amirhossein hamedıshahraki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
amirhossein hamedıshahraki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2025 Cumartesi

TATİL ÖDEVİ


FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN 


Nihayet okulun ilk dönemi sona ermişti. Melih, Melisa ve Merih aynı sınıfta okuyan üçüz kardeşlerdi. 
Melih, Melisa ve Merih’ten iki dakika daha büyüktü. Bu yüzden kardeşlerinden kendisine ağabey demelerini istiyordu oysa onun boyu diğerlerinden daha kısaydı. 
Melisa iki erkek kardeşinin arasında büyüdüğü için onlara benzemişti. Onlarla aynı oyunları oynuyor hatta aynı kıyafetleri giyiniyordu. Sadece saçları uzundu kardeşlerinden. 
Merih, üç kardeşin en afacan olanıydı. Yerinde durmak bilmiyor, mutlaka başına bir bela açıyordu her seferinde. Diğer kardeşleri sayesinde başına açtığı belaları savuştursa da bu, her zaman kolay olmuyordu. 
Okulun ilk dönemi sona ermişti. Üç kardeşin de not ortalaması aynıydı sorun yoktu fakat tatil için verilen ödevler şimdiden yığılmıştı. Bu ödevler yaz tatilinde bile yetişmeyecek türdendi. Türkçe öğretmeni 10 kitap vermişti okunması için. Matematik öğretmeni her gün 100 soru çözmelerini istemişti. Fen bilgisi öğretmeni 10 deney vermişti evde yapılmak üzere. Beden eğitimi öğretmeni bile ödev vermişti: Günlük 30 dakikalık koşu. Resim öğretmeni, suluboya, pastel ve yağlıboya tabloları istemişti beşer tane. Bu kadar ödev üç öğrenci tarafından üstelik aynı evde yapılacaktı. Bu, çok da mümkün görünmüyordu. Üç kardeş, öğretmenlere bu ödevleri üçe bölüp bölemeyeceklerini sordular fakat olumlu bir cevap alamadılar. Çaresiz bu işlerin hepsi yapılacaktı hem de iki hafta içinde. 
Tatil, başlamadan zehre dönüşmüştü. Oysa tatilde sınırsız oyun oynayacaklardı. Kar yağarsa dışardan içeriye girmeyecek, kayak tesislerine gideceklerdi. Akraba ziyaretlerine gideceklerdi. Aylardır tatilde izlemek için film listesi yapmışlardı, akşamları bu filmleri izleyeceklerdi. Aylardır yemedikleri cipsleri ve kuruyemişleri tatil boyunca tüketeceklerdi. Şimdi ise önlerine okul döneminden daha yoğun bir tatil ödevi programı konulmuştu. 
Karneler dağıtılmış ve tüm derslerin ödevleri hatırlatılmıştı yeniden. Hatta matematik öğretmeni şöyle demişti:
-Ödevini bitirmeyen pazartesi okula gelmesin ya da başka bir okula naklini aldırsın. 
Karneleriyle eve gelen üç kardeş önce ödevlere başlamayı düşündü fakat erkendi. Birkaç gün sonra başlamak iyi fikirdi. Zaten aileleri de bir süre dinlenmelerini önermişti. En azından cumartesi ve Pazar günü dinlenmeliydiler. Okula ait her şeyi odalarından çıkardılar ve keyiflerince bir tatile başladılar. Tatilin ilk günü, ikinci günü, üçüncü günü, dördüncü günü… derken ödevler unutulmuştu bile. Ta ki son Pazar akşamına kadar. Tatilin son günü Pazar gecesi tam uykuya dalacakları anda Merih büyük bir çığlık attı:
-Ödevleri yapmadıııııııık!
Melih ve Melisa’nın bu çığlıkla uykuları kaçtı ve yerlerinden kalktılar. Bir süre ne yapacaklarını düşündüler ancak artık vakit çok geçti. Matematik öğretmeninin söylediklerini hatırladılar. Acaba yarın okula gitmesek mi, diye düşündüler. Bir diğer çözüm de okul değişmekti. 
Çok fazla düşünmenin anlamı yoktu. Üç kardeş, kendi aralarında bir iş bölümü yaptılar. Matematik ve fen bilgisi ödevlerini Melih yapacaktı. Kitapları okuma işini Melisa yapacaktı. Merih, resim ödevlerini halledecekti. Beden eğitiminin ödevi kendiliğinden yapılmıştı çünkü günlerdir hareket halindeydiler; koşmuşlar, zıplamışlar, oynamışlardı. 
Bütün gece ödevleri halletmekle geçmişti. Sabah güneş doğmak üzere iken üç kardeş de uykuya dalmıştı. Gözlerini açtıklarında öğlen vakti yaklaşmıştı. Anneleri kahvaltının hazır olduğunu söylüyordu. 
Melih, Merih ve Melisa okul malzemelerini topladılar. Kahvaltı için vakit yok, diye düşünüyorlardı ki anneleri odalarına girdi:
-Tatil bitmeden ödevleri bitirmeyi düşündünüz demek, aferin. 
Merih:
-Tatil bu sabah bitmedi mi anne, okulda olmamız gerekmiyor mu şu saatte, diye sordu. 
Anneleri:
-Tatilin henüz bir haftası bitti ve ikinci haftasına yeni başlıyoruz, dediğinde Melisa takvime baktı. Anneleri haklıydı.
Bu yersiz telaşla ödevlerin neredeyse tamamı bitmişti hem de bir gecede. 
İlerde bir hafta süreleri vardı. Bir hafta koca bir tatil. 
Sayılı gün çabuk geçti. Bu bir haftalık tatil de su gibi aktı ve okullar açıldı. En azından ödevleri tamamlamışlardı. Acaba arkadaşları ne yapmıştı? Herkes onlar gibi üç kardeş değildi. 
Okulun ilk günü büyük bir sessizlik vardı sınıfta. Önce matematik, sonra Türkçe, ardından fen bilgisi dersleri vardı. İlk ders matematik öğretmeni ödevlerin konusunu hiç açmadı. Öğrencilerden de kimse ödevlere dair bir şey söylemiyordu. Tam ders bitmek üzereydi ki Merih çılgın gibi parmak kaldırmaya başladı. Öğretmen söz hakkı verdi:
-Öğretmenim, çözmemiz gereken sorular vardı. Günde yüz soru çözecektik ve siz ödevlerini yapmayan pazartesi okula gelmesin demiştiniz. Ödevlere bakmayacak mısınız?
Bütün sınıf Merih’e kinle baktı. Sadece bütün sınıf değil Melih ve Melisa da…

28 Aralık 2024 Cumartesi

SENSİZ OLMUYOR

 
Amirhossein Hamedıshahraki


İster çok sıcak olsun hava
İsterse çok soğuk
İster sabahın beşi olsun
İster gecenin onu
O yoksa bir eksik hayatım
O yoksa çekiliyor damarımda kanım
Çok fazla bekleyince beni
Tadı kaçıyor
O yüzden bekletmeden koşuyorum ona
Sabah akşam demeden
Gidiyorum yanına

Ekmek ne kadar azizse
Su ne kadar değerliyse
Sen de o kadar değerlisin 
Sensiz bir hayat düşünemediğim doğru
Sensiz olmuyor ey şekersiz çay
Sensiz günü yaşanmamış sayıyorum



KAPI

FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA



Geriye, sandalyeye döndü ve usulca yerine oturdu. Zaten uzun süredir dizleri ağrıyordu. Ayakta fazlaca bekleyemiyordu. Kapı hızlı hızlı vuruldu. Yeniden ayağa kalktı ve duvarlara tutunarak kapıya kadar gitti, kapıyı açtı:
-Çiğköfte galiba sizin. Afiyet olsun. 
Cevap vermesine fırsat bile bırakmadan yemekleri getiren kişi koşar adım merdivenlerden indi. Oysa yemek söylememişti. Çiğköfteyi zaten sevmezdi. Acaba kim söylemişti bu yemeği? Belki de karşı komşusuna gelmişti. Ya da alt kata getireceği yemeği kendisine getirmişti. Bir süre elindeki poşete baktı. Belki karşı kapı açılır, diye bekledi. Kimseden ses seda gelmeyince kapıyı kapadı. Zaten dizleri ağrımaya başlamıştı yine. Mutfağa geçti ve çiğköfteyi masaya bıraktı. Acıkmıştı aslında. Çiğköfteyi de daha önce hiç yememiş fakat görüntüsünden dolayı bir ön yargı oluşmuştu. Sevmiyorum, deyip senelerce yememişti. Eli istemsizce poşete uzandı. Ayran da vardı poşetin içinde. Sadece ayranı içse bile ona yeterdi. Ayrana uzandığı anda yeniden kapı vurulmaya başlandı. Belki de siparişin gerçek sahibiydi gelen. Telaşla poşeti topladı ve eline alarak kapıya doğru usul usul yürüdü. Kapıyı açarken poşeti uzattı fakat kapının önünde duran kişi de ona bir poşet uzatıyordu. Diğer eliyle ikinci poşeti de aldı. Poşeti bırakan kişi hiçbir şey söylemeden merdivenlerden koşarak indi. Şaşkındı. Poşetten güzel bir koku geliyordu. Göz ucuyla baktı. Kebap vardı içinde. Yine bir süre kapının önünde bekledi. Karşı kapıya baktı, aşağı katları dinledi. Mutfağa döndü. 
İki poşeti de masaya bıraktı. Açlık iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Çiğköfteye bakmak içinden bile gelmiyordu. Kebaba baktı. Onun da yanında ayran vardı. Yine ayrana doğru uzanmıştı ki kapının vurulduğunu duydu. Bu kez poşetleri masada bırakarak ve güçlükle kapıya doğru ilerledi. Bir günde üçüncü kez kapısı vuruluyordu ve açmaya gidiyordu. Çok yorucuydu bu iş onun için. Kapıyı açtı ama kimse yoktu ortalıkta. Birileri kendiyle dalga geçiyordu belki de. Kapının önünde bekledi, bekledi. Tam kapatıp içeri girecekti ki eşikteki poşeti gördü. Yine bir yemek firmasına aitti poşet. Artık içinde ne var diye merak etmiyordu. Hatta poşeti orada bırakıp kapıyı kapatmayı bile düşündü. Son anda uzandı ve poşeti yerden aldı. Onu da mutfağa, masanın üzerine bıraktı. 
İştahı kaçmaya başlamıştı ama açtı. Masada üç paket yemek vardı. Birinden başlamalıydı. Gelen son poşete doğru uzandı. Bu poşette ayran yoktu. Gazlı içecek vardı ucundan görebildiği kadarıyla. Aç karnına bunu içmese iyi olurdu. Tam hangi poşetten başlayacağına karar vermek üzereydi ki kapının önünde yine sesler duymaya başladı. Kapının ardından bir ses duydu:
-Murtaza Bey, siparişiniz kapıda. 
Önce canı sıkıldı fakat adının Muhittin olduğunu hatırladı. Murtaza adında kimseyi hatırlamıyordu. 
Artık kapıya bakmamaya karar verdi. Son kez kapıya bakacak ve bir daha hiç bakmayacaktı. Oturup tıka basa karnını doyuracaktı ve ardından uzanacak, eline bir kitap alacak ve okuyacaktı. Şayet çok yorgun olmazsa kahve bile yapabilirdi kendine. 
Bu düşüncelerle kapıyı açtı. Kimseler yoktu. Eşiğe baktı, paket filan yoktu. Üst kata, alt kata uzanarak baktı, kimseler yoktu. Hırsla kapıyı kapattı. Mutfağa girdi. Masaya baktığında şaşırdı. Masa boştu.
Sandalyelerden birini tuttu ve usulca yerine oturdu. Zaten uzun süredir dizleri ağrıyordu. Ayakta fazlaca bekleyemiyordu. 
 

21 Aralık 2024 Cumartesi

GELECEK PLANLARI


AGÂH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
ZÜMRA ŞAHİN

2024 geride kalıyordu. Bir yaş daha büyüyeceğini hissediyor, seviniyordu. Neler görmemişti ki kısacık ömründe; salgın hastalıklar, depremler, kuraklık… Kendisini en ninesi kadar hatta ninesinin ninesi kadar yaşlı hissediyordu, sadece takma dişleri ve gözlükleri yoktu. Bazen kamburunun çıktığını bile düşünüyor, ayna karşısında kendine bakıyordu. Arkadaşları geleceğe dair planlar yapıyordu. Kimi yazılım mühendisi olmak istiyordu kimi astronot. Ayakları yere basan arkadaşlarından ise bir kısmı dönerci olmak istiyordu bir kısmı da fırıncı. 
O, gün gelecek ve elektrik, internet olmayacak; dünya yeniden yüzlerce yıl öncesine dönecek diye bir düşünceye kapılmıştı. Bu yüzden geleceğe dair düşünceleri ve meslek hayali de böyle şekillenmişti. Okulu bitirdikten sonra köylerine dönecek ve çiftçilikle uğraşacaktı. Öyle traktörle filan yapmayacaktı bu işi. At ya da öküz bulacaktı ve tarlaları eski usulle sürecekti. İşleri biraz yoluna girince fil beslemeye başlayacaktı. Fillerin toprak ve ülke savunmasında ilerleyen tarihlerde işe yarayacağını düşünüyordu. Timur’u bu kadar güçlü yapan şey filler değil miydi? Hatta diğer ülkelere bile fil satabilirdi. Geleceğe dair düşünceleri bundan ibaretti. 
2024 geride kalıyordu. Köye yerleşme tarihini 2030 olarak düşünüyordu. 2025’te liseden mezun olacak ve üniversite sınavına girecekti. Aslında sınava girmek istemiyordu fakat öğretmenleri ve ailesi mutlaka sınava girmesini, şansını denemesini istiyordu. Bir tane bile test çözmemişti. Zaten yazılılarda çoğunlukla düşük notlar alıyordu ama bu sınıfa kadar nasıl geldiğini kendisi de bilmiyordu. Büyük ihtimalle üniversite sınavına girecek üç milyon kişi arasında iki milyon dokuz yüz binlerden sonra bir yerlerde olurdu sıralaması. Belki de sonuncu olurdu çünkü optik işaretlemeyi bile bilmiyordu. Liseye geçiş sınavına girmemişti mesela. 
Sınav günü yaklaşıyordu. Arkadaşlarından kimi heyecandan ağlıyor kimi ayılıp bayılıyordu. Bazıları psikolojik tedaviye başlamıştı. Başarılı olanların ise havasından geçilmiyordu. Onun tek derdi ise bir çift fili nereden alabileceğiydi. Belki Hindistan’a kadar gitmesi gerekebilirdi. 2030’a hazır girmeliydi. Önünde beş senesi vardı. 
Nihayet sınav günü gelip çatmıştı. Sınava özellikle kalem ve silgi götürmemişti ki bahanesi olsun ve sınavdan çıksın. Sınav salonuna girdiğinde şaşırdı. Kimsenin önünde kalem, silgi yoktu. Bir süre sonra sınav kuralları anlatıldı. Sınav kitapçıkları ve kalem, silgi dağıtıldı. Hatta kalem ve silgilerin içinde küçük şekerler de vardı. Kitapçığı açmaya hiç niyeti yoktu. Önce şekerleri yedi. Bir süre bekledi fakat sınavdan çıkmasının yasak olduğu söylendi. Bunun üzerine önündeki kağıtta boş gördüğü yerleri doldurmaya başladı. 
Zaman çabucak geçmişti. Kağıdını teslim eden ilk öğrenci oydu. Sınavdan çıktığında etrafında ağlayan, sızlayan, sınava yetişemeyen öğrenciler vardı. Sınav nasıl geçti, diye soranlara:
-Hiçbir şey hatırlamıyorum. Yaptım ve çıktım, diyordu.
Zaten kimsenin ondan bir umudu da yoktu. 
Birkaç ay sonra okullar tatil olmuş ve lise hayatı da bitmişti. Bir yandan ne yapacağını düşünüyor bir yandan da arkadaşlarının hedeflerine ulaşıp ulaşamayacağını merak ediyordu. Dönerci açmayı düşünen arkadaşı bir dönercide çırak olarak çalışmaya başlamıştı bile. Fırıncı olacak arkadaşı da yine bir fırında işe başlamıştı. O ise hâlen hayallerinden çok uzaktaydı. 
Sınav sonuçları açıklanmıştı ve o bakmaya bile gerek duymamıştı. Ailesi de hiç ısrar etmiyordu. Hatta seneye yeniden sınava girmesini söylüyordu. Bir hafta sonra okuldan gelen bir telefonla hayatı karardı. Arayan Okul Müdürü’ydü. Sadece okulda değil ildeki en iyi puanı onun aldığını söylüyordu. İnanmadı söylenenlere ve kendisiyle alay edildiğini düşündü. Yine de sistemi açarak bakma ihtiyacı hissetti. Sistemi açtığında gördüklerine inanamıyordu. Üç milyon aday içerisinde ilk yüzlerde yer alıyordu. Bir kere daha baktı, bir kere daha baktı. Bunun saçma bir rüya olduğunu düşünüyordu. 
Çok geçmeden özel üniversiteler telefonlar gelmeye başlamıştı. Burslu ve çok özel imkanlarla eğitimini kendi kurumlarında tamamlayabileceğini söylüyorlardı. Arkadaşları da aramaya başlamışlardı. Herkes tebrik ediyordu. Sınavdan umudu olan arkadaşlarının tamamı 2026’da yapılacak sınava hazırlanmaya başlamışlardı, ona hangi kaynaklardan çalıştığını soruyorlardı. Kısa süre içinde yeni hayatına merhaba demiş, alışmıştı. Ülkenin en güzel üniversitelerinden birinde uzay bilimleri tercihi yapmıştı ve bu bölüme yerleşmişti de. 
Haftalar sonra yaşadığı şehirden ayrılırken geleceğe dair hayalleri geldi aklına. Nerden nereye gelmişti? Nasıl gelmişti? Nasıl kazanmıştı bu bölümü? Belki de onun ilerleyen yıllarda fil yetiştirmemesi ve tarımla uğraşmaması için gizli güçler ona bu üniversiteyi kazandırmıştı. Onu oyalamak istiyorlardı. Bu düşüncelerle yeni bir gelecek planı kurmaya başladı. Uzayda da tarım yapabilir ve fil besleyebilirdi. 


7 Aralık 2024 Cumartesi

FUTBOL

AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI

Bir futbol topu yuvarlanıp da 
Gelince ayağıma
Yerimde duramıyorum
Kendimi dünyanın en büyük oyuncusu sanıp
Topun peşinde yoruluyorum

Bir ekranda bir maç görünce
Bütün işlerimi unutuyorum
Geçip karşısına dakikalarca
Seyrediyorum, seyrediyorum

Nerede son bulacak bu futbol sevgisi
Ya da beni nereye götürecek
Bilmiyorum 
Futbolu ve Galatasaray’ı
Çok seviyorum

30 Kasım 2024 Cumartesi

YİNE CAN SIKINTISI

FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
ZÜMRA ŞAHİN


Yıllardır kar yağıyor ama ardından hemen eriyordu. Büyükler sürekli diz boyu yağan kardan bahsediyordu ancak ben hiç böyle bir kar yağışı görmemiştim. Anlattıkları bana masal gibi geliyordu. Güya diz boyunu hatta zaman zaman evlerin çatısını bile aşan kar yağarmış eskiden ve günlerce insanlar evlerinde mahsur kalırmış. Anlattıkları sanki başka bir dünya ya da başka bir ülke gibi geliyordu. Yine bir kış mevsimi yaklaşıyordu ve ben bilmem kaç defa dinlediğim eski kış maceralarını biraz da inanmadan dinleyecektim. 
Henüz kasım ayıydı ve meteoroloji yoğun kar yağışından bahsediyordu. Daha önce de bu tarz haberler vermişler ama kar kalınlığı üç beş santimetreyi geçmemişti. Nihayet kar yağmaya başladı. Nasıl olsa sabaha bir şey kalmaz diye düşündüm fakat kar durmuyor ve yerlerde yükseliyordu. Akşam oldu, kar halen yağıyordu. Ertesi sabah uyandım, kar yine yağıyordu. Her yer bembeyaz olmuştu. Pazartesi gününe kadar devam etti kar yağışı ve yine yağmaya devam ediyordu. Kaç zamandır hasret olduğum kar tatili haberini aldığımda önce çok sevindim. Okullar, bir haftalığına tatil olmuştu çünkü kar yağışının durmaya niyeti yoktu. Tatili fırsat bilerek dışarıya çıktım. Adım atmaya kalkıştığımda biraz zorlandığımı fark ettim. Evet, kar yüksekliği dizlerimi aşıyordu. Demek ki yaşlılar haklıymış, diz boyu kar yağabiliyormuş diye düşündüm. Artık ilerleyen yıllarda benim de çocuklara anlatacağım bir hikayem vardı. Kar, diz boyu yağardı o zamanlar, diye başlayacaktım hikayeye. Nerde o eski kışlar, diye devam edecektim. Yürünecek gibi değildi dışarısı. Biraz çaba sarf ettim. Hatta nasıl olsa kimse görmüyor diye karların üzerinde biraz yuvarlandım ve eve döndüm. Dışarısı soğuktu. Ayaklarım, ellerim, burnum, kulaklarım donmuş gibiydi. İçerde oturmak bir yere kadar keyifliydi, sonrasında insan sıkılıyordu. 
Kar, durmadan yağıyordu. Sanki gökyüzünde bir yerler delinmiş gibiydi. Gün geçtikçe iyice sıkıcı olmaya başlamıştı kar tatili. Bir hafta sonra yollar açılır ve yeniden okula devam ederiz diye düşünüyordum fakat bu umudum boşa çıktı çünkü okullar bir hafta daha tatil olmuştu. Çok sevindirici bir haberdi bu fakat yapacak bir şeyler bulmam gerekiyordu. Belki de yaşadıklarımı yazmam gerekir diyerek boş bir defter buldum kendime ve günü gününe yaşadıklarımı yazmaya başladım.
25 Kasım
Gün boyu kar yağdı ve pencereden izledim.
26 Kasım
Yine kar yağdı yine izledim.
27 Kasım
Dışarıya çıktım fakat yürüyemedim, eve döndüm. Yine kar yağdı.
28 Kasım
Bu kar yağışının biteceğini düşünmüyorum. Galiba kıyamete doğru gidiyoruz. 
Günlüklerim de sıkıcı bir hal almıştı. Belki de hikâye yazmalıydım. 
Tam, iyice sıkıldığımı düşünmeye başlamıştım ki pencereden dışarıya baktığımda beyazlıkların içinde kımıldayan bir şeyler olduğunu fark ettim. Belki de beyaz bir kedi veya kedicikler vardı kar içerisinde. Dikkatle bakmaya çalıştım fakat net olarak bir şey görünmüyordu. En azından kendime bir uğraş bulmuş gibiydim. Gelip gidip pencereden kar birikintisine bakıyordum ve her seferinde bir hareketlilik görüyordum. Belki de kar altında birileri kalmıştı, donmak üzereydi. Bu düşüncemi anneme söylediğimde kahkaha ile güldü. Uzun süre kara baktığımdan böyle şeyler gördüğümü söylüyordu fakat ona inanmıyordum. 
Gün boyu boş boş oturduğum için gece uykum gelmemişti. Perdeyi aralayarak yeniden baktım hareketliliğin olduğu yere. Evet, şimdi daha iyi görebiliyordum ve bu kar yığını hareket ediyordu. Üstelik gündüz gördüğümden daha da yüksekti burası. Dışarıya çıkmak istiyordum lakin gecenin bu saati bu fikir iyi değildi. Oyalanacak bir şeyler bulmalıydım. Kar canavarı olabilir miydi bu birikintinin altında hareket eden? Araştırmaya başlamıştım bile. Böyle bir şeyin olmadığını fark ettim araştırmalarım sonunda. Son kez birikintiye bakıp uyumaya karar verdim. 
Ertesi sabah uyandığımda yerlerdeki karın daha da yükseldiğini gördüm. Normalde ikinci kattaki evimiz sanki birinci kata inmiş gibiydi. Uzaklara baktım, müstakil evlerin yalnızca çatısı görünüyordu. Kar, artık kabusa dönüşmüştü. Şimdi erimeye başlasa aylar sürerdi bu karın bitmesi. Galiba dünyanın değilse de yaşadığım yerin sonu yakındı. Böyle şeyler sadece filmlerde, hikayelerde olur zannediyordum. Telaşlanan yalnızca bendim. Büyüklerim, durumdan memnundu. Eski zamanlar, demeyi bırakmışlardı. Sanki gençliklerine dönmüş gibilerdi. Böyle devam ederse ekmek, su, yiyecek ihtiyaçları baş gösterebilirdi. Okulumu özlediğimi hissediyordum. En azından kafamda değişik korkular olmuyordu. Bu esnada günlerdir sınıf arkadaşlarımla hiç görüşmediğimi hatırladım. Birkaç arkadaşımı aradım fakat ulaşamadım. Git gide kocaman dünya, kocaman şehir, kocaman hayat sadece evden ibaret olmuştu. Hayatımın sonuna kadar evden çıkamamaktan korkmaya başlamıştım. Artık gücümün kalmadığını hissediyordum. Benim dışımda herkes yaşananların normal olduğunu düşünüyordu. 
Ertesi gün yataktan hiç çıkmadım. Çıkmaya da niyetim yoktu. Artık pencereden dışarıyı izlemeyi de bırakmıştım. Kuş sesleri kaybolalı çok olmuştu. Belki de serçeler donmuştu yuvalarında. Bütün olumsuzluklar üst üste yığılmış ve bir çıkış noktası kalmamıştı. 
Bu hikâyeyi ben de böyle bitirmek istemezdim fakat hikâyem burada bitmişti. Zaten kar durmuş, yollar açılmıştı. Yarın okula gidecektim ve hâlen yapmadığım ödevlerim vardı. 

23 Kasım 2024 Cumartesi

İKİ ŞEHİR


Amirhossein Hamedıshahraki


Doğduğun yer mi vatanın
Doyduğun yer mi derler
Eğer doyduğu yer vatanı ise insanın
Sivas benim memleketim
İçinde yaşayanlardan, doğanlardan daha çok
Benim Sivas sevgim

Günün birinde gidersem bu şehirden
Biliyorum 
Çok üzüleceğim
Tıpkı İsfahan’ı özlediğim gibi
Sivas’ı da özleyeceğim

KÜÇÜK BİR KARIŞIKLIK

FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN


Hayri, Eren, Dudu, Merve ilkokuldan beri aynı sınıfa devam eden dört arkadaştı. Başka arkadaşları da olmuştu fakat onlar ilerleyen sınıflarda yolları ayırmışlardı. Bazıları başka okullara bazıları başka illere gitmişlerdi. Evet, başka illere gitmişlerdi çünkü yaşadıkları şehirde büyük bir doğal afet yaşanmış, evlerin yarıdan fazlası kullanılmaz hale gelmişti. Aslında yaşadıkları şehrin nüfusu da azalmıştı epey. Şehir, savaştan çıkmış bir kasabayı andırmıştı aylarca. Şimdilerde ise her şey geride kalmıştı. Değişmeyen tek şey Hayri, Eren, Dudu ve Merve’nin dostluğuydu. 
Bir sene sonra üniversite sınavına gireceklerdi ve 11. sınıftaydı bu dört arkadaş. Yıllar süren bu birlikteliği üniversite hayatı ile devam ettirmek istiyorlardı. Aynı şehirde, aynı üniversitede ve aynı bölümde okumak gibi bir hayalleri vardı. Artık aileleri de bu dört kişilik arkadaş grubuna alışmışlar ve çocuklarının arkadaşları ile birlikte iken güvende olduklarına inanır olmuşlardı. Bu dört kişinin aslında kişilik olarak birbirine benzeyen bir yönü yoktu. Her birinin kişisel özellikleri ve ilgi alanları farklıydı. 
Hayri; arabesk dinler, kitap okumayı çok sevmez, garip diziler izlerdi. Dersleri çok iyi değildi ve okula yalnızca arkadaşları için geliyordu. Arkadaşları olmasa okulu çoktan bırakmıştı. 
Eren ise hayli düzenli bir çocuktu. Genellikle rap dinlerdi. Yabancı dili çok iyiydi. Derslere ilgisi vardı fakat matematikten fazlaca anlamıyordu. Yine de okulu seviyor ve eğitim hayatına devam etmek istiyordu.
Dudu, içlerinde okumayı ve konuşmayı seven tek öğrenciydi. İşi gücü kitap okumak, ilginç kelimeler bulmak ve bunları arkadaşlarına anlatmaktı. Derslerinde hayli başarılıydı. Öğretmenleri ondan ümitliydi. 
Merve, içlerinde en sessiz olanıydı. Çoğu zaman sorulmadan konuşmazdı çünkü bütün enerjisini evinde ailesi ile harcıyordu. Evde ne kadar hareketli ise dışarda o kadar sessizdi. Hatta Merve birkaç kez okula devamsızlık yapmış fakat devamsızlığı kayıtlara geçmemişti. Öğretmenleri bile fark etmemişti Merve’nin okula gelmediğini. Öğretmenler, veli toplantılarında en çok Merve’yi hatırlamakta zorlanıyordu. Ailesi bu duruma alışmış olmalıydı ki veli toplantılarına Merve’nin fotoğrafını götürüyorlardı. Merve, müzik dinlemezdi. Kitap da okumazdı. Dersleri umursamazdı ama nasıl oluyorsa sınavlardan hep yüksek notlar alıyordu. Merve ayrıca oyun bağımlısıydı. Arkadaşları ile birlikte iken pek oyunlara dalmasa da evde boş kaldığı zamanların tümünü oynayarak geçiriyordu. 
Bunca farklılığa rağmen nasıl bir arada kalmışlardı senelerce, hiçbiri bilmiyordu. Hatta bunu düşünmemişlerdi bile. 
On birinci sınıf, biraz farklı olacak gibiydi. Öğretmenler değişmiş, dersler biraz ağırlaşmıştı. Dudu’nun durumu iyiydi fakat arkadaşları adına her geçen gün umutsuzluğa kapılıyordu. Bir gün öğlen yemeği vakti Dudu arkadaşlarına:
-Arkadaşlar, şayet bundan sonraki hayatımızda da birlikte olacaksak biraz derslere asılmanız gerekiyor. Aksi durumda 12. sınıftan sonra yolları ayıracak gibiyiz, dedi.
Dudu’nun söylediklerinden en çok Hayri alındı. Hayri:
-Şimdiye kadar nasıl geldikse bundan sonra da devam ederiz. Aynı bölüm olmasa bile aynı şehirde, aynı okulda devam edebiliriz bence, dedi. 
Kısa bir sessizlikten sonra Eren:
-Bence Dudu haklı. Kendimize bir program yapalım ve haftanın dört günü birlikte çalışalım. Her gün bir arkadaşımızın evinde olalım, dedi. 
Bu fikir hepsi tarafından onaylandı. İlk olarak Merve’nin evinde buluşacaklardı ve yoğun bir tempo ile ders çalışacaklardı. Dudu, bir kaynak listesi oluşturdu ve tüm arkadaşlarının bu kitapları temin ederek ertesi gün Mervelerde olmaları gerektiğini söyledi. İster istemez hepsi bu fikri benimsedi. 
Ertesi gün okul çıkışı hep birlikte Merve’nin evinde toplandılar. Merve’nin annesi güzel yemekler hazırlamıştı. Yemeğin hemen ardından ders çalışmak için evin salonuna geçtiler. Merve’nin annesi, durumdan hayli memnundu. Sürekli çay, pasta servisi yapıyor, bir ihtiyaçları olup olmadığını soruyordu. Hayri bile ortamdan etkilenmişti. Anlamadığı konuları sürekli soruyor, bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Tek mutsuz vardı: Merve. 
Bir saatlik ders sürecinden sonra küçük bir mola vermişlerdi ki Merve’nin yanlarında olmadığını fark ettiler. Bir süre beklediler fakat Merve dönmüyordu. Bunun üzerine Merve’nin annesine sordular Merve’yi. Annesi üç arkadaşını da yanına alarak Merve’nin odasının önüne geldi:
-Buyurun çocuklar, Merve ihtimal içerde şu an. 
Kapıyı açan arkadaşları Merve’yi bilgisayar başında buldu. Merve, arkadaşlarının odaya girdiğinin farkında bile değildi. Dünyadan uzaklaşmış bir vaziyette habire bir şeyler yapıyordu. Kocaman bir kulaklık takmıştı başına. Masayı yumrukluyor bazen tekme atıyor bazen de bağırıyordu. Yine kızdığı bir an sandalyeden kalkar kalkmaz arkadaşları ile göz göze geldi. Herkes suskundu. Merve, usulca sandalyesine oturdu. Kulaklığı çıkardı:
-İşte ben buyum, benim hayatım bu. Benim yapmaktan zevk aldığım tek şey bu. Evdeki hayatım bundan ibaret anlıyor musunuz, dedi ve ağlamaya başladı. 
Üç arkadaş sessizce bekliyordu. Annesi, öfkeli bir biçimde odayı terk etti. Dudu, Eren ve Hayri odada boş buldukları yerlere oturdular ve yerdeki halının desenlerini izlemeye başladılar. 
Sessizliği Dudu bozdu:
-Biz, senelerdir birlikteyiz ve ortak hedeflerimiz var. Yalnızca senin değil bu hatalı durum, biz de suçluyuz galiba. Neden şimdiye kadar farkına varmadık ki bu yaşantının?
Eren:
-Benim de durumum çok iyi değil ama bir yola girdik ve verdiğimiz sözleri yerine getirmemiz lazım.
Hayri bu esnada bilgisayara doğru yaklaştı ve fişini çekti. Daha sonra kabloları sökmeye başladı. 
-Bu günden sonra artık bu cihazla arkadaşlığın bitti. Ya bu cihaz ya da biz. Tercih senin.
Dudu:
-Ya bu odada sonsuza kadar küfleneceksin ya da bizimle birlikte güzel anılar biriktirmek için çalışacaksın. 
Merve, bulunduğu yerden kalktı. Hep birlikte ders çalıştıkları odaya yeniden geçtiler. Sessizdiler fakat anlamadıkları yerleri birbirlerine sormaya devam ediyorlardı. 
Birkaç hafta içinde çalışma sistemleri artık oturmuştu ve hepsinin derslerinde gözle görülür bir yükseliş vardı. Öğretmenler de aileler de durumdan memnundu. 
Büyük gün gelmişti. Sınav günü hepsinde de bir heyecan ve gerginlik vardı fakat sınavdan sonra hepsinde büyük bir huzur oluştu. Şimdi sınav sonuçlarını beklemek ve aynı şehirde okumak için plan yapmak zamanıydı. 
Kısa bir süre sonra sınav sonuçları da açıklandı. Merve, ara verdiği bilgisayar işlerine daha rahat devam edebilmek için bilgisayarla ilgili bir bölüm istiyordu. Dudu’nun tek amacı tıp fakültesiydi. Eren, hukuk fakültesinde okumak istiyordu. Hayri ise mühendislik bölümünün kendisi için uygun olduğunu düşünüyordu. 
Sınav sonuçlarının ilan edilmesinden sonra hepsi hepsinin aynı üniversitede okuyabileceği tek şehir vardı: Ankara.
Tercihlerini önce aynı üniversiteden yaptılar sonra da Ankara’daki başka üniversitelerden. Geriye yalnızca beklemek kalmıştı. Bir yandan da gidecekleri şehre dair araştırmalar yapıyorlardı. 
Yerleştirme sonuçları geldiğinde Dudu dışındaki herkes hayatının en büyük hayal kırıklığını yaşamıştı. Dudu, Ankara’da bir tıp fakültesine yerleşmişti fakat Merve; Antalya’da, Eren; Amasya’da, Hayri ise Adana’da istedikleri bölüme yerleşmişlerdi. İllerin nasıl böyle karıştığını anlamıyorlardı. Yollar ayrılmıştı fakat hepsi de bir üniversiteye yerleşmişti. Şehirlerin nasıl karıştığını kimse anlayamadı. İtiraz etmek için vakit de yoktu. 

26 Ekim 2024 Cumartesi

SIRADAN OLMAYAN BİR SABAH

Fatma Beren Karatepe
Agah Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Elvin Rana Pelit
Atakan Kıvanç Ağca
Gamze Sena Kuyucu

-Hayırlı sabahlar, dedi teyzem. Uyandığımda teyzemi başucumda görmek beni şaşırtmıştı. Heyecanla sordum:
-Ne zaman geldin teyze?
Teyzem:
-Kar yağmaya başladığında yola çıkmıştım. Az önce geldim ve seni uyandırmak istedim. Dışarda çok fena kar yağıyor. Her taraf bembeyaz. 
Teyzemle aramın pek iyi olduğu söylenemezdi ama nedense sabah sabah onu görmek beni mutlu etmişti. Okula gitmek için hazırlık yapıyordum ki teyzem ardımdan seslendi:
-Ben sana kar tatili getirdim. Okula gitmene gerek yok, az önce okulların tatil olduğu haberi geçti. Şimdi seninle güzel bir kahvaltı yapacağız. 
Annem bu esnada mutfaktaydı. Oysa okulda en sevdiğim dersler vardı bugün: beden eğitimi, resim, müzik. Üstelik Türkçe öğretmenimiz de raporlu olduğu için dersimiz boştu. Bu güzel günde okula gitmiyor olmak, benim için bir ödül değildi. Okulu seviyordum aslında yani teyzemle evde vakit geçirmek mi, okul mu? Elbette okul. 
Teyzeme karşı neden böyleydim, bilmiyordum. Belki de annemin tavırları teyzem geldiğinde değiştiği için. Belki de teyzemin sürekli çocuklarını benimle kıyaslamasından dolayı. Belki de teyzem de öğretmen olduğu için. Teyzem, evimizin hemen yanındaki okulda öğretmendi ve beni hep öğrencisi zannediyordu. Ya da ben öyle algılıyordum. Oysa onun yeğeniydim. 
Başkalarının teyzeleri böyle değildi. Arkadaşlarımdan teyzelerini annesinden çok sevdiğini söyleyenler bile vardı. Sorun bende miydi, teyzemde miydi bilemiyordum. 
Bu düşünceler zihnimde sıralanırken annem kahvaltı vaktinin geldiğini söyledi. Ben düşünmeye devam ediyordum. Sonunda şöyle bir fikre kapıldım: Belki de teyzem, öz teyzem değildi. Mutfağa gittiğimde kahvaltı için yeterli ekmek olmadığını gördüm. Annem bana dönerek:
-Ekmek yeterli değil dersen markete gidip ekmek alabilirsin. 
Aslında ekmek yeterliydi fakat dışarıya çıkmam ve etrafı görüp biraz moral toplamam lazımdı. Teyzem söze girdi:
-Çocuk daha yeni uyandı. Ben hemen ekmek alıp geleyim.
Annem karşı çıksa da teyzem ayağa kalkmıştı bile. Hızla kapıya yöneldi. Bu fırsatı da elimden almıştı. Çaresiz onun dönüşünü bekleyecektim. Masanın üzerindeki çay bardaklarından çıkan buharları bir şeylere benzetmeye çalıştım anlamsızca. Hiçbir şeye benzemiyordu. Teyzem için konulan bardaktan çıkan buhar biraz farklıydı. Dikkatle bakınca teyzemi andırıyordu çıkan buhar. İyiye gitmiyordu benim düşüncelerim. Kar tatilinin keyfini çıkarmalıydım belki de. 
Bu esnada kapı çaldı ve açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım çünkü kapıyı açmadan her zaman bakardım. Teyzem kapıda bekliyordu. Gözleri yerdeydi. Gerçekten teyzem miydi bu? Kapıyı açmalı mıydım? Farklı bir şeyler seziyordum. Bir yabancılık seziyordum. Teyzem bu kez kapıyı tıklattı ve telaşla açıverdim. Yüzüme bile bakmadan söze girdi teyzem:
-Bu marketteki mor kedi ne Allah aşkına? Nasıl bir kedi? Hiç böylesini görmemiştim, çok ürkütücüydü. Siz buradan nasıl alışveriş yapıyorsunuz? Ben bir daha bu markete gitmem. 
Mor kedi oysa çok sevimliydi. Sadece onu görmek için bu markete başka mahallelerden gelen insanlar vardı. 
Mutfağa geçtik, teyzeme karşı olan yabancılık hissim git gide büyüyordu. Kahvaltı masasında daha yakın gözlem yapmaya başladım. Önündeki çaya baktım teyzemin. Bardaktan halen buhar çıkıyordu ve buharda yine teyzem görünüyordu. 
Kahvaltıya başlamıştık ama ne yediğimi ne içtiğimi bilmiyordum. Başkasının yazdığı bir hikâyenin anlamsız kahramanı gibiydim. Her kim ya da kimler yazıyorsa bu hikâyeyi teyzemi benden uzaklaştırmayı başarmıştı. 
Uykudan mı uyanamamıştım daha yoksa bu yaşadıklarım bir şaka mıydı, anlayamıyordum. Kahvaltı bittikten sonra annem hiçbir şey söylemeden odasına gitti, hazırlandı ve evden çıktı. Onun için kar tatili yoktu, bu doğaldı. Babam da kaç zamandır şehir dışındaydı. Teyzem ve ben kalmıştık evde. Ben de bir şeyler söylemeden odama çekildim. Belki de biraz daha uyusam her şey değişecekti. Yatağıma uzandım, uyumaya çalışırken bir gürültü ile kapım açıldı. Teyzem, elinde sopaya benzeyen kocaman bir nesne ile odama dalmıştı. İrkildim ve bağırdım:
-Hayır, kendine gel teyze!
Teyzem tebessüm ediyordu. Elindeki sopaya benzeyen nesneyi yere tutuyordu ve gürültü yükseliyordu. Ben bağırmaya devam ediyordum:
-Teyze, ben senin yeğenin değil miyim?
Bu esnada gürültü kesildi. Teyzem bana yaklaştı. Gözlüğümü takmalı ve evden kaçmalıydım. Gözlüğümü el yordamı ile buldum. Tam takmıştım ki teyzemin elindeki şeyin süpürge olduğunu gördüm. Mahcubiyetle teyzemin yüzüne baktım, teyzem değildi bu. Teyze, diye hitap ettiğim temizlikçi teyzeydi bu. Zaten bana oldum olası soğuk davranırdı. Yüzümü yıkamadığımı fark ettim. Yüzümü yıkamalı ve kendime gelmeliydim. Sabah çok garip başlamıştı. 
Yüzümü yıkadım. Biraz daha kendime geldim o esnada kapı çalındı. Kapıyı açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım, gelen teyzemdi. Öğretmen teyzem. 
Kapıyı açtım ve teyzeme sarıldım. 
-Neredesin sen teyze? 


19 Ekim 2024 Cumartesi

ACI GERÇEK

 Fatma Beren Karatepe
Agah Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Atakan Kıvanç Ağca
Gamze Sena Kuyucu
Zümra Şahin


Neden herkes bana tuhaf tuhaf bakıyordu bir türlü anlamıyordum. Gittiğim her yerde insanlar bana bakıyor, bir süre gözleriyle takip ediyor bazıları da yaklaşıp incelemeye çalışıyordu. Hatta yanımda durup fotoğraf çekinenlerin sayısı da fazlaydı. Beni görenler sanki başka bir gezegenden gelmişim gibi davranıyordu bana. 
Yine adlandıramadığım bir sevimliliğim olmalı ki herkes bana iyi davranıyordu. Yiyecek, içecek verenler, yaptığı mangaldan ikramda bulunanlar hatta yaklaşıp bana sevgi gösterisinde bulunanlar… Bu durumdan hoşnuttum aslında ancak neden ben, diye düşünüyordum. 
Beni kovalayan, beni korkutan kimseler olmuyordu. Oysa mahalledeki çocuklar bazen çok zalim olabiliyordu. Taş atabiliyor, sopayla kovalayabiliyorlardı. Bu çocuklar arkadaşlarına bile zalimce davranıp kavga ediyorlardı kimi zaman. 
Bende büyülü bir şeyler vardı sanki. Gittiğim yerde bir hareketlilik oluşuyordu. İnsanlar tebessüm ediyordu. Bu durum benim için bir sorun haline gelmişti ve bunu çözmeliydim.
Her sabah olduğu gibi önce markete girdim. Market çalışanı beni tebessümle selamladı. Birkaç adım atmıştım ki ilk kez markette gördüğüm bir teyze şaşkınlıkla bağırdı:
-Aman Allah’ım! İlk kez böylesini görüyorum. Nereden geldin sen, adın ne bakalım?
Teyze bana sesleniyordu, belliydi. Devam etti:
-İlk kez mor bir kedi görüyorum. 
Market çalışanına döndü ve:
-Siz mi boyadınız tüylerini, yoksa kendi rengi mi, diye sordu. 
Market çalışanı:
-Tabi ki kendi rengi. Hatta biz ona Mordi ismini verdik.
Bir kedi olduğumu öğrendim o gün. Hem de mor bir kedi olduğumu. Üstelik adımı da öğrendim. Artık biliyordum insanların, etrafımdakilerin bana neden böyle baktığını. 

VATAN BORCU

Amirhossein Hamedıshahraki

Vatanımızı kurtardınız
Evimizi hayatımızı
Her zaman saygı duyacağım
Milletime vatanıma

Bastığım yerleri tanıyıp basacağım
O topraktaki kanı unutmayacağım
Vatanımın geleceği için
Hep katkı sunacağım

28 Eylül 2024 Cumartesi

SEKİZ

Agâh Taha Temizkan
Amirhossein Hamedıshahraki
Atakan Kıvanç Ağca
Fatma Beren Karatepe

Okul nihayet sona ermek üzereydi. Yoğun bir eğitim dönemi geride kalmıştı. Artık çok sorunlu bir süreç başlayacaktı eğitim hayatında. Bu sene liseye geçiş sınavına girmesi gerekecekti. Geçen yıl sekizinci sınıfta okuyanların halini hatırladıkça morali bozuluyordu. Önünde yaz tatili vardı fakat bu yıl tatil yapamayacaktı. Şimdiden bir ağırlık çökmüştü içine. Tatilin geldiğinin ilk kez farkında değildi. Artık sekizinci sınıf sayılırsın diyordu ailesi ona ve ha bire önüne kitap yığıyorlardı. Yaz boyu bunlar bitecek diyorlardı. Baktığı, duyduğu, gördüğü her yerde sekizinci sınıf olduğunu hatırlatan bir şeyler vardı. Daha çalışmaya başlamadan yormuştu onu sekizinci sınıf. 
Bu düşüncelerle gün boyu okulda vakit geçirdi. Akşam eve döndüğünde apartman girişindeki rakam gözüne ilişti: 8. Kapı numarası sekizdi oturdukları apartmanın ve bugüne kadar hiç dikkat etmemişti buna. Biraz canını sıktı kapı numarasının 8 olmasına fakat yeni bir durum değildi bu. Sadece yeni farkına varmıştı. Asansöre doğru ilerledi ve çıkacağı katın 8 olduğunu hatırladı. Sekiz, yine karşısına çıkmıştı. Bunların hepsi tesadüf olamazdı fakat bugüne kadar niçin dikkatini çekmemişti bunlar. 
Evin kapısına geldiğinde her şeyi unutmak ve biraz dinlenmek niyetindeydi. İçeriye girdi, yemeğini yemişti ki kapı çaldı. Annesi:
-Gelenler benim misafirlerim Muhittin. Sen dersine bak, dedi. 
Muhittin, en azından misafirlerin ayakkabıların düzelteyim, diye düşündü ve kapıyı açtı. Kapının önü ayakkabı ile doluydu. Ayakkabıları dizdi ve kenardan saydı: 8. Tam sekiz takım ayakkabı vardı kapıda. Artık şaşırmıyordu karşısına çıkan sekizlerden. 
Nereden aklına geldiyse mahalleye taşınalı da sekiz sene olduğunu düşündü. Yeniden mutfağa geçti. Annesi çay bardağı koymuştu masaya hiç saymadan sekiz tane olduğunu düşündü. 
Artık hayatının sayısı olmuştu sekiz. 
Ders çalışmak için masaya oturdu. Hangi kitaptan başlaması gerektiğini düşünüyordu. Kitaplara baktı, saydı, sekiz kitap vardı masada. 
Başı dönüyordu. Gözlerinin önü karardı. Kendisine geldiğinde annesi misafirleri göndermişti. Babası da yanındaydı. Neden böyle olduğunu sorduklarında onlara her şeyi anlattı ve dedi ki:
-Sekizle başım belada. Her yerde sekiz görüyorum hem de daha sekizinci sınıfa geçmeden.
Ertesi gün anne ve babası eşliğinde bir psikiyatriste gittiler. Durumu anlattılar. Psikiyatrist bir süre dinledi Muhittin’i. Ona sorular sordu ve sonunda ilaç yazarak sekiz gün sonra yeniden gelmelerini söyledi. 
Muhittin ilaçları alınıncaya kadar bekledi araç içinde. Babası elinde kocaman bir ilaç poşetiyle geldi. Poşetin üzerindeki rakamlara baktı. Daha ilaçlara başlamadan iyileşeceğini düşündü çünkü poşet üzerinde sekiz rakamı yoktu. Derin bir nefes aldı. Galiba iyileşiyorum, dedi içinden. 
İlaçların arasındaki küçük bir reklam broşürüne gözüne ilişti: Sekiz yıldır sizlere şifa dağıtmaktan gururluyuz. 
Düşünmek istemiyordu Muhittin. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Gözlerini kapattı. Kim olduğunu, nerede olduğunu düşünmeye çalışıyordu. Benim adım Muhittin. Mu-hit-tin. Önce heceledi, sonra harfleri saydı. 
Gözleri arabadaki saate kaydı. Saatin alarmı çalıyordu.  Saatin akrebi ve yelkovanı hızla kayıyordu. Nasıl oluyordu bu? Gözlerini açtı. Derin bir nefes alarak sağa sola baktı. Okula gitme saati gelmişti. Saat tam sekizi gösteriyordu ama umursamadı.   


 

21 Eylül 2024 Cumartesi

KARANLIK YOL



Fatma Beren Karatepe
Agâh Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Elvin Rana Pelit
Atakan Kıvanç Ağca
Zümra Şahin



Yağmurlu bir sonbahar günüydü. Güneş batmak üzereydi. Günler iyice kısalmıştı, çabucak akşam oluyordu. Yollardaki ağaçların yaprakları kaldırımlara serilmiş sarı bir halı manzarası oluşturuyordu. Güneş batar batmaz hava iyice serinleyecekti. Oysa öğle vakti sıcaktan bunalıyordu insanlar. 
Aslında sonbaharı seviyordu ama sonbaharda okullar açıldığı için biraz canı sıkılıyordu. Senelerdir her sonbahar aynı şeyi yaşıyordu. İlkokula başladığı günden beri sonbaharlarda yüzü gülmemişti. Sonbahar demek evden uzak kalmak demekti, okul demekti, kantin, dersler, öğretmenler, teneffüsler, ödevler demekti. Hatta müdür demekti. Neyse ki evleri okuluna yakındı. Tam sekiz senedir gidip geldiği bu yolları ve bu yollardaki insanları ezberlemişti. Hatta bazen yol sıkıcı olmasın diye gözlerini kapatıyor biraz yürüyor sonra yeniden açıyordu. Yalnızca insanları değil hangi kaldırım taşlarının bozuk olduğunu, hangi ağacın kurumak üzere olduğunu, hangi ağacın üstünde hangi tür kuşun yuva yaptığını bile ezberden biliyordu. Çöp kutularının içinden ansızın fırlayan kedileri de tanıyordu ve her birine bir isim vermişti onların. Bunları düşünürken yolu yarılamıştı ama artık bu sene yol uzun geliyordu ona. Sıkılmıştı. Tam gözlerini kapatıp biraz da gözleri kapalı yürümek istemişti ki ilk kez farklı bir şey gördü. Önündeki yol ikiye ayrılıyordu. Oysa sekiz senedir bu yol dümdüz evlerine kadar onu ulaştırırdı. Durdu, sağa sola baktı. Gözlerini ovuşturdu. Evet, yol ikiye ayrılıyordu. Ne zaman yapılmıştı bu yol? Kim yapmıştı? Sabah görmemişti bu yolu. Üstelik sağa doğru ayrılan yol hayli karanlık ve sessiz görünüyordu. Belki de o yolu sadece kendisi görüyordu. Çünkü yanından geçen insanlardan hiç kimse o tarafa dönmüyordu. Belki de insanlar o yolu görüyor fakat girmekten korkuyordu. Birdenbire onun da içine bir korku düştü. Oysa merak ediyordu o yolun nereye çıktığını. Tek başına gidecek cesareti yoktu. Ansızın sekizinci sınıf olmanın verdiği usancı unuttu ve kafasında binbir soruyla eve doğru ilerledi. Evine ulaştığında annesi ondaki farklılığı sezmişti ama sormadı bile. Akşam yemeğini yedi. Testlerini çözmek üzere masaya oturdu fakat bir türlü okuduklarını anlayamıyordu. Gözünün önüne hep o karanlık yol geliyordu. Bir bahane bulsa da evden çıkabilse o yola girecekti fakat akşamları dışarıya çıkmaması gerekiyordu. Pencereye baktı. Dışarısı hayli karanlıktı. Sanki pencerenin arkasında kendisine bakan biri var gibiydi. Korkmaya başladı. Pencereye doğru yürüdü, pencereyi açtı. Kim olabilirdi ki bu saatte pencerenin önünde. Üstelik 8. Katta oturuyordu. Kendisini sorgulamaya başladı. Belki de psikolojisi bozulmuştu. Pencerede gördüğünü zannettiği şey belki de kendi yansımasıydı. 
Düşünmekten yorulmuştu. Çabucak uykusu geldi ve sabah aniden uyandı. Rüya görmüş müydü? Belki… Hiçbir şey hatırlamıyordu sadece aklında o karanlık yol vardı. Sanki gözlerini kapatmış ve birkaç saniye sonra sabah olmuş gibiydi. Giyindi, kahvaltısını yaptı ve hızlı adımlarla okula doğru yola çıktı. Aslında o sağa ayrılan yolu merak ediyordu. Yolun ayrıldığı yere gelince gördüklerine inanamadı. Dün akşam gördüğü yol kaybolmuştu. Bir süre bekledi, gözlerini ovuşturdu. Salavat getirdi. Kaldırım taşlarından birine oturdu ve bekledi lakin yol yoktu. Okula geç kalmamak için yeniden yola koyuldu. 
İlk ders, ondaki farklılığı sezen arkadaşları teneffüste ne olduğunu sordular. Biraz korkmuş biraz da şaşırmış vaziyette olan biteni anlattı. Arkadaşları da heyecanlanmıştı. Öğlen arasında yasak olmasına rağmen okuldan ayrılarak o bölgeye gitmeye karar verdiler. Hepsi birden çıkamazdı, bu dikkat çekerdi. Birer birer ayrılacaklar ve köşe başında buluşacaklardı. Plan hazırdı. 
Derslerin nasıl geçtiğini de anlamadılar çünkü dinlemediler. Hepsinde büyük bir heyecan vardı. Toplam beş kişiydiler. Öğlen vakti gelince sessiz sedasız birer birer okuldan sıvıştılar. Köşede buluşup hızlı adımlarla bölgeye geldiler. Mert, olay yerine gelince yine morali bozuldu çünkü sabah gördüğü manzaranın aynısıydı burada karşılaştığı. Arkadaşlarına anlatmaya başladı. Arkadaşları Mert’e bakarken üzülmeye başladılar. Mert ne kadar heyecanla anlatsa da bu hikayeye kimse inanmadı. Arkadaşlarından Efe, Mert’e baktı ve konuştu:
-Dün sen öğlen yemeğinde ne yemiştin?
Mert, bu sorunun nedenini anlamıştı. Cevap vermedi. Bu esnada Ferdi girdi söze:
-Günde kaç saat uyuyorsun Mert?
Mert, bu soruya da cevap vermedi. Sorular peş peşe geliyordu. Meral devam etti:
-Sen buradan geçerken saat kaç oluyor akşamları?
Mert, saati hesap etmek üzereydi ki Elisa söze girdi:
-Ben sana inanıyorum Mert. Okuduğum bazı kitaplarda zaman bölünmesi, boyut değişimi gibi bazı şeylere rastlamıştım. Fantastik kitaplarda sık karşılaşırım bu durumla, dedi. 
Ders saatinin yaklaştığını fark ettiler. Hızla okula yöneldiler. Okula girerken toplu halde girmişlerdi ve Müdür’ün pencereden kendilerini gördüğünü fark etmediler. Müdür, bu öğrencileri tanıdığı için sorun çıkarmadı. Mutlaka kırtasiyeye ya da benzer bir yere gitmişlerdir, diye düşündü. 
Mert, öğleden sonraki dersler boyunca sustu. Arkadaşları da Mert’in yanına uğramadı. Keşke söylemeseydim, diye düşündü Mert. Belki de haklılardı. Zaten kendisi de bir kez görmüştü bu yolu. 
Akşam eve dönerken bu yolu artık göremeyeceğini düşünüyordu ki yine aynı şey olmuştu. Sağ tarafta yolu yine gördü. Büyülenmiş gibi bir süre yola baktı. Tam bu esnada dün gece pencerede gördüğü yüze benzer bir yüz gördü yolun karanlığa kavuşan noktasında. Salavat getirdi. Besmele çekti. Yol karışışında duruyordu. Bu yolun gerçekten var olduğunu bir şekilde ispatlamak için birilerini aradı gözleri. Yolda kimse yoktu. Hatta bu vakitte çoğalan kuşlar bile yoktu ortada. Dünya durmuş gibiydi. Yola girip girmemekte endişeliydi. Belki de son kez görüyordu bu yolu. Bu yola girmeliydi. Bu yolda yürümeliydi. Sonucu ne olursa olsun bu tecrübeyi yaşamalıydı. Yolun ötesinde görünen silik yüz kendisini çağırıyor gibiydi. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Cesaret toplamaya çalıştı. Yola girmek için gözlerini açtı ve ilk adımını attığında yolun kaybolduğunu gördü. Daha fazla burada bekleyemezdi. Evin yolunu tuttu. 
Yolda yürürken Elisa’nın söyledikleri aklına geldi. Bu konularda yazılmış kitaplardan bahsetmişti. 
Evine girdi, tüm işlerini hallettikten sonra temiz bir kağıt koydu masaya. Kalemlerini çıkardı. Bir hikaye yazmalıydı. Önce hikayenin adını yazdı kağıdın en başına büyük harflerle:
KARANLIK YOL…