emir baran ipek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
emir baran ipek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2024 Cumartesi

GİZEMLİ DAKTİLO

 Meryem Katırcı, Zeynep Karaman, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım

 
1- Usuşrut Kılatalas


    Her şey bir daktiloya heves etmesiyle başlamıştı. Epey uzun araştırmadan sonra nihayet bir daktilo bulmuştu. Filmlerde gördüğü gibi değildi daktiloyla yazmak. Üstelik klavyesi farklıydı. Günlerce bir şeyler yazmak için uğraştı. Geceler boyu uykusuz kaldı. Bir türlü olmuyordu.
    Bir şiir yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir hikâye yazmalıydı ama daktilonun başına oturunca yazamıyordu.
    Bir masal yazmak istiyordu ama daktilonun başına oturamıyordu bile.
    Belki de yazarlık kendine göre değildi. En iyi bildiği işe, turşu satışına geri dönmeliydi. Aslında turşuculuk da bir şiir gibiydi yerine göre ya da her turşunun bir hikâyesi yok muydu? Vardı…
    Yalnız yaşadığı evindeki tek canlı, Salatalık Turşusu adını verdiği kuşuydu. Bu yazarlık, şairlik sevdasından vazgeçmeliydi. Vazgeçti de. Hayatında ilk kez bir şeylere heveslenmişti onun da sonu hüsranla bitmişti.
    Daktilosunu komodinin üzerine koydu. Birkaç gün sonra çantasına koyar, kaldırırım, belki de satarım, diye düşündü. Günlerdir üzerine tek cümle yazamadığı kâğıt halen daktiloda takılıydı.
Ramazan gelmişti ve turşu işine yeniden dönmenin tam zamanıydı. İnsanlar ramazan ayında özellikle turşu, baklava, hurma, pide gibi yiyeceklere fazla düşüyorlardı. Ertesi sabah erkenden kalktı, turşu sattığı Pazar yerine vardı ve önlüğünü takarak bağırmaya başladı:
    -Turşuuu, turşuların en güzeli… Hikâyesi olan turşular. Şiir gibi turşulaaaar….
İnsanlar anlamıyordu turşunun hikâyesi, şiiri nasıl oluyor? Yine de alıyorlardı onun turşusundan. Pazarda ilk günü hayli yorucu geçmişti. Eve gelir gelmez uyudu. İftara henüz iki saat vardı. Gözlerini açamıyordu ama daktilo sesi geliyordu bir yerlerden.
İftar ezanıyla beraber uyandı. Orucunu açtı. Salatalık Turşusu’na da ramazanlarda oruç tutturuyordu. –Turşuuu, koş bir tanem, rızık zamanı, diye bağırdı. Kuş, kafesten sofraya kondu, yemini yedikten sonra daktilonun üzerine kondu. Tüylerini, ayaklarını bir yerlere kıstıracak diye endişe eden sahibi, daktilonun başına geldiğinde büyük bir korku oluştu gözlerinde. Elleri titriyordu. Daktilonun üzerine uzandığında bir sayfalık hikaye metnini gördü. Elleri titreyerek kağıdı çıkardı. “Usuşrut Kılatalas” hikayenin adı böyleydi. Ne anlama geldiğini fazla düşünmedi. Rumca, Ermenice, Zazaca gibiydi. Neyse ki hikayenin adı garip olsa da kendisi anlaşılabiliyordu. Hikayeyi okudu, beğendi. Daha önce bir yerlerde okumuş gibiydi. Fakat bu nasıl olmuştu?
    Bu hikayeyi bu daktilo ile kim yazmıştı? Kuşunu daktilo üzerinde gezerken görmüştü fakat tuşlara basamayacak kadar güçsüzdü o. Kim?.. Kim?.. Kim yazmıştı bu hikayeyi? Zaten uyurken kulağına da daktilo sesleri gelmişti fakat o, rüya sanmıştı bunu. Acaba komşularından biri mi ona sürpriz yapmak istemişti? O kadar samimi bir komşusu yoktu, ayrıca kapısı kilitliydi her zaman…
Kötü şeyler düşünmek istemiyordu fakat mantıklı bir açıklaması yoktu bu yaşadıklarının. Belki de hepsi rüya, hayal, hikayeydi.
    Daktilo, artık onun için hem heyecanlı hem korkulu bir eşyaya dönüşmüştü. Usuşrut Kılatalas, adlı tek sayfalık hikayeyi aldıktan sonra daktiloya yeni bir kağıt taktı ve uyumak üzere yatağına geçti. Aslında uykusu filan yoktu. Uyumuş gibi yaparak, daktilodan yeni bir hikâye yazmasını bekliyordu. Ya da her kim, kimler gelip yazıyorsa yeni bir hikâye yazsınlar diye kendince kurgu yapmıştı. Dakikalarca bekledi, bekledi. Uyuyakalmıştı. Sabah uyanır uyanmaz gözleri daktiloya ilişti. Yeni bir hikâye duruyordu karşısında. 

    İyi ama nasıl oluyordu bu?


 Meryem Katırcı, Merve Hoşgiz, Zehra Yıldırım, Emir Baran İpek

2- Tığâk Şob

Heyecanla yeni hikâyeyi okudu. Okumakla kalmadı beğendi fakat korkmaya başladı. Evin kapısını yokladı, kapı halen kilitliydi. Pencerelere baktı, kapalıydı. Salatalık Turşusu’na baktı, kafesinde uyuyordu. 

İyi ama nasıl oluyordu bu?

Daktiloyu evirdi çevirdi. Altına, üstüne baktı. Besmele çekti, Felak ve Nas surelerini okudu. Daktilo sihirli olamayacağına göre acaba metafizik varlıklar mı yazıyordu bu hikâyeyi? On iki yıldır bu evde oturuyordu ve hiç cin, peri olayı duymamıştı. Belki de bu yaşadıkları gerçek değildi, oruçlu olmanın, ramazan ayında bulunmanın değişik halleriydi. Kötü düşünmemeliydi. Belki de son yıllardaki iyiliğinden, iyimserliğinden ötürü Allah ona yardım etmesi için iyi varlıkları gönderiyordu. Yakında belki de evliya mertebesine ulaşacaktı. Gerçi oruç dışında bir ibadeti yoktu ama kalbi temizdi. 

Bunları düşünürken hikâyeyi cebine aldı, daktiloya yeni bir kağıt taktı ve turşu satmak için yine dışarıya çıktı. Bir süre gezecek, akşama doğru turşu satacak ve iftara yakın eve gelecekti. Bugün ikinci hikâye keyfini yerine getirmişti. Evden çıkmadan Salatalık Turşusu’nun önüne yem koymayı ihmal etmedi. Yaşının küçük olduğunu hatırladı kuşunun. Oruç tutmasa da olurdu. 

Okuyacağı yeni hikâyenin hevesi ile dolaştı gün boyu, satış yaptı ve malzemelerini erkenden bitirdiği için çabucak eve döndü. Artık evde ilk baktığı yer daktilo idi. Daktiloya hevesle koştu fakat yazılmış bir şeyler yoktu. Kâğıt, sabah taktığı gibi bomboştu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Belki de önceki hikayeler de yazılmamıştı. Belki önceki kağıtlar da boştu ve o dolu görüyordu. Belki yavaş yavaş hastalanıyordu, dengesini kaybediyordu.

Bir süre daktiloya bakası gelmedi. İftar hazırlıklarına başladı. Uzun bir hazırlık değildi bu. Bir bardak su, birkaç hurma, ramazan pidesi ve salatalık turşusu. Tam turşuyu masaya koyarken kuşu geldi aklına. Salatalık Turşusu’na baktı, yerindeydi. Önündeki yemi yememişti. Hâlâ uyuyordu. Hiç bu kadar uzun süre uyuduğuna şahit olmamıştı bu kuşun. Kafesin yanına gitti. Kuş hareket ediyordu ama uykudan başka bir haldi içinde olduğu. Elini uzattı, kafesten Salatalık Turşusu’nu dışarı çıkardı. Kanatlarını oynatamıyor, gözlerini açamıyor, sadece ayaklarını titretebiliyordu kuş. Acaba kaç gündür daktiloyu kullanan kim ise Salatalık Turşusu’nu bu hale getiren de o muydu? Durup dururken bu kuş neden bu hale gelmişti? Çok sinirliydi. Daktiloya baktı yeniden, boş kâğıdı çıkardı. Her şey, bu daktilo ile başlamıştı, bir an önce ondan kurtulmalıydı. 


    (Devam edecek.)



9 Mart 2024 Cumartesi

YAĞMUR

 Emir Baran İpek, Zehra Yıldırım

    Otobüs gecenin karanlığında yavaş yavaş ilerliyordu. Arada bir karşı yoldan gelen araçların ışığı otobüsün içini kısa süreliğine aydınlatıyor sonra yeniden otobüs karanlığa bürünüyordu. Gözlerini açtı, ön koltuklar boş görünüyordu. Yan koltuk da boştu. Geriye döndü ve baktı. Arka koltuklar da boştu. Kocaman otobüste tek başına kalmıştı. Yolculuğun nereye olduğunu bilmiyordu. Susamıştı, acıkmıştı da ama dinlenmiş gibiydi. Ayaklarının şiştiğini ve ayakkabının dar geldiğini hissetti. Su istemek için muavini aradı gözleri fakat ortalıkta o da görünmüyordu. Otobüs iyice yavaşlamış ve ana yol üzerinden ayrılmıştı. Mola verileceğini düşündü. Bir mola iyi gelirdi gecenin bu saatinde. Hava almaya da ihtiyacı vardı. Otobüs nihayet durdu ve kapılar açıldı.
    Kendini dışarıya hızla attı ve bir şeyler yemek için tesisin içine daldı ancak kimseler yoktu içerde. Sağda solda başka araç da yoktu. Masalar, sandalyeler boştu. Her yerin ışığı yanıyordu. İçeriye girerken gördüğü çeşme geldi aklına. Dışarıya tekrar çıktı ve çeşmeden su içmek istedi. Musluğu çevirdiğinde gıcırtıya benzeyen bir ses duydu. Musluktan önce bir hava sesi geldi ancak su gelmedi. İn cin top oynuyor dedikleri yerler buna benzer yerlerdi galiba. Aklı bir türlü almıyordu burada yaşadıklarını. İnsanlardan umudunu kesmişti ama en azından bir kedi, köpek, ağaç dallarında tünemiş bir kuş bile yok gibiydi. Zaman durmuş gibiydi ya da siyah beyaz bir resmin içine düşmüş gibiydi. Kendisinden başka her şey hareketsizdi. Başını göğe kaldırdı. Yıldızları, ayı aradı. Görünmüyordu hiçbiri. Simsiyah bulutlar vardı hareket etmeyen. Otobüse dönmekten başka çaresi kalmamıştı. Otobüse doğru yöneldiğinde otobüsün yerinde olmadığını fark etti. Bir rüya mıydı bu? Belki de şu anda evinde yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Bunun bir rüya olup olmadığını anlamak için kendi yüzüne bir tokat attı. Acısını derinden hissedince rüyada olmadığını anladı. Peki, bu otobüse ne zaman binmişti, nereye gidiyordu? Üzerindeki giysilere baktı, bir başkasının giysileri gibi emanet duruyordu üzerinde üstelik hayli büyüktü de. Yürümekten başka çaresi kalmamıştı. İlerde şehrin ışıkları görünüyordu. Yolda bir araç görür şehre kadar götürür, düşüncesiyle yeniden anayola çıktı. Anayola adım atar atmaz yüzüne düşen yağmur damlası ile irkildi. İşin sonunda ıslanmak da vardı fakat ıslanmayı, yağmurda yürümeyi, yağmurda şarkı söylemeyi severdi. Işıklara doğru yöneldi, ellerini ceplerine koydu, yakasını kaldırdı ve yürümeye başladı. Attığı her adımda yağmur biraz daha hızlanıyordu. Arada geriye dönüp bakıyor ancak gelip geçen bir araç görmüyordu. Son kez geriye dönüp baktığında olduğu yerde kaldı. Az önce ayrıldığı yer ortadan kaybolmuştu.
    Geceydi, karanlıktı, kimsecikler yoktu, yağmur yağıyordu ve önünde uzun sayılabilecek bir yol vardı. Yürümeye devam etti. Zihninde bir şarkı aradı karanlığa ve yağmura söyleyeceği. Hatırlayamadı. Oysa ne çok şarkı bilirdi, türkü bilirdi. Hatırlayamadı.
    Kaç dakika olmuştu yürümeye başlayalı, yoksa kaç saat mi? Belki de günlerdir yürüyordu. Siyah bulutlar tepesinden ayrılmıyordu. Rüzgar yoktu, ses yoktu. Sanki yola düşen yağmur damlaları tam asfalta değecekken ortadan kayboluyor ya da yavaşlıyordu çünkü yağmurun da sesi yoktu. Bu sessizlik onu çıldırtacak gibiydi. Bir şarkı bulmalıydı söylemek için geceye, yağmura, yola…
    Şehre bir türlü ulaşamıyordu. Ayaklarının altındaki yol bir yürüme bandı gibi hep aynı yerde tutuyordu onu. Daha fazla dayanamayıp koşmaya başladı. Koştukça yağmur hızlandı, hızlandı, hızlandı. Şehir bir türlü yaklaşmadı. Hiçbir araç geçmedi yanından. Bulutlar yerinden oynamadı.
    Kan ter içinde kalmıştı. Adımları artık kendini taşıyamıyordu. Önce durdu, sonra oturdu yola, sonra sırt üstü uzandı. Göğe baktı. Yağmur damlaları üzerine üzerine düşüyordu. O sırada yağmurun ritminden bir şarkı gelmeye başladı zihnine. Sözlerini hatırlamaya başladı bu şarkının. Gözlerini kapattı ve şarkıyı mırıldanmaya başladı.
    Gözlerini açtı. Otobüs gecenin karanlığında yavaş yavaş ilerliyordu. Arada bir karşı yoldan gelen araçların ışığı otobüsün içini kısa süreliğine aydınlatıyor sonra yeniden otobüs karanlığa bürünüyordu.

24 Şubat 2024 Cumartesi

Z

     

 

Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek, 

Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman

     Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Mesela Zehra vardı sınıfında ve Zeynep. Onları düşünmüyordu, z harfiydi düşündüğü yalnızca. z, s’ye biraz benziyordu ama “z”nin sesi başkaydı. Zil, zebra, zarf, zakkum, zıkkım, zenci, zalim, zarar, zencefil, zerdeçal… Bunlar birer birer geçti kafasından. Zencefil ve zerdeçal biraz sevimli geliyordu kulağa fakat “z” harfi ona telefon titreşimini hatırlatan bir his veriyordu.
    Kaç zamandır z harfini düşünüyordu. Geriye kalan 28 harf umurunda değildi. Bir vakitler “ş” harfini de düşünmüştü ama bu kadar değil. “ş” harfinde bir ışıltı vardı. Su sesi var gibiydi harfte oysa “Sus” anlamında kullanılıyordu kol kola girmiş “ş” harfleri.  Oysa “z”-yine düşünmeye başlamıştı işte- arı kanatlarını hatırlatıyordu, sivrisinekleri hatırlatıyordu.
Bir sonraki harfe geçmek istese bile geçemiyordu. Başa dönmek için çok geçti.
Unutmalıydı bu harfi, bir süreliğine ancak yaşadığı yerde çoğu zaman “s” yerine de “z” kullanılıyordu. Mesela “sahur” yerine insanlar “zöhür” diyordu. Tam o anda yine bir yara kanamaya başlıyor, “z” harfi kendisini hatırlatıyordu.
    Daha da kötüsü şuydu: Sabah, yerine “zabah” hatta çoğu zaman “zabbah” diyorlardı ve yine bir “z”ye yakalanıyordu.
    Zırıltılı bu harfi unutmalıydı. Zoruna gidiyordu böyle yaşamak. Zamanı bir şekilde geçirmeliydi. Zannediyordu ki bu harften kurtulsa rahatlayacak. Zindana atılmıştı sanki ve parmaklıklar z şeklinde demirlerle yapılmıştı. Zincirlerle bağlanmıştı ayakları ve zincirler z harfine benziyordu. Zalimdi bu harf. Zihninden atamıyordu bu harfi. Zorlandıkça başka harfleri çağırıyordu imdada ama hepsi tatile gitmiş gibiydi. Zemheride gibi üşüyordu. Zehirliydi bu harf, usul usul yayılıyordu damarlarında. Zeki biriydi ama bu işin içinden çıkamamıştı. Zaten yorulmuştu düşünmekten. Zıplayıp yatağına uzandı. Zeki Müren dinliyordu yandaki komşu ve sesi onun odasına kadar geliyordu. Zırvalamaya başladığını düşünüyordu. Zengin biri olsaydı apartmanda yaşamaz, bu gürültülere katlanmazdı. Zavallı ben, dedi uykuya dalarken. Zırha sarılır gibi yorganına sarıldı. Zümrüt vadilerde dolaştı rüyalarında. Zürafaları kovalıyordu durmadan. Zurna çalan karıncayiyenler koşuşuyordu etrafında. Zarlar elinde tavla oynamaya gidiyordu.
    -Zübeyde, diye seslendi annesi. Sabah oldu kızım, uyan artık.
İsminin ilk harfinin “z” olduğunu hatırladı birden.

AYNA

 

 

Emir Subaşı, Yusuf Çağrı Ekici, Emir Baran İpek, 

Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı, Zeynep Karaman

    Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Ne zaman dünyaya gözlerini açmıştı bilmiyordu. Önceleri yalnızca kendisi için resim çiziyordu, sonraları insanlar gelerek ondan resim istemeye başlamışlardı. Gördüğü yüzlerden esinlenerek resim çiziyor, insanlar bu resimler için ona üzerinde küçük resimler ve sayılar olan kâğıtlar veriyorlardı. O ise verilen bu kâğıtların ne işe yarayacağını bilmiyordu çünkü üstünde zaten küçük resimler vardı insanların uzattığı kâğıtlarda. Bir süre sonra bu kâğıtların üzerindeki resimlerin aynı olduğunu fark etti. Bu kâğıtlara “para” diyorlardı. Ne işe yaradığını bir türlü anlamamıştı ama onun çizdiği tek resim için tomar tomar getirip bırakıyorlardı.
    Bir zaman sonra kapısının önünde kuyruklar oluşmaya başlamıştı. İnsanlar sıraya giriyordu ona resim siparişi vermek için. Anlamıyordu insanları. Neden kendileri çizmiyorlar da ona geliyorlardı. Yine de kırmıyordu insanları zaten başka işi yoktu. Zaten yapmayı bildiği başka bir şey de yoktu. Dışarıya çıkmak, kırlarda dolaşmak, şarkı söylemek ve hatta konuşmak ona göre değildi. Ona anlamsız geliyordu insanların hayatı.
    Bir sabah uyandığında etrafında gürültülü bir kalabalıkla karşılaştı. İnsanlar ellerinde boş tuvallerle yanına gelmişler, önünde bağırıp çağırıyorlardı.
    -Bana çizdiğin resim nerede? Ben bu resmi senden almak için bir ay burada bekledim. Bir tomar para verdim. Ama şimdi resim yok.
    Bir başkası tuvali fırlatarak bağırıyordu:
    -Bu nasıl bir dolandırıcılık. Hayatımda böylesi başıma gelmedi. Al boş tuvalini başına çal!
İnsanlarla konuşmadığı için onlara günler boyu getirdikleri parayı işaret etti. İnsanlar hırsla ve söylenerek paraların yığılı olduğu yere yöneldi. Kimi verdiğinden daha fazla para kimi de daha azını alarak evlerinin yolunu tuttular.
    Artık resim çizdirmeye gelen yoktu. Yine de çiziyordu. Mutluydu. Çizdiği resimlerin başkaları tarafından götürülmemesi de hoşuna gitmeye başlamıştı. Günleri saymıyordu, sayamıyordu ama kırk gün geçmişti yaşanan son arbededen sonra. Kırk resim çizmişti saymasa da. İnsanlar, etrafında bulunan küçük resimlerle kaplı sıkıcı kağıtları da götürmüşlerdi ya… Bunun için de mutluydu. Birbirine benzemeyen kırk resim vardı artık yanında, yöresinde.
    Kırk birinci gün yine bir gürültüyle uyandı. Yine aynı insanlar gelmişti yanına. Yine bağırıyorlardı:
    -Yeni nesil dolandırıcılık böyle mi?
    -Sen nasıl sahtekârsın?
    Kendi aralarında konuşuyor, ellerindeki boş kâğıtları göstererek:
    -Para diye eve götürdüğümüz şeyler meğer boş kâğıtmış, diye söyleniyorlardı.
İlk kez insanlarla konuşamadığı için biraz üzüldü. Onları anlayamıyordu. Onlara söyleyecek sözü de yoktu. Bir süre sonra nasıl olsa dağılır giderlerdi. Birden sevinmeye başladı çünkü insanlar küçük kâğıtları fırlatarak birer ikişer ayrılıyorlardı oradan.
Ne zamandan beri resim çizdiğini bilmiyordu ama tek işi resim çizmekti. Resim çiziyordu insanların bıraktığı boş kâğıtlara.
    Bir gün birkaç kişi hiç konuşmadan ve gürültü yapmadan geldiler yanına. O an yine birileri resim isteyecek ya da kendisine küçük kâğıtlar fırlatacak diye heyecanlandı fakat hiç ona bakmıyorlardı. Karşısında bir şeyler yaptılar. Tuvale benzeyen kocaman bir nesne vardı ellerinde. Mat, kurşunî bir nesneydi çerçevenin içindeki. Üzerine resim de çizilemezdi bunun. Ne işe yarıyordu acaba? Umursamadı, resim çizmeye devam etti. Gelen kişiler de o, hiç yokmuş gibi getirdikleri nesneyi evirdiler, çevirdiler ve tam karşısına yerleştirdiler. Akşam olmuştu.
Ertesi sabah uyandığında karşısında kimin çizdiğini anlamadığı, çok güzel bir resim gördü. Gözlerini bu resimden alamıyordu. Tıpkı gerçek gibiydi resim. Belki de gerçekti. Bunu kendisi de çizmeliydi. İlk kez bir resme bakarak resim çizmek içinden geliyordu. Resimdeki adam, tıpkı kendisi gibi uykudan yeni uyanmış görünüyordu.
    Çizmeye başladı karşıda gördüğü resmin benzerini fakat karşıdaki resim de onun resmini çiziyor gibiydi. O ilerlettikçe resmi, karşıdaki resim de ilerliyordu. Nihayet çizimini tamamladı. Karşısındaki resmin de çizdiği resim tamamlanmıştı. Sıra boyamaya gelmişti. Kollarından başladı boyamaya. Sol kolu boyamayı bitirdiğinde, sol kolunda bir ağırlık hissetmeye başladı. Sanki tutulmuş, taşlaşmış gibiydi sol kolu. Bu şaşkınlıkla resmin kalan yerlerini boyamaya devam etti. En çok da gözleri boyarken yoruldu çünkü artık gözlerini kırpamıyordu. Nihayet kalan sağ kolunu da boyayıp son fırça darbesini indirdiğinde elinden fırça düştü. Fırçayı almaya çalıştı ancak hareket edemiyordu. Çaresizce karşıya baktı. Karşıdaki resim de bitmişti. Bir ses duydu bu esnada:
    -Aylar süren çalışmam sonunda bitti. Da Vinci görse bu resmi, kesin bir daha eline fırça almazdı.
Gözünü bile kımıldatamıyordu. Karşıya baktı uzun uzun. Karşıdaki resim, kendisiydi. Karşısına konulan şeyin bir ayna olduğunu anladı. Aynanın hemen önünde duran sırtı kendisine dönük kişinin elindeki fırça dikkatini çekti. Bu fırça, az önce kendisinin sağ elinden düşmüştü.




17 Şubat 2024 Cumartesi

YORUCU BİR CUMARTESİ

     

    Emir Baran İpek, Zehra Yıldırım, Meryem Katırcı

    Yorucu bir cumartesi gününün akşamıydı. Üç arkadaş oturmuş bir hikâyenin başında bekliyordu sessizce. Hikâye bir türlü kendisini açmıyordu. Kelimeler tam yazacakken kaçıp pencereden uçarak gidiyordu. O esnada akşam nasibini toplamak isteyen bir karga pencereden kaçan kelimeleri tutuyor ve yiyordu. Belki o da bir hikâyenin peşindeydi ya da istemeden içine girmişti. Meyrem bu hikâyenin saçma bir biçimde ilerlediğini yüksek sesle söylemekten çekinmedi ancak pencerenin kenarındaki karga hikâyeden ümitliydi. Rime usul usul hikâyeye ısınıyordu. Zaten ortama geç gelen Arhez ise keyif almaya başlamıştı. Ekipten biri yoktu. Penyez zaten turist gibi arada bir uğrardı buraya. Oysa yazarken keyif aldığını söylüyordu. Şimdi ardından konuşmak gibi olmasın belki de cidden önemli bir mazereti vardır. Belki “Kahraman Geri Döndü 2”yi yazıyordur. Belki uçan kapıların peşindedir. Bu konuyu geçelim.
    Yorucu bir cumartesi gününün akşamıydı. Zaten hangi gün yorucu değildi ki? Pazar günleri bile onun için eziyetti. Haftanın beş günü derslerle, ödevlerle boğuşmak yetmiyor gibi hafta sonları da dersler tarafından işgal edilmişti. Ne zaman yaşayacaktı çocukluğunu? Aklında hiçbir soru olmadan, saate bakmadan, bir sonraki günü düşünmeden doyasıya koşup, eğleneceği bir gün yaşayacak mıydı dünyada? Günde 25 saat ders çalışıyor, haftada 8 gün test çözüyordu. Yetiyor muydu? Yetmiyordu. Onun özlemini çektiği hayatı yaşayan arkadaşları vardı aslında. Eğitimi çok önemsemeyen, okula yalnızca devlet memuru gibi gidip gelen, ödevlerini yapmadığı zaman hiç azap duymayan kişilerdi bunlar. Onlar için hafta dokuz günlük oyun ve eğlenceden ibaretti. Bu dokuz gün meselesi de can sıkıcıydı. Galiba onların hayatı esas alınarak ara tatiller dokuz güne denk geliyordu.
    Bu düşüncelerden sıyrılıp yine ders çalışmaya başlaması gerekliydi. Kafasında bu konuları düşünürken bir yandan yemek yemişti. Odasına geçti. Masanın kenarında, duvarların dibinde, pencerenin önünde yığılı test kitapları vardı ve bunların hepsi, her satırı okunmuş, çözülmüştü. Önünde yeni bir kitap vardı. Gece boyunca bu kitapla uğraşmak zorundaydı. Pazartesi yapılacak sınavdan en iyi notu alması için bu kitabı bitirmesi şarttı. Masasına geçti, kronometreyi açmadan önce kalemlerini açtı ve birer mermi gibi yan yana dizdi. Hemen kenarına silgilerini dizdi. Karşısında bir şişe su vardı. Şişenin kapağını da gevşetti. Bununla uğraşamazdı. Kronometreyi açıp derin bir nefes aldı ve kitabın kapağını araladı. Bir yarış atı nasıl nefes nefese koşarsa soruları adeta öyle çözüyordu. Sorular onun için imha edilmesi gereken düşman, aşılması gereken engel gibiydi. Kalemlerinin ucu köreldikçe kitaptan başını kaldırmadan eliyle uzanıp diğerini alıyordu. Aralıksız altı saat masanın başında kalmıştı. Uykusu gelmişti. İlk kez su isteği oluştu. Kitaptan başını kaldırdı ve suyunu içti. Tekrar kitaba baktığında sayfaları bomboş gördü. Gözlerini ovuşturdu, kitabın ilk sayfalarına döndü, son sayfasına baktı. Kitap sanki bir deftere dönüşmüştü. Kapağında bile yazılar silinmişti. Çok morali bozulmuştu bu durum karşısında. Hemen yandaki kitaplara uzandı. Onları daha önceki günlerde çözmüştü. Bu kitapların da sayfalarının boş olduğunu gördü. Çıldırmamak elde değildi. Ne oluyordu durup dururken? Masasından kalktı. Duvar dibinde, pencere önünde yığılı kitaplara baktı. Hepsinin sayfaları tertemizdi. Hepsi deftere dönüşmüştü. Gözlerini sildi, pencereden dışarıya baktı. Geceydi. Ağlamamak, bağırmamak için kendisini zor tutuyordu. Tekrar masaya oturdu. Kitabını eline aldı. Kitabı boş bir defterdi ve kaldırıp fırlattı, ardından çığlık attı. Ağlamaya başladı. Masadaki tüm kitapları hırsla savurdu. Ellerinin ve kollarının ıslaklığını hissetti. Gözyaşlarından ıslandığını düşündü her yerin. Gözlerini sildi. Baktı, kitap eski haline dönmüş, masa hayli dağılmış, şişe devrilmişti. Kronometreye baktı çalışmaya başlayalı yedi saat geride kalmıştı. Kitabın da son sayfasındaydı. Bütün gördüklerinin kabus olduğunu düşündü. Son sayfayı çözmeyecekti. Masadan kalktı. Daha önce bitirdiği kitapların tümünü odasından dışarı çıkardı. Son sayfası kalan kitabı da ıslak haliyle onların üzerine koydu. Uyumak için yatağına uzandı.
     Yorucu bir cumartesi gününün akşamıydı. Üç arkadaş oturmuş bir hikâyenin başında bekliyordu sessizce. Hikâye birden kapılarını açmıştı. Üç arkadaş geride kalan kelimelere baktılar. Bunlar kargaların yakalayamadığı, pencereden kaçamayan kelimelerle oluşan cümlelerdi. Pencereyi açtılar, yazdıkları hikâyeyi pencereden uçurdular.

26 Aralık 2023 Salı

DURAK

 
Emir Baran İpek


İlham durağı şairleri için
Yazıyorum ne yazdığımı bilmeden
Size soruyorum
Ne yazıyorum
Yazıyorum ilk kez ilhamı beklemeden
Gelmedin, hani gelecektin üçte
Yazıyorum iki ihtimalle
Ya çok dolu
Ya da gereksiz
Keşke yazsam öyle
Elimle değil
Eksiksiz de
İster sev ister sevme
Gıcık biri ilham
Yıllarca beklenip
Gelmeyen Aysuda gibi
Yine yine yine
İş işten geçti bir de
Artık olan oldu bize
Gelsen de bir gelmesen de

Sanki bir kapılı han
Gidiyor gündüz gece
Ama duvara gelince
Ferhat’a kavuşamayan şirin gibi
Sanki çok şey istedik
Bir gel diye
Her şey seninle güzel
Olmayacak şiirler için yazmak gibi
İlham sensizlik de bir ilhammış
Bugün fark ettim
Keşke o durakta 
O kadar beklemeseydim

BOMBOŞ ŞİİR

 Emir Baran İpek

Boşlukla dolu bir kutu
Hiçlik içinden taşıyor
Doldukça boşalan bir kutu
Bakınca dibi görünüyor
 
Denizler su dolu ama bomboş
Kalbim gibi
Ateş dolu yüreğimde
Olmayan su gibi
 
Çatlaklarla dolu ciğerim
Ve eksik hava
Dünya dolu acıyla
Ama bomboş belki

19 Aralık 2023 Salı

SİNEK YARASI

 
Emir Baran İpek

Uçuyor hep havada
Pek iş yapmaz aslında
Sakın böyle sanma
Dört duvar arasında
Onun yarasında
 
Düşündüğümüz kurtulmak
Öldürüp atmak
Ama hiç onun çırpınışlarını
Anlamamak
 
Tüm gün uç da uç
Kalbindeki karanlıkta
Alacağınsa bu dünyada
Bir bilet ailenin yanına
 
Yalnız bir kuyuda
Tek başına
Çıkmanın tek yolu
Ölüm olduğunda

OKULDAN GELEMEYEN


Emir Baran İpek

Okula gitmeden bir çocuk
Kardeşinin yanağına
Kondurdu bir öpücük
Geleceğim yakında

Saat geç olmaya başladı
Aileyi telaş sardı
Yavaş yavaş 
Tedirginlik çoğaldı 

Tam o sırada kardeşi 
Yüzünde merakla 
Anne dedi, ağabeyim gelecek mi yakında
Annesi diyemedi
Ağabeyin yolda yakalanmış 
Düşman sularına

Sadece dedi ki
Ağabeyin gelecek yakında
Ya akşama
Ya sabaha

Çocuk gitti coşkuyla
Gelse de oynasam onunla
Ama durdu bir anda
Anne ağabeyim gelince de ona
Versin bir öpücük
Yatağımda yanağıma

13 Aralık 2023 Çarşamba

ACI

 Emir Baran İpek

Küçük renkli kâğıt
Ve onun için ölenler
Uzaklara gidip geri gelmeyenler
Herkes onun için yaşıyor
Ona sahip olan taçsız bir krala dönüşüyor
Sonuçta o da bir kâğıt
Biraz abartılıyor bence 

Onun için hayatı zindan edenler
Çocuklara tebessüm edemeyenler
Daima çok
Hep daha çok isteyenler
Buna gerek var mı sizce

Parayı veren düdüğü çalarmış
Masallar fıkralar bile onunla boyanmış
O her kapıyı açarmış
Tek şey ömrü paranın insandan alacağı 
Paranın insana vereceği tek şey 
Hırslarla bezenmiş acı

5 Aralık 2023 Salı

HİÇBİR ŞEY

Emir Baran İpek

Hiç olmadığım kadar iyiyim
Çünkü hiç
        İyi olmadım

Hiç olmadığım kadar rahatım
Çünkü hiç
        Rahatı tatmadım

Var, demek hiç olmadı
Hiçlik hep çoğaldı
        Düzen
Parça parça ayrıldı
        Hiçliğin
            Ortasında 

Olmak hem de olmamaktır
İşte her mesele bu
Bundan çıkaracağın şu
        Hiç
            Bir 
                Şey 





28 Kasım 2023 Salı

SRET

Emir Baran İpek

Dünya döner sret
İyi kazanmaz pek
Keşke olsa hayat
Masallarda hep

Mesut yalan hüzün gerçek
Üzerimize gelecek
En sonu hiç bitmeyecek
Dünya döner sret

Kaldık bir arada
Her şeyin ortasında
Sanki hepsi kafamda
Dünya döner sret

Her şeyi durdurmak için
Zihnini boşaltmalı
Gelen şeyleri
Savuşturmalı

Bitmiyor bu döngü
İyi aslında kötü
Unutmayın bu sözü
Dünya döner sret

23 Kasım 2023 Perşembe

MOLİSANA


Emir Baran İpek
Büyük büyük zorluklarla
Bir eski zaman ressamının çizdiği tablo
Yüzünde olan hüzünlü bir mutlulukla
Sen hangi dünyadan geldin Molisana

Bakanlar sana hep iki kişi görür
Sen hangisisin Molisana
Bir kez de kendini
Kendin anlatsana

Görenler dünyalar güzeli diyorlar
Aslında biraz abartıyorlar
Sonuçta yalnızca bir resimsin
Bunu galiba bilmiyorlar

7 Kasım 2023 Salı

MIYORUM

Emir Baran İpek

Bilmek istiyorum bilemiyorum
Bulmak istiyorum bulamıyorum
Sorsam da cevabı göremiyorum
Yok mu bunu çözecek bir Holmes

Herkes soruyor da soruyor
Beni bir makine mi sanıyor
Benim merakım coşuyor
Yaşıyor muyum bilemiyorum

Bunu bilen var mı çözemiyorum
Bu bir şiir mi anlayamıyorum
Bu ironiden çıkamıyorum
Bir tek bu kaosu biliyorum

31 Ekim 2023 Salı

KARA TAHTA

Emir Baran İpek
Gelip oturuyoruz her gün sıralara
Kimin nasıl bir hayatı var bilmeden
Bir önceki akşam neler yaşandı
Mutlu mu üzgün bir an mıydı

Kimselere söylemeden
Konular gelip geçiyor
Ödevler hiç bitmiyor
Peş peşe sınavlar
Ama kimse ne yaşadığımızı sormuyor

Hepimizin içinde başka dünyalar
Hepimizin evinde başka âlem var

Sıralarda otururken aynıyız
Ama aslında farklı hayatlarımız
Ve eşit değiliz bakarken kara tahtaya

24 Ekim 2023 Salı

KAYIPLAR

 
Emir Baran İpek
 
Ne çok şey kaybediyoruz
Daha hayatın başında
Mesela akvaryumda balıklar
Bir varlar
Bir yoklar
 
Kafesini ve evimizi şenlendiren
Tatlı muhabbet kuşum
Bir gecede yok oldu
Şimdi onsuz bomboşum
 
Mesela bir de kedim vardı
Çok fazla miyavlamazdı
Kendisi de hayatın daha başındaydı
Keşke biraz daha bizimle kalsaydı
Onu da kaybettik şimdi
Kalmadı hiçbir izi
 
Bir de daha daha büyük kayıplar var
Kayıplar hep olacak
Sonsuza kadar