6 Mart 2025 Perşembe
İFTARA DOĞRU YAKLAŞIRKEN
2 Ocak 2025 Perşembe
MESAİ
19 Aralık 2024 Perşembe
İÇİMİZDEN BİRİ
12 Aralık 2024 Perşembe
EFENDİ İLE KÖLE
28 Kasım 2024 Perşembe
B/EN
7 Kasım 2024 Perşembe
HİKAYESİNİ YAZAN KALEM
RUKİYE TOKGÖZ
MERVE HOŞGİZ
RUKİYE TOKGÖZ
YUSUF ÇAĞRI EKİCİ
EMİR ARAS İMİRHAN
MERVE HOŞGİZ
HAZAL
MİNA ÇAKMAK
RUKİYE TOKGÖZ
EMİR SUBAŞI
19 Eylül 2024 Perşembe
GERÇEĞİN AYNASI
28 Mayıs 2024 Salı
ÇUVAL
Okuldan evlerine dönen bir grup öğrenci, yolda şakalaşırken karşılarına düşen bu genci görür görmez içlerinde anlamsız bir korku oluştu. Tişörtünün üzerindeki lekeler kırmızıydı ve şüpheli bir tavrı vardı. Öğrencilerden biri diğerlerine:
-Sizce bu çuvalın içinde ne olabilir, diye sordu fısıltıyla.
Diğerleri, akıllarına gelen şeyi söylemeye ürktüler. Sadece biri:
-Çuvalda ne var bilmiyorum ama tişörtünde kan lekeleri var bu adamın, dedi yine fısıltıyla.
O anda öğrenciler oldukları yerde kaldılar ve birilerine haber verme ihtiyacı hissettiler. Hemen ilerde, otobüs durağında bekleyen birini gözlerine kestirerek yanına gittiler:
-Beyefendi, şu sırtında çuvalla gezen genç… Çok korkunç değil mi? O çuvalda ne taşıyor olabilir? Üstelik elbisesi de kan içinde, dedi.
Adam da fısıltıyla:
-Sabah beri ben de onu takip ediyorum, bir şeyler yapmalıyız, gerçekten çok kötü şeyler geliyor aklıma, dedi.
Gençler ve durakta bekleyen adamın konuşmalarını duyan yaşlı bir teyze hemen söze dahil oldu:
-Bence bu bir katil. Derhal polise haber vermeliyiz. Şunun suratına bakınsana Allah aşkına. Hiç meymenet yok.
Duraktaki küçük kalabalığı ve konuşmaları gören herkes birer ikişer oraya yanaştı. Bu sırada sırtında çuval taşıyan genç de çuvalı yere bırakmış, kalabalığa doğru sert sert bakıyordu.
Kalabalıktan biri:
-Kaçabilir, bir şeyler yapmamız gerek, diye devam etti. Herkesin gözü genç adamda ve yanında duran çuvaldaydı.
Herkesin düşüncesi aynı yöndeydi. Kimse aklına gelen şeyi tam olarak söylemiyor ancak bu genci azılı bir suçlu, hatta katil olarak düşünüyordu. Küçük tartışmalardan sonra nihayet kalabalığın en yaşlılarından biri:
-Siz de beni takip edin. Ben bu genci yakalayacağım, bana yardım edin yeter, dedi.
Kalabalık bir anda cesaretlenmişti. Öğrenciler, çantalarını durağa bırakarak yaşlı adamın peşine düştü. Yaşlı adam bastonunu bir kılıç gibi ileri doğru tutuyordu. Kalabalığın kendi üzerine doğru geldiğini gören genç önce telaşlandı. Çuvalı yeniden eline almıştı ki omzuna inen baston darbesi ile şaşkına döndü. Birdenbire yüzündeki o sert ifade yerini tebessüme bıraktı:
-Dede, iyi misin? Ne yapıyorsun, dedi.
Yaşlı adam:
-Nerden senin deden oluyorum hadsiz, diyerek bastonla bir kez daha vurdu.
Ondan cesaret alan teyzelerden biri gencin kafasına çantasını indirmeye başladı. Bağrışmalar, çağrışmalar, olay yerine güvenlik ekiplerinin gelmesi ile sona erdi. Memurlar, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kalabalık ısrarla çuvalı işaret ediyor, gencin azılı bir katil olduğu yönünde imada bulunuyorlardı. Kendisine ilk kez söz hakkı verilen genç:
-Bir çuval pizzayı mahvettiniz. Beni işimden ettiniz. Üstelik bir de dayak attınız. Ben size ne yaptım ki, diyerek duygusallaştı.
Kalabalıktan biri:
-Yalan söylemeden önce tişörtündeki kan lekelerini açıkla, dedi.
Genç şaşkın şaşkın tişörtüne bakarak:
-Üzerimi değiştirmeye vakit bulamadım, siparişler acildi. Bunlar da ketçap lekesi, dedi.
Kalabalık sessizleşmişti. Öğrenciler durağa doğru yöneldi. Çantalarını alarak yola devam ettiler. Güvenlik görevlileri genci teselli etmeye çalışıyordu. Bastonlu ihtiyar ortadan kaybolmuştu. Şehir, yeniden eski haline dönmüştü. Üzerinde yıpranmış bir kot pantolon ve kırmızı lekelerle kaplı bir mavi bir tişörtle hüzünlü bir genç kocaman bir çuvalın yanında üzgün üzgün oturuyor, boşluğa bakıyordu.
27 Nisan 2024 Cumartesi
SAKSI
Yusuf Çağrı Ekici
Bir saksı, bir saksıdır bizler için
Bakınca uzaktan
Oysa bir saksı
Evi bir çiçeğin
Belki sayısız böceğin
İYİ MİSİN SEN?
Yusuf Çağrı Ekici, Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu
Her şeye karşı çıkıyordu. Günün 24 saat olduğunu söyleyen birine:
-Ama zaman; kişiye göre değişir, bazen bir saat bir yıl gibi geçebilir, diyordu.
En yüksek notu aldığı için sevinen arkadaşına:
-100’den büyük sayılar da var, farkında mısın? Bunun en yüksek not olduğuna inanmıyorum, diyordu.
Sık sık arkadaşları tarafından yalnızlığa itilse de ailesi tarafından çok sevildiğini hissediyordu çünkü ailesi sık sık onu gezmeye gönderiyor, eve geç kaldığında “neredesin” diye sormuyor hatta erken geldiğinde üzülüyorlardı.
Bakkala, markete, maça, konsere, sinemaya… istediği her yere, saat ve gün sınırı olmaksızın gidebilirdi. Okulda bile yatabilirdi. Ailesi ona işte bu kadar güveniyordu. Arkadaşları gibi değildi onlar. Onun değerini anlıyorlardı.
Hayatı hep böyle cins düşünerek, cins şeyler yaparak, cinslikle mi geçecekti? Aslında cins kelimesi bazen yetmiyordu, “gıcık” kelimesi daha uygun oluyordu onu tarif etmek için. Çoğu arkadaşı ona “gıcıksın” diyordu ve çok mutlu oluyordu bu kelimeyi duymaktan.
-Bir daha söyler misin, diyordu kendine “gıcık” diyene. Üstelik bir de teşekkür ediyordu çünkü sıradan olmak istemiyordu. Farklı olmak hoşuna gidiyordu. Gıcık olmak da bir farklılıktı.
Gün boyu tuhaflıklar yapmış -aslında tuhaflık demeyelim, sıra dışı şeyler diyelim- yorulmuştu. Son günlerde kendini normalleşmiş hissediyordu. Eskisi kadar farklı karşılanmadığı için daha çok “cinslik” yapması gerekiyordu. Yoksa sıradan bir çocuk olacaktı. Sıradan çocuk olmak onun için pazarda çürük domates olmak gibi bir şeydi. Gerçi çürük domatesten de bir şeyler yapmak mümkündü. Mesela, salça. Salçalı ekmeği çok severdi fakat market ekmeği olmayacak. Annesinin yaptığı ekmeklerden olacak ve salçayı bu ekmeğin üzerine sürecek, sokağa çıkacak ve bu ekmeği yiyerek okulun basket sahasına kadar ulaşacaktı. Okul bahçesi ona hep İstiklal Marşı’nı ve okul müdürünün değerli konuşmasını hatırlatırdı. Okul müdürünün konuşmasını ne öğrenciler beğenir ne öğretmenler beğenirdi. Hatta çoğuna göre “boş” konuşurdu. Hava çok sıcaksa genelde okul müdürü konuşmayı iki kat daha uzatırdı. Öğrenciler ve öğretmenler bundan çok şikâyet ederdi ama aslında okul müdürünün çabası, sıcaktan mayışmış öğretmen ve öğrencilerin zihinsel potansiyelini artırmak içindi. Neden sadece bunu o anlıyordu? Bunu, yani müdürün yaptığı bu hizmeti, faydalı işi… İşte bunu anlamıyordu.
Anlamadığı başka şeyler de vardı. Maç izlemeye gittiği bir gün dayak yemekten son anda kurtulmuştu. Galatasaray-Fenerbahçe maçına güçlükle bilet bulmuş, keyifle maçı izlerken tuhaf bir olay yaşamıştı. Koyu Fenerbahçeliydi. Maçta bir ara Galatasaray, Fenerbahçe’ye gol atmak üzereyken herkes tepki gösterip yuhalamaya başlamıştı. O ise bu esnada üzerindeki Fenerbahçe tişörtünü çıkarmış ve altındaki Galatasaray forması ile bağırmaya başlamıştı:
-Galatasaraaaaay, Galatasaraaay!
Bu duruma tepki gösteren diğer seyircilerden güç bela kaçabilmişti. Oysa futboldu bu. İyi oynayan takımı tebrik etmek ve ona tezahüratta bulunmak gerekliydi. Koyu Fenerbahçeliydi ama aynı zamanda yerine göre koyu Beşiktaşlı, koyu Galatasaraylı, Ümraniye Sporlu da olabilirdi. Hatta Koyu Zeytinburnu Sporlu bile olabilirdi. İnsanların bir futbol takımını ölesiye sevmesini anlayamıyordu. Başka insanlar bunu “gıcıklık” olarak düşünse de.
Kafasından bunlar geçerken eve ulaşmıştı bile. Yoksa sıradanlaşmış mıydı? Hiçbir tepki almamıştı arkadaşlarından. Galiba normalleşiyordu. Bu durum üzücüydü. Kapıyı açtı, içeriye girdi. Ailesi, onu bu saatlerde evde görmeye alışık değildi. Üstelik üzgün görmeye hiç alışık değildi. Sessizce odasına geçti. Yemek saatine kadar bekledi. Yemek saati geldiğinde sofraya geçti. Normalde evde çok az yemek yerdi. Sofraya oturdu ve önce tatlıdan yemeye başladı. Sonra pilavı bitirdi. Üzerine de çorbayı içti. Çorbayı içtikten sonra besmele çekerek odasına döndü. Ailesi onu tanıdığı için tepki vermemişti bu beslenme sıralamasına. Bir şeyler yanlış gidiyordu. Kimsenin tepki vermemesi sorun haline gelmişti. Ertesi günü “gıcıklık günü” olarak planladı. Şimdiye kadar yapmadığı gıcıklıkları yapacaktı.
Sabah bu düşünceyle okula gitti. Arkadaşları sıra halinde bekliyordu. Sıraya girmedi ve bayrak direğinin yanına geçti. Kimse onu sıraya geçmesi için ikaz etmedi. Okul formasını giymemişti. Kimse ona okul formasının nerede olduğunu sormadı. İlk dersleri Türkçeydi. Derste matematik kitabını çıkardı ama öğretmeni hiçbir şey demedi. Son derse kadar bütün gıcıklıkları yaptı fakat kimsenin sesi çıkmıyordu. Son ders geldiğinde sırasının yönünü duvara çevirdi ve öyle bekledi öğretmeni. Öğretmen ders boyu hiçbir şey söylemediği gibi gıcıklık olsun diye söz hakkı istediğinde konuşması için söz hakkı bile verdi. Bu kadarına da pes, dedi içinden ve alakasız şeyler konuştu fakat öğretmen:
-Aferin sana, dedi. Bugün derste çok iyiydin. Keşke hep böyle olsan.
Dersler bitmişti. Çok yorulmuştu, evine gidip dinlenmek istiyordu. Yolda aklına başka bir şey daha geldi. Ters yürümeye başladı. Sırtını evin yönüne verdi ve geri adımlarla ilerledi. Bazen düşecek gibi oluyor, insanlar ona yardım ediyordu. Kimse bir şey demiyordu.
Bu şekilde eve kadar geldi. Evleri zaten giriş kattaydı. Pencereyi açık gördü ve şimdiye kadar kapıyı kullanmakla ne büyük hata yaptığını anladı. Eve girmek için bu kadar kısa bir yol varmış ve ben hep kapıyı kullanmışım, diye içinden geçirdi. Pencereden içeri girdi. Mutfağa girmişti. Bir bardağa su doldurdu sonra sürahideki suyu içti. O sırada mutfağa giren annesi kızgın bir sesle:
-Oğlum, niye böylesin? Neden bunu yapıyorsun, dedi. Kendisini en çok tanıyan kişilerin ailesi olduğunu düşünmüştü hep. Demek ki onlar halen tanımamıştı ve eve giriş tarzı ile günün tek gıcıklığını yapmıştı. En azından öyle düşünüyordu ki annesi devam etti:
-Sürahiden su içmek de ne? Burada kocaman damacana var. Niye kendini zora sokuyorsun? Damacanayı buraya boşuna mı koyduk, dedi.
Yaşadıkları bir rüya olmalıydı. Bu kadarı olamazdı.
İnsanlara bir şeyler olmuştu. Belki de insanlara değil kendine bir şeyler olmuştu. Odasına gitti. Artık kendini hiçbir özelliği olmayan bir çocuk olarak görüyordu. Çırpınmak anlamsızdı. Belki de baştan beri yanlış yapmıştı. Arkadaşları gibi olmalıydı. Onlar gibi her şeye uyum sağlamalı, itiraz etmemeliydi. Yeni hayat onun için biraz zor olacaktı ama eskisine göre belki de bu daha kolaydı.
Uyandı; gıcıklık ve cinslik kelimeleri hafızasından silinmişti. Yüzünü yıkadı, su içti ama bardaktan. Kahvaltısını yaptı. Çantasını düzenledi ve okulun yolunu tuttu. İlk kez okula gidiyor gibiydi. Sakindi. Hava açıktı. Okula yanaştığında bazı arkadaşlarının oyunda olduğunu gördü. Sıraya geçti. Herkes şaşkındı. Konuşmadı, kimseyi eleştirmedi. Nöbetçi öğretmenler ve okul müdürü öğrencilerin önünde durmuştu. Müdür konuşmaya başladı. Arkadaşları, müdür konuştukça dikkatlice onu dinliyor hatta bazıları arada alkışlıyordu. Bu sıkıcı konuşmayı niye alkışladıklarını anlamadı. Çok canı sıkılmıştı. Sınıfa girdiğinde tüm sıraların duvara dönük olduğunu gördü. Kendi sırası kürsüye bakıyordu. Öğretmen sınıfa girdi ve sordu:
-İyi misin sen?
16 Mart 2024 Cumartesi
ŞİMDİLİK SOĞUK BİR HİKAYE
Yusuf Çağrı Ekici, Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu
1.BÖLÜM
Soğuk bir kış günüydü. Hava kararmaya başladıkça soğuk daha da artmış, soğuktan kaçan insanlar yüzünden caddeler, sokaklar bomboş kalmıştı. Sokak hayvanları bile kendilerine saklanacak, ısınacak bir yerler bulmuş olmalıydılar ki ortada ne bir kedi vardı ne bir köpek.
Her zaman olduğu gibi iş yerinde yalnızca o kalmıştı ama çıkmalıydı ve evine gitmeliydi artık. Dışarda soğuğun bu kadar artmış olacağını düşünmüyordu bile. Kabanını, atkısını, şapkasını, eldivenini giyerek iş yerinden dışarıya çıktı. Soğuk yüzüne jilet gibi çarpmıştı. Yollarda kimsecikler yoktu üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Evi hayli uzaktı. Daha yolun başındaydı ve soğuk onu şimdiden etkilemişti. Kulağının, burnunun fırtınada kopup gideceğinden korkuyor arada bir yokluyordu. Fırtına üzerine kar da yağmaya başlamıştı. Gözünü açamıyor, hangi sokakta olduğunu göremiyor, evine ne kadar yaklaştığını tahmin edemiyordu. Bir süre böyle devam ettikten sonra güç bela etrafına baktı. Evler vardı ama hiçbirinin ışığı yanmıyordu. O kadar üşümüştü ki artık evine ulaşabileceğinden endişe duyuyordu. Bir an önce herhangi bir kapıyı çalmalıydı. Evlere bakıyor, kapıları çalıyordu ama hiçbir kapı açılmıyordu. Zaten içerde birilerinin yaşadığı da hatta bu sokaklarda evlerde birilerinin yaşadığı belli değildi. Başka bir şehre düşmüş gibiydi. Bu sokakları daha önce hiç görmemişti. Evleri hiç görmemişti. Kaldırımları hiç görmemişti. Sendeleyerek yürüyor, arada kapılara vuruyor ancak hiçbiri açılmıyordu. Siyah beyaz bir fotoğrafın ya da filmin içine düşmüş bir yabancıydı. Zaman donmuştu fakat kar yağıyor, fırtına devam ediyordu. Büyük bir uğultu duyunca önce önüne sonra ardına bakma ihtiyacı hissetti. Uğultu git gide büyüyordu. Adım atacak gücü kalmamıştı. Olduğu yere yığıldı ve gözlerini kapadı.
-2 BÖLÜM
-
Gözlerini tekrar açtı. Müzik sesleri geliyordu uzaklardan. İnsanlar etrafından dolaşarak geçiyor, kahkahalar atıyorlardı. Hava çok aydınlıktı ve gözlerini tam olarak açamıyordu. Üstelik çok da sıcaktı. Yanından gelip geçen insanlar onu görmüyor gibiydi. Toparlandı, gözlerini kısarak etrafı yokladı, süzdü. Bu sokağı tanımıyordu, bu insanları tanımıyordu, bu müziği hiç duymamıştı daha önceden. Yürümek istedi. Yürüyebiliyordu. Hızlandı, hızlandı. Sanki ayakları kendisinden bağımsız gibi, havada gibiydi. Koşmaya başladı. Hızlandıkça hızlanıyordu fakat ne terliyordu ne de yoruluyordu.
Yolun sonuna ulaşmış gibiydi. Burada da insanlar eğlence içindeydi. Birilerine yaklaşarak sordu:
-Buralarda kelle paça içebileceğim, katmer, çörek alabileceğim bir yerler var mı?
Sorduğu kişi cevap vermek şöyle dursun, dönüp yüzüne bile bakmadı. Belki de soruyu değiştirmeliydi. Başka bir adamın yanına yaklaşarak:
-Af edersiniz bayım, stadyum buralara yakın mı? Nasıl gidebilirim?
Sorduğu kişi cevap vermek şöyle dursun, dönüp yüzüne bile bakmadı.
Son kez birine daha yaklaştı ve sordu:
-Adınız Aras mı? Daktilo ile yazmaya ne zaman ara vereceksiniz?
İlk kez soru sorduğu biri dönüp yüzüne bakmıştı. Tebessüm ederek:
-Evet, adım Aras. Nerden bildiniz?
Tam bu garip ortamdan kurtulacağını ya da buraya dair bir şeyler anlayacağını düşünürken ismi Aras olan kişinin aslında başka biriyle konuştuğunu ve ona cevap verdiğini anladı. Tüm bu yaşadıkları başını döndürmüştü. Bulunduğu yere oturmak, bir şeyler içmek, dinlenmek istedi. İnsanlardan uzakta bir yer bulmalıydı kendine. Sol tarafında uzanan çölü fark etti. Orası tenha görünüyordu. Çöle, insanların olmadığı yerlere gitmeli ve kendine bir gölge bulmalıydı. Dinlenmeliydi. Belki de bir rüyaydı yaşadıkları. Kum fırtınası başlamıştı. Gözlerini kapadı.
DEVAM EDECEK
9 Mart 2024 Cumartesi
BİR KURTULUŞ HİKAYESİ
Emir Aras İmirhan, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Subaşı
Bütün dünyada bir kedi sevgisi hastalığı başlamış, çocuklar, gençler yaşlılar herkes ama herkes evinde, mahallesinde gördüğü kediyi seviyor, besliyordu. Kimsenin aklına kedilerin sinsi planı gelmiyordu. Kediler için yüzyıllardır bekledikleri fırsat doğmuştu. Artık kimse köpekleri sevmiyor, kuşlara bakmıyor herkes yalnızca kedileri seviyordu. Bazıları annesinden, babasından, kardeşinden çok kedisiyle vakit geçiriyordu. Kedilerin evcilleştirildiğini sanıyorlardı ama kediler insanları kedileştiriyordu. Kediler gibi nankör, kediler gibi mızmız ve tembel insanlar çoğalmıştı. Evlerde tıpkı kediler gibi uzanıp yatan çocuklar türemişti. Yalnızca mama vakti kalkıp, kumuna işeyen ve sonra yeniden horul horul uyuyan çocuklar. İnsanlar normal konuşmayı unutmaya başladıklarının farkında değillerdi. Konuşmaları artık miyavlamayı hatırlatıyordu. Bazıları kedilerinin konuştuğunu zannediyor bununla ilgili videolar çekiyor ve paylaşıyordu ama gerçek tam tersiydi. İnsanlar miyavlamaya yakın anlaşır hale gelmişti. Tıpkı kediler gibi insanlar da birbirlerinden hazzetmiyor, bölgelerine başkaları girdiğinde agresif tavırlar sergiliyorlardı.
Yalnızca bu kadar olsa yine iyiydi fakat insanlar kedileri sevdikçe kuşları yiyecek olarak görüyor, köpeklerden korkuyla karışık bir nefret duyuyorlardı. Ayrıca şehirlerde balık satışları da tavan yapmıştı.
Dünyanın bu gidişatından en çok rahatsız olanlar kuşlar ve köpeklerdi. Kuşlar, zaten çoğunlukla doğada yaşıyorlardı ancak köpekler bin yıllardır hizmet ettikleri, sadakat gösterdikleri insanların nasıl bu hale geldiklerini anlamıyorlardı. Sonunda insanlığın sadık dostu, koruyucusu köpekler birer ikişer şehirlerden ayrılarak yeniden doğaya dönmeye başladılar. Dağlarda, ormanlarda kendi cinsleriyle karşılaşan köpeklerin hepsinin gözlemi aynı yöndeydi. Kediler dünyayı ele geçirmek üzerelerdi ve insanlardan sonra dünyadan kaldırmayı düşündükleri canlılar ihtimal köpeklerdi.
Günlerce içinde bulundukları durumu şehirlerden uzaklarda değerlendiren köpekler sonunda büyük bir mücadele için karar verdiler ve K.İ.T.Y (Kedi İmha ve Toplama Yönetimi) adlı teşkilatı kurarak yeniden insanların yanlarına dönmeye başladılar. K.İ.T.Y’nin kuruluş amaçları şöyleydi:
1- Son yıllarda değişen kedi tavırlarını ve niyetlerini anlamak.
2- Kedilerin içinden bazılarını kendileriyle çalışmaya ikna etmek gerekirse zorlamak.
3- Kedilerin insan davranışlarındaki etkilerini anlamak.
4- Dünyayı yeniden eski günlerine döndürerek gerekirse dünyayı kedi türünden arındırmak.
Kendi aralarında gizlilik anlaşması ve görev dağılımı yapan köpekler kedilerin dikkatini çekmeden yeniden şehirlere inmeye başladılar. İşleri çok zordu çünkü onlar doğadayken kediler, insanları iyice yoldan çıkarmışlardı.
Köpeklerden biri takip ettiği kedilerden birinin davranışlarında gariplikler sezmişti. Kedi, insanların yanındayken normal bir kedi gibi davranıyor ancak dışarıya çıktığında adeta farklı bir yaratığa dönüyor ve tuhaflıklar sergiliyordu. Birkaç gün bu kediyi takip eden köpek sonunda teknolojik bir üssün önünde onlarca kediyi gördü. Bu üs dünya dışı yaratıklar tarafından yönetiliyordu ve bazı kediler de aslında bu yaratıklara çalışıyordu. Durumu diğer köpeklere haber vermek için bir toplantı talep etti. Toplantıda söylenen şeyler hep birbirinin aynısıydı. Aslında dünyayı istila eden, insanları yöneten kediler değil de kedileri de yöneten dünya dışı yaratıklardı. Köpeklerin işi iyice zorlaşmıştı. Mutlaka kendilerine yeni yardımcılar bulmaları gerekiyordu. Bunun için kuşlardan yardım almak gerektiğinde hemfikir oldular. Önce evcil kuşlardan başlamak gerekiyordu. Kedilerin tavırlarından zaten muhabbet kuşları, papağanlar, güvercinler ve kanaryalar da rahatsızdı. Önce onlara K.İ.T.Y’nin varlığından ve çalışma şartlarından bahsetti köpekler. Hepsi de birlikte çalışmayı kabul etti fakat bu kuşlar çelimsiz ve güçsüz olduklarından diğer kuşlara da durumu anlatmak gerekliliği oluşmuştu. Bir süre sonra yerde köpekler gökte tüm kuşlar kedileri ablukaya almışlardı.
Dünya dışı yaratıklar ise bu esnada planlarının deşifre olduğunun farkına vardılar ve köpeklerle, kuşlarla büyük bir mücadele planı yaptılar. Kedilerin bir kısmı doğal kediydi, normal davranıyordu. K.İ.T.Y mensupları doğal kedilere ulaştığında facianın daha büyük olduğunu anladı çünkü bu kediler köle gibi, rehine gibi zorla çalıştırılıyorlardı. Hatta bazı kediler sahiplerine bir şeyler anlatmaya çalışmış fakat hayvan barınağına bırakılmışlar ve yerine diğer kedilerden bırakılmıştı.
Yeteri kadar doğal kediyle irtibat kuran K.İ.T.Y, dünya dışı yaratıkların üslerine tüm kedilerin giriş hakkı olduğunu öğrendiğinde büyük bir planı yürürlüğe koydu. Tıpkı bu yaratıkların insanlığı adım adım ele geçirme çabası gibi köpekler de adım adım üsse sızacak bir yandan da kuşlardan destek alacaklardı.
Daha fazla zaman kaybetmek anlamsızdı. Kısa sürede üssün tüm krokisi ve kritik bölümleri K.İ.T.Y’nin eline geçti ve şafakla beraber taarruz kararı aldılar. Kuşlar önce etrafı kolaçan etti, ardından doğal kediler üsse birer ikişer girmeye başladı. En son köpekler uluyarak ve sert sesler çıkararak üsse saldırdı. Dünya dışı yaratıkların karşılık verecek vakitleri yoktu. Üs, bir anda sesler çıkarmaya başladı. Büyük bir patlamanın ardından üssün çekirdek bölümü ışıklar saçarak havalanmaya başladı. Cisim uzaklaştıkça doğal olmayan kedilerin önce tüyleri dökülüyordu sonra cızırtıyla küle dönüşüyorlardı.
Dünya kurtulmuştu ama insanların doğal hallerine dönmeleri için hayvanların onlara doğal davranışları hatırlatmaları gerekiyordu.
Uzun, yorucu bir mücadele geride kalmıştı. Görevini tamamlayan K.İ.T.Y’nin artık dağıtılması gerekiyordu fakat bu kez de köpeklerin içinde değişik davranışlar sergileyenler başlamıştı.
24 Şubat 2024 Cumartesi
Z
Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek,
Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman
Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Mesela Zehra vardı sınıfında ve Zeynep. Onları düşünmüyordu, z harfiydi düşündüğü yalnızca. z, s’ye biraz benziyordu ama “z”nin sesi başkaydı. Zil, zebra, zarf, zakkum, zıkkım, zenci, zalim, zarar, zencefil, zerdeçal… Bunlar birer birer geçti kafasından. Zencefil ve zerdeçal biraz sevimli geliyordu kulağa fakat “z” harfi ona telefon titreşimini hatırlatan bir his veriyordu.
Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Geriye kalan 28 harf umurunda değildi. Bir vakitler “ş” harfini de düşünmüştü ama bu kadar değil. “ş” harfinde bir ışıltı vardı. Su sesi var gibiydi harfte oysa “Sus” anlamında kullanılıyordu kol kola girmiş “ş” harfleri. Oysa “z”-yine düşünmeye başlamıştı işte- arı kanatlarını hatırlatıyordu, sivrisinekleri hatırlatıyordu.
Bir sonraki harfe geçmek istese bile geçemiyordu. Başa dönmek için çok geçti.
Unutmalıydı bu harfi, bir süreliğine ancak yaşadığı yerde çoğu zaman “s” yerine de “z” kullanılıyordu. Mesela “sahur” yerine insanlar “zöhür” diyordu. Tam o anda yine bir yara kanamaya başlıyor, “z” harfi kendisini hatırlatıyordu.
Daha da kötüsü şuydu: Sabah, yerine “zabah” hatta çoğu zaman “zabbah” diyorlardı ve yine bir “z”ye yakalanıyordu.
Zırıltılı bu harfi unutmalıydı. Zoruna gidiyordu böyle yaşamak. Zamanı bir şekilde geçirmeliydi. Zannediyordu ki bu harften kurtulsa rahatlayacak. Zindana atılmıştı sanki ve parmaklıklar z şeklinde demirlerle yapılmıştı. Zincirlerle bağlanmıştı ayakları ve zincirler z harfine benziyordu. Zalimdi bu harf. Zihninden atamıyordu bu harfi. Zorlandıkça başka harfleri çağırıyordu imdada ama hepsi tatile gitmiş gibiydi. Zemheride gibi üşüyordu. Zehirliydi bu harf, usul usul yayılıyordu damarlarında. Zeki biriydi ama bu işin içinden çıkamamıştı. Zaten yorulmuştu düşünmekten. Zıplayıp yatağına uzandı. Zeki Müren dinliyordu yandaki komşu ve sesi onun odasına kadar geliyordu. Zırvalamaya başladığını düşünüyordu. Zengin biri olsaydı apartmanda yaşamaz, bu gürültülere katlanmazdı. Zavallı ben, dedi uykuya dalarken. Zırha sarılır gibi yorganına sarıldı. Zümrüt vadilerde dolaştı rüyalarında. Zürafaları kovalıyordu durmadan. Zurna çalan karıncayiyenler koşuşuyordu etrafında. Zarlar elinde tavla oynamaya gidiyordu.
-Zübeyde, diye seslendi annesi. Sabah oldu kızım, uyan artık.
İsminin ilk harfinin “z” olduğunu hatırladı birden.
AYNA
Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek,
Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Ne zaman dünyaya gözlerini açmıştı bilmiyordu. Önceleri yalnızca kendisi için resim çiziyordu, sonraları insanlar gelerek ondan resim istemeye başlamışlardı. Gördüğü yüzlerden esinlenerek resim çiziyor, insanlar bu resimler için ona üzerinde küçük resimler ve sayılar olan kâğıtlar veriyorlardı. O ise verilen bu kâğıtların ne işe yarayacağını bilmiyordu çünkü üstünde zaten küçük resimler vardı insanların uzattığı kâğıtlarda. Bir süre sonra bu kâğıtların üzerindeki resimlerin aynı olduğunu fark etti. Bu kâğıtlara “para” diyorlardı. Ne işe yaradığını bir türlü anlamamıştı ama onun çizdiği tek resim için tomar tomar getirip bırakıyorlardı.
Bir zaman sonra kapısının önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı. İnsanlar sıraya giriyordu ona resim siparişi vermek için. Anlamıyordu insanları. Neden kendileri çizmiyorlar da ona geliyorlardı. Yine de kırmıyordu insanları zaten başka işi yoktu. Zaten yapmayı bildiği başka bir şey de yoktu. Dışarıya çıkmak, kırlarda dolaşmak, şarkı söylemek ve hatta konuşmak ona göre değildi. Ona anlamsız geliyordu insanların hayatı.
Bir sabah uyandığında etrafında gürültülü bir kalabalıkla karşılaştı. İnsanlar ellerinde boş tuvallerle yanına gelmişler, önünde bağırıp çağırıyorlardı.
-Bana çizdiğin resim nerede? Ben bu resmi senden almak için bir ay burada bekledim. Bir tomar para verdim. Ama şimdi resim yok.
Bir başkası tuvali fırlatarak bağırıyordu:
-Bu nasıl bir dolandırıcılık. Hayatımda böylesi başıma gelmedi. Al boş tuvalini başına çal!
İnsanlarla konuşmadığı için onlara günler boyu getirdikleri parayı işaret etti. İnsanlar hırsla ve söylenerek paraların yığılı olduğu yere yöneldi. Kimi verdiğinden daha fazla para kimi de daha azını alarak evlerinin yolunu tuttular.
Artık resim çizdirmeye gelen yoktu. Yine de çiziyordu. Mutluydu. Çizdiği resimlerin başkaları tarafından götürülmemesi de hoşuna gitmeye başlamıştı. Günleri saymıyordu, sayamıyordu ama kırk gün geçmişti yaşanan son arbededen sonra. Kırk resim çizmişti saymasa da. İnsanlar, etrafında bulunan küçük resimlerle kaplı sıkıcı kağıtları da götürmüşlerdi ya… Bunun için de mutluydu. Birbirine benzemeyen kırk resim vardı artık yanında, yöresinde.
Kırk birinci gün yine bir gürültüyle uyandı. Yine aynı insanlar gelmişti yanına. Yine bağırıyorlardı:
-Yeni nesil dolandırıcılık böyle mi?
-Sen nasıl sahtekârsın?
Kendi aralarında konuşuyor, ellerindeki boş kâğıtları göstererek:
-Para diye eve götürdüğümüz şeyler meğer boş kâğıtmış, diye söyleniyorlardı.
İlk kez insanlarla konuşamadığı için biraz üzüldü. Onları anlayamıyordu. Onlara söyleyecek sözü de yoktu. Bir süre sonra nasıl olsa dağılır giderlerdi. Birden sevinmeye başladı çünkü insanlar küçük kâğıtları fırlatarak birer ikişer ayrılıyorlardı oradan.
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Resim çiziyordu insanların bıraktığı boş kâğıtlara.
Bir gün birkaç kişi hiç konuşmadan ve gürültü yapmadan geldiler yanına. O an yine birileri resim isteyecek ya da kendisine küçük kâğıtlar fırlatacak diye heyecanlandı fakat hiç ona bakmıyorlardı. Karşısında bir şeyler yaptılar. Tuvale benzeyen kocaman bir nesne vardı ellerinde. Mat, kurşunî bir nesneydi çerçevenin içindeki. Üzerine resim de çizilemezdi bunun. Ne işe yarıyordu acaba? Umursamadı, resim çizmeye devam etti. Gelen kişiler de o, hiç yokmuş gibi getirdikleri nesneyi evirdiler, çevirdiler ve tam karşısına yerleştirdiler. Akşam olmuştu.
Ertesi sabah uyandığında karşısında kimin çizdiğini anlamadığı, çok güzel bir resim gördü. Gözlerini bu resimden alamıyordu. Tıpkı gerçek gibiydi resim. Belki de gerçekti. Bunu kendisi de çizmeliydi. İlk kez bir resme bakarak resim çizmek içinden geliyordu. Resimdeki adam, tıpkı kendisi gibi uykudan yeni uyanmış görünüyordu.
Çizmeye başladı karşıda gördüğü resmin benzerini fakat karşıdaki resim de onun resmini çiziyor gibiydi. O ilerlettikçe resmi, karşıdaki resim de ilerliyordu. Nihayet çizimini tamamladı. Karşısındaki resmin de çizdiği resim tamamlanmıştı. Sıra boyamaya gelmişti. Kollarından başladı boyamaya. Sol kolu boyamayı bitirdiğinde, sol kolunda bir ağırlık hissetmeye başladı. Sanki tutulmuş, taşlaşmış gibiydi sol kolu. Bu şaşkınlıkla resmin kalan yerlerini boyamaya devam etti. En çok da gözleri boyarken yoruldu çünkü artık gözlerini kırpamıyordu. Nihayet kalan sağ kolunu da boyayıp son fırça darbesini indirdiğinde elinden fırça düştü. Fırçayı almaya çalıştı ancak hareket edemiyordu. Çaresizce karşıya baktı. Karşıdaki resim de bitmişti. Bir ses duydu bu esnada:
-Aylar süren çalışmam sonunda bitti. Da Vinci görse bu resmi, kesin bir daha eline fırça almazdı.
Gözünü bile kımıldatamıyordu. Karşıya baktı uzun uzun. Karşıdaki resim, kendisiydi. Karşısına konulan şeyin bir ayna olduğunu anladı. Aynanın hemen önünde duran sırtı kendisine dönük kişinin elindeki fırça dikkatini çekti. Bu fırça, az önce kendisinin sağ elinden düşmüştü.