11 Ocak 2025 Cumartesi

YAZ

 Doğa Uzunpınar

Yaz eğlence demektir
Mutluluğun ikinci ismidir
Okulun sona ermesiyle
İki ay bitmeyen bir süredir

Dondurma mevsimidir
Çocukların eğlencesidir
Anlatması çok zor olan
Zevkli geçen bir süredir

OKULUN İLK GÜNÜ

Elif Naz Özden

Birinci sınıfa yeni başlamıştım. Lavaboya gitmek için öğretmenden izin aldım. Lavabodan çıkarken iki arkadaşıma rastladım. Bu arkadaşlarımı anasınıfından tanıyordum. Bana
-Elif Naz, gel sana gizli yerimizi gösterelim, dediler. 
Ben de derste olduğumuzu unutup onların peşine takıldım. Okuldan birlikte çıktık ve okulun arkasına doğru yürüdük. Küçük bir merdiven vardı ulaştığımız yerde. Merdivenden inince küçücük bir odayla karşılaştık. Burada bir kablo vardı. O kabloya asıldık, çekiştirdik. Hemen yan tarafta duran kapıyı açmaya çalıştık ve tekmeledik. Bir anda isimlerimizle bize seslenildiğini duyduk. Oradan çıktıktan sonra aklıma derste olduğumuz geldi ve arkadaşlarımın sınıf öğretmeniyle benim öğretmenimin bizleri aradığını fark ettik. Okulun önüne ulaştığımızda öğretmenim beni kolumdan tutarak sınıfa götürdü. Sınıfa girince bana biraz kızdı. Haklıydı aslında. Bana orasının kazan dairesi olduğunu söyledi. Yaptığım şeyin düşüncesizce olduğunu o anda anladım. Bilmediğim bir yere üstelik ders saatinde lavaboya gitmek için izin alarak gitmiştim. Arkadaşlarımın aklına uymuştum. 
Arkadaşlarım, orasının gizli yerleri olduğunu düşünüyordu, demek ki sürekli gidiyorlardı oraya. Onların öğretmeni nasıl bir tavır sergiledi bilmiyorum ancak okulun daha ilk gününde yaşadığım bu anıyı hiç unutmuyorum. 

ÜŞENGEÇ BANU


Ahu Lina Deniz 
(Misafir Yazar)

Bir zamanlar çok uzaklarda bir ülkede Banu adında bir kız yaşarmış. Banu üşengeç biriymiş ve her şeyi yapmaya erinirmiş. Tüm işlerini Banu yerine annesi ve babası yaparmış ve bundan şikayet etmediği gibi rahatsız da olmazmış. 
Aradan yıllar geçmiş. Banu’nun çocukluğundaki bu haller hiç değişmemiş ve nihayet bir genç kız olmuş. Sonunda evlenme çağı gelmiş ve evlenmiş. Banu evlendikten sonra da aynı üşengeçliğe devam etmiş. Hiçbir işini yapmıyormuş. 
Banu’nun eşi bir gün ormana avlanmaya gitmiş ve elinde bir ördekle dönmüş fakat eve geldikten sonra çantasını ormanda unuttuğunu fark etmiş ve ördeği eve bırakarak koşa koşa ormana gitmiş. Bu esnada kapı çalınmış. Banu, üşengeç olduğu için yerinden bağırmış:
-Kimsin, kim o?
Ses gelemeyince söylenerek yataktan kalkmış ve kapıyı açmış. Kapıda bir kadın görmüş. Kadın Banu’ya:
-Biraz ekmek alabilir miyim, demiş. 
Banu:
-Mutfakta biraz olacak, demiş. 
Kadın şaşırmış bu sözlere çünkü Banu yeniden yerine geçmiş, yatmış. Kadın içeri girince kazanda ördeği görmüş. Hemen şöyle bir türkü söylemeye başlamış:
Açtım kapıyı ekmek almaya
Gittim mutfağa
Ördek vak vak
Banu, bu sözlerden bir şey anlamamış. Kadın daha sonra sessizce evden ayrılmış.
Bir süre sonra  Banu’nun kocası eve gelince ördeği görememiş. Eşine:
-Buraya, bir kazanın içine bıraktığım ördek şimdi nerede?
Banu olanları anlatmış ve kadının söylediği türküyü kocasına anlatmış. Kocası durumu anlamış. Ördeği kadının götürdüğünü düşünmüş. 
Banu ile saatlerce konuşmuş. Onun üşengeçliği yüzünden aç kalacaklarını söylemiş. 
Banu, o günden sonra sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmış. Önceleri biraz yoruluyormuş ama zaman geçtikçe bu işten zevk almaya da başlamış. 
Birgün eşiyle birlikte anne babasını ziyarete gitmiş. Anne babası yine her işi kendileri yapacakken Banu:
-Hayır, demiş. Eski Banu artık yok. Bütün işleri ben yapabilirim. Hatta sizin işlerinizi bile. 

GÜNEŞ, AY ve İNSANLAR

Gamze Sena Kuyucu

Bilir herkes güneşin tanımını
Samanyolumuzun tek yıldızı
Biliyor herkes ayın tanımını
Dünyamızın tek uydusu

Ama bana göre öyle değil
Yazın yakınırız
Hava sıcak niye çok güneş var diye
Kışın yakınırız
Hava çok soğuk, niye güneş yok diye
Olsa da olmasa da
Yaranamaz güneş bize

Güneşin batmasını bile zevkle izler insanlar
Kilometrelerce yol kat ederler
Oysaki güneşin doğuşunu
İzlemek için tatlı uykularından
Vazgeçemezler 

Ben kimseyi gündüz
Güneşi izlerken görmedim
Güneşi düşünerek izlerken görmedim
Oysaki ay öyle mi?
Gece huzur bulur insanlar
Saatlerce gökyüzüne
Aya bakarlar

Ay azıcık bulutların arkasına geçse
Üzülür herkes
İşte böyledir insanlar
Bazılar güneş, bazıları aydır
Güneşler ne yaparlarsa yapsınlar
İnsanlara yaranamazlar
Herkes onun batmasını ister
Çok değerli olsa bile
Ayları ise herkes sever
Severek izler
Bir şey yapmasalar bile


TATİL ÖDEVİ


FATMA BEREN KARATEPE
AGAH TAHA TEMİZKAN
ELA EYŞAN POLAT
AMIRHOSSEIN HAMEDISHAHRAKI
ELVİN RANA PELİT
ATAKAN KIVANÇ AĞCA
GAMZE SENA KUYUCU
ZÜMRA ŞAHİN 


Nihayet okulun ilk dönemi sona ermişti. Melih, Melisa ve Merih aynı sınıfta okuyan üçüz kardeşlerdi. 
Melih, Melisa ve Merih’ten iki dakika daha büyüktü. Bu yüzden kardeşlerinden kendisine ağabey demelerini istiyordu oysa onun boyu diğerlerinden daha kısaydı. 
Melisa iki erkek kardeşinin arasında büyüdüğü için onlara benzemişti. Onlarla aynı oyunları oynuyor hatta aynı kıyafetleri giyiniyordu. Sadece saçları uzundu kardeşlerinden. 
Merih, üç kardeşin en afacan olanıydı. Yerinde durmak bilmiyor, mutlaka başına bir bela açıyordu her seferinde. Diğer kardeşleri sayesinde başına açtığı belaları savuştursa da bu, her zaman kolay olmuyordu. 
Okulun ilk dönemi sona ermişti. Üç kardeşin de not ortalaması aynıydı sorun yoktu fakat tatil için verilen ödevler şimdiden yığılmıştı. Bu ödevler yaz tatilinde bile yetişmeyecek türdendi. Türkçe öğretmeni 10 kitap vermişti okunması için. Matematik öğretmeni her gün 100 soru çözmelerini istemişti. Fen bilgisi öğretmeni 10 deney vermişti evde yapılmak üzere. Beden eğitimi öğretmeni bile ödev vermişti: Günlük 30 dakikalık koşu. Resim öğretmeni, suluboya, pastel ve yağlıboya tabloları istemişti beşer tane. Bu kadar ödev üç öğrenci tarafından üstelik aynı evde yapılacaktı. Bu, çok da mümkün görünmüyordu. Üç kardeş, öğretmenlere bu ödevleri üçe bölüp bölemeyeceklerini sordular fakat olumlu bir cevap alamadılar. Çaresiz bu işlerin hepsi yapılacaktı hem de iki hafta içinde. 
Tatil, başlamadan zehre dönüşmüştü. Oysa tatilde sınırsız oyun oynayacaklardı. Kar yağarsa dışardan içeriye girmeyecek, kayak tesislerine gideceklerdi. Akraba ziyaretlerine gideceklerdi. Aylardır tatilde izlemek için film listesi yapmışlardı, akşamları bu filmleri izleyeceklerdi. Aylardır yemedikleri cipsleri ve kuruyemişleri tatil boyunca tüketeceklerdi. Şimdi ise önlerine okul döneminden daha yoğun bir tatil ödevi programı konulmuştu. 
Karneler dağıtılmış ve tüm derslerin ödevleri hatırlatılmıştı yeniden. Hatta matematik öğretmeni şöyle demişti:
-Ödevini bitirmeyen pazartesi okula gelmesin ya da başka bir okula naklini aldırsın. 
Karneleriyle eve gelen üç kardeş önce ödevlere başlamayı düşündü fakat erkendi. Birkaç gün sonra başlamak iyi fikirdi. Zaten aileleri de bir süre dinlenmelerini önermişti. En azından cumartesi ve Pazar günü dinlenmeliydiler. Okula ait her şeyi odalarından çıkardılar ve keyiflerince bir tatile başladılar. Tatilin ilk günü, ikinci günü, üçüncü günü, dördüncü günü… derken ödevler unutulmuştu bile. Ta ki son Pazar akşamına kadar. Tatilin son günü Pazar gecesi tam uykuya dalacakları anda Merih büyük bir çığlık attı:
-Ödevleri yapmadıııııııık!
Melih ve Melisa’nın bu çığlıkla uykuları kaçtı ve yerlerinden kalktılar. Bir süre ne yapacaklarını düşündüler ancak artık vakit çok geçti. Matematik öğretmeninin söylediklerini hatırladılar. Acaba yarın okula gitmesek mi, diye düşündüler. Bir diğer çözüm de okul değişmekti. 
Çok fazla düşünmenin anlamı yoktu. Üç kardeş, kendi aralarında bir iş bölümü yaptılar. Matematik ve fen bilgisi ödevlerini Melih yapacaktı. Kitapları okuma işini Melisa yapacaktı. Merih, resim ödevlerini halledecekti. Beden eğitiminin ödevi kendiliğinden yapılmıştı çünkü günlerdir hareket halindeydiler; koşmuşlar, zıplamışlar, oynamışlardı. 
Bütün gece ödevleri halletmekle geçmişti. Sabah güneş doğmak üzere iken üç kardeş de uykuya dalmıştı. Gözlerini açtıklarında öğlen vakti yaklaşmıştı. Anneleri kahvaltının hazır olduğunu söylüyordu. 
Melih, Merih ve Melisa okul malzemelerini topladılar. Kahvaltı için vakit yok, diye düşünüyorlardı ki anneleri odalarına girdi:
-Tatil bitmeden ödevleri bitirmeyi düşündünüz demek, aferin. 
Merih:
-Tatil bu sabah bitmedi mi anne, okulda olmamız gerekmiyor mu şu saatte, diye sordu. 
Anneleri:
-Tatilin henüz bir haftası bitti ve ikinci haftasına yeni başlıyoruz, dediğinde Melisa takvime baktı. Anneleri haklıydı.
Bu yersiz telaşla ödevlerin neredeyse tamamı bitmişti hem de bir gecede. 
İlerde bir hafta süreleri vardı. Bir hafta koca bir tatil. 
Sayılı gün çabuk geçti. Bu bir haftalık tatil de su gibi aktı ve okullar açıldı. En azından ödevleri tamamlamışlardı. Acaba arkadaşları ne yapmıştı? Herkes onlar gibi üç kardeş değildi. 
Okulun ilk günü büyük bir sessizlik vardı sınıfta. Önce matematik, sonra Türkçe, ardından fen bilgisi dersleri vardı. İlk ders matematik öğretmeni ödevlerin konusunu hiç açmadı. Öğrencilerden de kimse ödevlere dair bir şey söylemiyordu. Tam ders bitmek üzereydi ki Merih çılgın gibi parmak kaldırmaya başladı. Öğretmen söz hakkı verdi:
-Öğretmenim, çözmemiz gereken sorular vardı. Günde yüz soru çözecektik ve siz ödevlerini yapmayan pazartesi okula gelmesin demiştiniz. Ödevlere bakmayacak mısınız?
Bütün sınıf Merih’e kinle baktı. Sadece bütün sınıf değil Melih ve Melisa da…

10 Ocak 2025 Cuma

İYİYİM

İdil Karaman

Baskı ne diye sorabilen insan yaratır baskıyı
Cevabını bilmeyen insan bunu iliklerine kadar yaşamışken
En kötü ihtimalle bunu yaşadığını bilmiyordur
Daha kötü ihtimalle cevap vermesini engelleyen şey yine baskıdır
Bir iğnenin balona batması gibidir baskı
Ya o balonu paramparça eder 
Ya da yavaşça havasını indirir öldürür
İyi bir ihtimal var mıdır? Sanmıyorum
Baskıyı hisseden insan içine kapanır
Pimi çekili bomba gibi ne zaman patlayacağı bilinmez
Ya dışarı patlar 
Ya kendi içini parçalar
İçinde bıraktığı hasarı kaldırabilecek tek kişi o iken 

İDEALE ULAŞMAK İÇİN GİDİLEN YOL


Ezgi Budak

Eğer var oluşunuz gerçekten umurunuzdaysa baskı nedir bilirsiniz. Baskı altında hissetmek bizi yorar ve yıpratır lakin bunu hissedebiliyor olmak, yaşamı kaale aldığınızı gösterir. Bu da kısmen iyi bir şeydir çünkü dünya üzerindeki onca televizyon arkasındaki dekoratif ledlerden biri değilsinizdir. Yine de hayatı fazla umursamak da iyi değildir çünkü her şeyin olduğu gibi bunun da bir yaptırımı vardır. 
İnsan olarak doğruyu ve yanlışı yapma hakkına sahibiz beynin bazen bizi yanıltmasından dolayı. Belki de böyle bir beyne sahip olmak için doğmadan önce bir bedel ödemişizdir. -Yanlış anlaşılmasın ben insanı yüceltmiyorum, sadece sahip olduğumuz bu düşünebilme kabiliyetini övüyorum.- Bu bedel, mükemmeliyetçiliktir. -Televizyon arkası dekoratif ledlerden ibaret olmayan insanlara hitaben- Her insan mükemmellik çabasına girer. Yoksa bu beyinler peşimizi bırakmazlar. Ardımızdan koşarken “daha iyisi olabilirdi, çalışırsan olur, geliştirilebilir” gibi şeyler söylüyorlar. Bu amansız yankılar zar zor bizlere tutunmalarını sağladığımız fikirlerimizi de etkiliyor. Tıpkı havası bitince duvara tutunamayan vakumlu bir lif gibi. Bu baskı çağrıları fikirlerimizin vakumunun içindeki havayı sömürüyor. Yere düşünce de lif gibi kirlenmemesi gereken fikirlerimiz kirleniyor.
Belki ardımızdan çığıran bunca sesi kesmemiz mümkündür fakat bir de kesilemeyen tek ve en yüksek ses vardır: iç sesimiz. Henüz kimse iç sesinin uğultusunu kulağında duymamıştır ama iç sesimiz öylesine esnektir ki diğer herkesten gelen sesi içine katabilir. Tüm o gürültü, en nezih ortamı berbat eder: Nereye doğru evirildiği belirsiz beynimizi. Beyin bir kütüphanedir, milyonlarca kitap arasından doğru olanı seçmek için sessizlik gerekir. Ne var ki bu gürültüler kendinden zahmetli işi, daha da zahmetli hale getirir. Sürekli der ki “Mükemmel ol, yoksa bir hiç olursun.” Bu vaveyla tüm kitapları birbirine karıştırır ve bir şey bulunmasını imkânsızlaştırır.
Mükemmellik, bir tür idealdir. İdeal, tanım olarak takip edilen bir amaçtır, olmak için çalışılandır. Bu da demektir ki ideal, sonuç değil yolun kendisidir. Bizler bir ideali takip ediyoruz sanırken ideal, dolaylı olarak gelişiyordur. Yani ideal asla ulaşılamayacak olandır; ideal, kazanılacak olandır. Mükemmelliği ideal yaptıysanız ona asla ulaşamazsınız. Siz hedefinize yaklaştığınızı düşünürken hedefi olmayan bir yere gidiyorsunuzdur ama yolculuğu asıl anlamlı kılan yolculuktur, hedef değil. Mükemmele yaptığınız bu yolculukta yapılan her hata ve her başarı kazançtır. 
“Hiçbir insan mükemmel değildir.” derler. Hayır, herkes mükemmeldir. –Bir kesim hariç, siz kimler olduğunu biliyorsunuz.- sadece bu kadar fazla insan ve bakış açısı olunca mükemmellik kelimesi de çok komplike bir hale geliyor. Bu yüzden mükemmelliği tam olarak tanımlayamıyoruz ve hiç kimse mükemmel değildir, deyip işin içinden sıyrılıyoruz. 
Bırakalım kimse mükemmel olmasın. Bunun uğruna tek kullanımlık ömrümüzü verirsek hiçbir şey olamayız. Daha iyisi olmaya çalışmaz ve seslere takmazsak kütüphanede kitap bulması, okuması, yorumlaması daha kolay olur. Mükemmel olsanız bile o sesler asla susmayacaktır, susmazlar da. Zaten doğru ve yanlışımızın olması bizi mükemmel yapar. Yaptığımız işten gurur duyabiliyorsak gerisi önemli mi?

BİRİCİK GERÇEK

Akın Eliş

Dünyadayken kalbimiz attığında, vücutta yaşamsal faaliyetler gerçekleştiğinde hayattayız, diyoruz. Peki, ne kadar hayattayız? İnsanlar ölmekten korkar, ölünce yakınları üzülür. Peki ya ölünce gerçek hayatı gerçekten yaşayacaksak? Ya da hiçbir zaman ölmüyoruz, biz sadece öldüğümüzü zannediyoruz. Yaşamın normal bir parçası belki de ölüm, biz onu abartıyoruz. Ne zaman öleceğimizi de bilmiyoruz. Ölümün zamanını bilmek, ölümden korkanlar için zor olsa gerek. İnsanların geleceği bilme arzusu da galiba bu yüzden, yani ölecekleri zamanı görme çabasından kaynaklanıyor ancak insanlar farklı bahanelerle bu gerçek niyeti gizliyorlar. Aynı şekilde geçmişe gitme arzusu da özünde ölüm endişesinden kaynaklanıyor. Geçmişte yaptıkları ve pişman oldukları hataları geriye dönerek düzeltme çabası taşıyor bu niyetleri de. İşte yaşamın tek gerçeği ölümdür. Bir dine inanan ya da inanmayan herkes öleceğinin farkındadır. Peki ya şu an yaşadıklarımıza ne oluyor, anlık yaşanıp bitiyor mu her şey? Kayıp mı oluyor yaşananlar? Yoksa hâlen yaşandıkları yerde duruyorlar mı? Eğer yaşadıklarımı, yaşanan anda hâlen duruyorsa öldüğümüz an da hep orada ölüm anında kalacak ve yaşayacak. Ölüm işte böyle garip bir gerçek. 
Aslında insanın dünyaya gelmesinin en büyük nedeni bir gün ölecek olmasıdır. Adına hayat dediğimiz şey, ölüm bizi buluncaya kadar ya da biz ona varıncaya kadar geçen süreden başka nedir ki? Kimi bu süreyi on yıllarla doldurur kimi ise üç beş yılla. Ölümün yaşı yoktur, zamanı ve yeri de yoktur. İnsanların en büyük çaresizliği de aslında bu yüzden ölüm karşısında. 
Ölüm geldiğinde daha önceden kıymetli sayılan her şey değerini yitirir. Uğruna ömür harcanan her şey bir yalana dönüşür. Hatta sevgiler, akrabalık bağları bile ölümün önünde geçerliliğini yitirir. Belki de bu yüzden söylemiş yazar: Ölümün var olduğu bir dünyada hiçbir şey ciddiye alınamaz. 

7 Ocak 2025 Salı

IŞIK HUZMESİ

 
Hayrettin Eymen


Karanlıkta ışık arıyor gözlerim
İğne deliği kadar bir ışık arıyor
Geleceğe dair bir umut
Bir gün olacağını söylüyor

Birden bir ışık huzmesi giriyor
Gözlerim bir anda mutlu oluyor
Bir de biliyor musun
Karanlık da ışık arıyor

SABIR

Salih Taha Balta


Peş peşe eklemişler hiç bitmiyor
Biri bitiyor diğeri başlıyor
Üç kitap önümde
Beş defter yanımda duruyor

Tam diyorum ki artık bitti hepsi
Uzanır dinlenirim biraz
Fakat bırakmıyorlar beni bana
Ders çalış, ders çalış, sınavın var diyor
Sivrisinek vızıltısı gibi saz

Çalışıyorum kalkıp saate bakmadan
Akıl kaybı yaşıyorum
Koşuyorum okula gece hiç uyumadan
Hurdaya dönüyorum

Sen sabır ver ya Rabbi