Emir
Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek,
Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı,
Zeynep Karaman
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Ne zaman dünyaya gözlerini açmıştı bilmiyordu. Önceleri yalnızca kendisi için resim çiziyordu, sonraları insanlar gelerek ondan resim istemeye başlamışlardı. Gördüğü yüzlerden esinlenerek resim çiziyor, insanlar bu resimler için ona üzerinde küçük resimler ve sayılar olan kâğıtlar veriyorlardı. O ise verilen bu kâğıtların ne işe yarayacağını bilmiyordu çünkü üstünde zaten küçük resimler vardı insanların uzattığı kâğıtlarda. Bir süre sonra bu kâğıtların üzerindeki resimlerin aynı olduğunu fark etti. Bu kâğıtlara “para” diyorlardı. Ne işe yaradığını bir türlü anlamamıştı ama onun çizdiği tek resim için tomar tomar getirip bırakıyorlardı.
Bir zaman sonra kapısının önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı. İnsanlar sıraya giriyordu ona resim siparişi vermek için. Anlamıyordu insanları. Neden kendileri çizmiyorlar da ona geliyorlardı. Yine de kırmıyordu insanları zaten başka işi yoktu. Zaten yapmayı bildiği başka bir şey de yoktu. Dışarıya çıkmak, kırlarda dolaşmak, şarkı söylemek ve hatta konuşmak ona göre değildi. Ona anlamsız geliyordu insanların hayatı.
Bir sabah uyandığında etrafında gürültülü bir kalabalıkla karşılaştı. İnsanlar ellerinde boş tuvallerle yanına gelmişler, önünde bağırıp çağırıyorlardı.
-Bana çizdiğin resim nerede? Ben bu resmi senden almak için bir ay burada bekledim. Bir tomar para verdim. Ama şimdi resim yok.
Bir başkası tuvali fırlatarak bağırıyordu:
-Bu nasıl bir dolandırıcılık. Hayatımda böylesi başıma gelmedi. Al boş tuvalini başına çal!
İnsanlarla konuşmadığı için onlara günler boyu getirdikleri parayı işaret etti. İnsanlar hırsla ve söylenerek paraların yığılı olduğu yere yöneldi. Kimi verdiğinden daha fazla para kimi de daha azını alarak evlerinin yolunu tuttular.
Artık resim çizdirmeye gelen yoktu. Yine de çiziyordu. Mutluydu. Çizdiği resimlerin başkaları tarafından götürülmemesi de hoşuna gitmeye başlamıştı. Günleri saymıyordu, sayamıyordu ama kırk gün geçmişti yaşanan son arbededen sonra. Kırk resim çizmişti saymasa da. İnsanlar, etrafında bulunan küçük resimlerle kaplı sıkıcı kağıtları da götürmüşlerdi ya… Bunun için de mutluydu. Birbirine benzemeyen kırk resim vardı artık yanında, yöresinde.
Kırk birinci gün yine bir gürültüyle uyandı. Yine aynı insanlar gelmişti yanına. Yine bağırıyorlardı:
-Yeni nesil dolandırıcılık böyle mi?
-Sen nasıl sahtekârsın?
Kendi aralarında konuşuyor, ellerindeki boş kâğıtları göstererek:
-Para diye eve götürdüğümüz şeyler meğer boş kâğıtmış, diye söyleniyorlardı.
İlk kez insanlarla konuşamadığı için biraz üzüldü. Onları anlayamıyordu. Onlara söyleyecek sözü de yoktu. Bir süre sonra nasıl olsa dağılır giderlerdi. Birden sevinmeye başladı çünkü insanlar küçük kâğıtları fırlatarak birer ikişer ayrılıyorlardı oradan.
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Resim çiziyordu insanların bıraktığı boş kâğıtlara.
Bir gün birkaç kişi hiç konuşmadan ve gürültü yapmadan geldiler yanına. O an yine birileri resim isteyecek ya da kendisine küçük kâğıtlar fırlatacak diye heyecanlandı fakat hiç ona bakmıyorlardı. Karşısında bir şeyler yaptılar. Tuvale benzeyen kocaman bir nesne vardı ellerinde. Mat, kurşunî bir nesneydi çerçevenin içindeki. Üzerine resim de çizilemezdi bunun. Ne işe yarıyordu acaba? Umursamadı, resim çizmeye devam etti. Gelen kişiler de o, hiç yokmuş gibi getirdikleri nesneyi evirdiler, çevirdiler ve tam karşısına yerleştirdiler. Akşam olmuştu.
Ertesi sabah uyandığında karşısında kimin çizdiğini anlamadığı, çok güzel bir resim gördü. Gözlerini bu resimden alamıyordu. Tıpkı gerçek gibiydi resim. Belki de gerçekti. Bunu kendisi de çizmeliydi. İlk kez bir resme bakarak resim çizmek içinden geliyordu. Resimdeki adam, tıpkı kendisi gibi uykudan yeni uyanmış görünüyordu.
Çizmeye başladı karşıda gördüğü resmin benzerini fakat karşıdaki resim de onun resmini çiziyor gibiydi. O ilerlettikçe resmi, karşıdaki resim de ilerliyordu. Nihayet çizimini tamamladı. Karşısındaki resmin de çizdiği resim tamamlanmıştı. Sıra boyamaya gelmişti. Kollarından başladı boyamaya. Sol kolu boyamayı bitirdiğinde, sol kolunda bir ağırlık hissetmeye başladı. Sanki tutulmuş, taşlaşmış gibiydi sol kolu. Bu şaşkınlıkla resmin kalan yerlerini boyamaya devam etti. En çok da gözleri boyarken yoruldu çünkü artık gözlerini kırpamıyordu. Nihayet kalan sağ kolunu da boyayıp son fırça darbesini indirdiğinde elinden fırça düştü. Fırçayı almaya çalıştı ancak hareket edemiyordu. Çaresizce karşıya baktı. Karşıdaki resim de bitmişti. Bir ses duydu bu esnada:
-Aylar süren çalışmam sonunda bitti. Da Vinci görse bu resmi, kesin bir daha eline fırça almazdı.
Gözünü bile kımıldatamıyordu. Karşıya baktı uzun uzun. Karşıdaki resim, kendisiydi. Karşısına konulan şeyin bir ayna olduğunu anladı. Aynanın hemen önünde duran sırtı kendisine dönük kişinin elindeki fırça dikkatini çekti. Bu fırça, az önce kendisinin sağ elinden düşmüştü.