müdürün yaptığı bu hizmeti, faydalı işi… İşte bunu anlamıyordu.

Anlamadığı başka şeyler de vardı. Maç izlemeye gittiği bir gün dayak yemekten son anda kurtulmuştu. Galatasaray-Fenerbahçe maçına güçlükle bilet bulmuş, keyifle maçı izlerken tuhaf bir olay yaşamıştı. Koyu Fenerbahçeliydi. Maçta bir ara Galatasaray, Fenerbahçe’ye gol atmak üzereyken herkes tepki gösterip yuhalamaya başlamıştı. O ise bu esnada üzerindeki Fenerbahçe tişörtünü çıkarmış ve altındaki Galatasaray forması ile bağırmaya başlamıştı:

-Galatasaraaaaay, Galatasaraaay!  

Bu duruma tepki gösteren diğer seyircilerden güç bela kaçabilmişti. Oysa futboldu bu. İyi oynayan takımı tebrik etmek ve ona tezahüratta bulunmak gerekliydi. Koyu Fenerbahçeliydi ama aynı zamanda yerine göre koyu Beşiktaşlı, koyu Galatasaraylı, Ümraniye Sporlu da olabilirdi. Hatta Koyu Zeytinburnu Sporlu bile olabilirdi. İnsanların bir futbol takımını ölesiye sevmesini anlayamıyordu. Başka insanlar bunu “gıcıklık” olarak düşünse de. 

Kafasından bunlar geçerken eve ulaşmıştı bile. Yoksa sıradanlaşmış mıydı? Hiçbir tepki almamıştı arkadaşlarından. Galiba normalleşiyordu. Bu durum üzücüydü. Kapıyı açtı, içeriye girdi. Ailesi, onu bu saatlerde evde görmeye alışık değildi. Üstelik üzgün görmeye hiç alışık değildi. Sessizce odasına geçti. Yemek saatine kadar bekledi. Yemek saati geldiğinde sofraya geçti. Normalde evde çok az yemek yerdi. Sofraya oturdu ve önce tatlıdan yemeye başladı. Sonra pilavı bitirdi. Üzerine de çorbayı içti. Çorbayı içtikten sonra besmele çekerek odasına döndü. Ailesi onu tanıdığı için tepki vermemişti bu beslenme sıralamasına. Bir şeyler yanlış gidiyordu. Kimsenin tepki vermemesi sorun haline gelmişti. Ertesi günü “gıcıklık günü” olarak planladı. Şimdiye kadar yapmadığı gıcıklıkları yapacaktı. 

Sabah bu düşünceyle okula gitti. Arkadaşları sıra halinde bekliyordu. Sıraya girmedi ve bayrak direğinin yanına geçti. Kimse onu sıraya geçmesi için ikaz etmedi. Okul formasını giymemişti. Kimse ona okul formasının nerede olduğunu sormadı. İlk dersleri Türkçeydi. Derste matematik kitabını çıkardı ama öğretmeni hiçbir şey demedi. Son derse kadar bütün gıcıklıkları yaptı fakat kimsenin sesi çıkmıyordu. Son ders geldiğinde sırasının yönünü duvara çevirdi ve öyle bekledi öğretmeni. Öğretmen ders boyu hiçbir şey söylemediği gibi gıcıklık olsun diye söz hakkı istediğinde konuşması için söz hakkı bile verdi. Bu kadarına da pes, dedi içinden ve alakasız şeyler konuştu fakat öğretmen:

-Aferin sana, dedi. Bugün derste çok iyiydin. Keşke hep böyle olsan. 

Dersler bitmişti. Çok yorulmuştu, evine gidip dinlenmek istiyordu. Yolda aklına başka bir şey daha geldi. Ters yürümeye başladı. Sırtını evin yönüne verdi ve geri adımlarla ilerledi. Bazen düşecek gibi oluyor, insanlar ona yardım ediyordu. Kimse bir şey demiyordu.

Bu şekilde eve kadar geldi. Evleri zaten giriş kattaydı. Pencereyi açık gördü ve şimdiye kadar kapıyı kullanmakla ne büyük hata yaptığını anladı. Eve girmek için bu kadar kısa bir yol varmış ve ben hep kapıyı kullanmışım, diye içinden geçirdi. Pencereden içeri girdi. Mutfağa girmişti. Bir bardağa su doldurdu sonra sürahideki suyu içti. O sırada mutfağa giren annesi kızgın bir sesle:

-Oğlum, niye böylesin? Neden bunu yapıyorsun, dedi. Kendisini en çok tanıyan kişilerin ailesi olduğunu düşünmüştü hep. Demek ki onlar halen tanımamıştı ve eve giriş tarzı ile günün tek gıcıklığını yapmıştı. En azından öyle düşünüyordu ki annesi devam etti:

-Sürahiden su içmek de ne? Burada kocaman damacana var. Niye kendini zora sokuyorsun? Damacanayı buraya boşuna mı koyduk, dedi. 

Yaşadıkları bir rüya olmalıydı. Bu kadarı olamazdı. 

İnsanlara bir şeyler olmuştu. Belki de insanlara değil kendine bir şeyler olmuştu. Odasına gitti. Artık kendini hiçbir özelliği olmayan bir çocuk olarak görüyordu. Çırpınmak anlamsızdı. Belki de baştan beri yanlış yapmıştı. Arkadaşları gibi olmalıydı. Onlar gibi her şeye uyum sağlamalı, itiraz etmemeliydi. Yeni hayat onun için biraz zor olacaktı ama eskisine göre belki de bu daha kolaydı. 

Uyandı; gıcıklık ve cinslik kelimeleri hafızasından silinmişti. Yüzünü yıkadı, su içti ama bardaktan. Kahvaltısını yaptı. Çantasını düzenledi ve okulun yolunu tuttu. İlk kez okula gidiyor gibiydi. Sakindi. Hava açıktı. Okula yanaştığında bazı arkadaşlarının oyunda olduğunu gördü. Sıraya geçti. Herkes şaşkındı. Konuşmadı, kimseyi eleştirmedi. Nöbetçi öğretmenler ve okul müdürü öğrencilerin önünde durmuştu. Müdür konuşmaya başladı. Arkadaşları, müdür konuştukça dikkatlice onu dinliyor hatta bazıları arada alkışlıyordu. Bu sıkıcı konuşmayı niye alkışladıklarını anlamadı. Çok canı sıkılmıştı. Sınıfa girdiğinde tüm sıraların duvara dönük olduğunu gördü. Kendi sırası kürsüye bakıyordu. Öğretmen sınıfa girdi ve sordu:

-İyi misin sen?


16 Mart 2024 Cumartesi

ŞİMDİLİK SOĞUK BİR HİKAYE


 Yusuf Çağrı Ekici, Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu


1.BÖLÜM
Soğuk bir kış günüydü.  Hava kararmaya başladıkça soğuk daha da artmış, soğuktan kaçan insanlar yüzünden caddeler, sokaklar bomboş kalmıştı. Sokak hayvanları bile kendilerine saklanacak, ısınacak bir yerler bulmuş olmalıydılar ki ortada ne bir kedi vardı ne bir köpek.
Her zaman olduğu gibi iş yerinde yalnızca o kalmıştı ama çıkmalıydı ve evine gitmeliydi artık. Dışarda soğuğun bu kadar artmış olacağını düşünmüyordu bile. Kabanını, atkısını, şapkasını, eldivenini giyerek iş yerinden dışarıya çıktı. Soğuk yüzüne jilet gibi çarpmıştı. Yollarda kimsecikler yoktu üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Evi hayli uzaktı. Daha yolun başındaydı ve soğuk onu şimdiden etkilemişti. Kulağının, burnunun fırtınada kopup gideceğinden korkuyor arada bir yokluyordu. Fırtına üzerine kar da yağmaya başlamıştı. Gözünü açamıyor, hangi sokakta olduğunu göremiyor, evine ne kadar yaklaştığını tahmin edemiyordu. Bir süre böyle devam ettikten sonra güç bela etrafına baktı. Evler vardı ama hiçbirinin ışığı yanmıyordu. O kadar üşümüştü ki artık evine ulaşabileceğinden endişe duyuyordu. Bir an önce herhangi bir kapıyı çalmalıydı. Evlere bakıyor, kapıları çalıyordu ama hiçbir kapı açılmıyordu. Zaten içerde birilerinin yaşadığı da hatta bu sokaklarda evlerde birilerinin yaşadığı belli değildi. Başka bir şehre düşmüş gibiydi. Bu sokakları daha önce hiç görmemişti. Evleri hiç görmemişti. Kaldırımları hiç görmemişti. Sendeleyerek yürüyor, arada kapılara vuruyor ancak hiçbiri açılmıyordu. Siyah beyaz bir fotoğrafın ya da filmin içine düşmüş bir yabancıydı. Zaman donmuştu fakat kar yağıyor, fırtına devam ediyordu. Büyük bir uğultu duyunca önce önüne sonra ardına bakma ihtiyacı hissetti. Uğultu git gide büyüyordu. Adım atacak gücü kalmamıştı. Olduğu yere yığıldı ve gözlerini kapadı. 


-2 BÖLÜM

 

-


Gözlerini tekrar açtı. Müzik sesleri geliyordu uzaklardan. İnsanlar etrafından dolaşarak geçiyor, kahkahalar atıyorlardı. Hava çok aydınlıktı ve gözlerini tam olarak açamıyordu. Üstelik çok da sıcaktı. Yanından gelip geçen insanlar onu görmüyor gibiydi. Toparlandı, gözlerini kısarak etrafı yokladı, süzdü. Bu sokağı tanımıyordu, bu insanları tanımıyordu, bu müziği hiç duymamıştı daha önceden. Yürümek istedi. Yürüyebiliyordu. Hızlandı, hızlandı. Sanki ayakları kendisinden bağımsız gibi, havada gibiydi. Koşmaya başladı. Hızlandıkça hızlanıyordu fakat ne terliyordu ne de yoruluyordu.
Yolun sonuna ulaşmış gibiydi. Burada da insanlar eğlence içindeydi. Birilerine yaklaşarak sordu:
-Buralarda kelle paça içebileceğim, katmer, çörek alabileceğim bir yerler var mı?
Sorduğu kişi cevap vermek şöyle dursun, dönüp yüzüne bile bakmadı. Belki de soruyu değiştirmeliydi. Başka bir adamın yanına yaklaşarak:
-Af edersiniz bayım, stadyum buralara yakın mı? Nasıl gidebilirim?
Sorduğu kişi cevap vermek şöyle dursun, dönüp yüzüne bile bakmadı.
Son kez birine daha yaklaştı ve sordu:
-Adınız Aras mı? Daktilo ile yazmaya ne zaman ara vereceksiniz?
İlk kez soru sorduğu biri dönüp yüzüne bakmıştı. Tebessüm ederek:
-Evet, adım Aras. Nerden bildiniz?
Tam bu garip ortamdan kurtulacağını ya da buraya dair bir şeyler anlayacağını düşünürken ismi Aras olan kişinin aslında başka biriyle konuştuğunu ve ona cevap verdiğini anladı. Tüm bu yaşadıkları başını döndürmüştü. Bulunduğu yere oturmak, bir şeyler içmek, dinlenmek istedi. İnsanlardan uzakta bir yer bulmalıydı kendine. Sol tarafında uzanan çölü fark etti. Orası tenha görünüyordu. Çöle, insanların olmadığı yerlere gitmeli ve kendine bir gölge bulmalıydı. Dinlenmeliydi. Belki de bir rüyaydı yaşadıkları. Kum fırtınası başlamıştı. Gözlerini kapadı.

DEVAM EDECEK

9 Mart 2024 Cumartesi

BİR KURTULUŞ HİKAYESİ

    Emir Aras İmirhan, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Subaşı

 
    Bütün dünyada bir kedi sevgisi hastalığı başlamış, çocuklar, gençler yaşlılar herkes ama herkes evinde, mahallesinde gördüğü kediyi seviyor, besliyordu. Kimsenin aklına kedilerin sinsi planı gelmiyordu. Kediler için yüzyıllardır bekledikleri fırsat doğmuştu. Artık kimse köpekleri sevmiyor, kuşlara bakmıyor herkes yalnızca kedileri seviyordu. Bazıları annesinden, babasından, kardeşinden çok kedisiyle vakit geçiriyordu. Kedilerin evcilleştirildiğini sanıyorlardı ama kediler insanları kedileştiriyordu. Kediler gibi nankör, kediler gibi mızmız ve tembel insanlar çoğalmıştı. Evlerde tıpkı kediler gibi uzanıp yatan çocuklar türemişti. Yalnızca mama vakti kalkıp, kumuna işeyen ve sonra yeniden horul horul uyuyan çocuklar. İnsanlar normal konuşmayı unutmaya başladıklarının farkında değillerdi. Konuşmaları artık miyavlamayı hatırlatıyordu. Bazıları kedilerinin konuştuğunu zannediyor bununla ilgili videolar çekiyor ve paylaşıyordu ama gerçek tam tersiydi. İnsanlar miyavlamaya yakın anlaşır hale gelmişti. Tıpkı kediler gibi insanlar da birbirlerinden hazzetmiyor, bölgelerine başkaları girdiğinde agresif tavırlar sergiliyorlardı.
    Yalnızca bu kadar olsa yine iyiydi fakat insanlar kedileri sevdikçe kuşları yiyecek olarak görüyor, köpeklerden korkuyla karışık bir nefret duyuyorlardı. Ayrıca şehirlerde balık satışları da tavan yapmıştı.
Dünyanın bu gidişatından en çok rahatsız olanlar kuşlar ve köpeklerdi. Kuşlar, zaten çoğunlukla doğada yaşıyorlardı ancak köpekler bin yıllardır hizmet ettikleri, sadakat gösterdikleri insanların nasıl bu hale geldiklerini anlamıyorlardı. Sonunda insanlığın sadık dostu, koruyucusu köpekler birer ikişer şehirlerden ayrılarak yeniden doğaya dönmeye başladılar. Dağlarda, ormanlarda kendi cinsleriyle karşılaşan köpeklerin hepsinin gözlemi aynı yöndeydi. Kediler dünyayı ele geçirmek üzerelerdi ve insanlardan sonra dünyadan kaldırmayı düşündükleri canlılar ihtimal köpeklerdi.
    Günlerce içinde bulundukları durumu şehirlerden uzaklarda değerlendiren köpekler sonunda büyük bir mücadele için karar verdiler ve K.İ.T.Y (Kedi İmha ve Toplama Yönetimi) adlı teşkilatı kurarak yeniden insanların yanlarına dönmeye başladılar. K.İ.T.Y’nin kuruluş amaçları şöyleydi:
    1- Son yıllarda değişen kedi tavırlarını ve niyetlerini anlamak.
    2- Kedilerin içinden bazılarını kendileriyle çalışmaya ikna etmek gerekirse zorlamak.
    3- Kedilerin insan davranışlarındaki etkilerini anlamak.
    4- Dünyayı yeniden eski günlerine döndürerek gerekirse dünyayı kedi türünden arındırmak.
    Kendi aralarında gizlilik anlaşması ve görev dağılımı yapan köpekler kedilerin dikkatini çekmeden yeniden şehirlere inmeye başladılar. İşleri çok zordu çünkü onlar doğadayken kediler, insanları iyice yoldan çıkarmışlardı.
    Köpeklerden biri takip ettiği kedilerden birinin davranışlarında gariplikler sezmişti. Kedi, insanların yanındayken normal bir kedi gibi davranıyor ancak dışarıya çıktığında adeta farklı bir yaratığa dönüyor ve tuhaflıklar sergiliyordu. Birkaç gün bu kediyi takip eden köpek sonunda teknolojik bir üssün önünde onlarca kediyi gördü. Bu üs dünya dışı yaratıklar tarafından yönetiliyordu ve bazı kediler de aslında bu yaratıklara çalışıyordu. Durumu diğer köpeklere haber vermek için bir toplantı talep etti. Toplantıda söylenen şeyler hep birbirinin aynısıydı. Aslında dünyayı istila eden, insanları yöneten kediler değil de kedileri de yöneten dünya dışı yaratıklardı. Köpeklerin işi iyice zorlaşmıştı. Mutlaka kendilerine yeni yardımcılar bulmaları gerekiyordu. Bunun için kuşlardan yardım almak gerektiğinde hemfikir oldular. Önce evcil kuşlardan başlamak gerekiyordu. Kedilerin tavırlarından zaten muhabbet kuşları, papağanlar, güvercinler ve kanaryalar da rahatsızdı. Önce onlara K.İ.T.Y’nin varlığından ve çalışma şartlarından bahsetti köpekler. Hepsi de birlikte çalışmayı kabul etti fakat bu kuşlar çelimsiz ve güçsüz olduklarından diğer kuşlara da durumu anlatmak gerekliliği oluşmuştu. Bir süre sonra yerde köpekler gökte tüm kuşlar kedileri ablukaya almışlardı.
    Dünya dışı yaratıklar ise bu esnada planlarının deşifre olduğunun farkına vardılar ve köpeklerle, kuşlarla büyük bir mücadele planı yaptılar. Kedilerin bir kısmı doğal kediydi, normal davranıyordu. K.İ.T.Y mensupları doğal kedilere ulaştığında facianın daha büyük olduğunu anladı çünkü bu kediler köle gibi, rehine gibi zorla çalıştırılıyorlardı. Hatta bazı kediler sahiplerine bir şeyler anlatmaya çalışmış fakat hayvan barınağına bırakılmışlar ve yerine diğer kedilerden bırakılmıştı.
Yeteri kadar doğal kediyle irtibat kuran K.İ.T.Y, dünya dışı yaratıkların üslerine tüm kedilerin giriş hakkı olduğunu öğrendiğinde büyük bir planı yürürlüğe koydu. Tıpkı bu yaratıkların insanlığı adım adım ele geçirme çabası gibi köpekler de adım adım üsse sızacak bir yandan da kuşlardan destek alacaklardı.
    Daha fazla zaman kaybetmek anlamsızdı. Kısa sürede üssün tüm krokisi ve kritik bölümleri K.İ.T.Y’nin eline geçti ve şafakla beraber taarruz kararı aldılar. Kuşlar önce etrafı kolaçan etti, ardından doğal kediler üsse birer ikişer girmeye başladı. En son köpekler uluyarak ve sert sesler çıkararak üsse saldırdı. Dünya dışı yaratıkların karşılık verecek vakitleri yoktu. Üs, bir anda sesler çıkarmaya başladı. Büyük bir patlamanın ardından üssün çekirdek bölümü ışıklar saçarak havalanmaya başladı. Cisim uzaklaştıkça doğal olmayan kedilerin önce tüyleri dökülüyordu sonra cızırtıyla küle dönüşüyorlardı.
Dünya kurtulmuştu ama insanların doğal hallerine dönmeleri için hayvanların onlara doğal davranışları hatırlatmaları gerekiyordu.
    Uzun, yorucu bir mücadele geride kalmıştı. Görevini tamamlayan K.İ.T.Y’nin artık dağıtılması gerekiyordu fakat bu kez de köpeklerin içinde değişik davranışlar sergileyenler başlamıştı.

24 Şubat 2024 Cumartesi

Z

     

 

Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek, 

Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman

     Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Mesela Zehra vardı sınıfında ve Zeynep. Onları düşünmüyordu, z harfiydi düşündüğü yalnızca. z, s’ye biraz benziyordu ama “z”nin sesi başkaydı. Zil, zebra, zarf, zakkum, zıkkım, zenci, zalim, zarar, zencefil, zerdeçal… Bunlar birer birer geçti kafasından. Zencefil ve zerdeçal biraz sevimli geliyordu kulağa fakat “z” harfi ona telefon titreşimini hatırlatan bir his veriyordu.
    Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Geriye kalan 28 harf umurunda değildi. Bir vakitler “ş” harfini de düşünmüştü ama bu kadar değil. “ş” harfinde bir ışıltı vardı. Su sesi var gibiydi harfte oysa “Sus” anlamında kullanılıyordu kol kola girmiş “ş” harfleri.  Oysa “z”-yine düşünmeye başlamıştı işte- arı kanatlarını hatırlatıyordu, sivrisinekleri hatırlatıyordu.
Bir sonraki harfe geçmek istese bile geçemiyordu. Başa dönmek için çok geçti.
Unutmalıydı bu harfi, bir süreliğine ancak yaşadığı yerde çoğu zaman “s” yerine de “z” kullanılıyordu. Mesela “sahur” yerine insanlar “zöhür” diyordu. Tam o anda yine bir yara kanamaya başlıyor, “z” harfi kendisini hatırlatıyordu.
    Daha da kötüsü şuydu: Sabah, yerine “zabah” hatta çoğu zaman “zabbah” diyorlardı ve yine bir “z”ye yakalanıyordu.
    Zırıltılı bu harfi unutmalıydı. Zoruna gidiyordu böyle yaşamak. Zamanı bir şekilde geçirmeliydi. Zannediyordu ki bu harften kurtulsa rahatlayacak. Zindana atılmıştı sanki ve parmaklıklar z şeklinde demirlerle yapılmıştı. Zincirlerle bağlanmıştı ayakları ve zincirler z harfine benziyordu. Zalimdi bu harf. Zihninden atamıyordu bu harfi. Zorlandıkça başka harfleri çağırıyordu imdada ama hepsi tatile gitmiş gibiydi. Zemheride gibi üşüyordu. Zehirliydi bu harf, usul usul yayılıyordu damarlarında. Zeki biriydi ama bu işin içinden çıkamamıştı. Zaten yorulmuştu düşünmekten. Zıplayıp yatağına uzandı. Zeki Müren dinliyordu yandaki komşu ve sesi onun odasına kadar geliyordu. Zırvalamaya başladığını düşünüyordu. Zengin biri olsaydı apartmanda yaşamaz, bu gürültülere katlanmazdı. Zavallı ben, dedi uykuya dalarken. Zırha sarılır gibi yorganına sarıldı. Zümrüt vadilerde dolaştı rüyalarında. Zürafaları kovalıyordu durmadan. Zurna çalan karıncayiyenler koşuşuyordu etrafında. Zarlar elinde tavla oynamaya gidiyordu.
    -Zübeyde, diye seslendi annesi. Sabah oldu kızım, uyan artık.
İsminin ilk harfinin “z” olduğunu hatırladı birden.

AYNA

 

 

Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek, 

Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman

    Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Ne zaman dünyaya gözlerini açmıştı bilmiyordu. Önceleri yalnızca kendisi için resim çiziyordu, sonraları insanlar gelerek ondan resim istemeye başlamışlardı. Gördüğü yüzlerden esinlenerek resim çiziyor, insanlar bu resimler için ona üzerinde küçük resimler ve sayılar olan kâğıtlar veriyorlardı. O ise verilen bu kâğıtların ne işe yarayacağını bilmiyordu çünkü üstünde zaten küçük resimler vardı insanların uzattığı kâğıtlarda. Bir süre sonra bu kâğıtların üzerindeki resimlerin aynı olduğunu fark etti. Bu kâğıtlara “para” diyorlardı. Ne işe yaradığını bir türlü anlamamıştı ama onun çizdiği tek resim için tomar tomar getirip bırakıyorlardı.
    Bir zaman sonra kapısının önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı. İnsanlar sıraya giriyordu ona resim siparişi vermek için. Anlamıyordu insanları. Neden kendileri çizmiyorlar da ona geliyorlardı. Yine de kırmıyordu insanları zaten başka işi yoktu. Zaten yapmayı bildiği başka bir şey de yoktu. Dışarıya çıkmak, kırlarda dolaşmak, şarkı söylemek ve hatta konuşmak ona göre değildi. Ona anlamsız geliyordu insanların hayatı.
    Bir sabah uyandığında etrafında gürültülü bir kalabalıkla karşılaştı. İnsanlar ellerinde boş tuvallerle yanına gelmişler, önünde bağırıp çağırıyorlardı.
    -Bana çizdiğin resim nerede? Ben bu resmi senden almak için bir ay burada bekledim. Bir tomar para verdim. Ama şimdi resim yok.
    Bir başkası tuvali fırlatarak bağırıyordu:
    -Bu nasıl bir dolandırıcılık. Hayatımda böylesi başıma gelmedi. Al boş tuvalini başına çal!
İnsanlarla konuşmadığı için onlara günler boyu getirdikleri parayı işaret etti. İnsanlar hırsla ve söylenerek paraların yığılı olduğu yere yöneldi. Kimi verdiğinden daha fazla para kimi de daha azını alarak evlerinin yolunu tuttular.
    Artık resim çizdirmeye gelen yoktu. Yine de çiziyordu. Mutluydu. Çizdiği resimlerin başkaları tarafından götürülmemesi de hoşuna gitmeye başlamıştı. Günleri saymıyordu, sayamıyordu ama kırk gün geçmişti yaşanan son arbededen sonra. Kırk resim çizmişti saymasa da. İnsanlar, etrafında bulunan küçük resimlerle kaplı sıkıcı kağıtları da götürmüşlerdi ya… Bunun için de mutluydu. Birbirine benzemeyen kırk resim vardı artık yanında, yöresinde.
    Kırk birinci gün yine bir gürültüyle uyandı. Yine aynı insanlar gelmişti yanına. Yine bağırıyorlardı:
    -Yeni nesil dolandırıcılık böyle mi?
    -Sen nasıl sahtekârsın?
    Kendi aralarında konuşuyor, ellerindeki boş kâğıtları göstererek:
    -Para diye eve götürdüğümüz şeyler meğer boş kâğıtmış, diye söyleniyorlardı.
İlk kez insanlarla konuşamadığı için biraz üzüldü. Onları anlayamıyordu. Onlara söyleyecek sözü de yoktu. Bir süre sonra nasıl olsa dağılır giderlerdi. Birden sevinmeye başladı çünkü insanlar küçük kâğıtları fırlatarak birer ikişer ayrılıyorlardı oradan.
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Resim çiziyordu insanların bıraktığı boş kâğıtlara.
    Bir gün birkaç kişi hiç konuşmadan ve gürültü yapmadan geldiler yanına. O an yine birileri resim isteyecek ya da kendisine küçük kâğıtlar fırlatacak diye heyecanlandı fakat hiç ona bakmıyorlardı. Karşısında bir şeyler yaptılar. Tuvale benzeyen kocaman bir nesne vardı ellerinde. Mat, kurşunî bir nesneydi çerçevenin içindeki. Üzerine resim de çizilemezdi bunun. Ne işe yarıyordu acaba? Umursamadı, resim çizmeye devam etti. Gelen kişiler de o, hiç yokmuş gibi getirdikleri nesneyi evirdiler, çevirdiler ve tam karşısına yerleştirdiler. Akşam olmuştu.
Ertesi sabah uyandığında karşısında kimin çizdiğini anlamadığı, çok güzel bir resim gördü. Gözlerini bu resimden alamıyordu. Tıpkı gerçek gibiydi resim. Belki de gerçekti. Bunu kendisi de çizmeliydi. İlk kez bir resme bakarak resim çizmek içinden geliyordu. Resimdeki adam, tıpkı kendisi gibi uykudan yeni uyanmış görünüyordu.
    Çizmeye başladı karşıda gördüğü resmin benzerini fakat karşıdaki resim de onun resmini çiziyor gibiydi. O ilerlettikçe resmi, karşıdaki resim de ilerliyordu. Nihayet çizimini tamamladı. Karşısındaki resmin de çizdiği resim tamamlanmıştı. Sıra boyamaya gelmişti. Kollarından başladı boyamaya. Sol kolu boyamayı bitirdiğinde, sol kolunda bir ağırlık hissetmeye başladı. Sanki tutulmuş, taşlaşmış gibiydi sol kolu. Bu şaşkınlıkla resmin kalan yerlerini boyamaya devam etti. En çok da gözleri boyarken yoruldu çünkü artık gözlerini kırpamıyordu. Nihayet kalan sağ kolunu da boyayıp son fırça darbesini indirdiğinde elinden fırça düştü. Fırçayı almaya çalıştı ancak hareket edemiyordu. Çaresizce karşıya baktı. Karşıdaki resim de bitmişti. Bir ses duydu bu esnada:
    -Aylar süren çalışmam sonunda bitti. Da Vinci görse bu resmi, kesin bir daha eline fırça almazdı.
Gözünü bile kımıldatamıyordu. Karşıya baktı uzun uzun. Karşıdaki resim, kendisiydi. Karşısına konulan şeyin bir ayna olduğunu anladı. Aynanın hemen önünde duran sırtı kendisine dönük kişinin elindeki fırça dikkatini çekti. Bu fırça, az önce kendisinin sağ elinden düşmüştü.