yusuf kerem acar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yusuf kerem acar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2025 Cumartesi

HİKÂYESİ YAZILMAYAN KAHRAMAN

Ayşegül Yıldız
Yusuf Kerem Acar
Eymen Çam

Fransız yazar Exupery, onun en yakın arkadaşını ve gezegenini yazmış ve bütün hayatını herkese anlatmıştı fakat onun yaşadığı gezegeni ve onun hayat hikâyesini kimseler bilmiyordu. Y216 gezegenini kim bilebilirdi ki? İnsanlar son yıllarda Mars gezegeninden başka bir şeye ilgi duymuyordu. Başka dünyalarda hayat olduğuna inanalar çoğalmıştı fakat hiçbir gökbilimci onun yaşadığı gezegeni tespit edememişti. Oysa Küçük Prens’in gezegenine çok yakındı yaşadığı yer. Zavallı Küçük Prens… Artık Dünya’nın her yerinde çocuklar onu tanıyor kimileri seviyor, kimileri onu anlamıyordu. Hatta büyükler, küçüklerden daha çok ilgi duymuştu ona. Kimse onun hikâyesinin sonunu da merak etmemişti. Kimse şu anda Küçük Prens’in nerede olduğunu da bilmiyordu. Gerçek bir hikâye, yazarının sayesinde gerçeküstü bir masala dönüşmüştü. 
Zaman zaman Küçük Prens’e ziyarete gittiğinde onu hep düşünceli görüyordu. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen hâlen insanların dilinde olmak, onun için biraz üzücüydü. 
Y216, B612’ye göre oldukça büyük bir yaşam alanıydı. Burada kim tarafından yapıldığı belli olmayan terk edilmiş evler vardı, başka bir gezegende yetişmeyen ve konuşup şarkı söyleyebilen mantarlar vardı. Yürüyebilen ağaçlar vardı. Kocaman köklerini ustalıkla adım atmak için kullanıyorlardı. Dallarına yuva yapan kuşlar, akşam vakti döndüklerinde bazen evlerini aramak zorunda kalıyorlardı. İki küçük ırmak vardı bu gezegende. Birinin rengi mavi, diğerinin rengi sarıydı. Bu ırmaklar ilerde birleşiyor ve yeşile dönüyordu yeni ırmağın rengi. Irmakta yaşayan ve adı konulmamış tavşana benzeyen canlılar vardı. Bunlar suyun dışına hiç çıkmadıkları için ancak ırmağa girdiğinde onlarla görüşebiliyordu. 
Belki de Y216 bu kadar geniş ve renkli olduğu için Küçük Prens gibi yalnızlık çekmiyordu ve başka yerlere gitme ihtiyacı duymuyordu. 
Küçük Prens, Dünya’da yaşadıklarını ona anlattığında zaman zaman içinden keşke benim gezegenim de tespit edilse diye düşünüyordu. Son zamanlarda sıkılmıştı hep aynı yerlerde dolaşmaktan. Bir şekilde Dünya’daki insanların dikkatini kendi gezegenine çekmeliydi. Bunu nasıl yapabilirdi, düşünüyordu. 
Belki de prens olmadığı için insanlar onu ve hayatını merak etmiyordu. Kim ne yapsındı ki Servi isimli bir canlının yaşadığı gezegeni. Hem Küçük Prens’in dediğine göre servi, Dünya’da bir ağaç türünün adıydı. Belki de ataları götürmüştü Dünya’ya servi ağacını. Bir şeyler yapmalı ve kendisi de artık kitaplardaki yerini almalıydı. Ataları var mıydı, yok muydu? Bu sorunun cevabını da bilmiyordu. Belki başka gezegenlerde yaşayan birileri götürmüştü serviyi Dünya’ya. Onu sevmeyen birileri. 
Oturup kendi hikâyesini yazmayı düşündü bir süre fakat bu ne işe yarardı ki? İnsanlara nasıl ulaştıracaktı bu hikâyeyi? İnsanlar, kendi hikâyelerini yazan ve okuyan canlılardı. Küçük Prens gibi bir hikâye çok nadir olduğu için dikkat çekmişti belki de. 
En iyisi etrafı keşfetmek ve Dünya’ya bir yolculuk yapmaktı. Yaşadığı yerde seyahat edebilmek için bir araç yoktu fakat ağaçlardan yardım isteyebilirdi. Yürüdüklerine göre belki uçabilirlerdi de. Ya da kuşlar ona yardım edebilirdi. Kuşlardan yardım istemedi ve ağaçlara durumu anlattı. 
Ağaçların en yaşlısı Bilge Ağaç, ona yardım edebileceğini söyledi. Onu, en azından yaşadığı gezegenin dışına çıkarabileceğini, sonrasının ise kendi çabasına kaldığını dile getirdi. Hazırlıklara başlayan Servi, kısa sürede Bilge Ağaç’a giderek artık yolculuk zamanının geldiğini söyledi. 
Bilge Ağaç yaşlıydı ama güçlüydü de. Gövdesinin orta yerinde kocaman bir kovuk vardı. Burası sanki bir odayı andırıyordu. Servi’nin yolculuğu burada geçecekti. Servi, kovuktaki yerini aldı ve Bilge Ağaç gürültüyle hareketlendi. Bir süre yürüdü, sonra koştu ve en sonunda havalanmayı başardı. Bu yolculuğun Bilge Ağaç için de önemi büyüktü. İlk kez gezegen dışına çıkacaktı ve belki de dönemeyecekti. 
Nihayet yolculuk başlamıştı. Bilge Ağaç dışarda gördüklerini Servi’ye anlatıyor ve onun ineceği yeri tarif ediyordu. Onlarca küçük gezegen vardı ve her birinde yaşayan farklı farklı canlılar vardı. Üzerinde ağaç bulunan gezegen ise çok azdı. Dünya, uzaktan görünmüştü. Bilge Ağaç nefes nefese kalmış, geri dönecek gücü kendisinde hissetmiyordu. Dünya’ya girdikleri anda Servi’ye yeni planını anlattı Bilge Ağaç:
-Artık geriye dönmek benim için hayli zor. Kocaman uzay karanlığında yuvarlanmak yerine ben de seninle Dünya’ya ineceğim. En azından senin için de bir barınak olurum. 
Bu fikir Servi’nin hoşuna gitti. Dünya’ya iniş süreci başlamıştı. Nereye ineceklerini bilmiyorlardı. Bilge Ağaç, çok yukarılardan kendine bir hedef belirledi ve bir süre sonra gürültüyle yere indiler. Bilge Ağaç’ın rengi değişmiş, mavimsi bir hâl almıştı. Işık saçıyordu etrafa. İndikleri bozkırdı. Etrafta canlı görünmüyordu. Bilge Ağaç son gücüyle köklerini toprağa saldı. Kökleri, bu toprağı yabancı bulmuştu önceleri fakat besin alması gerekiyordu. Onun için artık dinlenme zamanıydı. Biraz ürpererek ve korkuyla başını kovuktan dışarıya çıkaran Servi önünde uzayan kocaman bir duvar gördü. Bu duvarın sonu yok gibiydi. Belli ki birilerini engellemek için örülmüş bir duvardı burası. Hava, yeni aydınlanıyordu. Etrafı keşfetmesi ve hikayesini, gezegenini anlatacak birilerini bulması gerekiyordu. Çok fazla ilerlememişti ki karşıdan bir toz bulutu yükseldi. Dört bacaklı, yüksek hayvanlar üzerinde kendisine doğru gelen insanlar vardı. Önce korktu fakat iyice yaklaştıklarında gelenlerin iyi niyetli birileri olduğu hissine kapıldı. 
Dört kişi gelmişti onu karşılamaya. Önce saygı gösterisinde bulundular. Servi’nin onlar için göklerden gelen bir kutsal kişi olduğunu düşündüklerini söylediler. Servi, hikâyesini anlatmak için acele etmedi. Atlılardan birinin ardına atlayarak ve Bilge Ağaç’la vedalaşarak gözden kayboldu. 
Bir süre yolculuk yaptıktan sonra çadırların bulunduğu, etrafta atların, geyiklerin, keçilerin ve ineklerin bulunduğu bir obaya ulaştılar. Küçük Prens’in anlattığı Dünya’dan çok farklı bir yerdi burası. Ne uçaklar vardı ne de çöl. Üstelik hayli kalabalıktı da. Nereye düştüğünü, kimlerin arasında olduğunu merak etmiyor değildi fakat kendisini güvende hissediyordu ve bu da ona şimdilik yetiyordu. 
Çadırların en büyük ve süslü olanının önüne gelince atlardan indiler. Çadırdan içeriye girdiklerinde Servi, önce gördükleri karşısında biraz irkildi. Yaşlı, aksakallı ve saçlı biri yerde oturuyor ve boşluğa bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra konuştu:
-Kaç zamandır senin gelmeni bekliyoruz. Destanlarımızda hep sen vardın. Efsanelerimizde hep sen vardın. Bir umut bekliyorduk göklerden. Nihayet geldin ve obamızı şenlendirdin. Türk boyu artık senin de desteğinle zaferlere imza atacak ve Çin’in eziyetleri sona erecek. Atalarımız yüzyıllarca beklediler seni ama sen şimdi geldin. Hoş geldin. 
Söylenen sözlerden bir şey anlamadı Servi. Kenara geçerek oturdu. Bir hikâyem olsun diye ayrılmıştı gezegeninden ancak bambaşka bir hikâyenin içine düşmüştü. Hikâye değil de destanın içine düşmüştü belki de. Yaşayacağı şeyler çok merak ediyordu. Üstelik etrafta kâğıt, kalem, kitap tarzında bir şeyler de görünmüyordu. Küçük Prens’in anlattığı dünya bu değildi. Küçük Prens’in anlattığı çağ, bu çağ değildi. Sanki destanlar çağına düşmüştü. Destanların tarihi, hikâyelerden çok önce olmalıydı. Yorgundu. Biraz dinlendikten sonra her şeyi anlamak için hayli vakti olacaktı nasıl olsa. 
Dünya’nın havası biraz çarpmıştı Servi’yi. Önüne kâse ile konulan beyaz sıvının ne olduğunu sorarak başladı merakını gidermeye. Çadırdakiler önce sustu sonra hep birlikte kahkaha attılar ve önündeki şeyin ayran olduğunu söylediler. Daha önce böyle bir şeyin tadına hiç bakmamıştı Servi. Çekinerek tadına baktı ve çok sevdi bu içeceği. Birkaç kâse daha içtikten sonra biraz uyumak istediğini söyledi. Çadırda ona keçi yününden hazırlanmış bir yatak gösterdiler. Mışıl mışıl bir uykuya daldı. Rüyasında Y216’yı gördü. Galiba özlemeye başlamıştı orasını ama Dünya da fena sayılmazdı. 
Tam bir gün boyunca hiç uyanmamıştı. Uyandığında ertesi günün sabahı olmuştu. Güneş, Dünya’da başka görünüyordu. Kendi gezegenindeki gibi hemen kaybolmuyordu. Merakını gidermek istiyordu ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Etrafında toplananlarla hoş bir sohbete başladı kendine geldikçe. 
Uzun konuşmalar sonucu Asya’da olduğunu anlamıştı. Tarihin henüz ilk çağlarıydı. Onu misafir edenler Türklerdi ve Bilge Ağaç’la indiği yer Türkler ve Çin arasındaki sınır bölgesiydi. Çin Seddi’nin kenarına inmişlerdi. Hiç böyle hayal etmemişti. Küçük Prens mi şanslıydı yoksa kendisi mi, bunu tahmin etmek zordu. Küçük Prens’ten yüzlerce yıl öncesine denk geliyordu onun Dünya’ya inişi ve insanlarda gezegenleri gözlemleyebilecek, başka dünyadaki canlıları tanıyabilecek teknolojik gelişmeler henüz yoktu. Servi’nin Dünya’ya inişini birtakım inanışlarla anlamlandırıyorlardı. Servi, onlar için Gök Tanrı’nın armağanıydı. Düşünceler içindeyken aklına Bilge Ağaç geldi. Bilge Ağaç hayli yaşlıydı ve onu orada öylece bırakıp gelmişti. Etrafında bulunanlara kendisini Dünya’ya indiği yere götürmelerini istedi. Yine dört kişi atına bindi. Bu kez bir at da Servi’ye vermişlerdi. İlk kez ata biniyordu ama çok ustaca yol alıyordu. Bilge Ağaç’ı uzaktan görünce duygulandı Servi. Atından indi ve yanına gitti. Bilge Ağaç yürüme yeteneğini kaybetmişti. Üstüne garip kuşlar yuva yapmışlardı. Bir süre onunla sohbet etti. Bilge Ağaç’ın hayatta kalabilmek için köklerini çok derinlere saldığını öğrendi. Etrafındakiler, Servi’nin ağaçla olan sohbetinden çok etkilenmişlerdi. Bu ağacın sıradan bir ağaç olmadığına karar verdiler ve burada her gün birinin nöbet tutması gerektiğini kendi aralarında konuştular. Bilge Ağaç’ın ihtiyaçlarını gidermek için her gün iki Türk buraya gelecek ve etrafı kolaçan edecekti. 
Servi yaşadığı yeri, umduğu Dünya’yı anlattı onu yanına alan insanlara fakat hiçbiri inanmak istemiyordu onun anlattıklarına. Sadece saygı duyuyorlar ve zaman zaman fikir danışıyorlardı. 
Bilge Ağaç’ın hemen yanında duran duvar Servi’nin ilk günden beri dikkatini çekmişti. Bu duvarın sebebini sorduğunda hayreti biraz daha arttı. Duvarın öte yanında yaşayan insanlar, Türklerin o bölgeye geçmesini engellemek için kocaman yüksek bir duvar örmüşlerdi. Bu duvarı aşabilmek için çok Türk can vermişti. Aslında Servi’den asıl beklentileri de bu yöndeydi. Servi’nin bu duvarı yok etmesi ya da aşmak için bir fikir vermesini istiyorlardı. 
Servi artık çadıra dönmek yerine bu duvarın önünde bir fikir bulmanın daha mantıklı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hem Bilge Ağaç da yanındaydı onun. 
Günlerce düşündükten sonra Bilge Ağaç, Servi’ye bir fikir söyledi. Yüzlerce büyük merdiven yapıp bu duvara tırmanmak ve duvarı aşmak mümkündü. Servi, etrafındaki insanlara yapmaları gereken şeyleri her gün anlattı. Sonunda duvarın önünde onlarca basamağı olan yüzlerce merdiven hazırdı. 
Duvarın diğer tarafında yaşayan halk, arka taraftaki hareketlilikten huzursuz olmaya başlamıştı. Gizlice Türklerin nelerle meşgul olduklarını izlemeye başladılar. Büyük bir taarruz hazırlığındaydı Türkler ve onlar da savunma konumuna geçmek için hazırlıklara başladılar. Bu esnada Bilge Ağaç kendine gelmişti. Ona her gün su taşıyan ve sağlığı için etrafını çapalayan insanlar sayesinde artık kendisini son derece güçlü hissediyordu. 
Büyük gün gelmişti. Türkler bütün gücüyle seddin diğer yüzünden tırmanmaya ve arka tarafa geçmeye başlamışlardı. Islık çalan oklar, kılıç sesleri, at kişnemeleri birbirine karışıyordu. Her yer toz duman olmuştu. Servi ve Bilge Ağaç ise sadece dinliyordu gürültüyü. Anlam veremiyorlardı olanlara. 
Birkaç gün devam eden gürültü sonunda sessizliğe bırakmıştı yerini. Türkler, seddin diğer tarafına geçmişlerdi. 
Servi ve Bilge Ağaç, yaşadıklarından sıkılmışlardı. Servi, yine Bilge Ağaç’ın kovuğundaydı. Bilge Ağaç ona fısıldadı:
-Aynı şeyleri mi düşünüyoruz?
Servi:
-Ben Y216’yı özledim. Burası bize göre değil, dedi. 
Bilge Ağaç:
-Eğer istersen eski gücüme kavuştum, yeniden havalanmayı ve gezegenimize dönmeyi düşünebiliriz, dedi.
Bu teklif Servi’nin hoşuna gitmişti. Bilge Ağaç gürültüyle köklerini topraktan söktü ve önce yürümeye sonra koşmaya başladı. En sonunda havalanmıştı. Bir rüzgar ona destek oluyordu havalanması için. Bir süre sonra gözden kayboldular ve gezegenlerine doğru yola çıktılar. 
Onların hikâyesini anlatacak bir yazara denk gelmemişlerdi. Onların bir kitabı olmayacaktı insanlar tarafından okunan fakat onların hayatlarıyla, varlıklarıyla ilgili şeyler kulaktan kulağa, nesilden nesle anlatılacaktı. 
Büyük zaferin ardından Türkler döndüklerinde Servi’yi ve ağacı yerinde göremediler. Artık iyice emin oldular onlar kendilerine Gök Tanrı’nın gönderdiği yardımcılardı. 

18 Ocak 2025 Cumartesi

ÖĞRENCİNİN DUASI

Yusuf Kerem Acar

Aslında okul güzel bir yer
Sıkıcı bir hayattan
Koparıp alıyor bizleri içine
Arkadaşlar, dersler, öğretmenler
Derken akşam oluyor
Dönüyoruz evlere

Okulun olmadığı günler bile
Arıyor insan okulu, dersleri
Öğretmenlerini
Hele yaz tatilinde
Özlememek mümkün mü birini

Fakat ödevleri anlamak çok zor
Sayfalar dolusu ödev
Sayfalar dolusu soru
Allah’ım sen bizleri
Ödevlerin bitmeyeninden koru

11 Ocak 2025 Cumartesi

ARKADAŞ

 

Yusuf Kerem Acar

Arkadaştan yana bahtım çok açık
Her yerde var bir arkadaşım
Ama hepsi aynı değil 
Kimileriyle uzak kimileriyle yakın

Mahallede olan arkadaşlarım haftada bir
Okulda olanlarla her gün görüşüyorum
Onlar benimle görüşmekten mutlu mu bilmem
Ben onları gördüğümde seviniyorum

Bir de ağabeyim var evde
Arkadaşım değil ama arkadaştan farksız
Onunla da güzel vakit geçiriyorum
Düşünüyorum o olmadan
Hayat ne kadar olurdu tatsız 

Arkadaşsız hayat düşünemiyorum
Yalnız bir çocukluk yaşayanlara 
Sabırlar diliyorum

4 Ocak 2025 Cumartesi

KARAMSAR GÜNLER

 YUSUF KEREM ACAR 

Ne kadar iyimser olsam da
Yine de gelip beni buluyor karamsarlık
Özellikle pazartesi günleri 
Yanımdan ayrılmıyor bile bir anlık


Bana soruyorlar ne oldu ne var
Bir şey yok diyorum inanmıyorlar
Nasıl geçecek günler cuma nasıl gelecek
Bunu düşünüyorum yalnızca bilmiyorlar

Pazar gününden başlıyor aslında karamsarlık
Çünkü ertesi günü büyük karanlık
Yaz tatillerinde görün siz beni
Yanımdan ayrılmıyor hiç aydınlık

ÇAY AŞKINA

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 
ADEN MİRA KARTAL



Ekmeksiz yaşarım ama çaysız asla, diyordu. Daha çocukken başlamıştı çaya. Akranları süt içerken o çay içmişti sadece. Şehirlerarası yolculuklarda onun yaşındakiler meyve suyu, kek, bisküvi, çikolata isterken muavinden o yalnızca çay istemişti. Okul kantininde sabahın ilk saatlerinden itibaren her teneffüs çay içiyordu. Çay içmediği gün kendini çok kötü hissediyordu. Hiçbir şey yapası olmuyordu. Ramazan ayında en çok çaysızlık onu zorluyordu. İftarı çayla yapıyordu. Sahurda sadece çay içiyordu. 
İyi çayı kokusundan, renginden tanıyor ve bulduğu yerde bardakla değil sürahiyle içiyordu.
Yıllar geride kalıyordu. Okul çağı geldiğinde yazmayı öğrendiği ilk sözcük “çay”dı. Çay kelimesini okumayı zaten birkaç yaşında iken öğrenmişti. Öğretmenleri bir kompozisyon yazın, dediğinde mutlaka çay konulu yazılar yazıyordu. Matematik dersinde çay problemleri uyduruyordu. Resim dersinde yalnızca çay bardağı ve çaydan resimleri çiziyordu. En sevdiği şehir Rize’ydi çünkü ora çayın merkeziydi. İlerde üniversite okumak için Rize’ye gidecek ve orada yaşamaya devam edecekti. 
Çaylar türlü türlüydü fakat onun için adı çay olan her şey önemliydi. Herkes bisküviyi çaya batırırken o çorbaya çay katıyordu. Ekmeğini, simidini çaya bandırarak yiyordu. Gofret, çikolata yemesi gerektiğinde onları da çay bardağına bırakıp öyle yiyordu. 
Çay, onun kırmızı çizgisiydi. 
Çay içmeyen, sevmeyen kişilerle dostluk kuramazdı. Hele kahve içenlerden nefret ediyordu. Yeni tanıştığı kişilere sorduğu ilk soru şuydu:
-Günde kaç bardak çay içersin?
Günde beş bardaktan az çay içenler ona göre güvenilmez insanlardı. Mesela kardeşi…
Sınav sene yaklaşmıştı ve çayı daha da çoğaltmıştı. Arkadaşları suluk taşırken o termos taşıyordu içi çay dolu olan. Gün içinde termos boşalıyor yeniden dolduruyordu onu çayla. 
O gün ikinci termos çay bittikten sonra önce terledi, ardından kaşınmaya başladı. İlk kez düşündü acaba çayı çok mu içiyorum, diye. Belki de sınıf sıcaktı, hava sıcaktı ondandı kaşınması, terlemesi. Son derse girdiklerinde artık yerinde duramıyor sürekli vücudunun bir yerlerini kaşıyordu. Öğretmenleri durumu fark etmişti ama zaten son dersti. Son derste sırtını sınıfın duvarına yaslamış  kurbanlık dana gibi sırtını duvara sürterek kaşıntıyı gidermeye çalışıyordu. 
Okul bitti ve serviste kaşına kaşına eve ulaştı. Eve ulaşır ulaşmaz önce elbiselerini değiştirdi, duş aldı fakat kaşıntısı geçmiyordu. İlk kez bu kadar uzun süre çay içmemişti. Durumu fark eden annesi Çaycan’ın kollarına, vücuduna baktığında kırmızı benekler gördü. Hatta bazıları kanamaya dönmüştü bu beneklerin. Daha fazla beklemeden hastaneye gitmek gerekiyordu. 
Annesi ve Çaycan hastanede önce tahlil verdiler ardından krem alarak ayrıldılar. Tahliller ertesi gün çıkacaktı ve Çaycan saatlerdir çay içmemişti. Hastanenin kantininden bir bardak çay aldı ve dışarıya çıkıncaya kadar bitirdi. Sanki tadı kaçmıştı çayın. 
Ertesi sabah Çaycan yine kaşınarak uyandı. Tahliller sonuçlanıncaya kadar okula gitmemesi gerekiyordu. Belki de bulaşıcıydı bu kaşıntı. Sabahın erken saatlerinde annesi tahlil sonuçlarını açıkladı: Vitamin ve demir eksikliği. 
Çayda yeterince vitamin olmalıydı oysa. Nereden çıkmıştı bunlar şimdi. Demir eksikliği nasıl giderilirdi? 
Annesi hastaneye gitti ve çabucak bir poşet dolusu ilaçla yeniden döndü. Doktorun söylediğine göre bu durumun nedeni çaydı. Çaycan, önce bunu kabul etmek istemedi. Yıllardır çay içiyordu ama bir sorun yaşamamıştı. Hiç değilse bir süre çaya ara vererek denemesi gerekiyordu çaysız hayatı. 
Çaycan, demliklere küskündü. Bardaklarla arasında artık buzdağları vardı. Kahvaltıda, akşam vakti, öğlen vakti, kantinde çayı görmemek için çaba sarf ediyordu. Bir süre sonra bu duruma alıştı fakat artık yeni bir sorunu vardı: ayran. 
Bardaklar dolusu ayran içiyordu her gün. Termosunda da soğuk ve tuzlu ayran götürmeye başlamıştı okula. 

28 Aralık 2024 Cumartesi

TUHAF BİR HAYAT

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 
İSMET ÇINAR ALTUNTAŞ 

1. Eğitim Hayatı

Baransel ilk dört senenin nasıl geçtiğini anlamamıştı. Okula gidip geliyor; dersler nasıl, diye soranlara “süper” diyordu. Okumaya üçüncü sınıfta geçmişti. Sınıfta elması kızaran son kişiydi. Aslında öğretmen unutmuştu bile onun okuyamadığını fakat nasıl olmuşsa olmuş, birden okumaya başlamıştı. Hem de arkadaşlarından daha hızlı okuyordu. Yazısı ise berbattı. Onun yazdıklarını görenler önce çivi yazısı zannediyor, sonra bilmedikleri bir alfabe olduğuna karar veriyorlardı oysa Baransel yazısının inci gibi olduğunu söylüyordu. Baransel’in yazısını yalnızca kendisi okuyabiliyordu. Bu ilk dört sene boyunca iyi bir şeydi fakat şimdi beşinci sınıfa geçmişti ve yazılılarla tanışmanın zamanıydı.
Bütün sınıfın gireceği ilk yazılıydı ve herkes oturmuş ders çalışıyordu. Bazıları heyecandan sık sık tuvalete gidiyor, oturduğu yerde heyecandan dizlerini sallıyordu. Neredeyse baygınlık geçirecek olanlar bile vardı. Baransel ise yazılıyı umursamıyordu. Nasıl olsa kâğıdını veren ilk öğrenci olacaktı. Bundan emindi. Bilmediği konu yoktu çünkü. Sonunda yazılı saati geldi. Öğretmen kâğıtları dağıttı. Sınıfta büyük bir sessizlik vardı. Bir süre sonra sadece kalem ve silgi sesleri duyuluyordu sınıftan. On dakika ya geçmişti ya geçmemişti. Baransel parmak kaldırarak öğretmenine:
-Sınavı bitenler kâğıdını verebilir mi öğretmenim, dedi. 
Öğretmen:
-Arkadaşların henüz ilk sorularda. Kâğıdın arka yüzünde de sorular var onlara baktın mı, diye karşılık verdi. 
Baransel kendinden gayet emin kâğıdını öğretmenine götürdü. Öğretmeni kâğıdı görünce önce irkildi. Tüm soruların altında cevaplar vardı fakat başka bir alfabeyle yazılmış gibiydi. Bir süre kâğıda bakan öğretmen sonucu açıkladı:
-100.
Tüm sınıf şaşkınlık içindeydi. Baransel ise haklı gururu yaşıyordu. İlk sınavda 100 alan ilk öğrenci olmuştu. Aslında cevaplardan kendisi de endişeliydi ve öğretmeni hiçbir cevabına itiraz etmemişti. Bu iyi bir başlangıçtı şüphesiz. Böyle devam etmeliydi. 
Sonraki günlerde de Baransel kâğıdını teslim eden ilk öğrenci, 100 alan ilk öğrenci unvanını korudu. Arkadaşları da en az kendisi kadar şaşkındı. Soruların cevaplarını konuşurlarken Baransel hiç ses çıkarmıyordu. Birkaç kez konuşacak oldu fakat arkadaşları garip garip birbirlerine baktılar onun konuştuklarından sonra. Baransel sorularla ilgili konuşmuyor, önceki gün yapılan maçları anlatıyordu ya da oynadığı oyunlardaki karakterlerden bahsediyordu sorularla ilgili olarak. İlk yazılılar bitmişti. Baransel; dersler nasıl gidiyor, diye soranlara artık “çok süper” diye cevap veriyordu. 

2. Sanat Hayatına İlk Adım
Eğitim hayatından sıkılmıştı Baransel. Kendini sanata vermek istiyordu. Resim çizmek için yetenekli olduğunu söylüyorlardı hep. Resim çizmeliydi. İki boyutlu resimler… 
O gün ailesinden resim çizmek için kendisine gerekli olan malzemeleri istedi. Akşam, okuldan eve döndüğünde masasında bir yığın malzeme buldu. Yemek yemedi. Çay içmedi ve resim çizmeye başladı. Önceleri hayalinde, zihninde olan şeyleri kâğıda tam olarak aktaramadığını düşünüyordu fakat akşamın ilerleyen saatlerinde geri dönüp önceki resimlerine baktığında tam da istediği gibi resimler çizebildiğini fark etmişti. 
Gece boyu uyumadı. Önündeki kâğıtlara bir şeyler çiziyor, kâğıdı kenara bırakıyor, bir süre sonra tekrar baktığında yarım resim, tam istediği gibi oluyordu. Sabaha doğru bitirdiği bütün resimleri odasının penceresine yerleştirdi. Pencerelerin tümü resimlerle kaplanmıştı. Uykusuz da olsa sabah okula gitmek zorundaydı. Servise binerken odasının penceresine baktı, büyülü bir evin penceresi gibiydi görünen manzara. Resimler sanki canlı gibi duruyordu. Evin önünden geçen herkesin dikkatini çekeceğini düşündü bu resimlerin. Sabah güneşi resimleri sanki canlandırmış gibiydi. Servis uzaklaşırken gözü halen resimlerindeydi. 
Gün boyu okulda ne yaşadı, neler yaptı, umurunda bile değildi. Eve gitmek ve resim çizmeye devam etmek istiyordu. Zaten gece boyu da uyumamıştı. Bir ara sınıfta uyudu. Neyse ki kimse rahatsız etmemişti de uykusunu okul bitinceye kadar almıştı. 
Son ders, iyice dinlenmiş olarak uyandı. Uyandığı anda da zil çaldı. Güneş, batmak üzereydi. Servisine koşarak evin yolunu tuttu. Servis, eve yaklaştığında uzaktan odasının penceresindeki resimler görünüyordu. Hızlı adımlarla evine girdi ve doğruca odasına gitti. Odasında bir gariplik vardı. Kâğıtlara çizdiği resimler sanki canlanmış gibiydi. Güneş ışığının etkisiyle odanın yüzünde geziniyor gibiydi bütün resimlerdeki canlılar. Bu durum ona çok keyif vermişti. Hatta bir ara neredeyse kahramanlardan birine çarpacaktı. Oturdu ve durmadan, dinlenmeden yeni resimler çizdi. Penceresinde artık yer kalmamıştı fakat duvarlar ve tavan boştu. Çizdiği resimleri tavana, duvarlara asıyordu. Artık odasında tek yaşamadığını hissediyordu, kalabalık bir odaya dönüşmüştü odası. Sadece sesi çıkmıyordu çizdiği karakterlerin. Pencerede, duvarlarda, tavanda dolaşıyordu çizdiği karakterler. Açlıktan ve yorgunluktan bir süre sonra masada uyudu. Gözlerini açtığında oda karanlıktı. Odasının lambasını açtı, her şey normaldi. Belki de uykusuzluktan görmüştü yaşadıklarını. Biraz yemek yedi, dinlendi fakat kâğıt ve kalemler sanki kendisini çekiyordu. Yeniden, yeniden, yeniden resimler çizdi. 
Odasından çıkmıyordu artık. Yemeğini annesi odasına getiriyordu. Okulu da unutmuştu. Gitmiyordu okula. Niçin okula gelmediğini arayan soran da olmamıştı hiç. Odasında kendine yeni bir dünya kurmuştu. Kahramanlarının kendisinin çizdiği bir dünya. 
Güneş doğarken ve batarken canlanan kahramanlarla dolu bir dünya. Bir süre sonra onlarla konuşmaya da başlamıştı. Onlarla sohbet ediyor, onların istediği yeni kahramanları çiziyordu. Neyse ki odası genişti ve hepsi sığıyordu bu mekâna. Hayatına bir canlılık, renk gelmişti. Kendine ait bir oda değil de dünya kurmuştu. 

3. Gerçek Hayat
Baransel, elindeki çay bardağı ile uyumuştu. Baransel dede kaç zamandır böyleydi. Kimseyle konuşmuyor; duvarlara, tavana, pencereye bakıyordu. Bazen sağ eliyle sanki fırça tutuyor da bir şeyler çiziyor, boyuyormuş gibi yapıyordu. En mutlu olduğu anlar güneşin doğuş ve batış zamanlarıydı. Diğer zamanlar sadece boşluğa bakıyor ama bir şey görmüyor gibiydi. Güneşin doğuş ve batış zamanlarında gözleri yerinde durmuyordu. Hatta zaman zaman sağa sola dönüp tebessüm de ediyordu. Yıllardır böyleydi. Etrafındaki insanlar alışmıştı onun bu haline. Kendi adının verildiği torunu Baransel onun bu durumuna zaman zaman üzülüyor, onunla sohbet etmeye çalışıyordu. Gittiği okulu, girdiği sınavları, çizdiği resimleri anlatıyordu. 

21 Aralık 2024 Cumartesi

KİM DAHA DAĞINIK

Yusuf Kerem Acar

Her sabah aramak çorabımın eşini
Çok yorucu bir iş
Ya da masamda bulamamak aradığım şeyi
Bilmiyorum bu nasıl gidiş

Dolabım desem tam bir imtihan
Hem de çoktan seçmeli
Dağınıksın diyorlar bana
Bilmiyorum ne etmeli

Oysa dağınık değilim
Hayat çok karmaşık sadece
Örneğin bir okulda bu kadar ders
Bu kadar defter, kitap niye

Bir kıyafet yeter oysa yaşamaya
Ama bakıyorum dolabım dolu
Dağınıksın diyorlar bana
Bence insanlar düşünmeli bunu

Ben dağınık değilim dağınık hayat
Vermiyorlar dağınıksın diye diye
Bana birazcık rahat

SERGÜZEŞT-İ ULTİMON VE EFLİN

YUSUF KEREM ACAR
ADEN MİRA KARTAL
AYŞEGÜL YILDIZ


BÖLÜM 1: KARANLIKTAN AYDINLIĞA

Ultimon, senelerdir burada yaşıyordu. Çocukluğu bu karanlık ve loş ortamda geçmişti. Gece gündüz bir şeyler yakarak ortamı ışıtıyorlardı. Yukarılara doğru çıkıldıkça birazcık olsun havanın basıklığı ve karanlık azalıyor gibiydi ama daha yukarılara hiç çıkmamıştı. Kendisi dahil dört kişilik bir aileydiler. Yılın belli zamanlarında anne ve babası ortadan kayboluyor nerede, nasıl yetiştiğini bilmediği yiyecekler getiriyorlardı Ultimon ve kardeşine. Anne ve babası tekrar yanlarına döndüklerinde bir süre gözlerinde sorun oluşuyor, göremiyorlardı. Ultimon ve kardeşi yaşadıkları yerin dışında bir hayat olup olmadığını çok merak ediyordu. Burada niçin yaşadıklarını da zaman zaman ailelerine soruyorlar ancak cevap alamıyorlardı. Sadece yaşadıkları yer dışında hayatın onlar için riskler taşıdığını, ölüm tehlikesi bulunduğunu söylüyorlar ve kesinlikle yukarılara doğru gitmemelerini tembihliyorlardı. 
Ultimon’un anne ve babası uzun zaman önce gitmişlerdi yiyecek getirmeye ve stoklarının azaldığının farkındaydılar. Yine kısa süreli bir ayrılık yakındı. Bu kez Ultimon, kardeşi Eflin’le gizli bir karar almışlardı. Anne ve babasının peşinden gideceklerdi. Her zaman yiyecekleri onların getiriyor olmasından usul usul rahatsızlık da duyuyorlardı çünkü anne ve babaları yaşlanmaya başlamıştı. Belki de ilerleyen dönemlerde kendilerinin yiyecek bulması, anne babaya bakması gerekecekti ama bu kararı aldıran şey aslında meraktı. 
Anne ve babalarının yiyecek bulmak için gideceklerini öğrendiklerinde iki kardeş uyumamaya karar verdi. Gece ile gündüzün aslında çok farkı yoktu yaşadıkları yeraltı şehrinde. Meşaleler söndüğünde uyuyorlar, yakıldığında uyanıyorlardı. Biraz da serinlik oluyordu geceleri. Vaktin değiştiğini böyle anlıyorlardı. Hava serinlemeye başlamıştı, meşaleler sönmüştü. Gelen seslerden anne ve babalarının yola çıktığını düşünen iki kardeş onların peşlerine takıldılar ve biraz geriden yürümeye başladılar. Durmadan yokuş çıkıyor gibiydiler. Yukarılara, hep yukarılara doğru bazen yürüyor bazen bir yerlere çarpıp eğiliyorlardı. Yukarılara çıktıkça temiz bir hava ellerine yüzlerine dokunuyordu. Birkaç saat yürüdükten sonra nihayet önlerinde kocaman bir çıkış noktası gördüler. Biraz korku vardı içlerinde fakat buna değerdi. 
Anne ve babaları önde onlar arkada ilerlediler. Çıkış noktasına ulaştıklarında bambaşka bir dünya gördüler. Yukarda, çok uzaklarda beyaz, bembeyaz bir şey parıldıyordu. Etrafında da parlak, küçük noktalar vardı sayılamayacak kadar. Büyülü bir dünya gibiydi burası onlar için. Anne babalarının anlattığı masalların içine düşmüş gibiydiler. Üstelik adım attıklarında zemin sert değildi. Yukarıya baktıklarında yalnızca taşları görmüyorlardı. Eflin ve Ultimon çıkışın kenarına uzandı. Yorulmuşlardı. Bir süre konuşmadan gökyüzünü seyrettiler. Bu esnada Ultimon:
-Burada manzaranın güzelliğine kapıldık. Anne babamız artık uzaklaşmıştır. İki seçenek kalıyor bize: Ya devam edeceğiz ya da geri döneceğiz, dedi. 
Eflin bir süre sessiz kaldı. Düşündü ve cevap verdi:
-Bu dünyanın tehlikeli olduğunu biliyorsun. Üstelik büyüklerimizi de kaybettik. Uzaklaştılar. Bence artık dönelim. En azından dışarda bir hayat olduğunu gördük. Daha sonra yeniden geliriz. 
Ultimon:
-Öyleyse dönüyoruz. Dinlendik yeterince, dedi ve dönüşe geçtiler.
İçeriye adım attıkları anda her yer çok karanlık görünmüştü onlara. Nereden ve nasıl yeniden yaşadıkları yere döneceklerini bilemiyorlardı. Bir süre sağa sola çarparak ilerlemeye çalıştılar fakat gözleri bir kez alışmıştı yukarda gördükleri beyaz ışığa. Belki de en iyisi çıkış noktasında ailelerini beklemekti. Yeniden çıkış noktasına vardılar. Bir süre daha burada beklemeye karar verdiler ve sırtüstü uzandılar. Bir süre sonra duydukları seslerle ikisi aynı anda uyandı. Değişik, tatlı bir sesti bu. Kanatlı bir canlı etraflarında havalanıyor ve güzel sesler çıkarıyordu, üstelik her taraf alabildiğine açıktı ve görünüyordu. Gözlerini kısarak bakabildiler etrafa. Gökyüzüne bakamamışlardı. O beyaz parlak şey kaybolmuş, daha büyük ışıklı bir şey vardı uzakta, dağların ardında parlayan. Anne ve babaları belki de içeriye dönmüşlerdi bile. Ne yapacaklarını şaşırdılar bir süre. Anne ve babaları, onları yerinde göremeyince yeniden dışarıya gelirlerdi mutlaka fakat gelen giden yoktu. Acıkmışlardı. Biraz da üşümüşlerdi ama hava ısınıyordu. Yapmaları gereken şey önce bu aydınlığa alışmaktı. Ultimon ve Eflin saçlarını gözlerinin önüne döktüler ve arasından bakmaya çalıştılar. İşe yarıyordu bu. İkisi de yüzlerini saçlarıyla kapattılar ve etrafa uzun uzun baktılar. Bir süre sonra artık gözlerinin aydınlığa alıştığını fark ettiler. İlk kez güneş ışığını hisseden vücutları da en az gözleri kadar tepkiliydi. Anne ve babalarının yiyecek getirdikten sonra neden bir süre hiçbir şey göremediklerini anlamışlardı. 
Dünya o kadar farklı ve güzeldi ki her şeyi unuttular ve çimenler, çiçekler arasında yuvarlanmaya, hemen yakındaki derenin suyunda eğlenmeye kendilerini kaptırdılar. Bazen kuşların peşinden koşuyorlardı bazen kelebeklerin. Anne ve babalarının getirdiği yiyeceklere benzeyen şeyler gördüler ağaçlar üzerinde. Onlardan da tıka basa yediler. Artık açlıkları da kalmamıştı fakat Ultimon arada bir bu dünyanın nasıl bir tehlikesi olabilir ki, diye düşünüyordu. Yine iyice yorulmuşlar ve uzanmışlardı ki bir gölge belirdi başuçlarında. Dönüp baktıklarında dört kocaman canlının üzerinde dört kocaman adam vardı. Canlıların dört ayağı vardı yeri eşeliyorlardı. Korkunç bir manzaraydı. At üzerindekilerden biri sordu:
-Çocuklar, siz kimsiniz ve burada ne arıyorsunuz. Burası Kral’ın özel bölgesi ve buraya girmek yasak. Sizi tutuklamamız ve Kral’a götürmemiz gerek. 
Söylenenlerden hiçbir şey anlamıyorlardı. Kral ne demekti, tutuklanmak neydi, özel bölge nasıl oluyordu… Bu düşünceler zihinlerinden geçerken dört adam onları çoktan bağlamış ve atların sırtına yüklemişlerdi bile. Bu canlıların sırtında yol almak çok keyifliydi fakat kolları ve ayakları bağlıydı. Üstelik anne ve babalarını da hatırlamışlardı sonunda. Bir bilinmeze doğru ilerliyorlardı. 
Tüm bunlar olurken anne ve baba, yaşadıkları yere dönmüş, her yeri aramış fakat çocuklarını bulamamışlardı. İkisinin de aklında aynı şey vardı: Çocukların dış dünyaya çıkmış olmaları. Bu büyük bir felaketti. Yiyecekleri bıraktıktan sonra yeniden dışarıya çıktılar. Bir süre etrafa baktılar. Ayak izi aradılar. Onlar da bu vakitlerde dışarda bulunmaktan endişeliydi. Her an yakalanabilir, tutuklanabilirlerdi. Gizlenerek çocuklarını aradılar, aradılar. Onlardan bir iz bulmaya çalıştılar. Bazı yerlerde çimenler ezilmişti. Evet, artık eminlerdi çocukları dış dünyaya çıkmışlardı ve ilk kez gördükleri bu dünyanın tehlikelerinden habersizlerdi. Çocuklarını buluncaya kadar yaşadıkları eski yere dönmelerinin bir anlamı yoktu. 

2. BÖLÜM: YUVAYA DÖNÜŞ

Eflin ve Ultimon’un yolculuğu bitmişti. Kocaman bir binanın önüne gelmişlerdi. Etrafta çok fazla insan vardı. Bu insanların elinde kılıçlar, sırtlarında kalkanlar vardı. Bu kadar çok insanı bir arada hiç görmemişlerdi. Bu binada yaşıyor olmalıydı Kral, dedikleri. Ayaklarının bağını çözdü onları yakalayanlar ve önlerine katarak binanın içine girdiler. Binanın içi çok süslü, gösterişliydi. İnsanların kıyafetleri de öyle. Kendi yaşadıkları yere benzemiyordu buralar. Birkaç dakika yürüdükten sonra kocaman, süslü bir sandalyede oturan, tepesinde parlak bir metal bulunan, uzun sakallı ve süslü elbiseli birinin önünde durdular. Kral, bu olmalıydı. Eflin ve Ultimon’u getirenler konuyu özetlediler. Bu çocukları nerede bulduklarını anlattılar. Kral, dikkatli bir biçimde dinledikten sonra çocuklara döndü ve:
-Benim bölgeme izinsiz girdiniz ve bu cezalandırılmanızı gerektiriyor fakat anlamadığım şeyler var. Siz hangi bölgeden geldiniz buraya ve kaç kişisiniz? Sizden başka insanlar da girdi mi benim bölgeme?
Eflin yaşadıklarının şokunu atlatamamış etrafı seyrediyor ve Kral’ı dinlemiyordu bile. Ultimon, Eflin’den cevap gelmediğini fark edince konuşmaya başladı:
-Biz ilk kez yaşadığımız yerden ayrıldık ve bu dünyayı yeni görüyoruz. Biz aşağılarda, çok aşağılarda yaşıyoruz. Dört kişiyiz. Anne ve babamızı dinlemeyerek gizlice dışarıya çıktık ama çıktığımız yerin sizin topraklarınız olduğunu bilmiyorduk. 
Kral:
-Ne kadar zamandan beri orada yaşıyorsunuz? Dört kişilik bir ailenin yer altında yaşaması çok mantıklı gelmedi bana. Bizi ailenizin yaşadığı yere götürmeniz gerek ceza almamak istiyorsanız. 
İşler karışıyordu. Eflin de konuşmaya başladı:
-Sizi yaşadığımız yere götürebiliriz. Yeter ki bize ceza vermeyin. Hemen, şimdi gidebiliriz, dedi. 
Kral, oturduğu yerden kalktı. Atı hazırlandı. Silahlı dört kişiyle beraber yola çıktılar. Eflin, onları özellikle farklı bir yöne doğru götürüyordu. Her ne kadar onları yakalayanlar yolun yanlış olduğunu söyleseler de Eflin o kadar ciddi yol tarifi yapıyordu ki Ultimon bile şaşırmıştı. 
Bir süre sonra bir kanyonun kenarında durdular. Eflin:
-Burada yaşadığımız yere girebileceğimiz bir giriş var. Hep birlikte sığmamız biraz zor. Önce biz girelim ardımızdan siz gelin, dedi. 
Kral’ın bu fikir hoşuna gitmemişti. Elbiseleri kirlenecek, toz olacaktı. Üstelik içerde kendilerini neyin beklediğini bilmiyordu. Küçük bir süre suskunluk olmuştu ki Kral’ın atı birdenbire çılgına döndü. Ultimon ata bir şeyler yapmış ve at yerinde tepinmeye başlamıştı. Bir süre sonra Kral hakimiyetini kaybetti ve atından düşerek yuvarlanmaya başladı. Yanındaki adamlar da Kral’ın peşinden koşmaya başladılar. Bu esnada Eflin, Ultimon’un kolundan sürükleyerek kaçmaya başladılar. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı ama kurtulmuşlardı. 
Arkalarına bakmadan koştular, koştular, koştular. Yorulduklarında geriye dönüp baktılar ama peşlerinden gelen kimse yoktu. 
Bilmedikleri kocaman bir dünyada iki çocuk yalnız başına kalmışlardı. Biraz dinlendiler, etraftaki meyve ağaçlarından bir şeyler yediler ve yeniden yürümeye başladılar. Bu kez kıyılardan ve ağaçların bol olduğu yerlerden yürüyorlardı. Görünmemeye dikkat ediyorlardı. Etraf, aydınlığını yitirmeye başlamıştı. Hava gittikçe kararıyordu. Artık adım atacak güçleri kalmamıştı. Eflin:
-Bir adım daha atacak halim kalmadı, diyerek bulunduğu yere çöktü. Etrafa bakmaya başladı. Burası hiç yabancı gelmiyordu. Gece çıktıkları yere çok benziyordu burası. Ultimon ise etrafı dikkatli gözlerle inceliyordu. Burada otlar ezilmiş, sanki birileri yürümüştü. Az daha dikkatli bakınca gece dışarıya çıktıkları yere çok yakın olduklarını düşündüler. 
İkisinin de adım atacak gücü yoktu artık. Uzanıp dinlenmek iyi bir fikirdi. 
Yorgunluktan ikisi de derin bir uykuya dalmışlardı. Ultimon uyandığında her yer karanlıktı ve üşümüştü biraz. Eflin’i uyandırdı. Bu karanlığın ne zaman biteceğini bilmiyorlardı. Eflin de hayli üşümüştü. Biraz hareket etmek, zıplamak kendilerini ısıtır diye düşündüler. Eflin ve Ultimon üşüyen ellerini ovuşturduktan sonra bulundukları yerde zıplamaya başladılar. Birkaç kez zıpladıktan sonra üzerinde durdukları toprak aşağı doğru kaymaya başladı. İki kardeş de toprakla beraber aşağılara doğru sürüklendiler. Toz ve toprak dağıldığında düştükleri yerin yaşadıkları mekânın bir parçası olduğunu fark ettiler. Bu esnada anne ve babası da gürültünün geldiği yere doğru yürümeye başlamıştı. Çok geçmeden ailesiyle karşılaşan Ultimon ve Eflin büyük bir sevinç yaşadılar. 
Anne ve babası da onlar kadar sevinçliydi çocuklarını gördükleri için. Gece boyu uyumadılar ve başlarından geçenleri anlattılar. 
Nihayet birbirlerini bulmuşlardı ama şimdi bir başka sorun vardı: Ya Kral ve adamları onların yerini bulursa… Üstelik Kral’ın düşmesine, yuvarlanmasına neden olmuşlardı. Belki de Kral yaralanmış ve öfkesi daha da artmıştı. Yaşadıkları yerin tepesinde kocaman bir de delik açılmıştı. Bunları düşündükçe sevinmenin çok da anlamlı olmadığını fark ettiler. 
Buradan ayrılmak gerekiyordu. İlk fırsatta Kral ve adamları yeniden buraya gelebilirdi. 

3. Bölüm: Yeni Dünya

Bir süre hasret giderdikten sonra hemen o gece yola çıkma kararı aldılar. Yanlarına birkaç günlük yiyecek alarak gecenin karanlığından faydalanıp en azından Kral’ın bölgesinden çıkmak, iyi bir fikirdi. Belki uzaklarda bir yerlerde yeniden kendilerine bir yeraltı kapısı bulabilirlerdi. Bir süre yeryüzünde yaşamak gerekebilirdi. Ultimon ve Eflin ise artık yeraltında yaşamak istemiyorlardı. Dünyanın korkutucu yanını görmüşlerdi ama bir cazibesi vardı bu hayatın. Karanlık, onlar için boğucuydu şimdiden sonra. Kısa sürede hazırlıklar tamamlandı ve dört kişilik aile bir gölge gibi yeryüzüne çıktı. Zaten yorgunlardı fakat yakalanmak korkusu onları ayakta tutmaya yetiyordu. Saatlerce yol yürüdüler. Nereye gittiklerini bilmeden yürüdüler. İçlerinde Kral’ın bölgesinden çıkmamış olmak korkusu da vardı. Karanlık usul usul yerini aydınlığa bırakmaya başlamıştı. Bu vakitten sonra yol almak tehlikeliydi. Etrafta sığınabilecekleri bir yer aradılar. Tepelerin ardında kayalıkları gördü ailenin babası. Kayalık varsa mağara da bulabiliriz düşüncesiyle dördü birden aynı tarafa yöneldi. 
Öte yandan Kral ve adamları toparlanmıştı. Bu esrarengiz aileyi bulmak için yeni adamlar istemişti sarayından ve gece boyu onlar da iz sürmüş, Ultimon ve Eflin’i yakalamak için yola devam etmişlerdi. Aslında sürdükleri iz dört kişilik ailenin değil de anne babanın yiyecek aramak için geride bıraktıkları izlerdi. Bu yüzden dönüp dolaşıp yeniden aynı yere geliyorlardı. Geldikleri yerdeki giriş bölümünü göremedikleri için öfkeleri daha da artıyordu. 
Eflin, Ultimon ve ailesi küçük bir mağara bulmuş ve burasının geceyi beklemek için uygun olduğuna karar vermişlerdi. Mağaranın girişine de büyük taşlar, ağaç dalları yerleştirmeyi ihmal etmemişlerdi. Gece boyu hepsi yürüdüğü için çok yorgunlardı. Bir şeyler atıştırıp derin bir uykuya daldılar. Eflin, rüyasında Kral’ın sarayında yaşadığını ve çok güzel kıyafetler giydiğini görmüştü. Ultimon ise rüyasında ata bindiğini ve dörtnala koştuğunu görmüştü. Anne ve babaları da rüya görmüştü. Rüyalarında Kral ve adamları ailenin tüm fertlerini yakalıyorlardı. Eflin ve Ultimon yüzlerinde tebessümle uyandı. Anne ve babaları ise endişe ve korkuyla uyandılar. Hava kararmak üzereydi. Mağaranın girişini yeniden açmak gerekiyordu fakat babaları bu esnada farklı bir şey düşündü: Buradan ayrılmak yerine burada yaşamak. Mağaranın ilerisinin olup olmadığını bilmiyorlardı. Önce bunu anlamaları gerekiyordu. Küçük meşale yaparak mağaranın ilerisine doğru yürüdü. Yürüdükçe burasının daha önceden bir yerleşim yeri olduğuna şüphesi kalmadı. Oturmak, yatmak için özel bölümler yapılmıştı. Mutfak bölümü bile vardı. Hatta daha ilerilerde yeraltı kaynağı bile vardı ve burasını mutfak şeklinde oymuşlardı. Daha önce yaşadıkları yere göre çok düzenli bir mekandı burası. Mağaranın tamamını dolaşmaları saatler sürmüştü. Nihayet merdivene benzeyen bir çıkış noktası da buldular. Burası, mağaranın girişinden çok uzaktaydı. Dışarıya çıkıp çıkmamakta endişe yaşadılar bir süre. Dışarıya çıktıklarında terk edilmiş bir şehrin meydanını gördüler. Etrafta kocaman yapılar vardı ve hiçbirinde hayat belirtisi yoktu. Bu çıkış sanki başka bir gezegene taşımıştı onları. Ay bile gökyüzünde çok farklı duruyordu. Huzur vardı burada, güvenlik ve sessizlik vardı. Etrafta hiçbir canlı belirtisi yoktu ağaçlar dışında. Kuşlar bile yok gibiydi. Burasının bir sınırı olup olmadığını anlamaları gerekiyordu. Bir süre yürüdüler fakat binalar bitmiyordu bir türlü. Sağlam ama eski yapılarla doluydu her yer. Mağara güzeldi fakat buradaki sahipsiz şehir, onun yanında cennet gibiydi. Üstelik insanların bulamayacağı bir yerdi burası. Gece boyu dolaştılar ve canlı birilerini aradılar fakat kimsecikler yoktu etrafta. Şehrin en güzel evini seçti anneleri, burada yaşayabiliriz, dedi. Hatta evin içinde çok eski kıyafetler ve eşyalar da vardı. 
Doğduklarından beri bir evde sabahlamamışlardı. Her şeyin bir hayal, rüya olmasından korkuyorlardı bu yüzden uykuları bile gelmiyordu. Kısacık uyuyorlar sonra yaşadıklarının bir hayal olup olmadığını kontrol ediyorlar, dışarıya ve içeriye bakıyorlardı. Bu endişelerle sabah oldu. Dördü birden aynı rüyayı görüyor olamazdı. 
Sabah, güneş doğduğunda bir masal ülkesinde zannettiler kendilerini. Evler ışıltılı ve rengarenk bir havaya bürünmüş, etraf olabildiğince canlıydı. Burası kime aitti ve daha önceden kim yaşıyordu bunu anlamak hayli güç görünüyordu. 
Sokaklarda yürüdüler, şarkılar söylediler ve meyve ağaçlarından kopardıkları meyvelerle açlıklarını giderdiler. Her şey tuhaf ve büyüleyiciydi ta ki az ilerde bacası tüten bir evi görünceye kadar. Bu evi gördüklerinde hepsi olduğu yerde kaldı ve seslerini kestiler. Bu eve gidip gitmemekte bir süre tereddüt yaşadılar fakat neticede yeni yaşamlarını devam ettirecek şehirde ilk kez bir canlı belirtisi görmüşlerdi. Eve yaklaştıklarında kapıda onları karşılayan bir aile gördüler. Onlar da dört kişilik bir aileydi ve endişeli görünüyorlardı. Selamlaştıklarında aynı dili kullandıklarını fark ettiler ve endişeleri biraz olsun azalmıştı. Yıllar sonra ilk kez farklı insanlarla konuşan, sohbet eden iki aile tez vakitte birbirine kaynaştı. Ultimon ve Eflin ve ailesi daha önce gördükleri mağarayı geçmişte bu ailenin kullandığını anladılar. Bu aile de yüzyıllar önce dönemin Kral’ından kaçarak bir süre yeraltı tünellerinde yaşamıştı. Aynı kaderi paylaşıyorlardı. Buradaki şehrin kim tarafından ne amaçla yapıldığını onlar da bilmiyordu. Artık bu şehirde yaşayan iki aile vardı. 
Kral ve adamları ise günlerce aradılar bu dört kişilik aileyi ancak ne yeraltındaki barınaklarını bulabildiler ne de onlara ait bir iz. Kral’ın adamları şöyle diyordu:
-Onlar bu dünyadan değiller, onlar dünyalı değil, belki insan bile değiller. Onları aramak boş bir çaba.
Kral bir süre sonra yaşananları unuttu, Ultimon ve Eflin ise yeni dünyada yeni hayata başlamaktan son derece mutluydu. 



7 Aralık 2024 Cumartesi

GÜZEL AYNAM

YUSUF KEREM ACAR 

Doğrudur seni yanımdan ayırmadığım
Yalnız seni değil küçük arkadaşlarını da
Yani renkli olan ve açtıkça azalan
Döktükçe içimdekileri sana
Renkleri kaybolan
İnce arkadaşlarını da


Doğrudur seninle geçirdiğim bazı zamanlarımı
Sensin bana en yakın arkadaş
Sen benim aynamsın 
Düşlerimi seyrettiğim
Güzelim
Güzelim resim defterim

9 Kasım 2024 Cumartesi

OYUNLA YAŞAMAK

EYMEN ÇAM 
YUSUF KEREM ACAR 


BÖLÜM: 1
Eycayuke adlı oyun yıllardır popülerliğini yitirmemişti. Onlarca yeni oyun sürülmüştü piyasaya fakat insanlar bu oyunu bırakarak yeni bir oyuna geçmek istemiyordu. Bir tutkuydu insanlık için Eycayuke. Dünyanın her yerinde, başka başka milletlerden insanlar bu oyun sayesinde tanışıyor, arkadaş oluyordu. Ayrıca bu oyunda profesyonelleşenler ünlü oluyorlardı. Eycayuke adını taşıyan kafeler, oteller, lokantalar, stadyumlar hatta spor kulüpleri kurulmuştu. 
Oyunun patent sahibi Ali Eymen, bu oyun sayesinde yaşam standartlarını iyice yükseltmiş, rahat bir hayat yaşıyordu fakat yıllardır oyunda bir güncelleme olmuyordu. Zaman zaman güncellenmeyen onun popülerliğini kaybedeceği endişesi taşıyordu, yine de oynayanlar azalmıyordu. Arkadaşı Boran’a bir gün bu endişesini söyledi fakat Boran da güncellemeye gerek olmadığını belirtti. Kerem Gökalp, bu oyunun grafik tasarım işlerini yapan isimdi. Oyun çıktıktan sonra başka bir işle uğraşmamış, senelerdir yeni tasarım yapmamıştı. 
Boran, her ne kadar Ali Eymen’e güncellemenin gereksiz olduğunu söylese de kendisi gizli gizli oyun üzerinde çalışıyordu. Oyuna yeni karakterler ve senaryolar eklemeye hazırlanıyordu. Yıllardır süren bir gizli çalışmaydı bu. Nihayet sonuna yaklaşmıştı. Çalışması bittiğinde bir Trojan yardımıyla oyun sunucusuna bağlanacak ve oyunu güncelleyecekti. Kötü bir niyet taşımıyordu. O da Ali Eymen gibi endişe duyuyordu oyunun popülerliğini yitirmesinden. Oyunun güncellemesi bittiğinde ilgili Trojan yardımıyla oyunun sunucusuna giren Boran, oyuna güncellemeyi yüklemeyi başarmıştı. O gece dünyanın her yerinde Eycayuke oyununu kullananlar bir güncelleme ile karşılaştı. Ali Eymen, bu güncellemenin nereden geldiğini anlamamıştı bile çünkü güncellenme yüklendiği anda bilgisayarına Trojan girmişti. Oyuna bir güncelleme gelmesinden öte, oyunun ele geçirildiğin düşündü ve çalışma ekibine sistemlerinde bir virüs olduğunu haber verdi. Boran, virüs olmadığını kendisinin bir güncelleme geliştirdiğini iddia ediyordu fakat dünyanın her yerinden oyuna dair şikayetler gelmeye başlamıştı. Oyun, virüs yayan bir nitelik kazanmıştı. İnsanlar hızla hem şikayetçi oluyor hem de oyunu bilgisayarlarından silmeye çalışıyorlardı fakat oyun silinmiyordu. 
Boran, arkadaşlarına durumu anlattı, niyetini söyledi fakat sisteme erişmek için kullandığı virüsü unutmuştu. Ali Eymen, anlatılanları dinleyince durumu çözmüştü. Sisteme girmek için kullanılan virüs bütün oyuna bulaşmış, ardından tüm cihazlara sıçramıştı. Kerem Gökalp sadece grafikte iyi olduğu için yazılımdan pek anlamıyor, anlatılanları dinliyordu. 
Birkaç gün içinde protestolar başlamıştı. Eycayuke ismini artık insanlar görmek istemiyordu. Eycayuke, bir oyun markası olmaktan öte bir virüs ismi olmuş gibiydi. Antivirüs programları reklamlarını Eycayuke üzerinden yapıyorlardı. İsyan o kadar büyümüştü ki protestocular Eycayuke yazılım firmasının önünde bilgisayarlarını fırlatıyorlar, pankart açıyorlardı. 

Bölüm 2:
Günlerdir devam eden protestolar gittikçe sertleşiyordu. Artık bazı insanlar binanın bahçesine girmişler kapıları zorluyorlardı. Sonunda Ali Eymen, Kerem Gökalp ve Boran’ın korktuğu olmuştu. Binanın içine girerek kendilerine zarar verme aşamasına gelmişti katılımcılar. Bir an önce buradan uzaklaşmak gerekliydi. Neyse ki binanın arka kapısı vardı ve bu kapı orman tarafına açılıyordu. Üç arkadaş karar verdiler, binanın arka kapısından sessizce burayı terk edeceklerdi. Yanlarına oyuna ait verileri alarak arka kapıdan dışarıya sızdıklarında akşam karanlığı çökmek üzereydi. Hızlıca binadan uzaklaşıp ve ormana doğru yürümeye başladılar. Bir süre yürüdükten sonra dönüp geriye baktıklarında kocaman bir duman yükseliyordu çalışma ofislerinin bulunduğu yerden. Canlarını kurtarmışlardı ancak bu yaşananları hak ettiklerini düşünmüyorlardı. Boran, içlerinde en çok canı sıkılan ve mahcup olan kişiydi. 
Saatlerce nereye gittiklerini bilmeden yürüdüler. Orman karanlıktı ve ne gibi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını bilmiyorlardı. Gecenin ilerleyen saatlerinde artık yorulduklarını hissettiler. Biraz dinlenmek iyi gelecekti fakat nerede? Bir şeyler yeseler iyi olacaktı, fakat ne? 
Ağaçların seyreldiği ve gökyüzünün göründüğü bir yerde artık dinlenmek zamanı geldiğini anladılar. Burası kayalıkların da bulunduğu bir yerdi. Belki ateş yakarak sabahı burada bekleyebilirlerdi. Kısa sürede bir ateş yaktılar buraya. Kayalıkların olduğu yere sırtlarını verdiler ve ayakkabılarını çıkararak dinlenmeye başladılar. Ali Eymen:
-Keşke yiyecek bir şeyler olsaydı, dedi. 
Kerem Gökalp:
-Yiyecek bir şeyler almak için beklesek şu an burada olmayabilirdik, diye devam etti.
Bu esnada Boran, yakındaki ağaçları izliyordu. Belki bir meyve ağacı vardır, diye düşünüyordu. Yaktıkları ateş, beslemedikleri halde büyüyordu. Git gide alevler daha da yükseliyordu. Ali Eymen, çantasını kurcalıyordu ve veri disklerini elinde tutuyordu. O esnada nasıl olduysa birdenbire elindeki diskler kaydı ve ateşe düştü. Bu durum, üç arkadaşın tüm emeklerinin boşa gitmesi demekti. Kurtarmaya çalışsalar da ateş iyice güçlenmişti. Kıvılcımlar çıkıyor, küçük patlamalar yaşanıyordu. Bu esnada ateşin sıcaklığı kaybolmuştu ama halen yanıyordu. Hafif bir titreme hissettiler ayaklarının altında. Kendilerini bir portal kapısının önünde buldular. Korkmuşlardı fakat ormandan daha güvenli bir yere ulaşabilme ihtimalleri vardı. Üstelik artık kötü bir imajın sahibi olmuşlardı ve oyunlarına dair tüm verileri de kaybetmişlerdi. Kaybedecek bir şeyleri yoktu, bu kapıdan geçmek zorundalardı. Üç arkadaş işaret diliyle birbirleriyle anlaşarak kapıdan birer birer içeriye girdiler. İçerisi hayli aydınlıktı ve camdan yapılmış gibi duran 25 hücre vardı sağlı sollu. Her hücrenin içinde hareketsiz duran dört kişi vardı. Nereye düştüklerini anlamamışlardı ki bu esnada tanıdık bir yüz onları karşıladı: Miraç.
Miraç, onların firmalarında çalışan ve oyunda dünya sıralamasında olan biriydi. Pek çok yarışmaya katılmış iyi bir oyuncuydu Miraç. Onu görmek, hepsini biraz olsun rahatlatmıştı. Boran sordu:
-Burası neresi Miraç? Sen burada ne arıyorsun? Biz nasıl geldik buraya?
Miraç tebessüm etti:
-İnsan kendi oyununu hatırlamaz mı? Burası sizin oyununuzun geçtiği dünya. Siz tasarlamış olsanız da ben sizden daha iyi biliyorum bu dünyayı. Şimdi sizlerle güzel bir yolculuğa çıkacağız ve belki de yeniden bu oyuna eski imajını kazandıracağız. 
Ali ve Kerem şaşkınlıkla dinliyordu anlatılanları. Bir rüya olmalıydı bu. Kendi tasarladıkları evrene nasıl düşmüşlerdi? Her şey garipti. Yapacak başka bir şey yoktu Miraç’ı dinlemekten başka. 
İlk hücreye girmelerinin gerektiğini söyledi Miraç. Hücrenin kapısı aralandı ve dört kişilik ekip içeriye daldı. Kapıdan içeriye girdiklerinde kendilerini bir uçakta buldular. Donanımlı bir uçaktı bu ve oyunun devamını hatırlamıştı hepsi. Şimdi uygun bir yerde bu uçaktan atlamaları ve silah bulmaları gerekiyordu. Hayli heyecanlı bir süreç onları bekliyordu. Mücadele edecekleri rakipler oyunun en zor karakterleriydi. Artık susmak ve sadece mücadele etmek zamanıydı. 

Bölüm: 3

Dört kafadar uçaktan atlarken hepsinin de zihninde aynı şey vardı: Ne kadar gerçekçi… Oysa bu tamamen bir oyundu fakat şimdi hayatları oyunun bir parçası olmuştu. Oyun, geride kalmış, hayat memat sorunu başlamıştı. Bir gün böyle bir şey yaşayacakları akıllarının ucundan bile geçmiyordu. Miraç dışındaki kimse bu heyecanı daha önceden yaşamamıştı. Miraç ise bir kılavuz gibi kendinden emindi. Paraşütler açıldı ve hepsi başka bir evin çatısına indi. Şimdi sırada mücadele için gerekli silahları temin etmek vardı. Dördü de kullanabilecekleri birer silah temin ettiler ve yürümeye başladılar. Her an bir çatışma yaşanabilirdi. Çok uzun sürmeden karşılarına bekledikleri takım çıkmıştı. Çok şiddetli bir çatışma başladı bu esnada. Ali Eymen daha çatışmanın başında parmağından vurulmuştu. Nasıl olsa bu bir oyun ve ben bir şey hissetmem diye düşünüyordu fakat parmağının acısı her geçen dakika artıyordu. Buna rağmen çatışmaya devam ediyordu. Durumu fark eden Kerem, Ali Eymen’in parmağına müdahalede bulundu. Boran, sadece rakip takıma odaklanmıştı. Bu esnada Miraç seslendi:

-Sen onları oyala Boran, ben arkalarından dolaşacağım.

Boran, onları oyalarken Miraç ani bir hareketle yandaki binanın arkasına geçti. Rakip takım onu fark etmemişti bile. Kısa bir süre sonra rakip takımın tamamı Miraç tarafından imha edildi. Yorulmuşlardı ama 25 takım içinden 10 takım yok olmuştu. Geriye yalnızca 15 takım kalmıştı. Üstelik yok olan takım en güçlüleriydi. Bundan sonra ne yaşayacaklardı, başlarına neler gelecekti? Ya kaybederlerse… Gerçekten ölecekler miydi? Yürümeye devam etmek ve diğer takımların karşılarına çıkmasını beklemek gerekiyordu. Kısa bir süre dinlenip yeniden yürümeye başladılar. Bu kez toplu halde değil aralarındaki mesafe açık durumda ilerliyorlardı. Birbirlerinden uzaklaştıklarının farkında değillerdi. Bir süre sonra Ali Eymen, arkadaşlarının kendisinden çok uzakta olduğunu fark etti. Kaybolmuştu. Tek başına mücadele etmesi gerekiyordu şayet rakip takımlarla karşılaşırsa. Tam bu düşünceler aklından geçiyordu ki takımlardan biri tarafından etrafının sarıldığını fark etti. Kaçmaya çalıştı ama bu esnada vurulmuştu. Rakip takımın oyuncuları bir süre Ali Eymen’le alay ettiler.

-Biz seni tanıyoruz aslında. Hani sen bu oyunun yapımcısıydın. Şimdi kendi ürettiğin karakterlere rehin oldun. Çok komik değil mi? Yoksa üzücü mü?

Bir başkası devam etti:

-Bence bırakalım burada, kan kaybından ölsün. Zaten bu oyunu artık kimse oynamıyor.

Ali Eymen ne diyeceğini bilemiyordu. Zaten parmağı da yaralıydı. Bu esnada bir gürültü işitti. Yaklaşan bir helikoptere takımın oyuncuları bindi ve kahkaha ile yükseldiler. Helikopter yere çok yakındı. Ali Eymen son bir kuvvetle yakında duran bir araca kendisini attı. Aracı çalıştırdı ve yine yakında bulunan bir rampaya doğru sürdü. İyice hızlanan araç rampadan aldığı destekle havalandı ve helikoptere çarptı. Helikopter parçalanmış sağa sola savruluyordu. Ali Eymen ise çarpışmanın etkisi ile bayılmıştı.

Kendine geldiğinde Miraç, Ali Eymen’in yaralarını sarıyordu. Bir yandan da koca takımı nasıl alt ettiğini soruyordu ona. Miraç da iki takımı yok etmişti. Son gelişmelerle beraber yalnızca üç takımın kaldığını söylüyordu Miraç. Artık oyunun sonuna doğru gelmişlerdi.  Boran ve Kerem bu esnada etrafı kolaçan etmekle meşguldü.

Bölüm 4: Sona Doğru

Artık Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran bir oyunun içinde olduklarını unutmuşlar gerçek bir yaşam mücadelesi veriyorlardı. Dışardaki dünyayı tamamen unutmuşlardı. Geriye yalnızca üç takım kalmıştı ve oyun alanı daralmıştı. Zaman geçtikçe tüm takımlar orta alana doğru yaklaşıyorlardı. Her takım birbirini görebiliyordu. Herkes siper alacak bir ev bulmuştu ve üçgen şeklinde bir çatışma başlamıştı. Çatışma zaman geçtikçe daha da alevleniyordu. Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’ın olduğu takım önce sağ taraflarında bulunan takımı yok etmek için çalışmalıydı. Soldaki takım da zaten bu takıma saldırıyordu. İki takım arasında kalan bu ekip bir süre sonra yok edilmişti. Artık oyunun sonu gelmek üzereydi çünkü yalnızca iki takım kalmıştı. Diğer takım, virüsü oyuna bulaştıran ve bu macerayı başlatan takımdı. En güçlüsüydü takımların. Üstelik oyunun tüm kılcallarına bulaşmışlar ve hileli biçimde oynuyorlardı. Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran, baştan beri aslında bu takımı yok etmek için çabalıyordu. Diğer takımlar o kadar güçlü değildi. Bu takım ise güçlüydü. En az onlar kadar güçlüydü. Bir de oyunun kurallarında kendilerince değişiklikler yapabiliyorlardı. Asıl sorun da buydu zaten. Karşı takımın lideri bambaşka cihazlarla saldırıyordu. Bu cihazları Ali Eymen bile bilmiyordu ve neyle, nasıl savunma yapacağından habersizdi. Bir süre sadece savunmada kalmaları ve karşı takımı iyice tanımaları gerekiyordu. 

Miraç dışındaki tüm oyuncular, bu takımı yenmenin imkansız olduğuna karar vermişlerdi. Mücadele etmek anlamsızdı. Bu esnada zaten oyunun içinde olduklarını da hatırlamışlardı. Bir an önce bu dünyadan çıkmaları ve gerçek dünyadaki hayata dönmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Üstelik epey zaman geçmişti. Belki oyunu satın alan müşteriler de hınçlarını almışlar ve peşlerini bırakmışlardı. Hatta belki de yeni oyunlar bulmuşlardı. Umutsuzdu herkes, Miraç hariç. 

Miraç:

-Ya kazanacağız ya kazanacağız. İsterseniz siz hiç karışmayın. Bu takımı ben tek başıma bile yenebilirim, dedi. 

Bu teklif Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’a cazip geldi. Yorulmuşlardı. Miraç’a sadece destek olabileceklerini söylediler. Çatışmaya girmek için güçleri yoktu. Zaten bu oyunu kendileri yazmıştı. Şimdi bir virüsle mücadele etmek yeniden bu oyunu canlandırmaya, popüler etmeye yetmeyebilirdi. En iyisi işler yoluna girince yeni bir oyun yazmak ve firma değişikliğine gitmekti. Bu esnada Miraç yerinden fırlamış ve karşı takıma taarruzda bulunmaya başlamıştı. 

Miraç’ın da tam umudu bitmek üzere iken oyunda hiç bilmedikleri birilerini görmeye başladılar. Bu yeni oyuncular, karşı takıma saldırıyor Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran’ı kolluyorlardı. Bu oyuncular kimdi? Hiçbirinin bir fikri yoktu. Biraz dinlenen ekip son bir güçle Turan Taktiği uygulamaya karar verdi. Geri çekilip karşı takımı ablukaya alacaklardı. Planlarını uyguladılar. Virüslü takım bu taktiğe kolayca kendini kaptırdı. Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Hileli bu mücadeleye ilk kez yeni bir taktik ilave edilmişti ve karşı takım bundan habersizdi. Araya düşen oyuncular ve lider kısa süre içinde yok edildi. Takımlarına destek veren diğer oyuncular da o esnada kaybolmuştu. Buradan, bu dünyadan çıkma vakti gelmişti. Oyun artık ilk günkü ayarlarına dönmüştü. Virüsler silinmişti. Buradan nasıl çıkacaklarını düşünürken önlerinde bir klavye belirdi. Ali Eymen:

-Bununla ne yapmamız gerekiyor, fikri olan var mı, diye sordu.

Miraç:

-Esc düğmesine basarak oyundan çıkabiliriz, dedi. 

Klavyedeki Esc düğmesine bastı. Karşılarında bir seçenek belirdi: Oyundan Ayrılın. 

BÖLÜM 5: BİR YIL


Oyundan Ayrılın, düğmesine basmak zor bir iş değildi fakat bundan sonra olacak şeyler hepsini de ürkütüyordu. Yaşadıkları sadece bir oyun olamazdı. Çok gerçekçiydi her şey. Sessizce düşünürlerken Ali Eymen ani bir hareketle düğmeye bastı. Kısa bir süreliğine her yer karardı. Gözlerini açtıklarında yemyeşil bir ormanın ortasındaydılar. Hemen yanı başlarında büyük bir ateş yanıyordu. Ateş iyice büyümüş, neredeyse ağaçların gövdelerine yaklaşmıştı. Nerede olduklarını düşünmek yerine önce ateşi kontrol altına almaları gerekiyordu. Kısa süre sonra ateşi kontrol altına aldılar ve yorgunlukla bulundukları yere çöktüler. Önce oturdular, sonra uzandılar. 
Bu yaşadıklarını anlamlandıramıyorlardı. Bir süre herkes aynı şeyi yaşadı mı, bunu anlamak için birbirlerine sorular sordular. Gerçekten de hepsi aynı şeyi yaşamıştı. Bir rüya olamazdı bu. Şimdi geriye dönüp oyun binasının olduğu yere bakmaya gelmişti sıra. 
 Miraç, Kerem Gökalp, Ali Eymen ve Boran biraz da çekinerek ve yorgun adımlarla oyun firmasının binasına doğru yola çıktılar. Vakit çok geçmemiş gibiydi. Belki de kalabalık halen oradaydı. Yine de gidip kontrol etmek gerekiyordu. 
Binaya yaklaştıklarında olağanüstü bir şeyler görmediler. Etrafta kimse yoktu. Binanın ışıkları ve tabelası yanıyordu. Bahçeye yaklaştılar, her şey normal görünüyordu. Az önce yaşadıkları şeyler sanki hiç yaşanmamış gibiydi. Ali Eymen saatine baktı. Saatindeki takvime gözü takıldı. Bir yıl sonrasını gösteriyordu takvim. Tam bir yıl sonrasını…
Dört kafadar arkadaş binanın kapısından içeriye girdiler. Her şey bıraktıkları gibiydi. 






2 Kasım 2024 Cumartesi

DENGE

 Yusuf Kerem Acar

Okul, hem iyi hem kötü bir zindan gibidir. Okul, fen öğretmenleri ile gıcık, sosyal öğretmenleri ile eğlenceli, Türkçe öğretmenleri ile şakalaşılan bir yerdir. Okul, müebbet hapis hayatı gibidir ama bu hapis hem iyidir hem de kötü. Okul, en başta haz veren tostlarla başlar. Sonradan tostun sertliğini fark eden öğrenciler okul dışında bir yerlerde başka tostlar aramaya başlarlar. Okullar bize sağlıksız gıdalar sunan kantinlerle doludur. Nöbetçi öğretmen stresi, beden eğitimi dersinde maç yapmanın keyfi ile eşitlenir. 
Okul, İngilizce öğretmenleri ile merhamet sahibi insanların bulunduğu cennet, çok fazla ödev verip hepsini birkaç günde bitirmemizi isteyen matematik öğretmenleri ile bir zindan gibidir. Okul müdürünün üzerimizdeki etkisi, yardımcılarının bize verdiği tedirginlik de ayrı bir konu. 
Okul, bir dengedir. Bir yanda idareciler ve öğretmenler, bir yanda farklı farklı dersler… Kimi sıkıcı kimi eğlenceli geçen vakitler. Hepsini topladığımızda stres ve neşe, huzur ve huzursuzluk, mutluluk ve mutsuzluk birbirini dengeler. 

19 Ekim 2024 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜ

Eymen Çam 
Yusuf Kerem Acar 

İsmet Çınar Altuntaş 
Ayşegül Yıldız

Aden Mira Kartal
Gamze Sena Kuyucu



Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Düşündüğüm şeyleri birilerine söylediğimde ya yetersiz buluyordu ya da ilgilenecek vakti olmuyordu. Sınıfta sıramda, evde koltukta boş boş oturuyordum. Zihnime güzel şeyler geldiğini düşünüyordum. İcatlar yapabilirdim, dünyayı içinde bulunduğu kaostan kurtarabilirdim. Adımı tarihe yazdırabilirdim fakat olmuyordu. Kimin dediğini hatırlamıyorum ama bir söz vardı zihnimde dolaşan: Bana bir kaldıraç ve dayanak noktası verin, sizin için dünyayı yerinden oynatayım. Bu güç bende vardı ama kimse bir kaldıraç vermek, dayanak noktası göstermek derdinde değildi. 
Oturmaktan sıkılmıştım. Biraz yürümenin, hayata karışmanın iyi geleceğini düşündüm ve sokağa çıktım. Ne kadar yürüdüğümü, nereleri gezdiğimi hatırlamıyorum. Bir anda önümde küçücük bir şişe buldum. Bir ırmağın kenarındaydım. Şişenin ağzı sıkı sıkıya kapatılmıştı ve içinde bir kâğıt vardı. Bunu duymuştum yani eski dönemlerde insanlar şişe içine notlar yazarak nehre, denize atarmış. Belki de böyle bir notla karşı karşıyaydım. Merakım ve heyecanım yarışıyordu birbiriyle. Kalbimin sesini duyuyordum: güm, güm, güm…
Şişeyi aldım ve üzerindeki yosunları, çamurları temizledim. Kapağını açmak istedim fakat açılmıyordu. Şişeyi kırmalı mıydım? Kıyamadım. Belki şişenin de tarihi bir değeri vardır diye düşündüm. Ne kadar uğraştımsa da şişe açılmıyordu. Eve götürecek ve detaylı bir temizlikten sonra şişenin kapağını açmaya çalışacaktım. Annem, konserve kavanozlarının kapağını açmakta ustaydı. Belki de ondan yardım almalıydım. Mantar bir tıpa konulmuştu kapak yerine ve hayli eskimiş, ucu şişenin içine kaçmıştı tıpanın. Etrafıma baktım, nerede olduğumu kestiremedim. Irmak boyunca yürüdüm fakat halen nerede olduğumu bilemiyordum. Elimde bir şişe ile kaybolmuştum. Güneş tam tepemdeydi ve etrafta yolumu soracağım kimseler yoktu. Yorulduğumu hissediyordum. Şehirden uzaklaşıyor muydum, şehre yaklaşıyor muydum, belirsizdi. Güneş sanki hızla batıyordu. Hava birazdan kararacaktı. Çok sürmedi, her yer karanlığa büründü. Etrafımı göremiyordum. Irmağa düşme riskim de vardı. En iyisi yine oturmaktı. El yordamıyla kendime oturacak bir yer buldum. Yorgundum. Çok yorgundum. 
Kendime gelip gözlerimi açtığımda evimizde, koltukta oturuyordum. İki elimle sıkı sıkıya tuttuğum şişeyi fark ettim. Şişe pırıl pırıldı ve içinde not duruyordu. Bir rüyanın içinde miydim yoksa hayal mi görüyordum. Belki de ırmağın kenarında bayılmıştım, uyumuştum ve halen oradaydım. Bu şaşkın düşüncelerin üzerime üzerime geldiği bir anda annem seslendi:
-Şişeyi açmayacak mıyız?
Bu, bir rüya değildi. Anneme beni nerede bulduklarını, ne zaman eve getirdiklerini sordum. Annem tebessüm ederek:
-Sen evden hiç çıkmadın ki evladım, dedi. 
Şişeye yeniden baktım ve sordum:
-Ya bu şişe?
Annem cevap vermek yerine:
-Haydi o şişeyi açalım, dedi. 
Kafam allak bullak olmuştu. Anlam veremiyordum bu olaylara. Bütün düğümleri birer birer çözmeli ve başımdan geçenleri anlamalıydım. Sadece yürüyüşe çıkmıştım oysa. Bu hikâyenin içine beni kim dahil etmişti, bilmiyordum. 
Annemin de ısrarıyla şişeyi açmayı denedim. Bu kez şişenin tıpası hiç zorlanmadan açıldı ve içindeki kâğıdı çıkardım. Heyecanla açtım fakat kâğıt bomboştu. Yazılar silinmiş miydi yoksa tamamen boş bir kâğıt mıydı anlamak güçtü. Bütün esrarı bozulmuştu yaşadıklarımın. Saçma bir şişe içinde boş bir kâğıt. Üstelik ben ne zaman eve gelmiştim, belirsizlikler devam ediyordu. Bu esnada annem saç kurutma makinesi ile geldi ve saçlarımı kurutmam gerektiğini söyledi. Terlemiş miydim yoksa dünden kalan bir ıslaklık mıydı, bilemiyordum. Saç kurutma makinesini annem saçlarıma doğru tutmaya başladı. Ben, elimdeki kâğıda boş boş bakıyordum. Saç kurutma makinesi üfledikçe kâğıtta bir şeyler belirmeye başlamıştı. Kâğıdı doğrudan kurutma makinesinin önüne tuttum ve geri çektim. Beliren yazıları okumaya başladım: 
İyi ki doğdun oğlum
Sensin benim tek umudum
Yeni bir yaşa girdin
Doğum günün kutlu olsun
Tuhaflıklar bitmiyordu. Kime yazılmıştı bu anlamsız şiir. Anneme baktım ve tebessüm ettiğini gördüm. Annem:
-O şiiri ben yazmıştım sana. Doğum günün kutlu olsun, dedi.
İyi ama şişeyi neden denize atmıştı, ne zaman yazmıştı bu notu. Ben o şişeyi nasıl bulmuştum ve en önemlisi eve nasıl gelmiştim… Sorular git gide artıyordu ve beni çok mutlu etmiyordu doğum günümün kutlanması bile. Hiçbir şey düşünemiyordum. Düşünmek de istemiyordum. Gözkapaklarım kendiliğinden ağırlaşıyordu. Annem, karşıma bir görünüp kayboluyordu. Tavan sanki üzerime uçacak gibiydi. Kollarım, ayaklarım yerinde değil gibiydi. 
Gözlerimi açtığımda etrafımda tanımadığım insanlar vardı. Değişik bir yerdeydim ve yatıyordum. Kolumda serum bağlıydı. Burası bir hastane olmalıydı. Bu kadarı fazlaydı. Artık düşünmek istemiyordum. Bu esnada annem yanıma yaklaştı. Elini alnıma koydu ve:
-Ateşin nihayet düşmüş Alaaddin. Artık iyileştin sayılır. Bugün senin doğum günün. Yeniden hayata döndün şükür. Çok sevindik. 
Alaaddin kimdi? Benim adım mıydı? Belki de öyleydi. Konuşmaları dinlemeye başladım:
-Çocuğunuz hastaneye getirildiğinde durumu çok ağırdı. Bir haftada iyi toparlandı yavrucak. Bu travmanın etkisi birkaç ayda ancak geçer fakat sorun yok, rahat olun. 
Gözüm, yatağımın hemen kenarındaki komidinin üzerindeki lambaya kaydı. Ne de olsa adım Alaaddin’di. 



5 Ekim 2024 Cumartesi

KARTAL

 

YUSUF KEREM ACAR

Gökyüzüne bakınca 
Kiminin aklına uçaklar geliyor
Kiminin aklına bulutlar
Benimse gözlerim
Kartalları arıyor
Göklerin krallarını

Her türlü kuşu besliyor insanlar
Kafeste, evde
Papağan, muhabbet kuşu, kanarya
Fakat güçleri yetmiyor bir kartalı
Kendilerine alıştırmaya



21 Eylül 2024 Cumartesi

GİZEMLİ BİR KIŞ MACERASI

Yusuf Kerem Acar
Aden Mira Kartal
İsmet Çınar Altuntaş
Eymen Çam
Gamze Sena Kuyucu

Kış bu şehre yakışıyordu. Baharı ve sonbaharı da güzeldi bu şehrin fakat kışın başka güzeldi. Dağlar aylarca beyaza bürünüyordu. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar büyülü bir şehir manzarası ortaya çıkarıyordu. Şehrin en çok sevilen ve simgesi haline gelen nehir kış vakitlerinde tamamen donuyor hele de kar tatili olmuşsa çocukların üzerinde oyunlar oynaması, kızakla kayması bile mümkün oluyordu. 
İşte yine kış gelmişti üstelik bu sene gideceğe de benzemiyordu. Eskilerin anlattığı diz boyu yağan karlar bu sene de yağmıştı ve çocukların ilerde torunlarına anlatacakları soğuklar yaşanıyordu. 
Ece ve Efe bu küçük şehirde doğmuş ve başka bir şehre gitmemiş ikiz kardeşti. Efe, Ece’den iki dakika daha büyüktü ve sürekli kardeşini ağabey, demesi için zorluyordu. Ne de olsa iki dakika daha büyüktü ondan. Ece ise iki dakika kendisinden daha önce dünyaya gelen Efe’ye şöyle diyordu:
-O zaman sen de sınıfımızda senden önceki günlerde, haftalarda, aylarda doğmuş herkese ağabey ya da abla diyeceksin. 
 Şiddetli yağışlara ve soğuğa rağmen bir türlü eğitime ara verilmiyordu. Küçük bir şehir olduğu için her yere yürüyerek gidilebiliyor düşüncesiyle büyükler bir türlü okulların kapanmasına müsaade etmiyordu. O sabah da yoğun yağışa rağmen iki kardeş erkenden okul yoluna düştüler. Zaman zaman birbirlerinin ellerini tutuyorlardı düşmemek için. Okula yaklaştıklarında kapının hemen yanında soğuktan donmak üzere olan bir kedi gördüler. Ece:
-Bu kediyi sınıfımıza götürelim mi Efe, diye sordu. 
Efe:
-Efe, değil ağabey… Götürebiliriz elbette ama öğretmenlerimiz ne diyecek bu işe? 
Soğuktan donmak üzere olan kediyi iki kardeş sınıfa getirdiklerinde sınıfta kimsenin olmadığını gördüler. Bir süre beklediler. Yan sınıflarda da birkaç öğrenci ancak vardı ve öğretmenler de gelmemişlerdi. 
Sınıfta bir süre kediyle ilgilendiler. Beslenme çantalarında kedinin yiyebileceği şeylerden ona ikram ettiler. Kedi ısınıp kendine gelince sınıfta dolaşmaya başlamıştı ki okul müdürü sınıfa girerek:
-Kar ve soğuk sebebiyle okullarımız bir hafta tatil edildi çocuklar. Küçük arkadaşınızı da alarak evinize gidebilirsiniz. 
İki kardeş, artık kendine gelmiş olan kediyle birlikte yola çıktılar. Evleri hayli uzaktaydı ve ırmağın yanından da geçmek zorundaydılar evlerine ulaşmak için. Yanlarından geçen birkaç öğrenci oldu fakat onların evi yakındı okula. Uzaktan gelen yalnızca Ece ve Efe vardı. Efe okuldan çıktıklarında bu kediye bir isim vermek gerektiğini söyledi kardeşine. Ece:
-Pars, dedi. Adını Pars koyalım. Baksana şunun yürümesine. Nasıl da zıplayarak yanımızda yürüyor?
Bir süre Pars yanlarında yürüdü ancak daha sonra önlerinden yürümeye başladı. Kediyi takip ederek, şakalaşarak yürüyen iki kardeş kar yağışının da artmasıyla yarım saat kadar sonra etraflarına baktıklarında ev yolunda olmadıklarını fark ettiler. Hatta yol bitmişti ve etrafta çok az ev görünüyordu. Buraya nasıl ve ne zaman, hangi yollardan geçerek geldiklerine dikkat de etmemişlerdi. Etrafı tanımaya çalışıyorlar fakat tipiden pek bir şey göremiyorlardı. Kaybolduklarından artık emindiler. Şehre ve mahallelerine dönüş yolu yok gibiydi. Pars ise halen oyun peşindeydi ve ıslanan tüylerine rağmen ayaklarının arasında dolaşıp duruyordu. Bir türlü yorulmak, usanmak da bilmiyordu. 
Ece:
-Madem ağabey olan sensin, haydi bizi evimize ulaştır. Ne de olsa iki dakika benden büyüksün ağabey, dedi.
Bu cümledeki “ağabey” kelimesi Efe’nin hoşuna gitmişti fakat hiç zamanı değildi bunun. Geriye dönerek kendi adımlarının üzerinden yürümek iyi bir fikirdi. Bir süre yürüdüler fakat izler kaybolmuştu. Yine bembeyaz kocaman bir boşluğun içindeydiler. 
Pars, artık yorulmuş ıslanmıştı ve sanki Ece ve Efe’den yardım istiyor gibiydi. Ece, Pars’ı kucağına aldı ve bir süre daha yürüdüler. 
Ayakları artık kendilerini taşımaz oluncaya kadar yürüdüler, yürüdüler. Vakit hayli ilerlemişti ve bir türlü şehir görünmüyordu. Artık ikisinin de gücü kalmamıştı yürümek için fakat etrafta dinlenmeye, oturmaya bir yer olmadığı gibi yol sorabilecekleri kimseler de görünmüyordu.
Ece, yaşadıklarının bir kabus olduğunu düşünmeye başladı. Efe’ye sordu:
-Ağabey, bir rüyada mıyız yoksa?
Efe:
-Rüya değil ve başımız dertte. Ben de isterdim bir rüya olmasını yaşadıklarımızın. 
Kaç zamandır Ece’nin kucağında dinlenen Pars uyanarak yere indi ve bir süre iki kardeşin ayaklarının altında dolaştıktan sonra farklı bir yöne doğru yürümeye başladı. 
Ece ve Efe bu kez onun peşinden gitmek istemediler zira onları buraya getiren, kaybolmalarına neden olan Pars’tı. 
-Şimdi evimiz nasıl da sıcaktır, dedi Ece. Üstelik annem, babam endişelenmiştir de. Yemeğimiz de hazırdır fakat biz buralarda…
Tam ağlayacaktı ki Efe ona sabırlı olması gerektiğini söyleyerek elinden tuttu. Pars’a takip etmeye başladılar fakat hava da kararmaya dönmüş, kar da durmuştu. En azından artık uzakları görebileceklerdi. Bir süre yürüdükten sonra uzaktan şehrin ışıkları görünmeye başlamıştı. Işıkları görmek biraz içlerini rahatlattı. Adımlarını daha da hızlandırdılar. Pars’ı takip etmekten uzaklara çok fazla bakamıyorlardı. Artık adım atacak hallerinin kalmadığı anda ırmağın kenarında olduklarını söyledi Efe. Ece, buna inanmıyordu çünkü yorgun ve açtı. Bayılmak üzereydi. Efe ne kadar ısrar ettiyse de Ece yürümemekte direniyor hatta uyumak istediğini söylüyordu. Belki de Pars’ı bir süre taşıdığı için erken yorulmuştu. Başka çaresi kalmamıştı Efe’nin. Kardeşini sırtına aldı ve artık tanıdığı yollardan evine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra anne ve babasını karışışında buldu. Annesi ve babası çok merak etmişlerdi. Okulu aramışlar, arkadaşlarına sormuşlardı ve akıllarına bin türlü kötü senaryo gelmişti. Çocuklarına kavuşan anne ve baba evin yolunu tuttu. Pars da bata çıka onların yanında ilerliyordu. 
Eve ulaştıklarında artık Efe de yürümekten bitkindi. Babası, tam Pars’ı dışarda bırakarak kapıyı kapatacaktı ki Efe onu içeriye almasını istedi babasından. 
Ece bir süre sonra kendisine geldi. Efe de kıyafetlerini değiştirdi. Yemek yediler ve çay içtiler. Pars, ıslak tüylerini sobanın kenarında kurutuyordu. 
Nasıl olsa ertesi gün okul yoktu. Dinlenmeleri epey zaman alacak gibiydi bunca maceradan sonra. 
Yorgunlukla Ece ve Efe erkenden uyudu. Pars da mışıl mışıl uyuyordu. 
Sabah Ece uyandığında önce Pars’ı görmek istedi fakat Pars yerinde yoktu. Efe’ye haber etti durumu. Efe de uyandı ve evde Pars’ı aradılar fakat Pars evde değildi. 
İki kardeşin telaşını gören anneleri onlara bunun sebebini sordu. Efe:
-Dün akşam yanımızda gelen ve gece boyu şu minderde uyuyan kedimiz vardı. Adını Pars koymuştuk. Aslında bize bu macerayı yaşatan da oydu. Sabah siz mi gönderdiniz onu dışarıya, diye sordu. 
Annesi biraz şaşkın ve biraz de endişeli:
-Hangi kedi, ne zaman, nerede gibi soruları peş peşe sordu. 
Babasının geldiğini gören Efe ona:
-Dün akşam içeriye almanı söylemiştim baba. Sen kapıyı kapatıyordun, son anda içeriye aldık onu hatırlasana, dedi. 
Babası:
-Dün o cümleyi kurdun ama ben kedi filan görmedim, dedi. 
Babası ve annesi şaşkın şaşkın birbirine bakıyordu. 
Ece ve Efe daha şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Ece, Efe'ye sarıldı ve ekledi:
-Ağabey...

DEĞİŞİK BİR SONBAHAR HİKAYESİ

 Yusuf Kerem Acar
Ayşegül Yıldız
Aden Mira Kartal



Yağışlı bir sonbahar günüydü. Sabahtan beri devam eden yağmurun durmaya hiç niyeti yok gibiydi. Ağaçlarda kalan son yapraklar da yağmurun ve rüzgârın etkisiyle dökülmüştü. Kış, geldim geleceğim diyordu. Geceleri hava hayli soğuk oluyordu. 
Küçük bir kasabaydı burası. Tıpkı filmlerde, kartpostallarda olan kasabalar gibi bir ırmağın kenarına kurulmuştu. Sakin bir kasabaydı ve herkes birbirini tanıyordu burada. Kışa doğru herkeste aynı telaş olurdu: Yakacak ve yiyecek hazırlama… Turşular kurulur, hamurlar kesilir, sebzeler kurutulur, konserveler hazırlanırdı ve çoğu insan bu hazırlıkları tamamlamış gibiydi. İnsanlar bu hazırlıkları birbirlerine yardım ederek tamamlarlardı. Bu yıl sonbahar erken gelmişti. Pastırma sıcakları yaşanmamıştı hiç, havada ve kasabada bir tuhaflık var gibiydi. 
Okul bahçesi normalde gürültülü ve tozlu olurdu fakat gün boyu yağan yağmur yüzünden çocuklar dışarıya çıkamamışlardı. Akşam, eve dönüş saati geldiğinde de herkes hızla evine doğru koşuyordu. Okuldan her zaman en geç çıkan öğrenci Adayke yine geç kalmıştı. Sınıftan çıkmadan önce mutlaka çantasını kontrol eder ve tahtayı silerdi. Adayke, düzenli olmayı seven, ayrıntıları fark eden ve sorumluluk sahibi bir çocuktu. Sınıfta bir şeylerini unutan arkadaşı olursa doğrudan onu uyarırdı. Sınıf temizliği de onun için önemliydi. Evine doğru giderken mutlaka kurallara uygun yürürdü. Ödevlerini asla ihmal etmezdi. Adayke okuldan çıkarken neredeyse okul bomboş kalmıştı ve arkadaşları koşarak gittiği için okul bahçesi, yollar da boştu. Okul bahçesinden dışarıya adım attığında yağmurun ne kadar şiddetli yağdığını fark etti fakat yağmurda yürümeyi severdi. Islanmak istiyordu ve her zamanki gibi sakin sakin yürümeye başladı. Birkaç adım atmıştı ki başını kaldırdığında önünde bir yabancının durduğunu fark etti. Otuzlu yaşlarda, şık giyimli, temiz yüzlü biriydi karşısında duran kişi ve elinde kocaman bir siyah şemsiye tutuyordu. Adayke’ye bakarak:
-Hayli ıslanmışsın evlat. Yağmur da devam ediyor. İstersen şemsiyenin altına gel, seni gideceğin yere kadar götüreyim. 
Adayke, ilk kez kasabada gördüğü bu adamdan önceleri ürkmemişti ama ses tonunun duyunca biraz korktu ve bakışlarını ondan kaçırarak:
-Teşekkür ederim, ben ıslanmayı seven birisiyim. Eve kadar usul usul yürümem gerekiyor. 
Cümlesini tamamladıktan sonra Adayke yürümeye devam etti. Şemsiyeli yabancı ise uzun uzun onun ardından baktı. Köşeyi dönerken Adayke geriye dönerek halen adamın orda olup olmadığına baktı. Adam ortada yoktu. Kimdi bu yabancı? Yağmurlu bir havada nereden gelmişti? Kasabada başka kimse görmüş müydü onu? Okulun önünde neden bekliyordu? Adam, iyi birine benziyordu fakat nedense aklına hiç iyi şeyler gelmiyordu. Peki ama neden diğer arkadaşlarına bu teklifi sunmamıştı şemsiyeli adam? Yağmur altında yürüdükçe soruları çoğalıyordu Adayke’nin. Nihayet evinin önüne geldi. Kapıyı açtı. Annesi ve babası kapının açılmasıyla telaşlı bir vaziyette ona doğru koştular. Annesi:
-Sudan çıkmış sıçana dönmüşsün, neden bu kadar geç kaldın. Yarın hasta oldum dersen ben  sana biliyorum yapacağımı, dedi.
Adayke başını önüne eğerek:
-Evet, çorba yaparsın ve çabucak toparlanırım dedikten sonra tebessüm etti. 
Bu kez babası söze girdi:
-Neden hızlı gelmedin, belki daha az ıslanırdın?
Adayke:
-Hiç ıslanmadan da gelebilirdim, dedi. Okulun önünde bir yabancı vardı ve kocaman şemsiyesi ile beni eve bırakmayı teklif etti fakat kabul etmedim. 
Aldıkları bu cevap karşısında şaşıran anne ve babanın içine de bir endişe düşmüştü. Kasabalarında bir yabancı görmeyeli aylar olmuştu. Gelen yabancılar da mutlaka birkaç saatlik iş için uğrar geri dönerlerdi. Kimdi bu yabancı ve okul önünde neden bekliyordu?
Yağmur, yorgunluk ve soru işaretlerinin etkisiyle Adayke erkenden uykuya daldı o akşam. Sabah uyandığında yağmur dinmişti ve güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Saate baktı, okula geç kaldığını fark etti. Annesine seslendi fakat annesinden cevap alamadı. Babasına seslendi, ondan da bir cevap gelmemişti. Neler oluyordu? Neden evde kimse yoktu? Birdenbire aklına dün akşam gördüğü yabancı adam geldi nedense… Okula gitmeliydi fakat evde kimsenin olmaması daha büyük bir meseleydi onun için. Elbiselerini giydi, çantasını hazırladı ve bahçeye çıkarak annesini, babasını aramaya başladı. Bahçede de yoktu kimse. Komşularına sormak üzere onların bahçelerine girdi fakat onların da evlerinin kapısı açıktı ve içerde kimse görünmüyordu. Diğer komşularına baktı fakat onların da kapısı açıktı ve yine evde kimse yoktu. Kapı kapı dolaştı. Tüm kasaba boşalmış gibiydi. İnsan görmek mümkün değildi. Bir süre düşündü ve kasabada hiçbir hayvanın da kalmadığını gördü. Ağaçlarda kuşlar yoktu. Bahçelerde tavuk, kedi, köpek yoktu. Adeta başka bir kasabaya gelmiş gibiydi. Sessizlik ve ıssızlık onu boğacak gibiydi. 
Eve dönüp çantasını alarak okuluna doğru koşmaya başladı. Okulun kapısı da açıktı. Nefes nefese tüm sınıfları dolaştı. Kimsecikler yoktu. Yeniden okulun bahçesine çıktı. Ağlamak istiyordu, nefesi daralıyordu. Bahçenin önüne çıktığında siyah şemsiyeli adamı yine gördü. Yağmur yağmıyordu ama yine şemsiyesini açmıştı. Ona bir şeyler sormak istedi fakat konuşamadığını fark etti. Adam Adayke’ye bakarak tebessüm ediyordu. Nefes alamaz olmuştu Adayke. Bir şeyler yapmalıydı ama ne? Bu esnada annesinin sesini duydu:
-Artık yataktan kalkma zamanı geldi. Okula geç kalıyorsun.