8 Mart 2025 Cumartesi

RAYLAR

Üner Taha Aydemir

Yazıyorum son mektubumu
Şehrin raylarında
Eskimiş binanın
Tam arkasında

Bıraktım çocukluğumu 
Şehrimin dar sokaklarında
Yitirdim umudumu
O yatağın başında

Sokaklar iyidir insanlardan
Kanatmıştı dizimi kaldırımlar
Peki ya insanlar
Onlarsa ruhumu hiç acımadan 

Pek bir tanıdık geliyor
Bu paslı raylar
Bana anımsatıyor
Parktaki salıncaklar

Mısralarımı anlayan
Kimse yok aslında
Ama yazmadıklarım
Yük olur omzumda
O yüzden borcumdur
Bu kalabalığa bir veda

BİR DAVUL SESİ

 Ayşegül Yıldız

Her sahurda erkenden uyanıyorum
Duymak için ramazan davulcusunu
Bekliyorum, bekliyorum
Belki yarın gelir diyorum

Neyse ki iftar vaktinde
Patlayan topun sesini duyuyorum
Onunla avunuyorum

Yine de umudum var bekliyorum
Bitmeden ramazan
Geçeceksin bizim sokaktan
Hangi şarkıyı çalacaksın bilmiyorum ama
Bekliyorum seni davulcu emmi
Bekliyorum.


ORUÇLU BİR GÜNÜM

Eymen Çam

Sabah uyanmıştım oruçken
Canım su istemişti erkenden
Oruç olduğumu hatırladım
Bardağı elimden bıraktım 
Okul yoluna çıktım

İlk üç ders güzeldi
Matematik beni mahvetti
Sonra ise bedendi
Karşı takım bizi yendi
Yaşadıklarım bu kadar değildi
Kafama krampon yedim
Ayağıma çelme
Arkadaşlarım bağırdı
Bir daha bizim takıma gelme

Akşam eve zor geldim
Ödevleri güç hallettim
Yine de iftar olmadı
Vakit bir türlü dolmadı

Açlıktan düştüm koltuğa
Gözlerim baktı tavana
Ezan sesi gelince
Sürünerek gittim mutfağa

Günü tamamlamıştım
Okul bitti sanmıştım
Sabah yine uyandım
Üstelik hem de yine
Kendi okulumdaydım

GECENİN SESİ

Mehmet Çınar Köksal

Ay ışığında sessiz adımlar
Rüzgar fısıldar eski anılar
Bir yıldız kayar gökyüzünden
Düşler doğar karanlıktan

Deniz uzakta dalgalanır
Gökyüzüne umut sarılır
Gecenin sesi, rüyanın izi
Kalbin derinliklerinde gizli

ISLAK SOKAKLAR

Mehmet Çınar Köksal

Yağmur düşer sessiz şehre  
Hüzün siner solgun geceye 
Islak sokaklar anlatırken 
Bir umudun solmuş hikâyesiyle 

Gözlerimde gökyüzü kadar derin 
Damlalar akar, içim serin 
Bir anlık bahar özlemiyle 
Kaybolur hüzün, gelir yeniden

HATIRAN YETER

 
Mehmet Çınar Köksal
Düşünceler dalga dalga vurur geceme
Bir eski hatıra dokunur içime
Sessizce fısıldar kaybolan zaman
Geçmişten bir iz kalır ruhumda tamam

Bir fotoğraf, bir koku, bir eski melodi
Hatıralar canlanır, dökülür dizeler gibi
Zaman silse de bazı izleri yavaşça
Gönül hep saklar en derin köşede sevgini

HASRETİN GÖLGESİNDE

 Mehmet Çınar Köksal

Sensiz geçen her an bir yaprak gibi
Rüzgâra kapılıp savruluyor içim
Gözlerim ufukta hayalin gibi
Yüreğim özlemle yanıyor derin

Sevdan bir melodi sanki fısıldar geceleri
Yıldızlar anlatır seni her defa
Ellerin uzakta hayalin gerçek
Sensiz bu dünya eksik bana

Kalıyor içimde bir hüzün
Solan bir yaprak gibi 
Bekliyorum hayalimi ufukta
Yüreğim özlemle yanıyor derin

7 Mart 2025 Cuma

KÖRDÜĞÜM

Ezgi Budak

Her ne kadar “cehalet mutluluktur” sözünü hiç sevmesem de cehalet mutluluktur.
Dünyanın bağlayıp önümüze koyduğu kördüğümü o şekliyle sevseydik onu çözmek için bu kadar çabalamazdık. Belki düğümü çözmeye çalışırken canımız yanıyor fakat bir ip ne kadar düzgünse kullanması o kadar kolaydır. 
İnsan, iradesizce içine düştüğü bu tuzakta hep açtır ve her hamlesini doymak adına yapar. 
O tuzak tarafından kandırılmış aç bir insan çıkıyor ve kutsama sandığı farkındalık ve görme hastalıkları yüzünden tuzaktaki kusurları fark ediyor. Diyor ki “Bu kusurlar ortadan kalkarsa dünya daha güzel bir yer olur.” Doyma çabası yüzünden geleceğe karşı beslediği bu beklentiye hayat felsefesi adını veriyor. Gözlerinin cehalet perdesinden sıyrıldığını düşünüp gerçekten gördüğünü zannediyor. Gördüğü manzarada ise tüm o kusurlar kendi türü tarafından büyük bir gayretle kazınmıştır.  Şaşırıyor, zira bu hayat felsefesinin amacı kazıyanları kurtarmaktı ama pes etmiyor. “Herkes bana uyarsa gelecek daha güzel olur.” 
Ne yazık, bilmiyor ki ondan önce gelen herkes aynı şeyi söylemişti lakin yüce geleceğe(!) kalan tek şey kusurlardı. 
Bunun üstüne kendini öncü ilan edip herkesi kendine göre uyarlıyor. Her şeyin yoluna gireceğine inanıyor. 
Ne acı, bilmiyor ki değiştirmeye çalıştığı şey gelecek ya da dünya değil, insanlardı, cahil insanlardı. İnsan aç doğar ve yaratılışı gereği çelişir. Tüm insanoğlu aynı şeyi savunuyor olsa da dokuzu altı, altıyı dokuz gördüler diye birbirlerini yok etmeleri garip değildir. İllaki bir açık bulurlar ve öncünün dayatmış olduğu felsefe, amacının tam zıddı olan kaosu getirir. Cennet olacakken cehennemin kapısı olan gelecekte bir başınadır. 
İnsan doymaya çalışırken doğruyu ya da yanlışı gözetmez. Doyduğunda da başlangıcı, son sanır. Belki de insanı kutuplaştıran dinmek bilmeyen açlığıydı çünkü önüne ne geldiyse benimsedi. 
Öncünün girdiği boş beklentilerin ve çabaların hikâyesi bize yalnızca tarihin tekerrürünü hatırlattı. Asla değişmeyecek ideal gelecek savaşını. Cehennemin kapıları öncü için aralandığında kutsanma dediği şeylerin onu buraya getirenlerle aynı şey olduğunu ancak anlayabildi. Anladığında ise felsefesinden geriye kalan, hüzün ve pişmanlıktı. 
Bilgi güçtür.
Bilgi zayıflıktır.
Bilgi iki tarafı keskin bıçaktır. 
Zamanın bilgesi biri, bir anda en cahili olabilir. Bizler yaşamak için bilgiye muhtacız ama o istediği zaman çekip gidebilir, geride paramparça bir insan bırakarak. Hayatınıza, duygularınıza, fikirlerinize ve işleyişe dair bildiğiniz her şey yalan olsaydı, doymak için yediğiniz onca şeyi kusmak istemez miydiniz? Ama maalesef mide bile bir şeyleri kusabiliyorken beyin bunu yapamıyor. Anlayacağınız, yücelttiğimiz beyin, mideden bile daha kirlidir. 
Yeni şeyler öğrenirken büyük bir kumar oynarız. 
Bilim, şu anki haline gelene değin birçok kez değişmiştir. Her seferinde biri çıkıp yeni teorisiyle diğerlerini çürütmüştür. Şimdi bile bildiklerimizin kalıcılığı, sönmesi bir damla suya bakan bir ateşten farksızdır. Sadece şimdilik bizi aydınlatabilir. 
Bilgi adına yapılmayan kalmamıştır. Bu yüzden maymun iştahlı diyoruz zira insan doymak için her türlü maymunluğu yapar. Bunları yaparken ne kadar mutludur, mutlu mudur?
Cehaletin mutluluk olduğu doğrudur lakin bu mutluluğun bedeli günahkârlıktır.  
Cehalet mutluluktur.
Cehalet günahtır. 
İnsan aç yaşayabilir mi? Dahası duyduğu bu mutluluk ne kadar doğrudur?
Öncünün hikâyesinde her şey, bir şeylerin farkında olduğu için başladı, pişmanlık ve hüzünle bitti.  Peki ya o da o cahillerden olsaydı, son değişir miydi?
Eninde sonunda her şey insanda başlayıp insanda bitmiyor mu? Her savaş, her kayıp, her anlam, her anlamsızlık, her soru ve her cevap…
Kördüğümü çözmek gibi bir sorumluluğumuz var çünkü tuzak bizden böyle istedi. Kim bilir belki de tuzak, çözmek için ömürler harcanmış ve çözüldüğünde düzgün bir ip halini alan o kördüğümü başka masumları kirletip acı çektirmek için hazırladığı ağda kullanacaktır. 
Asıl soru, o kördüğümle mutlu muyuz? Çözdüğümüzde mutlu olacağımızın garantisi var mı? Mutlu olmasak ne olur?
Cehalet mutluluksa mutluluktur. 
Bilgi güçse güçtür. 
İçinden canlı çıkamayacağımız bu tuzakta ne diye çırpınıyoruz o zaman? Başka bir gün ölmek için yaşamıyor muyuz? Her şeyi olduğu gibi kabul etsek ya… Doymak, çözmek, bilmek, değiştirmek, güçlenmek ve görmek için neden çabalıyoruz? Niye bir şeyleri bulmak için bu kadar acı içinde kıvranıyoruz? 
Doğru ya… Çünkü bu tuzağa bir kez düşüyoruz ve hala nedenini çözememiş olsam da insan denilen varlık, o tuzağın içinde bile umudunu korumayı başarabiliyor. 

BİR BARDAK

ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Nasıl olsa toplamda on üç saatti oruçla geçirilecek süre. On üç saat yemeden, içmeden durduğum çok olmuştu. Sabah kahvaltı yapmadan okula gidip akşam yemeğine kadar aç kaldığım da çok olmuştu. Böyle olacağını hiç düşünmemiştim.
Şimdi iftara son bir saat yirmi dakika kala, bu kadar sarsılabilir miydi insan susuzluktan. Susuzluktan mıydı yaşadıklarım yoksa uykusuzluktan mı? Belki de çok fazla yemediğimden ama böyle olacağını hiç düşünmemiştim. 
İftara bir saat on dakika vardı ve ben sahurda içemediğim o son bir bardak su yüzünden bir çölde iftarı bekleyen insanlardan farksızdım. 
O bir bardak suyu içseydim şimdi ne baş ağrısı olacaktı ne de acıkma. O bir bardak suyu içmiş olsaydım uykusuz da olmayacaktım bu kadar. O bir bardak suyu ezan okunmadan önce içmiş olsaydım şimdi yaşayan bir ölü gibi olmayacaktım. Bütün çeşmelere şelaleye bakar gibi bakmayacaktım. Durup durup o şarkı dilime dolanmayacaktı:
Yandım ama susuzluktan
İçmiyorum haram diye
İftara yaklaşık bir saat vardı ve yalnız ben değil, etrafımdaki arkadaşlarım da günlerce çölde susuz kalmış gibiydiler. Boşluğa bakıyor ve serap görüyorlardı. Oysa onlar sahurda son bir bardak su yerine bir litre su içmişlerdi. Üstelik iyi de yemek yemişlerdi ama şimdi benimle aynı hisler içindeydiler. 
İftar süresi mi uzamıştı yoksa sahur süresi mi kısalmıştı, anlayamamıştık. Belki de havaların ısınmasıydı bu kadar bizi perişan eden. Hepimizi uykusuz bırakan. Oysa mart ayındaydık ve yaz sıcakları gelmemişti bile henüz. Sadece yumuşak bir bahar havası vardı dışarda ve bu hava bizi susuz düşürmeye yetmişti. 
İftara yaklaşık elli dakika vardı ve etrafımda dolaşan şeytanın ayak seslerini duymaya başlamıştım. Bazen önüme bir yemek görüntüsü düşürüyordu bazen su şişelerini getirip önüme diziyordu ve diyordu ki:
-Senin daha yaşın küçük. Yarın oruç tutma, yarın oruç tutma. 
Bu fikir bana cazip gelmeye başlamıştı. Geceden başladığım bu şanlı mücadeleye devam etmeliydim ve iftar vaktine ulaşmalıydım. Bu esnada yine bir fısıltı duymaya başlamıştım:
-Kendine eziyet etmek günahtır. Acı çekiyorsun, git ve su iç. Böyle ibadet olmaz. Kendini kandırma, git ve su iç, su iç, su iç…
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Oysa geçen yıl daha sıcak günlere denk gelmişti ramazan ayı ve ben üç gün hariç tüm oruçları tutmuştum. Hatta oruçlarımı dedeme satmıştım. Ona sattığım yetmemiş, amcama satmıştım. Belki de aynı orucu farklı kişilere sattığım için çekiyordum bu azabı. Belki de tekne oruçlarım yüzündendi bu azap ama benim günahım yoktu. Bana, gün ortasında bir yerlerde oruca ara verebileceğimi söylemişlerdi ve ben de yapmıştım bunu zaman zaman. 
Güneş nihayet batmaya başlamıştı ama baş ağrısı daha da artıyordu. Namaz tutup oruç kıldığımı düşünüyordum. Son yarım saat kalmıştı iftara ve hazırlıklara başlamalıydım. 
Önce beş litrelik soğuk su bulmalıydım ve bunu beş ayrı bardağa koymalıydım. Bardak yerine tasla içmek daha iyi bir fikirdi. Beş tane tas ayarladım kendime iftarda su içmek için. Yemeğe gerek yoktu. Üç beş hurma, nefsimi körlemeye yeterdi. Beş litrelik soğuk suyu bulmuştum ama tasları aramaya gidip geldiğimde su yerinde yoktu. Bu şakayı kaldıracak halim yoktu. Suyu kim götürmüştü bıraktığım yerden. Ben gün boyu onun hasretiyle beklemiştim güneşin batmasını. Suyumu yeniden buldum fakat bu kez de bardaklarım, taslarım kaybolmuştu. Saate bakıyordum fakat durmuştu. İlerlemiyordu. Batmaya yüz tutan güneşe bakıyordum fakat güneş olduğu yerde duruyor bir türlü batmıyordu. Ezan sesini bekliyordum fakat ezan da okunmuyordu. Sanki zaman durmuş gibiydi. 
İlerde, çok ilerde yemyeşil bir ışık görünüyordu. Galiba akşam karanlığı çökmüş, minarenin ışığıydı bu. Minareye doğru yöneldim. Yürümüyordum, uçuyordum sanki. 
Susuzluğum da gitmiş gibiydi. Birdenbire yüzümde, alnımda, dudaklarımda ıslaklık ile irkildim. Annem ve babam başucumda bekliyorlardı. Ellerinde beş litrelik su bidonu vardı:
-Açlıktan mı bayıldın, susuzluktan mı? Haydi, iftar vakti yavrucuğum. 
Böyle olacağını hiç düşünmemiştim.

6 Mart 2025 Perşembe

İFTARA DOĞRU YAKLAŞIRKEN

 

Bu klavye oldukça sağlam hocam, siz bilemezsiniz. Eski klavyemi yatağıma vurarak parçalamıştım. Aslında yatağa değil koltuğa vurarak parçalamıştım. Bu klavyenin üzerine ne kadar yumruk attığımı hatta kafa attığımı bilemezsiniz. Dili olsa da konuşsa gariban. Ha, bu klavye ile arkadaşlarımla yaptığım sohbetleri bilmeyin zaten. Hangi kelimeler yazıldı bununla, hangi cümleler kuruldu bilseniz. Bu kadar övdüğüme bakarak pahalı bir şey sanmayın siz bunu. Yalnızca iki bin lira. Yıl iki bin yirmi beş ve bir klavye iki bin lira. On koli yumurta ile aynı fiyat anlayacağınız ama klavye benim için daha doyurucu. Anlıyor musunuz hocam? Bu klavye benim ekmek param aslında. Emek param. Keşke bayram harçlıklarımla bir tane daha alabilsem. Zaten bayrama kaç gün kaldı. Yirmi gün filan. 

Merve Hoşgiz
Hazal Göksu
Yusuf Çağrı Ekici

Hocam, neden bir konusu olmak zorunda bazı şeylerin. Konusuz konuşulmaz mı, konusuz ders olmaz mı, konusuz hikâye yazılamaz mı? Bir konu olmadan insanlar bir araya gelip çay içemez mi? Muhabbet kuşları mesela, bir konu hakkında mı konuşuyorlar durmadan? Ya da günün ilk ışıklarıyla şamataya başlayan kargalar, serçeler mutlaka bir konu etrafında mı geziniyor. Derslerde illa bir konu anlatmak zorunda mı öğretmenler ve sınavlarda hep işlenen konular mı sorulmak zorunda? Bir şiirin temasını soruyorlar ya da bir hikâyenin, yazının konusunu… Bazen filmlerin konusunu soranlar da oluyor, dizilerin konusunu anlatanlar da. Konu olmadan dönmüyor mu dünya? Neden böyle hocam?
Bu gün birkaç kişi eksiğimiz var sanki ve bu yüzden ortam daha sakin hocam. Üstelik yapılacak ödevim de çok fazla değil. Üç tanecik soru var. Ödevler zaten matematikten verilmişse ödev, yoksa çok da ödev sayılmaz. Bu üç tanecik soru bitecek ve ben artık yarınki güne hazır olacağım. Merve’ye rağmen hazır olacağım. Merve’nin henüz bitmedi ödevi. Ne zaman biteceğini de bilmiyorum. Her ne kadar Merve ödevlerini bitirdiğini söylese de şüphelerim var hocam. Bir ders sonra fen bilgisi ödevini açabilir diye düşünüyorum. Bana sorarsanız gerçek bir öğrenci değil o. Gerçek bir öğrenci ödevlerin tümünü Pazar akşamı yapar. Hatta bazılarını okulda, teneffüste yapar. 
Hocam kurban pazarına gittiniz mi? 800 büyükbaş hayvanın 40 tanesi 6 yaşından büyükmüş. Buna göre kurban pazarındaki öğrencilerden kaçta kaçı matematiği sevebilecek?