UNUTULMAZ KAMP
Yola Çıkarken
Yıllardır hayalini kurduğum iki haftalık kampı nihayet gerçekleştirecektim. Aslında süre sınırı da koymamıştım fakat en kötü ihtimalle iki hafta sürecekti bu kampım. Ben dâhil beş kişi olacaktık kampta. Yaşadığım şehirde kamp yapılacak alan yoktu, daha yeşil ve daha uzaklarda bir yer planlamıştık. Kamp yerine yakın bir ırmak ya da göl olmalıydı mutlaka. Dağlar olmalıydı, ormanlar olmalıydı kamp yaptığımız yerde ve mağaralar da olmalıydı. Daha önce kimsenin gitmediği bir yer olmalıydı burası. Eyşan, Agâh, Atakan ve Beren bu tariflere uygun yerler arıyorlardı ama ben her seferinde bir eksiklik buluyordum bu yerlerde. Sonunda Eyşan hayli uzak bir yerde benim istediğim gibi bir mekân bulmuştu: Canista ormanları. Haritalardan burasını aradık, ansiklopedilerden baktık fakat hiçbir bilgi yoktu buraya dair. Eyşan da burasını ninesinden duymuştu. Ninesi ise buraya hiç gitmemiş sadece çocukluğunda buraya ait ilginç hikâyeler duymuştu. Aslında varlığı bile meçhul bir yer gibiydi burası fakat Eyşan, ninesinden buranın yakınındaki köyleri, kasabaları öğrenmişti. Diğer arkadaşlar da Canista ormanlarında kamp yapmayı kabul ettiler ve hazırlıklara başladık.
Orada kalacağımız süre tam olarak belli olmadığı için en az bir ay yetecek kadar yiyecek tedarik ettik. Kıyafetlerimizi bile bir ay yetecek kadar aldık. Hepimizin kocaman kamp çantaları tıka basa dolmuştu. Ayrıca iki de çadır vardı yükümüz arasında fakat bunları kimin taşıyacağı, kuracağı belli değildi.
Atakan, kiraladığı kocaman arazi aracıyla hepimizi evlerimizden alacaktı ve pazartesi günü sabaha yakın yola çıkacaktık. Yolculuk bizim tahminimize göre sekiz saat sürecekti.
Pazar günü tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Yolda yemek için atıştırmalıklar, termosla çaylar bile hazırdı. Gecenin saat dördüydü ve Atakan önce Agâh’ı, ardından Eyşan’ı alacaktı. Beren’in evi ile bizim evimiz arasında zaten bir dakikalık bir süre vardı. Saat dördü yirmi geçe Atakan gelmişti. Arkadaşlarımın hepsinin gözlerinden uyku akıyordu ama hayli heyecanlılardı. Ben de uyumamıştım zaten gece boyunca. Çantamı güçlükle taşıyarak araca bindim. Aracın bu kadar dar olabileceğini tahmin etmemiştim. Atakan ve Agâh ön koltuklarda rahattı ama arka koltukta üç kişi ile yol almak biraz sıkıcı gelmişti bana. Neyse ki Eyşan ve Beren ufak tefek kızlardı. Saat beşi gösterdiğinde artık yaşadığımız şehrin dışına ulaşmıştık. Hava hâlen karanlıktı. Yollar ise tenhaydı.
Kimse konuşmuyordu bu esnada Eyşan sessizliği bozdu:
-Canista ormanlarına dair bir şeyler öğrenebildiniz mi ninemin anlattıklarından başka?
Atakan:
-Ben bulamadıysam buraya dair bir bilgi, kimse bulamamıştır. Hatta ben burasını ninenin uydurduğunu bile düşünmeye başladım. Ninen zaten hayli yaşlı. Belki de bir filmde gördüğü yeri bize kamp alanı tarif etti.
Beren, Atakan’ın sözlerinden umutsuzluğa kapılmıştı:
-Eyşan’ın ninesinin yaşlı olduğu doğru fakat o bir bunak değil. Lütfen hayallerimizi yolun başında bozma, dedi.
Bu esnada Agâh’ın ani horlama sesi bütün gerilimi dağıttı. Agâh, kahkaha sesleriyle uyandı ve mırıldandı:
-Ben uyumuyorum, sizi dinliyorum. Kalbim uyanık benim merak etmeyin.
Bir süre sonra yeniden sessizlik başlamıştı ki Eyşan, ninesinden buraya dair yeni bir hikâye duyduğunu söyledi. Eyşan’ın ninesinin anlattığına göre bu ormanda başka hiçbir yerde yaşamayan hayvanlar varmış ve bu ormana gidip bir geceyi burada geçirenler elli yıl yaşlanmış olarak dönermiş.
Eyşan’ın anlattıkları sessizliği daha da derinleştirmişti. Karanlık bir yolda beş kişi başımıza geleceklerden habersiz ilerliyorduk. Neyse ki sabah yakındı ve güneş doğduğunda her şey daha güzel olacaktı.
Endişeli Yolculuk
Yaklaşık bir saatlik suskunluk herkesin uykuya dalmasına yetmişti Agâh ve Atakan hariç. Güneşin ilk ışıklarıyla herkes yeniden uyandı. Gece boyu oluşan gerilim ve esrarengiz hava kaybolmuştu. Herkesin neşesi yerine gelmişti. Eyşan’ın anlattığı konular geride kalmıştı. Öğleye doğru bir yerlerde kahvaltı yapmamız gerekiyordu. Bunun için güzel bir mekân seçmek lazımdı. Agâh yol üzerinde bir yerlerde yemek yiyebileceğimiz yerler olduğunu söyledi. Hepimiz bu fikri beğenmiştik. Vakit öğleye yakındı ve artık yol hayli tenhalaşmış, ağaçlar yükselmeye başlamıştı. Yol kenarında şirin, ağaçtan yapılmış bir kulübe önünde durduk, küçücük bir tabelada “Meşhur Kır Menemencisi” yazıyordu. Kulübenin hemen yanında kocaman kurnası ile güzel bir çeşme akıyordu. Sırayla elimizi yüzümüzü yıkadık. Resmen can gelmişti hepimize. Açık hava içimizi aydınlatmış gibiydi. Kulübeden çıkan yaşlı amca ve eşi bizi içeriye davet etti. Yarım saat içinde kahvaltımız ve çayımız hazırdı. İyi ki böyle bir yola çıkmıştık. Neşeli anılar anlatılıyor, kahkahalar havada uçuşuyordu fakat Eyşan dalgın görünüyordu. Menemen hepimizin çok hoşuna gitmişti. Çaylarımızı yudumlarken bir ara herkes Eyşan’a baktı. Kulübenin sahibi olan teyze Eyşan’a yaklaşarak garip bir ses tonuyla ve tuhaf bir gülümsemeyle:
-Sen menemenimizi beğenmedin galiba, dedi.
Eyşan cevap bile vermedi. Onun bu sessizliği git gide bizi de tedirgin etmeye başlamıştı. Yola çıkmak gerekliydi. Bir saat kadar süren molanın ardından yeniden yollardaydık. Yol uzadıkça tenhalaşıyor ve daralıyordu. Sonunda anayoldan çıkarak toprak bir yola girdiğimizde ikindi vaktine yaklaşmıştık. Bu yoldaki tek araç bizimkiydi. Zaten iki araç bu yola sığmazdı. Etraftaki ağaçlar, dağlar ve kayalar yükselmeye devam ediyordu. Hesaplamalarımıza göre önce Canista ormanlarının yanındaki kasabaya ulaşmamız gerekiyordu. Zaten haritalarda böyle bir bölge görünmüyordu. İkindiyi biraz geçtiğinde karşıda şirin bir kasaba göründü. Kasabaya yaklaşınca “Canis Kasabasına Hoş Geldiniz” yazısı göründü. Yolculuğun sonuna yaklaşıyor gibiydik. Kasaba sakindi. Etrafta kimseler görünmüyordu. Normalde bu tür yerlerde yollarda tavuk, ördek, köpek, kedi gibi canlılarla karşılaşmak mümkündü fakat burada hiçbiri yoktu. Kasabanın tam ortasında durduk. Burada akşam yemeği yedikten sonra ormana doğru çıkmak kalıyordu geriye.
Kasabada neyse ki küçük bir lokanta vardı. Bizi gören insanlar çok güler yüzlü davranmıyordu. Hatta verdiğimiz selamı bile nazla alıyorlardı. Lokantaya girdiğimizde önce yemeğin bittiğini söyledi işletmeci ve ardından buralarda ne aradığımızı sordu. Atakan ve Agâh, sakin bir biçimde niyetimizi, hedefimizi anlattı. Lokanta sahibi ürpertiyle onları dinliyordu. Derin bir nefes aldı ve konuştu:
-Canista ormanlarına en son otuz sene önce sizin gibi bir grup geldi ve kayboldu. Parmağıyla uzakta bir aracı göstererek devam etti:
-Bakın, şu araç onların. Günlerce aradık onları ve sadece araçlarını bulabildik.
Hepimiz karşıdaki boş arazide duran eski araca bakıyorduk. Paslanmış, pencereleri kırılmış, lastiklerinin havası inmişti bu aracın.
-Yine de siz bilirsiniz elbette. Bana soracak olursanız sizlere güzel bir yemek hazırlayayım. Geceyi burada geçirin. Küçük bir misafirhanemiz var. Yarın sabah da geldiğiniz yere dönersiniz, dedi işletme sahibi.
Eyşan saatlerdir süren sessizliğini bozdu:
-Siz güzel bir yemek hazırlayın, biz nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı, nasıl hayatta kalacağımızı biliyoruz. Yanımızda her tür malzeme var. Hatta telsizimiz bile var. Endişe etmeyin.
Bu cümle üzerine herkes sustu ve lokanta sahibi az önce yemek kalmadı, demesine rağmen yemekleri önümüze getirmeye başladı.
Yeniden başladığımız yere, o soğuk ve endişeli ruh haline bürünmüştük. Şakalar, gülüşmeler artık yerini düşüncelere bırakmıştı. Tez vakitte yemeğimizi yiyerek yola devam etmemiz, ormana ulaşmamız gerekiyordu. İkindi üzeri lokantacının tarif ettiği yoldan ilerlemeye başladık. Ağaçların gölgelerinden, arada bir önümüzden geçen yabani hayvanlardan zaman zaman ürküyorduk. Bu esnada Beren bir şarkı söyleyerek sessizliği bozmaya çalıştı fakat kimse ona eşlik etmeyince sustu. Bu kez Eyşan sözleri hangi dilde olduğu belli olmayan bir şarkıya başladı. Şarkı güzeldi fakat kimse sözlerini bilmediği için ona da eşlik eden olmadı. Güneş batmaya başlamıştı. Artık kamp yerini belirlememiz gerekiyordu. Tam bu düşünceler hepimizin zihninden geçerken yol bitti. Yolun bittiği yerde küçük bir boş alan vardı. Buradaki ağaçlar daha seyrekti. Araçtan hep birlikte indik. Sağa sola baktık. Hava hafif serinlemeye başlamıştı. Etraftan kuş sesleri ve arada çığlığa benzeyen sesler geliyordu. Hava kararmadan kampımızı kurmamız gerekiyordu. İki çadır vardı. Kızlar çadırın büyük olanında kalacaktı Agâh ve Atakan ise küçük çadırda idare edeceklerdi. Çadırların kurulumu kolaydı. Çadırları kurduktan sonra Agâh ve Atakan bana seslenerek:
-Elvin, sen Eyşan ve Beren’le biraz odun toplayın, dedi. Hava kararmadan bir ateş yakalım. Gece burası soğuk ve karanlık olacağa benziyor.
Güneş tamamen battığında hepimiz kocaman odun parçalarıyla kamp yerine geldik. Zaten küçük bir ateş yakmışlardı, ateşi büyüttük. Çay ve kahvenin tam zamanıydı. Henüz karnımız acıkmamıştı. Kamp alanının hemen yanındaki dereden demlikleri doldurduk. Yorulmuştuk fakat uyumak için çok erkendi.
Çıtırtılarla yanan ateşin sesini zaman zaman ormanın derinliklerinden gelen uğultular, çığlığa benzer sesler bölüyordu. Bu tarz bir ses duyduğumuzda hepimizin önce gözleri parlıyor sonra korkunun yerini tebessüm alıyordu. Akşam, geceye doğru ilerliyordu ve yeniden sohbete başlamıştık. Çocukluk günlerimizden, geleceğe dair planlarımızdan bahsediyorduk. Ailelerimizden, kardeşlerimizden bahsediyorduk. Vakit ilerliyordu. Korku ve endişe, yerini güzel bir yorgunluğa bırakmıştı. Hava iyice serinlediğinde artık uyku vaktinin geldiğini anladık.
Tanıdık Bir Yüz
Ertesi sabah güzel bir kahvaltı sonrası keşiflere başlayacaktık. Kamp yerimize yalnızca uyku zamanı ve dinlenmek için gelecektik. Herkes birbirine iyi geceler diledikten sonra çadırlarımıza girdik. Hava git gide serinliyordu, çadırlar da çok sıcak değildi.
Uyuyalı henüz birkaç saat geçmişti ki çadırın önünden geçen bir gölge ile irkildim. Acaba yabani hayvan mı dolaşıyor etrafta diye bir endişe içimde büyümeye başladı. Arkadaşlarımı çağırıp çağırmamakta tereddüt ettim. Fakat gölge sürekli dolaşıyordu. Artık sönmeye yüz tutan alevlerin çadırlar arasında dolaşan gölgeyi kimi zaman büyütüyor kimi zaman küçültüyordu. Bir yandan da ormanın derinliklerinden sesler geliyordu. Bu esnada diğer arkadaşlarımın da uyandığını fark ettim. Onlar da sessizce gölgeyi izliyordu. Hiçbirimizde dışarıya çıkacak cesaret yoktu fakat merakımız da büyüyordu. El fenerini elime aldım ve arkadaşlarıma baktım. Bakışlarımızla dışarıya çıkmak için sözleştik. Ani bir hareketle üçümüz birden yerimizden fırladık ve dışarıya çıkarak feneri yaktık. Bizim dışarıya çıkmamışla birlikte bir karartı çalıların arasına doğru hızlıca sıçradı. Bu esnada diğer çadırdaki arkadaşlar da dışarıya çıkmıştı. Hep birlikte çalıların olduğu yere doğru ilerledik. Benim elimde fener vardı, diğer arkadaşlarım da ellerine halen yanmaya devam eden odun parçaları almışlardı. Büyük bir heyecanla çalıların arkasına ulaştığımızda bize doğru bakan bir çift gözle karşılaştık. Feneri tuttuğumda bunun bir insan olduğunu anladık. Eyşan sessizliği bozdu:
-İnsan olduğunu düşünmüyorum bunun. Dikkat etmeliyiz bence.
Atakan bu esnada bildiği duaları yüksek sesle okumaya başlamıştı. Tam bu esnada çalıların ardındaki kişiden ses geldi:
-Korkmanıza gerek yok, ben bir insanım. Adım Emir. Geceleri ormanda dolaşmak gibi garip bir huyum var. Yıllardır bu ormanda gezerim fakat şimdiye kadar ilk kez buraya kamp çadırı kuran kişiler görüyorum. İşin açığı ben de sizden çok korktum.
Bu sözler herkesi biraz sakinleştirmişti fakat Beren endişeyle konuştu:
-Geceleri ormanda dolaşmak ha? Üstelik tüm kasabanın girmeye cesaret edemediği bir ormanda gece dolaşmak… İnanılacak bir yalan söylemen gerek. Kimsin ve neden bizim çadırlarımızın etrafında dolaşıyordun?
Emir bir süre sustu. Herkes sustu. Bu esnada Emir bulunduğu yerden doğruldu. Agâh hiç konuşmuyor, suskun suskun bakıyordu. Emir’in yüzünü görünce birden hareketlendi. Bir yerlerden tanıyor gibiydi bu yüzü.
-Emir, seni nereden tanıyorum ben? Hiç yabancı değilsin. Anlat bakalım, sen buralı olamazsın. Bize gerçekleri anlat.
Hepimizin uykusu kaçmıştı bu davetsiz misafir yüzünden. Sönmek üzere olan ateşi biraz canlandırdık. Yeniden etrafına toparlandık. Emir, hepimizin karşısında tek başına duruyordu ve anlatmaya başladı:
-Aslında ben buralı değilim. Beş yıl önce sizler gibi buraya kamp yapmaya arkadaşlarımla gelmiştim. Tam da buraya kurmuştuk çadırlarımızı. Sabah uyandığımda arkadaşlarımın hiçbirinin olmadığını fark ettim. Öğleye kadar aradım, bağırdım ama kimseler yoktu. Yeniden kamp yerine geldiğimde çadırın da yerinde olmadığını gördüm. Günlerce bu ormandan çıkmaya çalıştım ama bir türlü çıkış yolunu bulamadım. Belki sizler bana yardım edersiniz ve sizinle birlikte yeniden hayata, dünyaya dönerim, dedi.
Bu sözler, Beren’i ikna etmemişti yine. Beren:
-Nedense sana bir türlü inanmak istemiyorum. Peki, daha önce nerede yaşıyordun? Ne iş yapardın bize bunları da anlat bakalım.
Emir gayet sakin bir ses tonuyla devam etti:
-Madem öyle, baştan başlayalım. Beş yıl önce yani sizlere yakın bir yaştayken büyükşehirlerden birinde güvenlik kamerası işiyle uğraşıyordum. İşlerim de çok iyiydi fakat bu olay benim hayatımı bitirdi. Aslında buraya dair efsaneler duymuştuk ama böyle bir son düşünmüyordum. Arkadaşlarım döndü mü, beni burada unuttu mu, yaşıyor mu bunları bile bilmiyorum.
Bu esnada Agâh, Emir’i nereden hatırladığını buldu. Beş altı yıl önce çalıştığı yere güvenlik kamerası sistemi kurulmuştu ve Emir yapmıştı bütün işleri. Şimdi hayli yaşlanmış görünüyordu. Agâh, Emir’i hatırladığını söyledi. İş yerinin adresini, binanın özelliklerini anlattığında Emir de hatırladı burada yaptığı işi. Ortam bir süreliğine sakinleşmişti fakat şimdi yeni bir endişe vardı: Ya biz de burada kalır ve şehre dönemezsek?
Kurtuluş
Kamp yapmak, eğlenmek düşünceleri artık tamamen aklımızdan çıkmıştı. Hepimiz buradan kurtuluşun yolunu düşünmeye başlamıştık. Bu esnada gökyüzünün rengi değişmeye başladı. Sabah yaklaşmıştı.
Günün ilk ışıklarıyla güzel bir kahvaltı yaptık. Emir, hepimizden daha çok yemek yemişti. Yılların verdiği açlıkla önünde ne bulsa tüketiyordu. Burada gezmek, dolaşmak düşüncesini unutmuştuk. Kahvaltıdan sonra yola çıkacaktık. Emir’i kasabaya, sonra da şehre götürecektik.
Kahvaltı bitmişti ki aracımızın yerinde olmadığını gördük. Bu hepimizin tedirginliğini daha da artırmıştı. Acaba aracın freni boşalmış ve bir yerlere mi gitmişti kendiliğinden. Aracı aramaya başladık fakat tekerlek izi bile yoktu. Yeniden kamp yerine döndüğümüzde çadırların da yerinde olmadığını gördük. Her şey Emir’in anlattığına çok benziyordu fakat hepimiz bir aradaydık. Hava kararmadan buradan çıkmamız gerekiyordu. Eyşan’ın aklına sürekli ninesinin anlattığı yeni efsaneler geliyor, arada bunları anlatmak istiyor fakat kimse buna müsaade etmiyordu.
Kendimize bir rota belirleyerek yürümeye başladık. Her şey normal görünüyordu. Hatta yürüdükçe ilerdeki kasaba camisinin minaresini de görmeye başladık. Hedefimiz önümüzdeydi fakat biz yürüdükçe minare uzaklaşıyordu.
Bir süre sonra etrafımda kimsenin kalmadığını fark ettim. Telaşla sağa sola koşmaya, bağırmaya başladım. Sessizlik uğulduyordu sanki ve kendi sesim bile kayboluyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Zor nefes alıyordum.
Gözlerimi açtığımda arkadaşlarımın tümü yanımda uyumaya devam ediyordu. Önümüzde boş menemen tabakları ve bardaklar vardı. Yaşadıklarımı anlamlandırmaya çalışıyordum. Bu esnada birer ikişer arkadaşlarım da gözlerini açmaya başladı.
Şaşkın şaşkın birbirimize bakarken masadaki not gözümüze ilişti, şöyle yazıyordu:
Bilmediğiniz yerlerde mola vermeyin, yemek yemeyin. Aslında arabanızı da alacaktık fakat size kıyamadık. O kadar merhametliyiz yani. Yalnızca cüzdanlarınızı ve değerli eşyalarınızı aldık. Bizi unutmazsınız umarım.
Karşı duvardaki takvim gözüme ilişti, on yıl öncesine aitti. Duvardaki saat ne zaman durmuştu, kestirmek zordu. Hepimizin başı ağrıyordu. En azından aracımız yerindeydi ve şehre dönebilecektik. Gerçekten merhametli insanlarmış, dedim içimden.
Bu esnada kulübenin kapısı gıcırtıyla açıldı. Bir yerlerden tanıyordum içeri giren bu adamı. Çok yakından tanıyordum hem de. Adam biraz sinirli bir tavırla sordu:
-İçeriye nasıl girdiniz. Burası benim kulübem.
Ses tonu da yüzü gibi yabancı olmayan bu adama bir süre baktıktan sonra Eyşan:
-Emir, yine mi sen, dedi.
Atakan ve Agâh devam etti:
-Emir, bizimle dalga mı geçiyorsun.
Evet, Emir’di bu.