ismet çınar altuntaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ismet çınar altuntaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2025 Cumartesi

UYKUSUZ

İsmet Çınar Altuntaş

Eğer henüz çocukluktan çıkmamış biriyseniz
Eğer seviyorsanız gerçeklerden çok
Rüyaları
Uykusuzluk nasıl bir bela 
Anlarsınız 

Ekmek bulamamak gibi
Susuz kalmak gibi
Öyle bir şey işte uykusuzluk, desem
Kim anlar ki beni

11 Ocak 2025 Cumartesi

YAZAMIYORUM

İsmet Çınar Altuntaş

Bazı zamanlarda yazmak için 
Bir şeyler bulamıyorum
Düşünüyorum, taşınıyorum
Arkadaşlarımın yüzüne bakıyorum
Hiçbir şey gelmiyor aklıma
Şaşıyorum

Oysa yazmak istemediğim zamanlar
Ne çok şey geliyor aklıma
Diyorum ki bundan bir hikaye çıkar
Ya da bundan bir şiir yazılır

O esnada derslerimi hatırlıyorum
Oturup ödevlerimi yapıyorum
Yazmak istediğim zamanlar ise
Yazamıyorum, yazamıyorum, yazamıyorum

4 Ocak 2025 Cumartesi

ALIŞAMADIM


İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 

Hâlen alışamadım sana
Oysa benim için vazgeçilmezsin
Sürekli yanımdasın
Burnumun ucunda

Sen varken dünya daha renkli
Sen varken her şey daha anlaşılır
Yokluğun biraz karanlık, karmaşık
Neyse ki derecelerin çok küçük
Umarım daha fazla büyümez onlar
Sevgili gözlük 

ÇAY AŞKINA

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 
ADEN MİRA KARTAL



Ekmeksiz yaşarım ama çaysız asla, diyordu. Daha çocukken başlamıştı çaya. Akranları süt içerken o çay içmişti sadece. Şehirlerarası yolculuklarda onun yaşındakiler meyve suyu, kek, bisküvi, çikolata isterken muavinden o yalnızca çay istemişti. Okul kantininde sabahın ilk saatlerinden itibaren her teneffüs çay içiyordu. Çay içmediği gün kendini çok kötü hissediyordu. Hiçbir şey yapası olmuyordu. Ramazan ayında en çok çaysızlık onu zorluyordu. İftarı çayla yapıyordu. Sahurda sadece çay içiyordu. 
İyi çayı kokusundan, renginden tanıyor ve bulduğu yerde bardakla değil sürahiyle içiyordu.
Yıllar geride kalıyordu. Okul çağı geldiğinde yazmayı öğrendiği ilk sözcük “çay”dı. Çay kelimesini okumayı zaten birkaç yaşında iken öğrenmişti. Öğretmenleri bir kompozisyon yazın, dediğinde mutlaka çay konulu yazılar yazıyordu. Matematik dersinde çay problemleri uyduruyordu. Resim dersinde yalnızca çay bardağı ve çaydan resimleri çiziyordu. En sevdiği şehir Rize’ydi çünkü ora çayın merkeziydi. İlerde üniversite okumak için Rize’ye gidecek ve orada yaşamaya devam edecekti. 
Çaylar türlü türlüydü fakat onun için adı çay olan her şey önemliydi. Herkes bisküviyi çaya batırırken o çorbaya çay katıyordu. Ekmeğini, simidini çaya bandırarak yiyordu. Gofret, çikolata yemesi gerektiğinde onları da çay bardağına bırakıp öyle yiyordu. 
Çay, onun kırmızı çizgisiydi. 
Çay içmeyen, sevmeyen kişilerle dostluk kuramazdı. Hele kahve içenlerden nefret ediyordu. Yeni tanıştığı kişilere sorduğu ilk soru şuydu:
-Günde kaç bardak çay içersin?
Günde beş bardaktan az çay içenler ona göre güvenilmez insanlardı. Mesela kardeşi…
Sınav sene yaklaşmıştı ve çayı daha da çoğaltmıştı. Arkadaşları suluk taşırken o termos taşıyordu içi çay dolu olan. Gün içinde termos boşalıyor yeniden dolduruyordu onu çayla. 
O gün ikinci termos çay bittikten sonra önce terledi, ardından kaşınmaya başladı. İlk kez düşündü acaba çayı çok mu içiyorum, diye. Belki de sınıf sıcaktı, hava sıcaktı ondandı kaşınması, terlemesi. Son derse girdiklerinde artık yerinde duramıyor sürekli vücudunun bir yerlerini kaşıyordu. Öğretmenleri durumu fark etmişti ama zaten son dersti. Son derste sırtını sınıfın duvarına yaslamış  kurbanlık dana gibi sırtını duvara sürterek kaşıntıyı gidermeye çalışıyordu. 
Okul bitti ve serviste kaşına kaşına eve ulaştı. Eve ulaşır ulaşmaz önce elbiselerini değiştirdi, duş aldı fakat kaşıntısı geçmiyordu. İlk kez bu kadar uzun süre çay içmemişti. Durumu fark eden annesi Çaycan’ın kollarına, vücuduna baktığında kırmızı benekler gördü. Hatta bazıları kanamaya dönmüştü bu beneklerin. Daha fazla beklemeden hastaneye gitmek gerekiyordu. 
Annesi ve Çaycan hastanede önce tahlil verdiler ardından krem alarak ayrıldılar. Tahliller ertesi gün çıkacaktı ve Çaycan saatlerdir çay içmemişti. Hastanenin kantininden bir bardak çay aldı ve dışarıya çıkıncaya kadar bitirdi. Sanki tadı kaçmıştı çayın. 
Ertesi sabah Çaycan yine kaşınarak uyandı. Tahliller sonuçlanıncaya kadar okula gitmemesi gerekiyordu. Belki de bulaşıcıydı bu kaşıntı. Sabahın erken saatlerinde annesi tahlil sonuçlarını açıkladı: Vitamin ve demir eksikliği. 
Çayda yeterince vitamin olmalıydı oysa. Nereden çıkmıştı bunlar şimdi. Demir eksikliği nasıl giderilirdi? 
Annesi hastaneye gitti ve çabucak bir poşet dolusu ilaçla yeniden döndü. Doktorun söylediğine göre bu durumun nedeni çaydı. Çaycan, önce bunu kabul etmek istemedi. Yıllardır çay içiyordu ama bir sorun yaşamamıştı. Hiç değilse bir süre çaya ara vererek denemesi gerekiyordu çaysız hayatı. 
Çaycan, demliklere küskündü. Bardaklarla arasında artık buzdağları vardı. Kahvaltıda, akşam vakti, öğlen vakti, kantinde çayı görmemek için çaba sarf ediyordu. Bir süre sonra bu duruma alıştı fakat artık yeni bir sorunu vardı: ayran. 
Bardaklar dolusu ayran içiyordu her gün. Termosunda da soğuk ve tuzlu ayran götürmeye başlamıştı okula. 

28 Aralık 2024 Cumartesi

TUHAF BİR HAYAT

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 

1. Eğitim Hayatı

Baransel ilk dört senenin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Okula gidip geliyor; dersler nasıl, diye soranlara “süper” diyordu. Okumaya üçüncü sınıfta geçmişti. Sınıfta elması kızaran son kişiydi. Aslında öğretmen unutmuştu bile onun okuyamadığını fakat nasıl olmuşsa olmuş, birden okumaya başlamıştı. Hem de arkadaşlarından daha hızlı okuyordu. Yazısı ise berbattı. Onun yazdıklarını görenler önce çivi yazısı zannediyor, sonra bilmedikleri bir alfabe olduğuna karar veriyorlardı oysa Baransel yazısının inci gibi olduğunu söylüyordu. Baransel’in yazısını yalnızca kendisi okuyabiliyordu. Bu ilk dört sene boyunca iyi bir şeydi fakat şimdi beşinci sınıfa geçmişti ve yazılılarla tanışmanın zamanıydı.
Bütün sınıfın gireceği ilk yazılıydı ve herkes oturmuş ders çalışıyordu. Bazıları heyecandan sık sık tuvalete gidiyor, oturduğu yerde heyecandan dizlerini sallıyordu. Neredeyse baygınlık geçirecek olanlar bile vardı. Baransel ise yazılıyı umursamıyordu. Nasıl olsa kâğıdını veren ilk öğrenci olacaktı. Bundan emindi. Bilmediği konu yoktu çünkü. Sonunda yazılı saati geldi. Öğretmen kâğıtları dağıttı. Sınıfta büyük bir sessizlik vardı. Bir süre sonra sadece kalem ve silgi sesleri duyuluyordu sınıftan. On dakika ya geçmişti ya geçmemişti. Baransel parmak kaldırarak öğretmenine:
-Sınavı bitenler kâğıdını verebilir mi öğretmenim, dedi. 
Öğretmen:
-Arkadaşların henüz ilk sorularda. Kâğıdın arka yüzünde de sorular var onlara baktın mı, diye karşılık verdi. 
Baransel kendinden gayet emin kâğıdını öğretmenine götürdü. Öğretmeni kâğıdı görünce önce irkildi. Tüm soruların altında cevaplar vardı fakat başka bir alfabeyle yazılmış gibiydi. Bir süre kâğıda bakan öğretmen sonucu açıkladı:
-100.
Tüm sınıf şaşkınlık içindeydi. Baransel ise haklı gururu yaşıyordu. İlk sınavda 100 alan ilk öğrenci olmuştu. Aslında cevaplardan kendisi de endişeliydi ve öğretmeni hiçbir cevabına itiraz etmemişti. Bu iyi bir başlangıçtı şüphesiz. Böyle devam etmeliydi. 
Sonraki günlerde de Baransel kâğıdını teslim eden ilk öğrenci, 100 alan ilk öğrenci unvanını korudu. Arkadaşları da en az kendisi kadar şaşkındı. Soruların cevaplarını konuşurlarken Baransel hiç ses çıkarmıyordu. Birkaç kez konuşacak oldu fakat arkadaşları garip garip birbirlerine baktılar onun konuştuklarından sonra. Baransel sorularla ilgili konuşmuyor, önceki gün yapılan maçları anlatıyordu ya da oynadığı oyunlardaki karakterlerden bahsediyordu sorularla ilgili olarak. İlk yazılılar bitmişti. Baransel; dersler nasıl gidiyor, diye soranlara artık “çok süper” diye cevap veriyordu. 

2. Sanat Hayatına İlk Adım
Eğitim hayatından sıkılmıştı Baransel. Kendini sanata vermek istiyordu. Resim çizmek için yetenekli olduğunu söylüyorlardı hep. Resim çizmeliydi. İki boyutlu resimler… 
O gün ailesinden resim çizmek için kendisine gerekli olan malzemeleri istedi. Akşam, okuldan eve döndüğünde masasında bir yığın malzeme buldu. Yemek yemedi. Çay içmedi ve resim çizmeye başladı. Önceleri hayalinde, zihninde olan şeyleri kâğıda tam olarak aktaramadığını düşünüyordu fakat akşamın ilerleyen saatlerinde geri dönüp önceki resimlerine baktığında tam da istediği gibi resimler çizebildiğini fark etmişti. 
Gece boyu uyumadı. Önündeki kâğıtlara bir şeyler çiziyor, kâğıdı kenara bırakıyor, bir süre sonra tekrar baktığında yarım resim, tam istediği gibi oluyordu. Sabaha doğru bitirdiği bütün resimleri odasının penceresine yerleştirdi. Pencerelerin tümü resimlerle kaplanmıştı. Uykusuz da olsa sabah okula gitmek zorundaydı. Servise binerken odasının penceresine baktı, büyülü bir evin penceresi gibiydi görünen manzara. Resimler sanki canlı gibi duruyordu. Evin önünden geçen herkesin dikkatini çekeceğini düşündü bu resimlerin. Sabah güneşi resimleri sanki canlandırmış gibiydi. Servis uzaklaşırken gözü halen resimlerindeydi. 
Gün boyu okulda ne yaşadı, neler yaptı, umurunda bile değildi. Eve gitmek ve resim çizmeye devam etmek istiyordu. Zaten gece boyu da uyumamıştı. Bir ara sınıfta uyudu. Neyse ki kimse rahatsız etmemişti de uykusunu okul bitinceye kadar almıştı. 
Son ders, iyice dinlenmiş olarak uyandı. Uyandığı anda da zil çaldı. Güneş, batmak üzereydi. Servisine koşarak evin yolunu tuttu. Servis, eve yaklaştığında uzaktan odasının penceresindeki resimler görünüyordu. Hızlı adımlarla evine girdi ve doğruca odasına gitti. Odasında bir gariplik vardı. Kâğıtlara çizdiği resimler sanki canlanmış gibiydi. Güneş ışığının etkisiyle odanın yüzünde geziniyor gibiydi bütün resimlerdeki canlılar. Bu durum ona çok keyif vermişti. Hatta bir ara neredeyse kahramanlardan birine çarpacaktı. Oturdu ve durmadan, dinlenmeden yeni resimler çizdi. Penceresinde artık yer kalmamıştı fakat duvarlar ve tavan boştu. Çizdiği resimleri tavana, duvarlara asıyordu. Artık odasında tek yaşamadığını hissediyordu, kalabalık bir odaya dönüşmüştü odası. Sadece sesi çıkmıyordu çizdiği karakterlerin. Pencerede, duvarlarda, tavanda dolaşıyordu çizdiği karakterler. Açlıktan ve yorgunluktan bir süre sonra masada uyudu. Gözlerini açtığında oda karanlıktı. Odasının lambasını açtı, her şey normaldi. Belki de uykusuzluktan görmüştü yaşadıklarını. Biraz yemek yedi, dinlendi fakat kâğıt ve kalemler sanki kendisini çekiyordu. Yeniden, yeniden, yeniden resimler çizdi. 
Odasından çıkmıyordu artık. Yemeğini annesi odasına getiriyordu. Okulu da unutmuştu. Gitmiyordu okula. Niçin okula gelmediğini arayan soran da olmamıştı hiç. Odasında kendine yeni bir dünya kurmuştu. Kahramanlarının kendisinin çizdiği bir dünya. 
Güneş doğarken ve batarken canlanan kahramanlarla dolu bir dünya. Bir süre sonra onlarla konuşmaya da başlamıştı. Onlarla sohbet ediyor, onların istediği yeni kahramanları çiziyordu. Neyse ki odası genişti ve hepsi sığıyordu bu mekâna. Hayatına bir canlılık, renk gelmişti. Kendine ait bir oda değil de dünya kurmuştu. 

3. Gerçek Hayat
Baransel, elindeki çay bardağı ile uyumuştu. Baransel dede kaç zamandır böyleydi. Kimseyle konuşmuyor; duvarlara, tavana, pencereye bakıyordu. Bazen sağ eliyle sanki fırça tutuyor da bir şeyler çiziyor, boyuyormuş gibi yapıyordu. En mutlu olduğu anlar güneşin doğuş ve batış zamanlarıydı. Diğer zamanlar sadece boşluğa bakıyor ama bir şey görmüyor gibiydi. Güneşin doğuş ve batış zamanlarında gözleri yerinde durmuyordu. Hatta zaman zaman sağa sola dönüp tebessüm de ediyordu. Yıllardır böyleydi. Etrafındaki insanlar alışmıştı onun bu haline. Kendi adının verildiği torunu Baransel onun bu durumuna zaman zaman üzülüyor, onunla sohbet etmeye çalışıyordu. Gittiği okulu, girdiği sınavları, çizdiği resimleri anlatıyordu. 

14 Aralık 2024 Cumartesi

NOKTALI VİRGÜL

 
İsmet Çınar Altuntaş

Noktayı tanımak ve bilmek zor değil
Pek çok cümlenin sonunda 
Rastlıyorum ben ona
Bir sorun yok aramızda

Virgül deseniz 
Kuyruğundan tanırım
Başka bir yere gitse bile
Sürükler yerine bırakırım

Ünlemle pek işim olmuyor
Çağırdığım, bağırdığım zaman
Gelip yerine konuyor

Soru işaretiyle yok bir sorunum
Ama problemlerde, testlerde görmeye
Dayanamıyorum

Noktalı virgül, benim derim seninle
İki noktanın kardeşi misin
Yoksa virgülün ağabeyi mi
Yoksa noktanın kuzeni mi
Bence yerini bir kez daha düşünmelisin
Sen kimsin
Nerelisin

7 Aralık 2024 Cumartesi

SIRDAŞ







İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 
Sen benim hafızamın yarısı
Seninle bitiyor karmaşa, telaş
Sen olmasan şayet
Hayat
Bitmek bilmeyen bir savaş

Sen varsan yanımda
Can sıkıntısı yok bana
Döküyorum içimi olabildiğince özgür
Nasıl olsa kimseye söylemiyorsun
Benim sana söylediklerimi
Hayallerimi, düşlerimi

Sen benim hayatımın yarısı
Sen yapraklarında kaybolduğum mavi defter
Sen benim çocukluğumun silinmeyecek anısı
Sana daha neler anlatacağım, neler

9 Kasım 2024 Cumartesi

HÜRRİYET, CUMHURİYET

İsmet Çınar Altuntaş

Cumhuriyet’in temeli
Atıldı Sivas’ta
Kazma kürekle değil
Bağımsızlık aşkıyla

29 Ekim demek
Hür yaşamak, hür gülmek
Bu güzel çocuklara
En güzel yurdu vermek

Yıkıldı saltanat
Kuruldu Cumhuriyet
En güzel yönetim şekli
Hürriyet, Cumhuriyet

Lozan Antlaşması
Her şeyi belirledi
Atatürk vurdu masaya
Vatan bölünmez, dedi

İzmir’de büyük zafer
Düşmanı denize döker
Yürü Türk askeri yürü
Atatürk bize yeter


2 Kasım 2024 Cumartesi

BÜYÜLÜ DÜNYA

 İsmet Çınar Altuntaş

Beden eğitimi dersi belki de çoğu futbolsever çocuğun en sevdiği derstir. Beden eğitimi dersi geldiğinde formalar giyilir, Fenerbahçe’sinden Galatasaray’ına, Real Madrid’inden Barcelona’sına… Ortalık bayram yeri gibi renklerle süslenir. Hele o teneffüs sahada futbol oynarken zil çaldığında nöbetçi öğretmen: “Hadi çocuklar, sınıfınıza” dediğinde “Öğretmenim, dersimiz beden eğitimi.” cümlesini kurmanın mutluluğu bir başkadır.  
Ders başladığında genelde öğretmen serbest bırakır ve bütün erkekler sahaya geçer. Takımlar “aldım-verdim” yöntemi ile kurulur. Bu yöntemi uygularken illaki iyi oynayan birilerini transfer etmek için sorun yaşanır çünkü her sınıfta çok iyi futbol oynayan bir öğrenci mutlaka vardır ve o öğrenci maçın kaderini belirler. Herkes iyi oyuncuların bulunduğu takımda olmak ister. 
Bu esnada bazıları ise köşede sessizce bekler. Takım kuran arkadaşın seni seçecek mi yoksa bir köşede bırakacak mı? Bu anın heyecanı sınavlarda bile yaşanmaz. Takımlar kurulduğunda ve maç başladığında mutlaka bir gol, diğerlerinden daha güzeldir, daha havalıdır. Herkes bu golün sahibi olmak için onlarca kez şut çeker ve yüzlerce adım atar çünkü maç bittiğinde kalan tek şey atılan o güzel goldür. Maç bitse de konuşulmaya devam eder bu gol. 
İstemesek de maçın sonunda beden eğitimi dersi bitmiş olur. Bu gerçekle yüzleşmek maçı kaybetmek kadar üzücüdür. Zil çalar ve orada kurulan büyülü dünyadan çıkarır bizleri. Yeniden sınıflara döneriz ve derslere devam ederiz. Bazen yapılan maçlara dair yorumlar teneffüslerde devam eder. Beden eğitimi dersi belki de çoğu futbolsever çocuğun en sevdiği derstir.

19 Ekim 2024 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜ

Eymen Çam 
Yusuf Kerem Acar 

İsmet Çınar Altuntaş 
Ayşegül Yıldız

Aden Mira Kartal
Gamze Sena Kuyucu



Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Düşündüğüm şeyleri birilerine söylediğimde ya yetersiz buluyordu ya da ilgilenecek vakti olmuyordu. Sınıfta sıramda, evde koltukta boş boş oturuyordum. Zihnime güzel şeyler geldiğini düşünüyordum. İcatlar yapabilirdim, dünyayı içinde bulunduğu kaostan kurtarabilirdim. Adımı tarihe yazdırabilirdim fakat olmuyordu. Kimin dediğini hatırlamıyorum ama bir söz vardı zihnimde dolaşan: Bana bir kaldıraç ve dayanak noktası verin, sizin için dünyayı yerinden oynatayım. Bu güç bende vardı ama kimse bir kaldıraç vermek, dayanak noktası göstermek derdinde değildi. 
Oturmaktan sıkılmıştım. Biraz yürümenin, hayata karışmanın iyi geleceğini düşündüm ve sokağa çıktım. Ne kadar yürüdüğümü, nereleri gezdiğimi hatırlamıyorum. Bir anda önümde küçücük bir şişe buldum. Bir ırmağın kenarındaydım. Şişenin ağzı sıkı sıkıya kapatılmıştı ve içinde bir kâğıt vardı. Bunu duymuştum yani eski dönemlerde insanlar şişe içine notlar yazarak nehre, denize atarmış. Belki de böyle bir notla karşı karşıyaydım. Merakım ve heyecanım yarışıyordu birbiriyle. Kalbimin sesini duyuyordum: güm, güm, güm…
Şişeyi aldım ve üzerindeki yosunları, çamurları temizledim. Kapağını açmak istedim fakat açılmıyordu. Şişeyi kırmalı mıydım? Kıyamadım. Belki şişenin de tarihi bir değeri vardır diye düşündüm. Ne kadar uğraştımsa da şişe açılmıyordu. Eve götürecek ve detaylı bir temizlikten sonra şişenin kapağını açmaya çalışacaktım. Annem, konserve kavanozlarının kapağını açmakta ustaydı. Belki de ondan yardım almalıydım. Mantar bir tıpa konulmuştu kapak yerine ve hayli eskimiş, ucu şişenin içine kaçmıştı tıpanın. Etrafıma baktım, nerede olduğumu kestiremedim. Irmak boyunca yürüdüm fakat halen nerede olduğumu bilemiyordum. Elimde bir şişe ile kaybolmuştum. Güneş tam tepemdeydi ve etrafta yolumu soracağım kimseler yoktu. Yorulduğumu hissediyordum. Şehirden uzaklaşıyor muydum, şehre yaklaşıyor muydum, belirsizdi. Güneş sanki hızla batıyordu. Hava birazdan kararacaktı. Çok sürmedi, her yer karanlığa büründü. Etrafımı göremiyordum. Irmağa düşme riskim de vardı. En iyisi yine oturmaktı. El yordamıyla kendime oturacak bir yer buldum. Yorgundum. Çok yorgundum. 
Kendime gelip gözlerimi açtığımda evimizde, koltukta oturuyordum. İki elimle sıkı sıkıya tuttuğum şişeyi fark ettim. Şişe pırıl pırıldı ve içinde not duruyordu. Bir rüyanın içinde miydim yoksa hayal mi görüyordum. Belki de ırmağın kenarında bayılmıştım, uyumuştum ve halen oradaydım. Bu şaşkın düşüncelerin üzerime üzerime geldiği bir anda annem seslendi:
-Şişeyi açmayacak mıyız?
Bu, bir rüya değildi. Anneme beni nerede bulduklarını, ne zaman eve getirdiklerini sordum. Annem tebessüm ederek:
-Sen evden hiç çıkmadın ki evladım, dedi. 
Şişeye yeniden baktım ve sordum:
-Ya bu şişe?
Annem cevap vermek yerine:
-Haydi o şişeyi açalım, dedi. 
Kafam allak bullak olmuştu. Anlam veremiyordum bu olaylara. Bütün düğümleri birer birer çözmeli ve başımdan geçenleri anlamalıydım. Sadece yürüyüşe çıkmıştım oysa. Bu hikâyenin içine beni kim dahil etmişti, bilmiyordum. 
Annemin de ısrarıyla şişeyi açmayı denedim. Bu kez şişenin tıpası hiç zorlanmadan açıldı ve içindeki kâğıdı çıkardım. Heyecanla açtım fakat kâğıt bomboştu. Yazılar silinmiş miydi yoksa tamamen boş bir kâğıt mıydı anlamak güçtü. Bütün esrarı bozulmuştu yaşadıklarımın. Saçma bir şişe içinde boş bir kâğıt. Üstelik ben ne zaman eve gelmiştim, belirsizlikler devam ediyordu. Bu esnada annem saç kurutma makinesi ile geldi ve saçlarımı kurutmam gerektiğini söyledi. Terlemiş miydim yoksa dünden kalan bir ıslaklık mıydı, bilemiyordum. Saç kurutma makinesini annem saçlarıma doğru tutmaya başladı. Ben, elimdeki kâğıda boş boş bakıyordum. Saç kurutma makinesi üfledikçe kâğıtta bir şeyler belirmeye başlamıştı. Kâğıdı doğrudan kurutma makinesinin önüne tuttum ve geri çektim. Beliren yazıları okumaya başladım: 
İyi ki doğdun oğlum
Sensin benim tek umudum
Yeni bir yaşa girdin
Doğum günün kutlu olsun
Tuhaflıklar bitmiyordu. Kime yazılmıştı bu anlamsız şiir. Anneme baktım ve tebessüm ettiğini gördüm. Annem:
-O şiiri ben yazmıştım sana. Doğum günün kutlu olsun, dedi.
İyi ama şişeyi neden denize atmıştı, ne zaman yazmıştı bu notu. Ben o şişeyi nasıl bulmuştum ve en önemlisi eve nasıl gelmiştim… Sorular git gide artıyordu ve beni çok mutlu etmiyordu doğum günümün kutlanması bile. Hiçbir şey düşünemiyordum. Düşünmek de istemiyordum. Gözkapaklarım kendiliğinden ağırlaşıyordu. Annem, karşıma bir görünüp kayboluyordu. Tavan sanki üzerime uçacak gibiydi. Kollarım, ayaklarım yerinde değil gibiydi. 
Gözlerimi açtığımda etrafımda tanımadığım insanlar vardı. Değişik bir yerdeydim ve yatıyordum. Kolumda serum bağlıydı. Burası bir hastane olmalıydı. Bu kadarı fazlaydı. Artık düşünmek istemiyordum. Bu esnada annem yanıma yaklaştı. Elini alnıma koydu ve:
-Ateşin nihayet düşmüş Alaaddin. Artık iyileştin sayılır. Bugün senin doğum günün. Yeniden hayata döndün şükür. Çok sevindik. 
Alaaddin kimdi? Benim adım mıydı? Belki de öyleydi. Konuşmaları dinlemeye başladım:
-Çocuğunuz hastaneye getirildiğinde durumu çok ağırdı. Bir haftada iyi toparlandı yavrucak. Bu travmanın etkisi birkaç ayda ancak geçer fakat sorun yok, rahat olun. 
Gözüm, yatağımın hemen kenarındaki komidinin üzerindeki lambaya kaydı. Ne de olsa adım Alaaddin’di. 



28 Eylül 2024 Cumartesi

OYUN

 İsmet Çınar Altuntaş

Her günümün üç saati seninle geçiyor
Seni anlamaya çalışıyorum
Senin hareketlerini
Senin tarzını
Ama her gün değişiyorsun
Her gün başka bir şekilde gidiyorsun
Bazen diyorum ki kendime
Tamam, artık tanıdım onu
Fakat ertesi gün yeniden geçince karşısına
Anlıyorum yine acemisiyim onun
Ben bu satranç denilen oyunun

21 Eylül 2024 Cumartesi

GİZEMLİ BİR KIŞ MACERASI

Yusuf Kerem Acar
Aden Mira Kartal
İsmet Çınar Altuntaş
Eymen Çam
Gamze Sena Kuyucu

Kış bu şehre yakışıyordu. Baharı ve sonbaharı da güzeldi bu şehrin fakat kışın başka güzeldi. Dağlar aylarca beyaza bürünüyordu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar büyülü bir şehir manzarası ortaya çıkarıyordu. Şehrin en çok sevilen ve simgesi haline gelen nehir kış vakitlerinde tamamen donuyor hele de kar tatili olmuşsa çocukların üzerinde oyunlar oynaması, kızakla kayması bile mümkün oluyordu. 
İşte yine kış gelmişti üstelik bu sene gideceğe de benzemiyordu. Eskilerin anlattığı diz boyu yağan karlar bu sene de yağmıştı ve çocukların ilerde torunlarına anlatacakları soğuklar yaşanıyordu. 
Ece ve Efe bu küçük şehirde doğmuş ve başka bir şehre gitmemiş ikiz kardeşti. Efe, Ece’den iki dakika daha büyüktü ve sürekli kardeşini ağabey, demesi için zorluyordu. Ne de olsa iki dakika daha büyüktü ondan. Ece ise iki dakika kendisinden daha önce dünyaya gelen Efe’ye şöyle diyordu:
-O zaman sen de sınıfımızda senden önceki günlerde, haftalarda, aylarda doğmuş herkese ağabey ya da abla diyeceksin. 
 Şiddetli yağışlara ve soğuğa rağmen bir türlü eğitime ara verilmiyordu. Küçük bir şehir olduğu için her yere yürüyerek gidilebiliyor düşüncesiyle büyükler bir türlü okulların kapanmasına müsaade etmiyordu. O sabah da yoğun yağışa rağmen iki kardeş erkenden okul yoluna düştüler. Zaman zaman birbirlerinin ellerini tutuyorlardı düşmemek için. Okula yaklaştıklarında kapının hemen yanında soğuktan donmak üzere olan bir kedi gördüler. Ece:
-Bu kediyi sınıfımıza götürelim mi Efe, diye sordu. 
Efe:
-Efe, değil ağabey… Götürebiliriz elbette ama öğretmenlerimiz ne diyecek bu işe? 
Soğuktan donmak üzere olan kediyi iki kardeş sınıfa getirdiklerinde sınıfta kimsenin olmadığını gördüler. Bir süre beklediler. Yan sınıflarda da birkaç öğrenci ancak vardı ve öğretmenler de gelmemişlerdi. 
Sınıfta bir süre kediyle ilgilendiler. Beslenme çantalarında kedinin yiyebileceği şeylerden ona ikram ettiler. Kedi ısınıp kendine gelince sınıfta dolaşmaya başlamıştı ki okul müdürü sınıfa girerek:
-Kar ve soğuk sebebiyle okullarımız bir hafta tatil edildi çocuklar. Küçük arkadaşınızı da alarak evinize gidebilirsiniz. 
İki kardeş, artık kendine gelmiş olan kediyle birlikte yola çıktılar. Evleri hayli uzaktaydı ve ırmağın yanından da geçmek zorundaydılar evlerine ulaşmak için. Yanlarından geçen birkaç öğrenci oldu fakat onların evi yakındı okula. Uzaktan gelen yalnızca Ece ve Efe vardı. Efe okuldan çıktıklarında bu kediye bir isim vermek gerektiğini söyledi kardeşine. Ece:
-Pars, dedi. Adını Pars koyalım. Baksana şunun yürümesine. Nasıl da zıplayarak yanımızda yürüyor?
Bir süre Pars yanlarında yürüdü ancak daha sonra önlerinden yürümeye başladı. Kediyi takip ederek, şakalaşarak yürüyen iki kardeş kar yağışının da artmasıyla yarım saat kadar sonra etraflarına baktıklarında ev yolunda olmadıklarını fark ettiler. Hatta yol bitmişti ve etrafta çok az ev görünüyordu. Buraya nasıl ve ne zaman, hangi yollardan geçerek geldiklerine dikkat de etmemişlerdi. Etrafı tanımaya çalışıyorlar fakat tipiden pek bir şey göremiyorlardı. Kaybolduklarından artık emindiler. Şehre ve mahallelerine dönüş yolu yok gibiydi. Pars ise halen oyun peşindeydi ve ıslanan tüylerine rağmen ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Bir türlü yorulmak, usanmak da bilmiyordu. 
Ece:
-Madem ağabey olan sensin, haydi bizi evimize ulaştır. Ne de olsa iki dakika benden büyüksün ağabey, dedi.
Bu cümledeki “ağabey” kelimesi Efe’nin hoşuna gitmişti fakat hiç zamanı değildi bunun. Geriye dönerek kendi adımlarının üzerinden yürümek iyi bir fikirdi. Bir süre yürüdüler fakat izler kaybolmuştu. Yine bembeyaz kocaman bir boşluğun içindeydiler. 
Pars, artık yorulmuş ıslanmıştı ve sanki Ece ve Efe’den yardım istiyor gibiydi. Ece, Pars’ı kucağına aldı ve bir süre daha yürüdüler. 
Ayakları artık kendilerini taşımaz oluncaya kadar yürüdüler, yürüdüler. Vakit hayli ilerlemişti ve bir türlü şehir görünmüyordu. Artık ikisinin de gücü kalmamıştı yürümek için fakat etrafta dinlenmeye, oturmaya bir yer olmadığı gibi yol sorabilecekleri kimseler de görünmüyordu.
Ece, yaşadıklarının bir kabus olduğunu düşünmeye başladı. Efe’ye sordu:
-Ağabey, bir rüyada mıyız yoksa?
Efe:
-Rüya değil ve başımız dertte. Ben de isterdim bir rüya olmasını yaşadıklarımızın. 
Kaç zamandır Ece’nin kucağında dinlenen Pars uyanarak yere indi ve bir süre iki kardeşin ayaklarının altında dolaştıktan sonra farklı bir yöne doğru yürümeye başladı. 
Ece ve Efe bu kez onun peşinden gitmek istemediler zira onları buraya getiren, kaybolmalarına neden olan Pars’tı. 
-Şimdi evimiz nasıl da sıcaktır, dedi Ece. Üstelik annem, babam endişelenmiştir de. Yemeğimiz de hazırdır fakat biz buralarda…
Tam ağlayacaktı ki Efe ona sabırlı olması gerektiğini söyleyerek elinden tuttu. Pars’a takip etmeye başladılar fakat hava da kararmaya dönmüş, kar da durmuştu. En azından artık uzakları görebileceklerdi. Bir süre yürüdükten sonra uzaktan şehrin ışıkları görünmeye başlamıştı. Işıkları görmek biraz içlerini rahatlattı. Adımlarını daha da hızlandırdılar. Pars’ı takip etmekten uzaklara çok fazla bakamıyorlardı. Artık adım atacak hallerinin kalmadığı anda ırmağın kenarında olduklarını söyledi Efe. Ece, buna inanmıyordu çünkü yorgun ve açtı. Bayılmak üzereydi. Efe ne kadar ısrar ettiyse de Ece yürümemekte direniyor hatta uyumak istediğini söylüyordu. Belki de Pars’ı bir süre taşıdığı için erken yorulmuştu. Başka çaresi kalmamıştı Efe’nin. Kardeşini sırtına aldı ve artık tanıdığı yollardan evine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra anne ve babasını karışışında buldu. Annesi ve babası çok merak etmişlerdi. Okulu aramışlar, arkadaşlarına sormuşlardı ve akıllarına bin türlü kötü senaryo gelmişti. Çocuklarına kavuşan anne ve baba evin yolunu tuttu. Pars da bata çıka onların yanında ilerliyordu. 
Eve ulaştıklarında artık Efe de yürümekten bitkindi. Babası, tam Pars’ı dışarda bırakarak kapıyı kapatacaktı ki Efe onu içeriye almasını istedi babasından. 
Ece bir süre sonra kendisine geldi. Efe de kıyafetlerini değiştirdi. Yemek yediler ve çay içtiler. Pars, ıslak tüylerini sobanın kenarında kurutuyordu. 
Nasıl olsa ertesi gün okul yoktu. Dinlenmeleri epey zaman alacak gibiydi bunca maceradan sonra. 
Yorgunlukla Ece ve Efe erkenden uyudu. Pars da mışıl mışıl uyuyordu. 
Sabah Ece uyandığında önce Pars’ı görmek istedi fakat Pars yerinde yoktu. Efe’ye haber etti durumu. Efe de uyandı ve evde Pars’ı aradılar fakat Pars evde değildi. 
İki kardeşin telaşını gören anneleri onlara bunun sebebini sordu. Efe:
-Dün akşam yanımızda gelen ve gece boyu şu minderde uyuyan kedimiz vardı. Adını Pars koymuştuk. Aslında bize bu macerayı yaşatan da oydu. Sabah siz mi gönderdiniz onu dışarıya, diye sordu. 
Annesi biraz şaşkın ve biraz de endişeli:
-Hangi kedi, ne zaman, nerede gibi soruları peş peşe sordu. 
Babasının geldiğini gören Efe ona:
-Dün akşam içeriye almanı söylemiştim baba. Sen kapıyı kapatıyordun, son anda içeriye aldık onu hatırlasana, dedi. 
Babası:
-Dün o cümleyi kurdun ama ben kedi filan görmedim, dedi. 
Babası ve annesi şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. 
Ece ve Efe daha şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Ece, Efe'ye sarıldı ve ekledi:
-Ağabey...