merve hoşgiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
merve hoşgiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2025 Perşembe

İFTARA DOĞRU YAKLAŞIRKEN

 

Bu klavye oldukça sağlam hocam, siz bilemezsiniz. Eski klavyemi yatağıma vurarak parçalamıştım. Aslında yatağa değil koltuğa vurarak parçalamıştım. Bu klavyenin üzerine ne kadar yumruk attığımı hatta kafa attığımı bilemezsiniz. Dili olsa da konuşsa gariban. Ha, bu klavye ile arkadaşlarımla yaptığım sohbetleri bilmeyin zaten. Hangi kelimeler yazıldı bununla, hangi cümleler kuruldu bilseniz. Bu kadar övdüğüme bakarak pahalı bir şey sanmayın siz bunu. Yalnızca iki bin lira. Yıl iki bin yirmi beş ve bir klavye iki bin lira. On koli yumurta ile aynı fiyat anlayacağınız ama klavye benim için daha doyurucu. Anlıyor musunuz hocam? Bu klavye benim ekmek param aslında. Emek param. Keşke bayram harçlıklarımla bir tane daha alabilsem. Zaten bayrama kaç gün kaldı. Yirmi gün filan. 

Merve Hoşgiz
Hazal Göksu
Yusuf Çağrı Ekici

Hocam, neden bir konusu olmak zorunda bazı şeylerin. Konusuz konuşulmaz mı, konusuz ders olmaz mı, konusuz hikâye yazılamaz mı? Bir konu olmadan insanlar bir araya gelip çay içemez mi? Muhabbet kuşları mesela, bir konu hakkında mı konuşuyorlar durmadan? Ya da günün ilk ışıklarıyla şamataya başlayan kargalar, serçeler mutlaka bir konu etrafında mı geziniyor. Derslerde illa bir konu anlatmak zorunda mı öğretmenler ve sınavlarda hep işlenen konular mı sorulmak zorunda? Bir şiirin temasını soruyorlar ya da bir hikâyenin, yazının konusunu… Bazen filmlerin konusunu soranlar da oluyor, dizilerin konusunu anlatanlar da. Konu olmadan dönmüyor mu dünya? Neden böyle hocam?
Bu gün birkaç kişi eksiğimiz var sanki ve bu yüzden ortam daha sakin hocam. Üstelik yapılacak ödevim de çok fazla değil. Üç tanecik soru var. Ödevler zaten matematikten verilmişse ödev, yoksa çok da ödev sayılmaz. Bu üç tanecik soru bitecek ve ben artık yarınki güne hazır olacağım. Merve’ye rağmen hazır olacağım. Merve’nin henüz bitmedi ödevi. Ne zaman biteceğini de bilmiyorum. Her ne kadar Merve ödevlerini bitirdiğini söylese de şüphelerim var hocam. Bir ders sonra fen bilgisi ödevini açabilir diye düşünüyorum. Bana sorarsanız gerçek bir öğrenci değil o. Gerçek bir öğrenci ödevlerin tümünü Pazar akşamı yapar. Hatta bazılarını okulda, teneffüste yapar. 
Hocam kurban pazarına gittiniz mi? 800 büyükbaş hayvanın 40 tanesi 6 yaşından büyükmüş. Buna göre kurban pazarındaki öğrencilerden kaçta kaçı matematiği sevebilecek?

2 Ocak 2025 Perşembe

T/UZAK

Merve Hoşgiz

Herkes uzak kalmaktan şikâyetçi
Ya da uzakta olmaktan bir yerlere
Uzak, o kadar da kötü değil
Uzakta olmak da kötü bir şey değil bence 

Hem insan
Bazen kendinin bile uzağında
Başkasına nasıl yakın olabilir ki
Ya da başka başka mekânlara

Uzak, deyince çoğu insan yıldızları söylüyor
Yıldızlar uzakta değil oysa
Uzak, ötesi değil insanın
Galiba kendisi

Ben mesela
Uzağındayım geçmiş günlerimin
Ve geleceğimin
Uzak, hem de çok uzak
Yarın kadar yakın
Yanımda kadar uzak




19 Aralık 2024 Perşembe

YILDIZLAR SUSUNCA


Merve Hoşgiz

Her gece gökyüzüne baktığında yıldızların ona bir şeyler fısıldadığını hayal ederdi Suna. Bu yüzden gündüzlerden çok geceleri severdi. Bulutlu geceleri sevmezdi çünkü yıldızlara hasret kalırdı böyle gecelerde. Yıldızlar, onun için uzaklarda yaşayan, konuşabilen, gülebilen değişik bir çiçek türüydü. Çiçek, diyemiyordu aslında ama en yakın tarif buydu. Canlıydı yıldızlar ve kendisine söylemek istedikleri bir şeyler vardı.
Yıldızlar acaba ona ne söylüyordu? Yıldızların seslerini duyduğu günden beri merak ettiği tek şey buydu. Bazı yaz gecelerinde pencere önünde uyuyakaldığı oluyordu. Keşke uzak ve yüksek dağlara çıkıp dinleyebilseydi onları. Ya da bir uçan balonla yükselebilseydi gökyüzüne doğru. Uçak ya da helikopter olmazdı çünkü bu araçların gürültüleri yıldızların fısıltısını bastırırdı. Çok merak ediyordu, yıldızlar ona ne söylüyordu?
Başka dillere merak saldı bir süre. Belki yıldızlar başka bir dilde konuşuyordu. Fakat bu fikrinden çabucak vazgeçti. Yıldızların dili Yıldızca olmalıydı. Bu dile dair de hiç kimse bir şey bilmiyordu. 
Çocukluğu böyle geçti Suna’nın. Kimselere soramadığı sorular vardı kafasında. Büyüdükçe yıldızların fısıltılarının azaldığını hissediyordu. Her yıl biraz daha uzaklaşıyordu yıldızlar ondan. Artık iyice büyüdüğünde yıldızlar ona fısıldamayı bırakmıştı. Onun için yıldızlar artık çekirdeğinde oluşan füzyon sonucunda açığa çıkan enerjiyi uzaya ışınım biçiminde yayan, ışıklı gök cisimlerinden her birinin adıydı. 

28 Kasım 2024 Perşembe

EN SEVDİĞİM ZAMAN

Merve Hoşgiz

En çok sevdiğin zaman hangisi deseler
Dersler bittiğinde 
Eve dönüş yolunda olduğum zaman derim
Hele bir de eve ulaştığımda
Galatasaray’ın maçı varsa
Ertesi günün dersleri de tam kıvamındaysa
Üstelik ödevler yığılmamışsa
Değmeyin keyfime

HASRET



Hazal Göksu
Merve Hoşgiz

Mina, Merve ve Hazal günlerdir bir araya gelememişlerdi. Son yıllarda kış aylarının yağışsız geçmesine alışmış, okula kabansız gidip geliyorlardı ki o hafta olanlar olmuştu. Ansızın gelen soğuk, beraberinde kar yağışını da getirmişti. Üç arkadaş güç bela evlerine ulaşmıştı fakat yollar bir günde kapanmıştı. Bir şekilde pazartesi günü görüşebilmeyi umuyorlardı fakat pazartesi günü de okullar tatil olmuştu. En azından Salı günü görüşürüz, diye düşündüler fakat Salı günü de tatil olmuştu. Kar tatili daha fazla uzamaz diye düşünüyorlardı fakat Çarşamba günü de tatil olmuştu. Artık unuttukları yalnızca okul değildi, birbirlerinin yüzünü de unutmaya başlamışlardı. Sadece kar yağsa neyse, dışarıya çıkar oyun oynar, kardan adam yaparlardı fakat dışarısı çıkılacak gibi değildi. Haberlere bakıyorlardı, donan çobanlar, ölen koyunlar, yollarda kalanlar, kazalar, ormanda kaybolanlar…
Büyük bir kasvet çökmüştü üçünün de içine. Bir şekilde bir araya gelmelilerdi ama nasıl? Merve, bir araya gelememekten en çok üzüntü duyan kişiydi. Mina ve Hazal kendilerine uğraş buluyorlardı ama onlar da sıkılmıştı. Mina, Merve’ye:
-Bu hasret artık bitmeli. Ben daha fazla sizleri görmeden yaşayamayacağım. Müsaitseniz Hazal’ı da alarak size geleceğim, dedi. 
Merve, zaten tek başına geçen günlerden çok yorulmuştu:
-Bir saat içinde bekliyorum, dedi. 
Hazal, önce biraz nazlandı fakat o da bu plana dahil oldu. Bir saat içinde nihayet hasret bitmişti. Merve, arkadaşlarını kapıda karşıladı ve şaşkın şaşkın:
-Beş günde insan bu kadar büyür mü? Büyümüşsünüz görmeyeli, dedi. 
Hazal ve Mina biraz sonra bir daha bak diyerek ayaklarından botları çıkardılar. Hazal ve Mina’nın boylarının aynı olduğunu gören Merve, içten içe sevindi. 
Günlerce süren hasret bitmişti. Üstelik ödev de yoktu. Çaylar içildi, kekler yenildi. Sıra ayrılık vaktine gelmişti ki dışarda kar fırtınasının daha da arttığını gördüler. Merve:
-Ailelerinizi haberdar etsek ve bugün bizde kalsanız, dedi. Bu fikir Hazal ve Mina’ya da cazip gelmişti fakat ailelere sormak gerekiyordu. Hazal ve Mina’nın aileleri Merve’nin de araya girmesi ile bu teklifi kabul ettiler. 
Üç arkadaş ilk kez birlikte kalacaklardı. Gece uzundu. Ev sıcaktı. 
Bir süre kitap okudular, film izlediler. Sınıflarına dair sohbet ettiler, dedikodu yaptılar ancak zaman geçmiyordu. Kış geceleri uzundu, hele de ödev yoksa. Saat daha 10 olmamıştı ki Merve esnemeye başladı. Hazal ve Mina’nın uykusu yoktu ama Merve her geçen dakika biraz daha esniyor hatta ara ara gözleri kapanıyordu. En son gözleri kapandığında uzun süre yeniden açılmadı. Hazal ve Mina bu esnada fotoğraf çekiniyordu. 
Dışarda kar durmuştu. Hava yumuşamış, insanlar sokaklara çıkmaya başlamıştı. Merve derin bir uykudaydı. Kar durmuş, sözü uykudaki Merve’yi uyandırdı ve Merve:
-Durmuş, evet bizim okulda, diyerek gözlerini kapattı yeniden. 
Gecenin ilerleyen saatlerinde yine Merve ara sıra uyandı, bur cümle kurdu ve uyudu. Sonunda Hazal ve Mina da yorgunluğa teslim olmuştu. Etraf gündüz gibi aydınlık ve hava yumuşaktı.
Ertesi gün erkenden uyandı üç arkadaş. Halen heyecanlı ve mutluydular çünkü okullar tatildi yine. Merve’nin babası bu mutluluğa mutluluk katmak için çalıştığı yere birlikte gitmeyi teklif etti. Merve’nin babası Sivasspor Kulübünde çalışıyordu. Kar topu oynamak, kardan adam yapmak için çok güzel bir ortam vardı çalıştığı yerde. Kahvaltıdan sonra üç arkadaş ve Merve’nin babası yola koyuldu. Yollar, açılmamıştı. Kar birikintilerine bata çıka nihayet kulübe vardılar. Bir süre oynadılar, üşüdükçe içeri girdiler sonra yine oynadılar. Tam oyunları bitmek üzereydi ki Merve uzaktan gelen iki kişiyi gördü. Yüzleri atkı ile kapalı olsa da bu gelenler tanıdıktı. Mina ve Hazal’a seslendi:
-Kızlar yorulduk mu? Karşıdan gelenleri kar topuna tutmaya ne dersiniz?
Hazal ve Mina karşıya baktı. Gelenler Aras ve Yusuf’tu. Aras, elinde telefonla ilerliyor, Yusuf onun koluna girmiş düşmemesi için yardım ediyordu. Az sonra başlarına geleceklerden habersiz başlarını kaldırmadan ilerliyorlardı. Bu esnada Hazal, Mina ve Merve onlarca kartopu hazırlamış onların iyice yaklaşmasını bekliyordu. 
Nihayet hedef tam görüş alanındaydı. Artık ıskalamak mümkün değildi. Üç kartopu birden Aras ve Yusuf’a isabet etti fakat onlar halen ellerindeki telefona bakıyor, kar yağmaya başladı zannediyorlardı. Az önce hazırladıkları bütün kartopunu birer birer Yusuf ve Aras’a fırlattı üç arkadaş fakat bir türlü bu kartopunun nereden geldiğini merak etmiyordu Yusuf ve Aras. Hazır kartopları bitmişti. Merve ani bir hareketle bir kar parçasını yerde yuvarlamaya başladı. Boyu kadar olmuştu bu kar kütlesi. Hazal ve Mina’nın da desteği ile kocaman, boylarından daha büyük kar kütlesini Yusuf ve Aras’a doğru yuvarladılar. Yusuf ve Aras halen telefona bakıyordu. Yuvarlanan kar kütlesi ikisinin üzerinden geçti. Bu esnada üç arkadaş acaba kötü bir şey mi yaptık, diye birbirlerine bakıyorlardı. Kar kütlesi Yusuf ve Aras’ın üzerinden geçtikten sonra ikisi birden yerden doğruldu. Ellerindeki telefona bakmaya devam ediyorlardı. Aras, biraz sinirlenmişti. Telefonun ekranı kar parçalarıyla kaplanmıştı. Yusuf, telefonun ekranının temizlemeye çalışıyordu. Halen kendilerine bu kar kütlesini yuvarlayanların kim olduğuna bakmak akıllarında yoktu. Hazal, Mina ve Merve koşarak Yusuf ve Aras’ın yanına geldiler. 
Hazal, Mina’yı uyandırmıştı. Merve’ye bakıyorlardı. Merve, yastığı fırlatıyor, yorganı yuvarlıyor bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Dışarda kar durmuş, yumuşak bir hava vardı. Artık ayrılık zamanıydı. Yeniden hasret başlayacaktı. 

21 Kasım 2024 Perşembe

DEDEMİN ELMASI



Hazal Göksu, Merve Hoşgiz

Dedemin son zamanlarda durumu hiç iyi değildi. Kulakları ağır işitiyor, gözleri iyi görmüyordu. Son zamanlarda ise gerçekle rüyayı, hayali karıştırmaya başlamıştı. Sık sık eski günlerden bahsediyor, gençliğini anıyor ve arıyordu. Sabahları uyandığında eskiden yaşadığı olayları anlatıyordu. Bazen de televizyonda bir gün önce izlediği şeyleri kendisi yaşamış gibi anlatıyordu. Bunların çoğuna alışmıştım fakat yine neredeyse her gün dedemin andığı bir konu daha vardı: elmas. Bir yerlere gömülü elmastan bahsediyordu. Define hikayeleri anlatıyordu ve onun sohbetinde en çok dikkatimi çeken de bu idi. 
Özellikle yalnız kaldığımız zamanlarda ona define hikayeleri anlattırıyor, köyümüzde, köydeki evimizde bir define olup olmadığını merak ediyordum. Sonunda dedem kimsenin olmadığı bir gün bana bir elmastan bahsetti. Bostanda gömülü bir elmastı bahsettiği. Senelerdir orada durduğunu söylüyordu. Her gün toprağın altında bulunan bu elmastan ara sıra bahsediyor merakımı daha da artırıyordu. Fakat o bu konudan bahsederken ottan, çöpten bahseder gibi anlatıyordu. Sıradan bir şeydi onun için bu konu. Bostanda, duvarların kenarında olduğunu söylüyor, sonra başka bir konuya geçiyordu. 
Havalar düzelip bahar gelince dedemin köyü görmesi gerektiğine ailemi ikna ettim. Hep beraber köye gidecektik, dedem temiz hava alacaktı. Benimse asıl niyetim ona elmasların yerini sormak ve bu elmasları kazıp çıkarmaktı. Dedemin anlattığına göre az buz değildi bu elmas. Belki torbalara, leğenlere koymak bile gerekebilirdi.  
Kısa bir yolculuktan sonra köyümüze ulaştık. Dedem çocuk gibi mutluydu. Her yere gitmeye çalışıyor, anılarını daha bir coşkuyla anlatıyordu. 
Annem ve babam etrafı biraz toparlayıp yemek hazırlamaya başladılar. Ben de dedemle birlikte bostana gitmek istediğimi söyledim onlara. Elimize kürek, kazma, çapa gibi araçlardan da almıştı. 
Bostana geldiğimizde dedem biraz duygusallaşmıştı. Burada eskiden yetişen meyvelerden, sebzelerden bahsetmeye başladı. Tam elmasın yerini soracaktım ki eliyle duvarlardan birinin dibini işaret ederek:
-Burası yer elması ile doluydu evlat, dedi.
-Şimdi burada mıdır onlar dede, dedim.
-Elbette, kazmayla duvarın dibini biraz eşelersen ortaya çıkar, dedi dedem.
Heyecanla ama usul usul kazmaya başladım duvarın dibini. Dedem halen sağa sola bakıyor, bir şeyler anlatıyordu. Kazdım, kazdım, kazdım. Elmasa benzeyen tek nesne yoktu. Etrafta kazılmış yerler vardı. Bu yerlerin kazılmış olması hiç hoşuma gitmemişti. Dedeme sordum:
-Buraları kim kazmıştır dede?
-Yer elmasının peşinde olan yabani tavşanlar zaman zaman böyle kazıyorlar, dedi dedem. 
Bu sözden sonra kazmayı daha hızlı vurmaya başladım yere. Toprak içinde patates gibi küçük parçalar çıkıyordu ama halen elmas namına bir şeyler yoktu. Yorulduğumu gören dedem yanıma geldi ve topraktaki patatese ya da turpa benzeyen şeyleri eline aldı:
-Bu kadar yer elması yeter. Daha fazla kazma istersen. 
Şaşkın şaşkın dedemin eline baktım. Yine bir şeyleri karıştırıyor galiba, diye düşündüm. Dedem elindeki nesneyi temizlemeye, soymaya başladı. Bunları eve götürüp yıkayalım. Lezzeti çok güzeldir, dedi ve ilave etti:
-Sen yoksa hiç yer elması yemedin mi daha önceden?
Dedemin “yer elması”nı yer elmas’ı olarak anlamıştım. Kimseye bir şey diyemedim. Dedeme bir süre üzgün üzgün baktım. Sonra topraktaki yer elmalarını topladım ve evin yolunu tuttuk. 
Annem ve babam yemek hazırlamıştı. Sizlere elmas getirdim diye bağırdım. Yer elması. 

Cumhuriyet 101 Yaşında

Merve Hoşgiz

Hepimizin özüdür özgürlüğüdür
Aydınlığın doğruluğun yönüdür
Yüz bir yıldır milletimin düğünüdür
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Karanlıkta bir güneştir asla sönmez
Cehalete düşmandır aman vermez
Yüz bir yıldır geleceğe ümittir hiç bitmez
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Dört yanımız düşmanla çevrildiğinde
Ata’m durma ileri, diye seslendiğinde
Doğdu yüce milletimin kutsal ellerinde
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

Yüz bir yaşında bir yıldızdır şanlı Türk tarihinde
Bilimdir, ilerlemedir aydınlık zihinlerde
Işıktan bir taçtır gençliğimin geleceğinde
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı

7 Kasım 2024 Perşembe

HİKAYESİNİ YAZAN KALEM


İlk Karşılaşma

RUKİYE  TOKGÖZ


Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum. 
Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Sadece yere bakıyordum. Zaten ben yürürken ya yere bakarım ya göğe. Sağa sola bakmam. Hele de karşıdan gelen insanlara hiç bakmam. Tanıdık birileri ile karşılaşmak ve ayaküstü onunla dakikalarca konuşmak istemem. Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Yere bakıyordum. Bir şey bulmak ya da görmek için değil, sadece yere bakıyordum. Hızla yanımdan bir araba geçti. Başımı çevirip arabaya bakmadım bile sadece önüme fırlayan, birkaç takla attıktan sonra ayakkabımın yanına düşen kalemi gördüm. Bir süre bekledim hareketsizce. Kalemin belki bir sahibi vardır ve çantasından düşmüştür ya da hızla geçen arabadan fırlamıştır ve araç yeniden döner diye. Kimsecikler durmuyordu, etrafımdan yürüyüp geçiyorlardı. Ben hareketsiz kaldığım sürece insanlar bana çarpıyor, yoluna devam ediyordu. Eğilip aldım kalemi yerden. Bir süre elimde taşıdım. Çantama ya da cebime koyamazdım yolda bulduğum bir kalemi. Yürüyordum ve elimde bir emanet kalem taşıyordum, insanların göreceği biçimde taşıyordum. Hatta bana bakanlara kalemi uzatıyordum. Dikkatle bakanlara kalemi işaret ediyor:
-Yolda buldum da acaba sizin olabilir mi, diye sormaya çalışıyordum.
Yabancı bir şehre düşmüş gibiydim çünkü ben ya göğe bakardım ya yere yürürken. İnsanlar çıldırmış gibi koşuyordu sağa sola ve beni de ihtimal normal bir insan gibi görmüyorlardı. En iyisi onlara bakmamak, yere ya da göğe bakmaktı. Çaresizce kalemi cebime koydum. Yollardaki taşları, işaretleri ezberlemiştim. Eve yaklaştığımı hissettim. Başımı kaldırdığımda evimin önündeydim. Her zamanki gibi görünmüyordu evim. Bir farklılık vardı ama zaten evim, her gün farklı gelirdi bana. Her gün farklı gelmeyen bir evde nasıl yaşanır ki? Sadece evim değil, her gün odam da değişik gelir bana. Odamın içindeki eşyalar da. Her gün farklı gelmeyen bir odada nasıl yaşanır ki? Her gün aynı eşyalarla nasıl yaşanır ki?
Çantam zaten kalemlerle doluydu. Yolda önüme düşen kalemin hangisi olduğunu seçmem bir hayli zordu. Masanın üzerine kalemleri döktüm. Diğer kalemleri de tanımıyordum çünkü onlar da her gün yenileniyordu. Her gün aynı kalemlerle nasıl dolaşılır ki? Kalemlerde büyülü bir şeyler vardı ya da bende bir çekim gücü. Kalemler bana doğru geliyordu ya da ben kalemlere doğru gidiyordum. Neden böyle oluyordu? Galiba aradığım kalem yüzünden oluyordu bunlar. Tüm kalemleri masaya dizdim. Diğer kalemleri de ilk kez görüyor olmama rağmen yolda bulduğum kalemi fark ettim. Kapağını çıkardım ve boş bir kâğıda çizgiler atmaya başladım. Kalem yazmıyordu. Defalarca denememe rağmen tek bir nokta bile bırakmadı kâğıtta. Belki de özellikle atılmış bir kalemdi. Yazmadığı için birileri fırlatmıştı. Kâğıdın yanına kalemi bıraktım. Uzaktan kâğıdı ve kalemi izlerken birdenbire aklıma belki de aradığım kalemin bu olduğu geldi. Yazmayan bir kalemdi bu fakat belki de kaç zamandır aradığım kalemdi. 
Gözlerimi kapattım ve hayal kurmaya başladım. 
Bu kalem şayet o kalemse hayallerimin resmini çizebilir. 
Bu kalem şayet o kalemse 
Daha önce yazılmamış cümleler kurabilir. 
Bu kalem şayet o kalemse
Bana yepyeni bir kader yazabilir.
Bu kalem şayet o kalemse
Sınırsız sayfaları olan bir defter gerekebilir
Bu kalem
O kalem miydi?
Ne kadar gözlerim kapalı düşündüm bilmiyorum. Belki birkaç dakika belki birkaç saat. Belki de uyumuş uyanmıştım. Bir klik sesiyle uyanmıştım. Kalem kapağı kapanıyor ya da açılıyor gibi bir ses. Gözlerimi açtığımda masada duran diğer tüm kalemlerin değiştiğini gördüm fakat bulduğum kalem aynıydı. Ses belki de bu kalemden gelmişti. Hemen onun yanındaki kâğıda baktığımda heyecandan öylece kaldım. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu. Kâğıdı elime aldığımda bu yazının bana ait olduğunu fark ettim. K,l,m harflerim hayli kendime özeldi ve bu harflere özellikle baktım. Evet, bu yazı bana aitti. Okumalıydım fakat heyecandan ellerim titriyor, nefesim daralıyordu. 

Bir İsim Koyma Töreni

EMİR ARAS İMİRHAN
MERVE HOŞGİZ
RUKİYE  TOKGÖZ
YUSUF ÇAĞRI EKİCİ


Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapatmaya korkuyordum, tekrar gözlerimi açtığımda kâğıdı boş görmekten. Kâğıdı iyice gözlerime yaklaştırdım ve okumaya başladım: 
Kayalıklardan iniyorsun durmadan. İnmiyor, yuvarlanıyorsun. Ayakların, ellerin parçalanmış durumda. Sağından solundan yılanlar akıyor aşağı doğru. Yılanlar, kırmızı gözlü. Yılanlar, kırmızı dilli. Yılanlar da kırmızı.
Tepende bir güneş var kavuruyor. Gündüz vakti yıldızları saymaya kalkıyorsun. Zamanın kenarına atılmış bir düğüm gibi kalbin. Parmaklarının gücü yok, tırnakların kan. Ayakların tutmuyor, dilin dönmüyor. Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Yazının hepsi bu kadardı. Sarsılmıştım. Bu kalem, o kalemdi. Emindim bundan fakat bu ürperti, bu anlamsız korku niçin beni bulmuştu, bilemiyordum. Yıllardır aradığım kalem, beni bulmuştu. Önceleri onu bulduğumu düşünüyordum ama meğer o beni bulmuş. Şimdi ise ne yapacağımın endişesindeydim.
Bu kalem yazacak ve ben okuyacak mıydım, yoksa kalemin yazdıklarını ben yazdım, diye mi sunacaktım insanlara. Kalem, benim söylediğim, düşündüğüm şeyleri mi yazacaktı yoksa az önceki gibi garip şeyler mi yazacaktı? 
Kalem sadece yazıyor muydu? Belki düşünüyordu da… Belki görüyordu. Benim yazımı taklit ettiğine göre -aslında taklit de denilemez birebir aynısı- bu bilinci olan bir kalemdi. Evde evcil hayvan beslemek bile daha güvenliydi. Evet, belki de evcil kalemdi bu. Gezmeye götürebilirdim onu. Onunla pikniğe gidebilir, müzik dinleyebilirdim. Üstelik onu beslemek zorunda da değildim. Kumu da yoktu. 
Bunları düşünürken zihnimdeki korku dağıldı. Korkunç şeyler düşünmemeliydim. Evcil kalemime bir isim bulmayı düşündüm. Evcil kelimesi pencil kelimesi ile örtüşüyordu. Pencil kelimesi ise pencereyi çağrıştırmıştı bana. Pencere, tencereyi; tencere, tavayı… Oturmuş kalemime bir isim arıyordum. Bunu anlatsam birilerine mutlaka benim tedaviye ihtiyacım olduğunu söylerdi. Var mıydı tedaviye ihtiyacım? Belki de… 
Tava bir kalem için iyi bir isimdi ama teflon muydu bu tava, çelik mi? Belki de teflon daha iyiydi. Tavadan vaz geçemiyordum fakat teflon da kendisini hatırlatıp duruyordu. Dede Korkut kitabına göre bir kahramanlık gösterilmeden isim konulmazdı. Kalemimin belki de bir kahramanlık göstermesini beklemeliydim ona isim vermek için. Düşündüm, göstermişti kahramanlığını. Benim yazımı başarıyla taklit etmiş ve bir metin ortaya çıkarmıştı. Bir kahramandı kalemim ve ismi hak ediyordu.  Sonunda kimsenin aklına gelmeyecek ismi bulmuştum: Tefkalta. Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı. Kalemime baktım ve seslendim:
-Tefkalta.
Bu kadar aksiyon yeter, diye düşündüm. Yorulmuştum. Artık kelimeler kafamda uçuşuyor, yan yana gelerek cümle oluşturmuyorlardı. Belki de Tefkalta onlara hükmediyordu ve cümle kurmama mani oluyordu. Belki de Tefkalta daha çok şeye hükmedecekti. Mesela hayatıma.
Uyandığımda tüm kemiklerim ağrıyordu. Masanın başında öylece kalakalmıştım gece boyu. Olsun, Tefkalta artık hayatımdaydı ya. Biraz kemiklerim ağrısa ne olur? Tefkalta’ya baktım. Biraz üzüntülü gibiydi. Diğer kalemlere baktım, onların görünüşlerinde hiçbir olumsuzluk yoktu. Onlar sadece kalemdi. Ruhu olmayan nesneler. Belki de onlar kalem değil, kalem cesediydi ve onları gömmek gerekliydi. Tefkalta’nın hüznü bundan kaynaklanıyor olmalıydı. 
Bütün kalemleri topladım ve evdeki büyük saksılara gömmeye başladım. Kalemleri gömdükten sonra Tefkalta’nın hüznü dağılmıştı. Çiçekler de sanki mutluydu zira topraklarında kalem gibi önemli bir nesneyi barındırmak görevini üstlenmişlerdi. Belki de kalemlerin rengi, onların çiçeklerine yansıyacaktı. 
Tefkalta’yı gezmeye çıkarmam gerekliydi. Dün, o da yorulmuş olmalıydı hayli. Hayatımdaki büyük bir eksiklik tamamlanmış gibiydi. Tefkalta’yı cebime aldım. Çanta filan almadım yanıma ve yürüyüşe çıktım. Onu parklara götürdüm, ağaçları gösterdim ona. Çiçekleri gösterdim. Bulutları, güneşi gösterdim.  Tefkalta, çiçeklerin yanından uzaklaşmak istemiyor gibiydi. Özellikle sararmış çiçeklerin yanındayken ayaklarım çivilenmiş gibi hissettim. Tefkalta ile dokunduğum çiçekler canlandı, renklendi. Bu, sadece bir kalem değildi. Bunu artık tümüyle anlamıştım. Oysa benim ihtiyacım olan tek şey kalemdi. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olabilecek bir kalem.  Sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla fakat gezmeye çıkarmıştım onu. 
Eve dönüş vakti gelmişti. Kalemin gezmesi gereken yer boş kağıttı. Boş defterdi. Bitmeyen bir defterdi. Telaşla eve döndüm. Odama girdiğimde masamın üzeri kalemle doluydu. Bu kalemleri tanıyordum. Saksıların dibine gömdüğüm kalemler, hiçbir şey olmamış gibi masamın üzerinde keyifle bana bakıyordu. Dün akşam Tefkalta’nın yazdığı kâğıda gözüm ilişti. Kâğıt boştu. Kâğıdın arka yüzüne baktım, boştu. Gözlerimi kapattım. Tefkalta’yı kâğıdın yanına bıraktım. Gözlerimi araladığımda gördüğüm şeye inanamadım. Tefkalta bu kez bir resim çiziyordu. Bir ev resmiydi çizdiği. Evin içine çizdiği kişi ise bendim. Saçlarım darmadağındı. Elimde bir kâğıt vardı ve kağıtta bir metin. Bir şeyler konuşuyordum. Gözlerimi açmadan kâğıda yaklaştım, duyduğum ses bana aitti:
-Tefkalta! Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı.
Ellerimi saçlarıma doğru götürdüğümde saçlarımın hayli dağınık olduğunu fark ettim. 


Esrarengiz Yazılar

EMİR ARAS İMİRHAN

MERVE HOŞGİZ

HAZAL MİNA ÇAKMAK

RUKİYE  TOKGÖZ

EMİR SUBAŞI


Tefkalta’nın hayatımı değiştirdiği bir gerçekti fakat bu değişiklik nereye kadar gidecekti bilemiyordum. Onun çizdiği resimde kendimi görmek birdenbire aklıma onun yazdığı metni getirdi. Belki o metinde de ben vardım. Yazıya tekrar baktım. Anlamsız cümleler gibiydi ama son cümle çok netti: Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Eğer bu yazı doğrudan bana yazılmışsa başıma bir şeylerin geleceği belliydi. Korkmaya başlamıştım. Tefkalta dostum muydu yoksa düşmanım mı? O bir bela mıydı yoksa umut mu? Beni iyi bir yola mı götürecekti yoksa kötü bir yola mı? Son cümle korkutucuydu. Göz ucuyla yeniden kalemime baktım. Sevimli görünüyordu ama aynı zamanda ilk kez bir tehlikeyi de gördüm onun yüzünde. 
En iyisi bir süre Tefkalta’yı bir çekmeceye bırakmaktı. Bir süre kendimi dinlemeliydim. Daha sonra onunla ne yapacağıma karar vermeliydim. Bunları düşünürken yine bir ses duymuştum. Göz ucuyla baktım, Tefkalta yine bir resim çiziyordu. Resimde yine bir ev görünüyordu. Evin içinde bir çocuk masabaşındaydı. Duvarda bir saat vardı ve saat 19.10’u gösteriyordu. Ayrıca evin dış kapısı açıktı. Duvardaki saate baktım 19.09’du. Usulca yerimden kalktım ve evimin kapısına baktım. Kapı açıktı. Orada donup kalmıştım. Kapıyı kilitlediğimi çok iyi hatırlıyordum çünkü. Kendimi toparladım ve Tefkalta’ya doğru yöneldim. Artık kalemin bana hükmettiğini hissediyordum. Beynim ele geçirilmiş gibiydi. Son gücümle Tefkalta’yı elime aldım. Oysa hafifti, sıradan bir kalem ağırlığındaydı. Hızla en yakın çekmeceye yerleştirdim ve çekmeceyi kilitledim. Ardıma döndüğümde büyük bir iş başarmışım hissi vardı. Artık bu hikaye burada bitmeliydi. Çok uzamıştı. Masaya döndüğümde Tefkalta’yı yeniden masada gördüm. Buna inanamıyordum. Bir kağıt üzerinde dolaşıp duruyor, yazıyordu. Az önce onu çekmeceye kilitlememiş miydim? Çekmeceye baktım, kalem oradaydı. Masaya geldim, kalem yoktu. Kağıdın her iki yüzü de yazıyla doluydu. Biraz korkarak okumaya başladım:
Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum…





 


19 Eylül 2024 Perşembe

GERÇEĞİN AYNASI

Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Merve Hoşgiz, Rukiye Tokgöz, Hülya Doğancık

1. Bölüm: Gıcık 

Serin bir yaz günüydü ve vakit öğleye yakındı. Kasaba her günküne göre oldukça sakindi ve bu sakinlik uzaktan bakanlar için ürperticiydi. Yaz gelmişti gelmesine fakat halen bahar mevsiminin tazeliği seziliyordu her yerde. Ağaçların bir kısmı çiçek açmayı unutmuş gibi yeni yeni çiçeğe duruyordu. Uzak dağların etekleri de yeni yeşermeye başlamıştı. Ceyengül liseyi bitirdikten sonra tekrar kasabasına dönmüş, istediği üniversiteyi kazanmak için bir süre çalışmayı denemiş fakat sonunda pes etmişti. Bu kasaba onun kaderiydi. Bu kasabada doğmuştu ve bu kasabada ömrünü tamamlayacak gibiydi. Her geçen gün daha da gıcıklaşan ağabeyi dışında aslında hayatından memnundu. Kendisini bu kasabaya ait hissediyordu. Ağabeyi, hiçbir sorumluluğa yaklaşmadığı gibi kendi işlerini de Ceyengül’e yaptırıyordu. Ceyengül her sabah ahırdaki işleri yapıyor, tavukları yemliyor, bahçede yapılacak işleri bitiriyor ardından da duvar ustası babasının yanına giderek kendisine iş olup olmadığını soruyordu. Şayet babası ona ek bir iş vermezse eve dönüyor ve bir genç kız olduğunu hatırlayarak kendisine çeyiz hazırlıyordu. Yastık, yorgan kenarları işlemişti daha önceden. Akrabalara verilmek üzere seccadeler işlemişti. Lif, çorap, hırka örmüştü. Aslında bu işlerden çok zevk almıyordu fakat annesinin zoruyla başlamıştı bir defa bu işlere. Oysa evlenmeyi düşünmüyordu Ceyengül. Sürekli çalışmasının sebebi aslında düşünmekten kaçınmaktı. Düşündüğü zaman içinden çıkamadığı sorunları vardı. Yaşamak istediği hayat ile kasabadaki hayat arasında dağlar kadar fark vardı. 
Vakit öğleydi ve Ceyengül’ün o gün yapacak hiçbir işi yoktu. Çeyizi ile uğraşmayı da canı istemiyordu. Kaç zamandır uğramadığı kasaba çarşısına doğru yola çıktı. Belki bir şeyler alır, birileriyle ayaküstü sohbet ederim, diye düşünüyordu. Yol boyu binbir düşünce zihnine geldi, gitti. Bir anda yolun kenarında yaralı bir yavru köpek dikkatini çekti. Köpeğin gözleri, ağzı yaralar içindeydi ve üzerine sinekler konup kalkıyordu. Önce görmezden gelip yürümeyi düşündü. Hatta birkaç adım da attı fakat ardından gelen yavru köpeğin sesini duyunca geriye döndü ve köpeği almak istedi. Köpek çok kirli ve hastalıklı görünüyordu. Yine de ince kalbi daha fazla dayanamadı ve köpeği yanına alarak yürüdü. Niyeti, onu kasabanın tek veterinerine göstermekti. Bir süre sonra köpeği taşımaya ve üzerindeki yaralara bakmaya alışmıştı. Köpek can çekişiyordu. Adımlarını hızlandırdı ve veterinerin kapısından içeri girdi. Durumu gören veteriner temiz bir bez üzerine köpeği yatırarak dakikalarca pansuman yaptı, dikiş attı. Bir saatin sonunda köpek artık birazcık kendini toparlamıştı. Ceyengül bir yandan borçlanacak olmanın verdiği huzursuzluğu yaşıyordu ki veteriner:
-Bu sevimli köpeğin tedavisi için senden ücret almayacağım çünkü bu köpekten kasabamızda hiç yok. Daha önce bu cins bir köpeği de tedavi etmemiştim, benim için de bir tecrübe oldu. Üstelik sana bazı ilaçlar da vereceğim fakat bir şartım var: Ayda bir köpeği bana onu sevmem için getireceksin, dedi. 
Bu sözleri duyan Ceyengül rahatladı ve bir süre sonra köpeği alarak çarşıda dolaşmadan evin yolunu tuttu. Köpeği evinde besleyemezdi fakat evin hemen yanındaki küçük depo onu beslemek, iyileştirmek için çok uygundu. Depoda köpeği için güzel bir yatak hazırladı. Ağabeyi ve annesi bu duruma pek sevinmemişlerdi.  Bir isim vermek gerekiyordu bu köpeğe. Ağabeyi köpeğin ismini Ceyengül koymayı önerdi fakat bu öneri kabul edilmedi. Annesi bu tekliften dolayı sinirlenmişti. Ceyengül ağabeyine:
-Gıcıklığın lüzumu yok, dedi ve ardından buldum, diye bağırdı. Köpeğimin adı Gıcık olsun. 
Günler çabuk geçti çünkü tüm ailenin artık Gıcık bir meşgalesi vardı. Evin neredeyse tek konusu artık Gıcık’tı. Gıcık da bu sürede hayli toparlanmış artık evin bahçesinde koşmaya, etrafı tanımaya başlamıştı. Gıcık, iyice kendisini toparladığında artık onu Ceyengül gezmeye de çıkarmaya başlamıştı. Kasabanın kenarına, orman tarafına ya da ırmağa doğru Gıcık’la yürüyüşler yapıyorlardı. Yine bu tarz yürüyüşlerden birinde Gıcık farklı bir yöne doğru ısrarla gitmeye başladı ve Ceyengül’ü de o tarafa doğru gitmeye zorluyordu. Ceyengül önceleri anlamadı fakat bir süre sonra Gıcık’ın kendisini bir yere götürmek istediğini farketti. Önde Gıcık, arkada Ceyengül yarım saat kadar koşar adım yürüdüler. Ceyengül artık nerede olduklarını bilmiyordu. Kasabanın bu tarafına hiç gelmemişti. Sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. Etrafta kocaman ağaçlar ve kayalıklar vardı. Hava bulutlanmış hatta vakit öğlen olduğu halde kararmaya yaklaşmıştı. Üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Bir masalın ortasına düşmüş gibiydi. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Bir süre sonra önlerinde eski, yıkık bir kulübe gördü. Okuduğu kitaplarda bu tarz evler pek tekin olmuyordu. İçinde periler bulunabiliyordu ya da ilginç paranormal olaylar yaşanabiliyordu. Zaten havanın birden kararması, aniden bastıran rüzgar da iyice onu ürkütmeye yetmişti. Bu esnada Gıcık’a baktı. Gıcık da onun kadar tedirgin görünüyordu fakat onu kulübenin içine çekmeye çalışıyordu. Bir süre durdu, geriye dönmek istedi fakat hiç bilmediği bir yerdeydi. Buraya onu Gıcık getirmişti, buradan onu kurtaracak olan da oydu. Günlerdir ilk kez Gıcık’tan az da olsa gıcık kapmıştı. İyi mi yapmıştı bu köpeği sahiplenerek kötü mü? Bunları düşünürken kulübenin kapısının önünde buldu kendisini. Kapı kendiliğinden ve büyük bir gıcırtıyla aralandı. Bu durum Ceyengül’ü daha da tedirgin etti fakat Gıcık ondan önce içeriye girmişti bile. Gıcık içerden küçük küçük havlıyor ve Ceyengül’ü çağırıyordu. Nihayet Ceyengül de içeriye adım attı. Adım attığı tahtalar gıcırdıyordu ve her yer örümcek ağlarıyla, tozlarla doluydu. Hatta birkaç iri örümcek telaşla önünden kaçtı. Kulübenin tam ortasına geldiğinde bir kapak gördü. Kapağın önünde Gıcık yine bir şeyler yapıyordu. Kapağın tozlu kulpunu tutarak kaldırdı ve aşağıya doğru inen bir ahşap merdiven gördü. İçerisi karanlıktı fakat basamaklar temiz görünüyordu. Gıcık yine atlayarak basamaklardan aşağıya indi. Gıcık aşağı iner inmez içerisi aydınlandı. Gördüklerine inanamadı. Gözlerini silerek yeniden baktı. Aşağısı pırıl pırıl ve rengarenkti. Artık korkusu dağılmıştı. Hızla basamaklardan indi. Burada yöresine ait temiz kıyafetler, süslü sandıklar vardı. Elbiseleri dokunarak inceledi. Bu tarz elbiseleri ancak kitaplarda görmüştü. Sandıkların içini de merak etmeye başladı. Gıcık yerde keyifle yuvarlanıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu. Arada bir kuyruğunu da hareket ettiriyordu. Bir rüya mıydı bu yoksa hayal aleminde miydi? Belki de Gıcık’la yürürken bir yerlerde düşmüş ve bayılmıştı. Rüyada olup olmadığını anlamak için bir kenara oturdu. Oturduğu koltuk bir tahta benziyordu. Bunun bir rüya olmadığını anladığında yeni yeni sorular zihnine üşüştü. Bu elbiseler, bu kulübe, bu sandıklar kimindi? Gıcık, onu buraya getirmişti ama mutlaka bir sahibi vardır diye düşündü. Oysa çok ön yargılı davranmıştı. Okuduğu kitaplarda bu tür yerlerde hiç hoş şeyler yaşanmıyordu. Sandıkları açmaya karar vermişti ki Gıcık’ın bir yere yattığını gördü. Papatya ekmek şeklinde bir köpek yatağıydı burası. Demek ki Gıcık buraya aitti ya da burasını daha önceden biliyordu. Hemen elinin altında duran küçük bir sandığa uzandı. Kapağını araladığında bir kez daha şaşırdı. İçinde onlarca altın para vardı. Bu paraların gerçek altın olup olmadığını anlamak için kenarını hafifçe ısırmıştı ki içinde çikolata olduğunu fark etti. Birdenbire büyü bozulmuş gibiydi. Gıcık havlamaya başladı. Artık dönüş saatinin geldiğini fark ediyordu Ceyengül fakat buraya bir daha nasıl gelecekti çünkü geldiği yolu bilmiyordu. Ceplerine altın kaplamalı çikolatalardan doldurdu. Dönüş yoluna bunlardan serpecekti. Bunu da bir masalda okumuştu. Merdivenlerden çıktı. Gıcık’ı çağırdı. Gıcık merdivenlerden yukarıya çıktığı anda aşağısı yeniden karanlığa büründü. Artık kulübeden çıkmanın zamanı gelmişti. Dışarısı çok soğumuş üstelik kar başlamıştı. Oysa mevsim yazdı. Gıcık’ın peşine takıldı ve yürümeye başladı. Yürüdükçe arada bir geriye altın kaplamalı çikolatalardan bırakıyordu. Bir süre sonra hava önce aydınlandı, ardından ısındı. Kasaba uzaktan görünmüştü. Yaşadıklarını, gördüklerini düşündü. Bunları ailesine anlatmalı mıydı? İnanırlar mıydı? Özellikle ağabeyi bu yaşadıklarını duyduğunda ona ne derdi? Düşüncelerle eve ulaştı. Yorgundu. Bahçeye girdiklerinde Gıcık kendi mekanına doğru yürüdü. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yaşadıklarının verdiği yorgunlukla hemen uyudu. 
 
Bölüm 2: Sırlı Elbise
Merve Hoşgiz, Hazal Mina Çakmak, Yusuf Çağrı Ekici, Hazal Göksu,  Rukiye Tokgöz

Ertesi gün Gıcık uyandırdı onu. Hiç böyle yapmazdı. Gıcık içeri girmiş ve ısrarla Ceyengül’ü uyandırmaya çalışıyordu. Üstelik ağzında bir de elbise getirmişti. Bu elbiseyi hatırlıyordu. Gıcık’ın götürdüğü harabe evdeki elbiselerden biriydi. Ne zaman getirmişti bu elbiseyi, ne vakit gitmişti tekrar oraya, bunları düşünecek halde değildi. Yatağından doğruldu ve elbiseyi giydi. Elbise tam onun için yapılmış gibiydi. Fakat elbiseyi giyer giymez kendisinde bazı farklılıklar hissetmeye başladı. Sanki ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Yürümesine gerek kalmadan hareket edebiliyordu. Pencereye doğru giderken Gıcık peşinden seslendi:
-Cihangül, insan önce teşekkür etmez mi?
Gıcık konuşuyordu. Hiç şaşırmadı bu duruma fakat sordu:
-Cihangül kim? Benim adım Ceyengül, biliyorsun. 
Gıcık devam etti:
-Senin adın Cihangül.
Aralarında bu konuşma geçerken birdenbire mekan değişti ve harabe evin alt katında buldular kendilerini. Bu duruma da şaşırmadı Ceyengül. Ceyengül’ü hiçbir şey şaşırtmıyordu. En azından hemen önünde beliren ihtiyar kadını görünceye kadar. Nur yüzlü  yaşlı bir kadın belirmişti önlerinde. Gıcık, onun yanına giderek kucağına zıplamaya çalışıyordu. İhtiyar kadın da onu elleriyle seviyordu. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Ceyengül Gıcık’a:
-Tanıyor musun bu teyzeyi? Kimdir, neden burada?
Gıcık garip mutluluk sesleri çıkarıyor, Ceyengül’ü duymuyordu bile. Gıcık az önce konuşmuştu oysa. Şimdi sıradan bir köpek gibi davranıyordu. Bu durum onu şaşırtmıştı. Ceyengül’ün soruları cevapsız kalmıştı ki yaşlı kadın konuşmaya başladı:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız? 
Bu soru karşısında Ceyengül olup biteni anlamıştı. Üzerindeki elbise onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bulunduğu mekândan da sıkılmıştı. Boğulacak gibi hissetti kendisini. O anda uyandı.
Her şeyin bir rüya olduğuna önce inanmak istemedi lakin odasındaydı ve etrafta Gıcık da nur yüzlü nine de yoktu. Uyumak onu dinlendirmek yerine daha da yormuştu. Gıcık’ı merak etti ve yanına gitmeye karar verdi. 

Bölüm 3: Arkadaş
Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Rukiye Tokgöz, Yusuf Çağrı Ekici
Ceyengül, Gıcık’ın kapısını açtığında bu kez gördüklerinin rüya olmasını çok istedi fakat kendisini büyük bir gerçeğin ortasında çaresiz olarak buldu. Gıcık, yoktu. Sağa sola baktı, seslendi, ailesine sordu fakat sonuç değişmedi: Gıcık yoktu. 
Kısa bir süre üzüldükten sonra rüyası aklına geldi ve dün uğradıkları kulübeye gitmeye karar verdi. Eline küçük bir değnek alarak yola çıktı. Değneği bir asa gibi kullanıyordu. Kahvaltı da yapmamıştı. Dün dönüş yolunda yola bıraktığı çikolataları takip ederek kulübeye ulaşmayı düşünüyordu. Bir süre sonra çikolataların ilkine rastladı. Zaten aç olduğu için bulduğu çikolatayı yedi. Biraz bayat gibiydi ama olsun, dedi içinden. Sonra başka bir çikolata, bir çikolata daha… Derken yine birdenbire zaman değişti, iklim değişti. Bu değişimler kulübeye yaklaştığının belirtisi olmalıydı. Tam bunu düşünürken kulübeyi karşısında gördü. Bu kez yalnız olduğu için biraz daha fazla korkmuştu. Sanki dün girdiği kulübe değildi bu. Çok ıssız ve ürkütücü görünüyordu. Hava hafif kararmıştı, rüzgar esiyor ve kuşlar değişik sesler çıkarıyordu. Kapının önünde durduğunda kapı yine kendiliğinden gıcırtıyla açıldı. İçeriye ürkerek adım attı. Evet, bu dün gördüğü kulübe değildi fakat alt kata indikleri kapak yerindeydi. Kulübe daha temiz ve bakımlıydı düne göre. Kapağı kaldırdı, aşağısı aydınlıktı. Demek ki Gıcık buraya gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra Gıcık’ı karşısında gördü fakat yanında yaşlı bir kadın vardı. Rüyasında gördüğü yaşlı kadındı bu. Yine bir rüya gördüğünü düşündü. Belki de yol boyu yediği çikolatalar onu zehirlemişti ve bu etkiyle garip şeyler görüyordu. Merdivenlerden tamamen indi. Gıcık, Ceyengül’e çok yabancı davranıyordu. Yanındaki ihtiyar kadın da sanki kendisini görmüyor gibiydi. Evet, bu bir rüya olmalıydı. Yoksa Gıcık çoktan yanına gelir ya da ihtiyar kadın bir şeyler söylerdi. Dün oturduğu koltuk yine boştu. Koltuğa sessizce oturdu. Gıcık da ihtiyar kadın da hâlen sessizdi. Bu rüya olmalıydı yine. Belki de biraz sonra uyanacaktı ve Gıcık’ın yanına gidecekti. Uyanmaya çalıştı fakat bunun bir rüya olmadığı belliydi. Kendini toparladı ve tam bir şeyler sormaya hazırlandı ki ihtiyar kadın sordu:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız?
 Ceyengül, sustu. Çünkü bu soruyu rüyasından hatırlamıştı. Ceyengül gözlerini kapadı, bildiği bütün duaları okudu. Özellikle Felak ve Nas surelerini okudu. Gözlerini usulca açtı. Etrafta kimse yoktu. Gıcık yoktu. İhtiyar kadın yoktu. Her yer aydınlıktı yine de. Dua okuyarak merdivenlerden çıkmaya yeltendi. 
Gariplikler bitmek bilmiyordu. Merdivenlerin olmadığını fark etti. Başı ağrıyordu. Gözlerini yeniden kapattı ancak bu kez hemen açmadı. Bir süre bekledikten sonra gözlerini açtığında ormandaydı. Az önce gördüğü şeylerin hepsi kaybolmuştu. Olağanüstü bir durum yoktu görünürde yalnız eve nasıl gideceğini kestiremiyordu. Bir süre sağa sola bakıp kendisine bir yön tayin etmeye çalıştı. Ağaçların yosunlu olan tarafına sırtını döndü. Köylerinin güneyde olacağını düşündü. Yürümeye başladı yine. Kendini çok yalnız hissediyordu. Gıcık’a ne kadar alıştığını fark etti. Gıcık, onun hayatına girdiğinden beri ne çok şey yaşamıştı, hayatı ne kadar değişmişti. Ya Gıcık bir daha hiç dönmezse diye aklından geçiyordu ki karşısında Gıcık’ı gördü. Gıcık, sevgi gösterilerinde bulunuyor ve Ceyengül’ün önünden yürüyordu. Belliydi, ona kasabanın yolunu göstermeye çalışıyordu. Bazen koşarak bazen de hızlı adımlarla sonunda kasabaya vardılar. 
Ceyengül evine döndüğünde bütün kasaba halkını bahçelerinde gördü. Bu kalabalığın nedenini anlayamıyordu. Gıcık da bu kalabalıktan ürkmüş, korkmuştu. Gıcık’ı kucağına aldı. Annesi biraz da üzgün Ceyengül’e bakarak konuşmaya başladı:
-Kaç zamandır bizi endişelendiriyorsun ama bugün çok daha büyük endişeler yaşadık. Gece gündüz demeden evden çıkıyor tuhaf davranışlar sergiliyorsun. Sabahın köründe yastık kılıfını elbise diye üzerine giyiyorsun. Her şey şu peluş köpeği kucağında getirdiğin gün başladı. Ondan önce bir sorun yoktu ama Allah aşkına sabahın erken saatinde peluş köpek kucağında nerelere gittin, nerelerden geldin?
Ceyengül konuşmak istedi fakat bütün kelimeleri unutmuş gibiydi. Bir film setinin ortasına düşmüş gibiydi. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. İnsan önceden bir metin vermez miydi eline ezberlemesi için? Gözlerini kapadı. Uzun süre açmadı. Gözlerini açtığında dört duvarı beyaz boyalı bir odadaydı. Tepesindeki lamba da beyazdı. Etrafındaki insanlar konuşuyordu:
-Fırat buraya yeni geldi. Ceyengül adında bir hayali arkadaşı var. Kırgız olduğunu söylüyor Ceyengül’ün. Ceyengül’ün bir de köpeği varmış hem de adı çok ilginç: Gıcık. 
Bu cümlelerden sonra bir başkası konuşmaya başladı:
-Aslında çok iyi birine benziyor. Tahsili nedir, ne iş yaparmış Fırat?
-Fırat, veterinermiş aslında. Ancak mesleğini yapmak için yanlış bir kasaba tercih etmiş. Kendi kasabasında başlamış bu işe. Elbette çok fazla ziyaretçisi de olmamış. Zaten Ceyengül’ü de orda tanıdığını iddia ediyor. Gıcık’ı Fırat’a getirmiş Ceyengül. 
Ceyengül etrafında sohbet eden insanların yüzlerini seçmeye çalışıyordu. Yaşlı kadın ne kadar da benziyordu Cihangül teyzeye. Bu esnada Gıcık’ın kapıdan girdiğini gördü. Doğrulacak gücü yoktu. Kapının tam yanındaki aynaya baktı. Yatakta yatan birini gördü. Fırat dedikleri galiba bu kişiydi. 

 


28 Mayıs 2024 Salı

ONUN ARABASI VAR


Meryem Katırcı, Zeynep Karaman, Zehra Yıldırım, Merve Hoşgiz

Günlerdir yoldaydı. Neyse ki arabası konforluydu. Yol boyu hiçbir dinlenme tesisinde durmak zorunda kalmamıştı. Aracında yok, yoktu. Ne zaman yavaşlasa ya da bir yere park etse ilgi odağı oluyordu. Herkes ona bakıyor hatta bazıları durdurup video alıyor ya da fotoğraf çekiniyordu. Kendinde değildi hüner. Ona bu şöhreti sağlayan arabasıydı. Hiç arıza vermiyor, lastiği bile patlamıyordu. Durmaksızın gitmesine rağmen yakıtı hiç bitmiyordu. İnsanlar petrole gelen zamlardan şikayet ediyordu, vergilerin yüksekliğinden dert yanıyordu ancak o, bu insanları anlamıyordu. Kendi arabası mükemmeldi. Ne zaman ve nasıl sahip olmuştu bu arabaya hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey çok pahalı olmadığıydı. Günlerdir yoldaydı. Biraz mola vermek, dinlenmek gerekiyordu. 
Bir kasabaya yaklaştığını fark etti. Biraz yavaşladı. Manzaranın tadını çıkarmalıydı. Otobanların gürültülü havasından sonra kasaba manzarası ona ilaç gibi gelmişti. Bir tarafta yemyeşil tarlalar, diğer tarafta alabildiğine yüksek dağlar… Etrafına bakarak kasabaya doğru kırdı direksiyonu. Etrafında başka araç yoktu. Bazen traktörlere rastlıyor, selamlaşarak yoluna devam ediyordu. Traktörlerdeki insanlar ihtimal ilk kez böyle donanımlı, güzel bir araç görüyordu zira dönüp dönüp bakıyorlar, el sallıyorlar, tebessüm ediyorlardı kendisine. Alışıktı bu duruma. Onu ve arabasını ilk kez görenler arabasına hayran oluyorlardı. Mutluydu, daha önce hiç görmediği bir kasabaya gidiyordu. Neden bu kasabaya gidiyordu? Bilmiyordu. Daha önce yolculukları hep kısa kısa sürmüştü. Bu kez neden yolculuk uzuyordu? Bilmiyordu. 
Günlerdir bir şeyler yemediği aklına geldi. Gerçi aracında erzakı vardı ama yine de sıcak bir şeyler yemeli ve içmeliydi. Kasabanın girişinde mutlaka bir tesis vardır düşüncesiyle ilerlemeye devam etti. Nihayet kasaba girişine ulaşmıştı fakat tesis filan yoktu. Kasabaya girdiği andan itibaren yine bakışları üzerine çekmeyi başarmıştı. Bir yoldan geçerken ya da bir yere adım attığında ona bakmayan göz yok denecek kadar azdı. Sadece insanlar değil hayvanlar bile onu gördüğünde mutlaka şaşırıyordu. Kasabanın tam ortasına geldiğinde artık dükkanlar, lokantalar gözüne çarpmaya başladı. Aracı için güzel bir park mekanı gözüne kestirdi. Tüm kasaba donmuş bir fotoğraf gibi hareketsizdi ve onu izliyordu. Kim bilir içlerinden nasıl da hevesleniyorlardı onun arabasına? Zarar görmemesi için arabasına en uygun yeri seçti ve arabasından indi. Onun inmesiyle birlikte insanlar kendine doğru yaklaşmaya başlamışlardı. Bu ilgiye alışıktı. Kimileri arabasını yakından inceleyecek, kimileri elini uzatıp tokalaşmak isteyecekti. 
Birkaç adım atmıştı ki yanına yaklaşanlardan biri:
-Hoş geldiniz beyim. Yolculuk nereye? Arabanıza hayran kaldık hepimiz, diyerek güldü. Etrafındaki insanların da yüzlerinde tebessüm vardı. Şeytan tüyü mü var bende, diye düşündü. Belki de giyim kuşamından kaynaklanıyordu bu sempati. Parlak ve uzun sarı ceketi çok dikkat çekiyordu. Gözüne kestirdiği lokantaya doğru ilerlerken insanlar da yanında ilerliyordu. Hatta bir kedi ve bir de köpek kalabalığa eşlik ediyordu. 
Lokantanın önünde durdu. Dükkan sahibine selam verdi. Dükkan sahibi:
-Buyurun beyim, ne arzu edersiniz? Sizin buraya gelmenizi bekliyorduk. Namınız daha siz yollarda iken buraya kadar ulaştı. Sizi misafir etmek bizim için onurdur. 
Karşılamadan çok memnun kalmıştı. Büyük şehirlerde bu tarz karşılamalar olmuyordu. Nereden tanıyordu bu insanlar kendini? Küçük bir merak oluşmuştu. Dükkan sahibine bakarak:
-Sıcak bir çorba alayım, sonra yoluma devam edeceğim, dedi. 
Bu esnada etrafında fotoğraf çekinenler, video kaydı alanlar vardı. Alışıktı bunlara. Yemeğini bitirdi. O sırada lokantanın televizyonuna gözü ilişti. Televizyonda elinde direksiyonla gezen bir adam gördü. İnsanlar hem televizyona hem de kendine bakıyordu. Nihayet biri:
-Bak, televizyona çıkmışsın, üstelik arabanla, dedi. 
Yemeğini bitirmeden kalktı. Koşarak arabasının yanına gitti. Neyse ki arabası yerindeydi. Koltuğuna oturdu ve yeniden yola çıktı.  

16 Mart 2024 Cumartesi

GİZEMLİ DAKTİLO

 Meryem Katırcı, Zeynep Karaman, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım

 
1- Usuşrut Kılatalas


    Her şey bir daktiloya heves etmesiyle başlamıştı. Epey uzun araştırmadan sonra nihayet bir daktilo bulmuştu. Filmlerde gördüğü gibi değildi daktiloyla yazmak. Üstelik klavyesi farklıydı. Günlerce bir şeyler yazmak için uğraştı. Geceler boyu uykusuz kaldı. Bir türlü olmuyordu.
    Bir şiir yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir hikâye yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir masal yazmak istiyordu ama daktilonun başına oturamıyordu bile.
    Belki de yazarlık kendine göre değildi. En iyi bildiği işe, turşu satışına geri dönmeliydi. Aslında turşuculuk da bir şiir gibiydi yerine göre ya da her turşunun bir hikâyesi yok muydu? Vardı…
    Yalnız yaşadığı evindeki tek canlı, Salatalık Turşusu adını verdiği kuşuydu. Bu yazarlık, şairlik sevdasından vazgeçmeliydi. Vazgeçti de. Hayatında ilk kez bir şeylere heveslenmişti onun da sonu hüsranla bitmişti.
    Daktilosunu komodinin üzerine koydu. Birkaç gün sonra çantasına koyar, kaldırırım, belki de satarım, diye düşündü. Günlerdir üzerine tek cümle yazamadığı kâğıt halen daktiloda takılıydı.
Ramazan gelmişti ve turşu işine yeniden dönmenin tam zamanıydı. İnsanlar ramazan ayında özellikle turşu, baklava, hurma, pide gibi yiyeceklere fazla düşüyorlardı. Ertesi sabah erkenden kalktı, turşu sattığı Pazar yerine vardı ve önlüğünü takarak bağırmaya başladı:
    -Turşuuu, turşuların en güzeli… Hikâyesi olan turşular. Şiir gibi turşulaaaar….
İnsanlar anlamıyordu turşunun hikâyesi, şiiri nasıl oluyor? Yine de alıyorlardı onun turşusundan. Pazarda ilk günü hayli yorucu geçmişti. Eve gelir gelmez uyudu. İftara henüz iki saat vardı. Gözlerini açamıyordu ama daktilo sesi geliyordu bir yerlerden.
İftar ezanıyla beraber uyandı. Orucunu açtı. Salatalık Turşusu’na da ramazanlarda oruç tutturuyordu. –Turşuuu, koş bir tanem, rızık zamanı, diye bağırdı. Kuş, kafesten sofraya kondu, yemini yedikten sonra daktilonun üzerine kondu. Tüylerini, ayaklarını bir yerlere kıstıracak diye endişe eden sahibi, daktilonun başına geldiğinde büyük bir korku oluştu gözlerinde. Elleri titriyordu. Daktilonun üzerine uzandığında bir sayfalık hikaye metnini gördü. Elleri titreyerek kağıdı çıkardı. “Usuşrut Kılatalas” hikayenin adı böyleydi. Ne anlama geldiğini fazla düşünmedi. Rumca, Ermenice, Zazaca gibiydi. Neyse ki hikayenin adı garip olsa da kendisi anlaşılabiliyordu. Hikayeyi okudu, beğendi. Daha önce bir yerlerde okumuş gibiydi. Fakat bu nasıl olmuştu?
    Bu hikayeyi bu daktilo ile kim yazmıştı? Kuşunu daktilo üzerinde gezerken görmüştü fakat tuşlara basamayacak kadar güçsüzdü o. Kim?.. Kim?.. Kim yazmıştı bu hikayeyi? Zaten uyurken kulağına da daktilo sesleri gelmişti fakat o, rüya sanmıştı bunu. Acaba komşularından biri mi ona sürpriz yapmak istemişti? O kadar samimi bir komşusu yoktu, ayrıca kapısı kilitliydi her zaman…
Kötü şeyler düşünmek istemiyordu fakat mantıklı bir açıklaması yoktu bu yaşadıklarının. Belki de hepsi rüya, hayal, hikayeydi.
    Daktilo, artık onun için hem heyecanlı hem korkulu bir eşyaya dönüşmüştü. Usuşrut Kılatalas, adlı tek sayfalık hikayeyi aldıktan sonra daktiloya yeni bir kağıt taktı ve uyumak üzere yatağına geçti. Aslında uykusu filan yoktu. Uyumuş gibi yaparak, daktilodan yeni bir hikâye yazmasını bekliyordu. Ya da her kim, kimler gelip yazıyorsa yeni bir hikâye yazsınlar diye kendince kurgu yapmıştı. Dakikalarca bekledi, bekledi. Uyuyakalmıştı. Sabah uyanır uyanmaz gözleri daktiloya ilişti. Yeni bir hikâye duruyordu karşısında. 

    İyi ama nasıl oluyordu bu?


 Meryem Katırcı, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım, Emir Baran İpek

2- Tığâk Şob

Heyecanla yeni hikâyeyi okudu. Okumakla kalmadı beğendi fakat korkmaya başladı. Evin kapısını yokladı, kapı halen kilitliydi. Pencerelere baktı, kapalıydı. Salatalık Turşusu’na baktı, kafesinde uyuyordu. 

İyi ama nasıl oluyordu bu?

Daktiloyu evirdi çevirdi. Altına, üstüne baktı. Besmele çekti, Felak ve Nas surelerini okudu. Daktilo sihirli olamayacağına göre acaba metafizik varlıklar mı yazıyordu bu hikâyeyi? On iki yıldır bu evde oturuyordu ve hiç cin, peri olayı duymamıştı. Belki de bu yaşadıkları gerçek değildi, oruçlu olmanın, ramazan ayında bulunmanın değişik halleriydi. Kötü düşünmemeliydi. Belki de son yıllardaki iyiliğinden, iyimserliğinden ötürü Allah ona yardım etmesi için iyi varlıkları gönderiyordu. Yakında belki de evliya mertebesine ulaşacaktı. Gerçi oruç dışında bir ibadeti yoktu ama kalbi temizdi. 

Bunları düşünürken hikâyeyi cebine aldı, daktiloya yeni bir kağıt taktı ve turşu satmak için yine dışarıya çıktı. Bir süre gezecek, akşama doğru turşu satacak ve iftara yakın eve gelecekti. Bugün ikinci hikâye keyfini yerine getirmişti. Evden çıkmadan Salatalık Turşusu’nun önüne yem koymayı ihmal etmedi. Yaşının küçük olduğunu hatırladı kuşunun. Oruç tutmasa da olurdu. 

Okuyacağı yeni hikâyenin hevesi ile dolaştı gün boyu, satış yaptı ve malzemelerini erkenden bitirdiği için çabucak eve döndü. Artık evde ilk baktığı yer daktilo idi. Daktiloya hevesle koştu fakat yazılmış bir şeyler yoktu. Kâğıt, sabah taktığı gibi bomboştu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Belki de önceki hikayeler de yazılmamıştı. Belki önceki kağıtlar da boştu ve o dolu görüyordu. Belki yavaş yavaş hastalanıyordu, dengesini kaybediyordu.

Bir süre daktiloya bakası gelmedi. İftar hazırlıklarına başladı. Uzun bir hazırlık değildi bu. Bir bardak su, birkaç hurma, ramazan pidesi ve salatalık turşusu. Tam turşuyu masaya koyarken kuşu geldi aklına. Salatalık Turşusu’na baktı, yerindeydi. Önündeki yemi yememişti. Hâlâ uyuyordu. Hiç bu kadar uzun süre uyuduğuna şahit olmamıştı bu kuşun. Kafesin yanına gitti. Kuş hareket ediyordu ama uykudan başka bir haldi içinde olduğu. Elini uzattı, kafesten Salatalık Turşusu’nu dışarı çıkardı. Kanatlarını oynatamıyor, gözlerini açamıyor, sadece ayaklarını titretebiliyordu kuş. Acaba kaç gündür daktiloyu kullanan kim ise Salatalık Turşusu’nu bu hale getiren de o muydu? Durup dururken bu kuş neden bu hale gelmişti? Çok sinirliydi. Daktiloya baktı yeniden, boş kâğıdı çıkardı. Her şey, bu daktilo ile başlamıştı, bir an önce ondan kurtulmalıydı. 


    (Devam edecek.)