Yusuf Kerem Acar
Aden Mira Kartal
İsmet Çınar Altuntaş
Eymen Çam
Gamze Sena Kuyucu
Kış bu şehre yakışıyordu. Baharı ve sonbaharı da güzeldi bu şehrin fakat kışın başka güzeldi. Dağlar aylarca beyaza bürünüyordu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar büyülü bir şehir manzarası ortaya çıkarıyordu. Şehrin en çok sevilen ve simgesi haline gelen nehir kış vakitlerinde tamamen donuyor hele de kar tatili olmuşsa çocukların üzerinde oyunlar oynaması, kızakla kayması bile mümkün oluyordu.
İşte yine kış gelmişti üstelik bu sene gideceğe de benzemiyordu. Eskilerin anlattığı diz boyu yağan karlar bu sene de yağmıştı ve çocukların ilerde torunlarına anlatacakları soğuklar yaşanıyordu.
Ece ve Efe bu küçük şehirde doğmuş ve başka bir şehre gitmemiş ikiz kardeşti. Efe, Ece’den iki dakika daha büyüktü ve sürekli kardeşini ağabey, demesi için zorluyordu. Ne de olsa iki dakika daha büyüktü ondan. Ece ise iki dakika kendisinden daha önce dünyaya gelen Efe’ye şöyle diyordu:
-O zaman sen de sınıfımızda senden önceki günlerde, haftalarda, aylarda doğmuş herkese ağabey ya da abla diyeceksin.
Şiddetli yağışlara ve soğuğa rağmen bir türlü eğitime ara verilmiyordu. Küçük bir şehir olduğu için her yere yürüyerek gidilebiliyor düşüncesiyle büyükler bir türlü okulların kapanmasına müsaade etmiyordu. O sabah da yoğun yağışa rağmen iki kardeş erkenden okul yoluna düştüler. Zaman zaman birbirlerinin ellerini tutuyorlardı düşmemek için. Okula yaklaştıklarında kapının hemen yanında soğuktan donmak üzere olan bir kedi gördüler. Ece:
-Bu kediyi sınıfımıza götürelim mi Efe, diye sordu.
Efe:
-Efe, değil ağabey… Götürebiliriz elbette ama öğretmenlerimiz ne diyecek bu işe?
Soğuktan donmak üzere olan kediyi iki kardeş sınıfa getirdiklerinde sınıfta kimsenin olmadığını gördüler. Bir süre beklediler. Yan sınıflarda da birkaç öğrenci ancak vardı ve öğretmenler de gelmemişlerdi.
Sınıfta bir süre kediyle ilgilendiler. Beslenme çantalarında kedinin yiyebileceği şeylerden ona ikram ettiler. Kedi ısınıp kendine gelince sınıfta dolaşmaya başlamıştı ki okul müdürü sınıfa girerek:
-Kar ve soğuk sebebiyle okullarımız bir hafta tatil edildi çocuklar. Küçük arkadaşınızı da alarak evinize gidebilirsiniz.
İki kardeş, artık kendine gelmiş olan kediyle birlikte yola çıktılar. Evleri hayli uzaktaydı ve ırmağın yanından da geçmek zorundaydılar evlerine ulaşmak için. Yanlarından geçen birkaç öğrenci oldu fakat onların evi yakındı okula. Uzaktan gelen yalnızca Ece ve Efe vardı. Efe okuldan çıktıklarında bu kediye bir isim vermek gerektiğini söyledi kardeşine. Ece:
-Pars, dedi. Adını Pars koyalım. Baksana şunun yürümesine. Nasıl da zıplayarak yanımızda yürüyor?
Bir süre Pars yanlarında yürüdü ancak daha sonra önlerinden yürümeye başladı. Kediyi takip ederek, şakalaşarak yürüyen iki kardeş kar yağışının da artmasıyla yarım saat kadar sonra etraflarına baktıklarında ev yolunda olmadıklarını fark ettiler. Hatta yol bitmişti ve etrafta çok az ev görünüyordu. Buraya nasıl ve ne zaman, hangi yollardan geçerek geldiklerine dikkat de etmemişlerdi. Etrafı tanımaya çalışıyorlar fakat tipiden pek bir şey göremiyorlardı. Kaybolduklarından artık emindiler. Şehre ve mahallelerine dönüş yolu yok gibiydi. Pars ise halen oyun peşindeydi ve ıslanan tüylerine rağmen ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Bir türlü yorulmak, usanmak da bilmiyordu.
Ece:
-Madem ağabey olan sensin, haydi bizi evimize ulaştır. Ne de olsa iki dakika benden büyüksün ağabey, dedi.
Bu cümledeki “ağabey” kelimesi Efe’nin hoşuna gitmişti fakat hiç zamanı değildi bunun. Geriye dönerek kendi adımlarının üzerinden yürümek iyi bir fikirdi. Bir süre yürüdüler fakat izler kaybolmuştu. Yine bembeyaz kocaman bir boşluğun içindeydiler.
Pars, artık yorulmuş ıslanmıştı ve sanki Ece ve Efe’den yardım istiyor gibiydi. Ece, Pars’ı kucağına aldı ve bir süre daha yürüdüler.
Ayakları artık kendilerini taşımaz oluncaya kadar yürüdüler, yürüdüler. Vakit hayli ilerlemişti ve bir türlü şehir görünmüyordu. Artık ikisinin de gücü kalmamıştı yürümek için fakat etrafta dinlenmeye, oturmaya bir yer olmadığı gibi yol sorabilecekleri kimseler de görünmüyordu.
Ece, yaşadıklarının bir kabus olduğunu düşünmeye başladı. Efe’ye sordu:
-Ağabey, bir rüyada mıyız yoksa?
Efe:
-Rüya değil ve başımız dertte. Ben de isterdim bir rüya olmasını yaşadıklarımızın.
Kaç zamandır Ece’nin kucağında dinlenen Pars uyanarak yere indi ve bir süre iki kardeşin ayaklarının altında dolaştıktan sonra farklı bir yöne doğru yürümeye başladı.
Ece ve Efe bu kez onun peşinden gitmek istemediler zira onları buraya getiren, kaybolmalarına neden olan Pars’tı.
-Şimdi evimiz nasıl da sıcaktır, dedi Ece. Üstelik annem, babam endişelenmiştir de. Yemeğimiz de hazırdır fakat biz buralarda…
Tam ağlayacaktı ki Efe ona sabırlı olması gerektiğini söyleyerek elinden tuttu. Pars’a takip etmeye başladılar fakat hava da kararmaya dönmüş, kar da durmuştu. En azından artık uzakları görebileceklerdi. Bir süre yürüdükten sonra uzaktan şehrin ışıkları görünmeye başlamıştı. Işıkları görmek biraz içlerini rahatlattı. Adımlarını daha da hızlandırdılar. Pars’ı takip etmekten uzaklara çok fazla bakamıyorlardı. Artık adım atacak hallerinin kalmadığı anda ırmağın kenarında olduklarını söyledi Efe. Ece, buna inanmıyordu çünkü yorgun ve açtı. Bayılmak üzereydi. Efe ne kadar ısrar ettiyse de Ece yürümemekte direniyor hatta uyumak istediğini söylüyordu. Belki de Pars’ı bir süre taşıdığı için erken yorulmuştu. Başka çaresi kalmamıştı Efe’nin. Kardeşini sırtına aldı ve artık tanıdığı yollardan evine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra anne ve babasını karışışında buldu. Annesi ve babası çok merak etmişlerdi. Okulu aramışlar, arkadaşlarına sormuşlardı ve akıllarına bin türlü kötü senaryo gelmişti. Çocuklarına kavuşan anne ve baba evin yolunu tuttu. Pars da bata çıka onların yanında ilerliyordu.
Eve ulaştıklarında artık Efe de yürümekten bitkindi. Babası, tam Pars’ı dışarda bırakarak kapıyı kapatacaktı ki Efe onu içeriye almasını istedi babasından.
Ece bir süre sonra kendisine geldi. Efe de kıyafetlerini değiştirdi. Yemek yediler ve çay içtiler. Pars, ıslak tüylerini sobanın kenarında kurutuyordu.
Nasıl olsa ertesi gün okul yoktu. Dinlenmeleri epey zaman alacak gibiydi bunca maceradan sonra.
Yorgunlukla Ece ve Efe erkenden uyudu. Pars da mışıl mışıl uyuyordu.
Sabah Ece uyandığında önce Pars’ı görmek istedi fakat Pars yerinde yoktu. Efe’ye haber etti durumu. Efe de uyandı ve evde Pars’ı aradılar fakat Pars evde değildi.
İki kardeşin telaşını gören anneleri onlara bunun sebebini sordu. Efe:
-Dün akşam yanımızda gelen ve gece boyu şu minderde uyuyan kedimiz vardı. Adını Pars koymuştuk. Aslında bize bu macerayı yaşatan da oydu. Sabah siz mi gönderdiniz onu dışarıya, diye sordu.
Annesi biraz şaşkın ve biraz de endişeli:
-Hangi kedi, ne zaman, nerede gibi soruları peş peşe sordu.
Babasının geldiğini gören Efe ona:
-Dün akşam içeriye almanı söylemiştim baba. Sen kapıyı kapatıyordun, son anda içeriye aldık onu hatırlasana, dedi.
Babası:
-Dün o cümleyi kurdun ama ben kedi filan görmedim, dedi.
Babası ve annesi şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu.
Ece ve Efe daha şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Ece, Efe'ye sarıldı ve ekledi:
-Ağabey...