11 Ekim 2024 Cuma

KIVILCIM

 İdil Karaman


Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Kelimeler birer birer tepemde uçuşuyor ancak onları tutup anlamlı bir cümle kuramıyordum. Bir kuş olsaydı zihnimde uçuşan onu tutup yazabilirdim ama kelimeleri yakalayamıyordum. Kanatları yoktu kelimelerin belki de bu yüzden yakalayamıyordum. Kuş olsaydı zihnimde uçuşan ihtimal aynı türde kuşlar olurdu fakat kelimeler öyle değil. Her biri farklı bir renk, farklı bir boyut. 

Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Kelimeleri tam tutacakken bazen bir telefon bildirimi ürkütüyordu onları bazen dışardan geçen bir araç sesi. Bazen üst kattan gelen sakin adım sesleri bazen damlatan bir musluk sesi. Dikkatimin dağılması bu kadar mı kolaydı, yoksa bende bir sorun mu vardı? Yazmak, bu kadar zor olmamalıydı. 

Konuşurken ne kadar rahattım oysa. Birilerine anlatırken bir olayı, birilerine aktarırken düşüncelerimi su gibi akıyordu kelimeler ancak masamın başına elimde kalemle geçince tıkanıyordum. Trafikte sıkışmış yeşil ışığı bekleyen bir araç gibi hissediyordum kendimi. Asla yanmayan bir yeşil ışık. O ışık dakikalarca, saatlerce, günlerce, aylarca yanmayacak ve ben orada öylece kalacağım diye düşünüyordum. Belki de yeşil ışık yanıyordu lakin ben fark etmiyordum. Önümdeki büyük araçlar engel oluyordu yeşil ışığı görmeme ve o büyük araçlar park etmişti. 

Yazmak zorunda mıydım? Kendimi bu kadar yormak zorunda mıydım? Yorucu muydu yazmak yoksa şimdi mi yorucu geliyordu? 

Yazmak zorundaydım. Zihnimi bir yere boşaltmam gerekiyordu bu kahrolası dünyanın boğuculuğundan kurtulmak için. Bir kağıt ve bir kalem yeterliydi arınmaya bu dünyanın karanlığından. Zihnimde küçücük bir kıvılcım gerekiyordu bu karanlığı aydınlatacak bir meşaleyi tutuşturmaya. O kıvılcım aydınlatmaya da yeterdi her yeri yakıp kül etmeye de.  Ama bu kıvılcım yoktu. Saatlerdir masamın başında oturuyordum ve bu kıvılcım bir türlü gelmiyordu. 

Düşünüyordum ve başa dönüyordum. Düşünüyordum demek yanlış, düşünmeye çalışıyordum. Pek başarılı değildim. Hayatta başarılıydım oysa. En azından öyle olduğumu söyleyenler çoktu. Yazarken neden mağlup oluyordum? Mağlubiyet sayılır mı bu? Tek seferlik bir mağlubiyet. Yazmam gerekliydi bunu aşmak için. Sayfalar dolusu yazabiliyorken nasıl bu hale gelmiştim? 

Birdenbire gelmiştim buraya. Aşama aşama olsa önlem alırdım belki de. Hazırlıksız yakalanmıştım. Gece yarısı karanlık yolda yürürken aniden bir çukura düşer gibi düşmüştüm buraya. Kendi kendime çıkamayacağım derin, zifiri bir çukur. Kökler geliyordu ellerime yukarıya doğru uzandıkça. Tutundukça kopup elimde kalan ıslak kökler. Toprak kokusu geliyordu karanlığın içinden. Dünyanın boğuculuğundan kaçmaya çalışırken daha boğucu ve karanlık bir yere hapsolup kalmak… Buraya kendi kendimi getirmiştim. Ben getirmiştim kendimi ruhumun ellerinden tutarak. 

Saatlerdir masamın başında oturuyordum. Masam dikdörtgen biçimde ve siyah. Penceremin kenarındaydım. Bazen dışardaki manzara bazen de masamın üzerindeki eşyalar… Normalde bana ilham olan her şey şimdi yazmama engel olan unsurlara dönüşüyordu. 

Belki de bir yazar gibi düşünmeye başlamalıydım. Bir yazar sayfalar dolusu yazı yazdığı günlerde böyle şeyleri bir engel olarak düşünmez ve yazı malzemesi olarak kullanır. Bir yazarı yazar yapan da buydu. Yazmak istiyorsam yapmam gereken de buydu. Saatlerdir masamın başında oturuyordum, oturduğum yeri değiştirerek yazmaya başlamalıydım. 

Merhaba kıvılcım. 


9 Ekim 2024 Çarşamba

YARIM MAVİ

Asya Zoroğlu
Zeynep Ayten
Zeynep Akbulut

Masada duran mavi bardağa baktım. Mavinin hayatımın içinde bu kadar yoğun olduğu hiç aklıma gelmezdi. Tişörtüme baktım, maviydi. Önümdeki şişenin kapağı gibi. Gökyüzü geldi aklıma, bulut yoktu, maviydi. Odamın duvarlarını bile maviye boyatmışım, farkında olmadan. Kalemlerim geldi aklıma bunları düşünürken. Evet farklı renkte olanlar da vardı fakat en çok mavi renkli kalemim vardı. Dünyamı ve dünyayı maviye boyamışım farkında olmadan. Maviydi benim dünyam. Gökyüzü gibi, okyanuslar gibi, nazar boncuğu gibi mavi. Evet evet, belki de nazar boncukları ile başlayan bir süreçti bu. Küçücük bir kız olduğum zamanları hatırlıyorum. Kendimi bildim bileli hep bir nazar boncuğu olurdu bileğimde ya da boynumda. Eğer buralarda değilse yakamda hatta küpelerimde. Annem, üzerimde bir yerlerde nazar boncuğu bulunmadan dışarıya çıkmama, bakkala bile gitmeme izin vermezdi. Nazar, denilen bir şey vardı ve hep değerdi. Anneme değerdi, babama değerdi, evimize değerdi, arabamıza değerdi, notlarıma değerdi, sağlığıma değerdi. Nazar, değen bir şeydi. Değdiği yerde dert, acı, sıkıntı bırakan bir şeydi. 
Aslında benim yaşlarımdayken annem inanmazmış nazara, nazar boncuğuna. Düğünlerinde yaşadıkları küçük kaza, daha sonra ilk çocuğunun dünyaya gelmeden ölmesi, babamın bir süre sonra işini kaybetmesi, annemin dizlerinde git gide artan sızılar ve bu sızılar yüzünden yürümesinin güçleşmesi, mahallede çıkan bir yangında yalnızca bizim evin yanıp küle dönüşmesi gibi bütün olumsuzlukların sebebini annem nazara bağlamış. Nazar; deveyi kazana, insanı mezara sokarmış. Bunları düşüne düşüne annem nazar boncuklarına merak salmış ve yalnızca kendi dünyasını değil bizim de dünyamızı maviye boyamaya başlamış. Bütün kızlar pembe elbiseler giyerken annem bana mavi elbiseler almış, diktirmiş. Hatta akrabalarımız daha ben dünyaya gelmeden hazırlanan kıyafetlerimi görünce annemin erkek çocuk beklediğini düşünmüşler. Mavi tutkumun temelleri galiba buralara kadar dayanıyor. 
Rahatsız mıyım maviden? Bazen, evet. Birkaç kez direndim, farklı renklere yöneldim. Odamın rengini değiştirmek istedim fakat annem buna izin vermedi. Üzerimde mavi boncuk olmadan gittiğim bir sınavdan iyi bir not alamayınca annem nedenini bulmakta hiç zorlanmadı başarısızlığımın. 
Ben maviden kaçınmaya çalıştıkça mutlaka olumsuz bir şeyleri annem nazara bağladı ve sonunda ben de maviye bağlandım. Ayrılmamak üzere bağlandım. Sevdim sonunda bu rengi galiba. Annem gibi düşünerek, nazara bağlayarak değil… Sadece bir renk olarak sevdim.
Masada duran mavi bardağa bakmış düşünürken arkadaşım Yusuf Enes sordu:
-On dakikadır önündeki bardağa bakıyor ve uzaklara dalıyorsun? Neler geçiyor zihninden. 
-Hiç, dedim. Dalmışım öylesine. 
Bu esnada Yusuf’un siyah bilekliği gözüme çarptı. Çantası da siyahtı. Ayakkabıları, pantolonu hep siyahtı. Ama bu siyahların onun için bir anlamının olmadığı belliydi. Bardağın durduğu masa da siyahtı üstelik. Renkleri düşünmekten vaz geçmeliydim. Geçmişi, çocukluğumu düşünmekten uzaklaşmalıydım. 
-Yusuf, dedim. Anneni anlatır mısın biraz? Mesela onun en sevdiği renk nedir?
Yusuf hiç düşünmeden cevap verdi:
-Mavi.
II.
Otobüs hayli gecikmişti. Neyse ki mavi rengiyle uzaktan bile geldiği fark edilebiliyordu. Okula geç kalacağım endişesinden nihayet kurtulmuştum. On dakika sonra okulumda olacaktım. İlk dersim fizikti ve fizik dersine henüz ısınamamıştım. Garip bir dersti fizik. Matematik desem, değil. Fen desem, pek benzemiyor. Kimya ve biyoloji derslerinin fen alanında olduğu kesin fakat bence fiziği birileri sonradan eklemiş buraya. Dersi sevdiren şeyin konuları değil de öğretmenleri olduğunu söylerlerdi. Ben bir dersten uzaklaşmaya başladığımda öğretmen ne kadar çaba sarf ederse etsin sevemiyorum. İlk dersim fizikti ve ben on dakikalık yolculuk boyunca bunları düşünmüştüm. Otobüsten inip sınıfıma doğru ilerledim. Hiç kimse sınıfta değildi. Kimileri bahçedeydi arkadaşlarımın, kimileri kantinde. Fizik öğretmeninin raporlu olduğuna dair söylentiler vardı. Yine de sırama geçtim defterimi çıkardım. 
Bu hikâye belki de başka birinin hikayesiydi. Ben onu yazmaya çalışıyordum ve bu beni zorluyordu. Yazdıklarımı yeniden yeniden okuyordum. Mavi renkten başladım, nazardan devam ettim, annemle ilerledim. Yukarda yazdıklarımın aslında iyi bir hikâye girişi olmadığını fark ettiğimde sınıfın çoktan kalabalıklaştığını, öğretmenin sınıfa girdiğini, dersin başladığını fark etmemiştim bile. 

KEŞKE

 


ZEYNEP AKBULUT

Keşke bir duvar olsaydın
O zaman seni ne kadar
Sevdiğimi, özlediğimi
Asla unutamadığımı anlardın

Ya da bir kalem
Veya her şeyi silen bir silgi
Bile olamadın
Keşke olsaydın
İşte o zaman 
Beni anlardın


UMUT


ASYA ZOROĞLU

Yarını düşlüyoruz daha gelmeden
Olmayan bir görkem istiyoruz
Gün daha bitmedi
Yarın tek umudumuz

Çoktan bitmiş olması gereken
Bir savaşa giriyoruz
Tarih daha yazılmadı
Gelecek tek umudumuz
Gelecek 
Tek
Umudumuz 

8 Ekim 2024 Salı

TECRÜBE

Hayrettin Eymen Bulut

Dursa günler keşke
Saatler dursa her gece
Uyusak uyanmasak 
Günlerce, senelerce

Neden uyanmayalım bilir misin
Hiç hoş konuşmuyor hislerim
Tecrübesi belki de
Daha önce hissettiklerimin 

ZAMANIN ELİ


Zaman 
Çoğu zaman akıp gittiği söylenir
Zaman zaman
Geçmediği bilinir

Zaman aslında yekpare değil
Şimdiki zaman, gelecek zaman, geniş zaman
Veya
Geçecek zaman, unutulamayan zaman
Yaşanılan zaman, her zaman

Zaman geçiyor ya da geçmiyor
Neye göre, kime göre
Akıp gidiyor 
Ya da donup kalıyor
Neye 
Göre
Kime 
Göre 

Değiyor eli
Yaşama
Yaşadığıma 
Bakıyorum takvime bir de zamana
Biri durunca diğeri de duruyor
Zaman geçtikçe 
Savruluyor takvimlerden yapraklar
Kime göre
Neye
Göre 

BÜYÜDÜKÇE

Salih Taha Balta



Sabah kalktı yorgun argın
Görmüyordu çocukluktan doğuştan
Erindi
Gerindi
Aynası boşa duruyordu odasında

Yüzünü yıkamaya gitti
Çıktığında tarçınlı kurabiye kokusunu fark etti
Annesi her gün yapardı
Biliyordu

Bilmiyordu
Ne zaman göreceğini
Babasını ve annesini
Kardeşinin yüzünü hiç bilmiyordu

Görmüyordu dünyayı
Ama dünyanın da görülecek bir yer olmadığını
Büyüdükçe anlıyordu

İSTEKSİZ

Salih Taha Balta

Çatık kaşlısın
Sert bakışlısın
Hamuru dövüyorsun resmen
Madem bu mesleği istemiyordun
Neden yapıyorsun bu işi
İçerde odunlar tutuşuyor
Ben burada çöreğimi beklerken şimdi
İçim sana yanıyor

5 Ekim 2024 Cumartesi

SAHİL


Üner Taha Aydemir

Sonsuz maviliğin ortasında
Pusulalardan, yıldızlardan kaçan
Sahipsiz bir sandalsın
Hiç kimsenin umurunda

Tüm duygularını bağlamış olsan da
Seni burada
Bırakıp ayrılana
Düşlerinde sönmeyen yangınla
Kendi kendinin kalabalığısın
Kimsesiz varlığınla

ISSIZ LİMAN

Üner Taha Aydemir

İlk defa
Belki de son defa
Bilemiyorum
Bir şeyler hissetmiştim
Bu köhne dünyada
Anlamadığım
Anlatamadığım

Günler güneşli bekliyor muydu
Acaba beni bu hayatta
Ölüler özgürdür
Kalanlarsa muamma

Burada olmadıysa da
Belki başka bir hayatta
Yarım kalan rüyalarda
Ya da vehmimin ıssız limanında