30 Kasım 2023 Perşembe

BÜYÜMEK

Metehan Ersoy

Büyüyor parklarda ağaçlar
Saksıda çiçek
Kafeste kuş
Büyüyor kuraklık

Büyüyor karanlık, yalnızlık
Hastalıklar da büyüyor
Yakılan küçücük ateşler
Büyüyor
Küçücük ormanlar büyüyor

Ben de büyüyorum
Büyüyen her şeyle 

HEDEF

    Yeni yıl yaklaşmıştı. Sokaklar, caddeler rengarenk ışıklarla süslenmiş insanları tatlı bir telaş almıştı. Çünkü yeni yılın kutlanacağı ilk ülkede yaşıyorlardı. 
    Yeni bir yaşa gireceği için mutluydu çünkü 1 Ocak aynı zamanda doğum günüydü. Doğum günü kutlamasının yılbaşı kutlamaları ile aynı anda olması ona bu günü daha da anlamlı hale getiriyordu. Kendisine gelecek hediyeleri günler öncesinden merak etmeye başlamıştı bile. Yaklaşan tatil nedeniyle sınavlar peş peşe yapılıyordu. Aldığı notlardan sıkılır olmuştu. Kendisini tek mutlu eden şey tatil hevesi ve yılbaşı kutlamalarını düşünmekti. Bu düşüncelerle metroya doğru yürümüştü ve nihayet durağa gelmişti. Durak her zamanki gibi kalabalıktı ve kimse kimsenin farkında değildi. İnsanların hemen hepsinin elinde kitapları vardı ve kimileri ayakta kimileri oturur vaziyette kitaplarına dalmışlardı. Ne okuyorlardı? Okumayı onlar için bu denli gerekli kılan şey neydi? Okumak bir uyuşma biçimi miydi yoksa düşünceyi geliştirme yöntemi mi? O, kitap okumazdı, kitap okuyan insanları okurdu. Yüzlerine bakar, onların hikâyesini düşünür, yaşlarına göre tahminlerde bulunurdu. Mesela şu az ilerde elindeki kalın kitaba gömülmüş yaşlı kadın, ihtimal tek başına yaşıyordu. Evinde muhakkak kendisi gibi yaşlı bir kedisi vardı. Bu düşünceden sonra kadının ellerine baktı. Tahmini doğruydu, ellerinin üzerinde küçük çizikler vardı. Önce uğultusu ve rüzgarı ardından metronun kendisi geldi. Zaten dolu olan metroda kendisine yer bulmakta biraz zorlandı ama kendisini içeri atmayı başarmış hatta oturacak yer de bulmuştu. Yerine oturduktan sonra etrafına bakındı ve telefonuna gömüldü. Yaşlı kadınlar, erkekler ayakta yolculuk yapıyor olmaktan şikâyetçi değillerdi. Birkaç dakika sonra karşısında oturan adamdan tuhaf bir kokunun kendisine doğru yayıldığını hissetti. Adama dikkatle birkaç saniye bakınca göz göze geldiler. Garipti… Adam da kendisine garip bakıyordu. Bu bakışı bir yerlerden tanıyordu. Yolculuk boyunca bir daha bakamadığı bu yüzü nereden hatırladığını düşünerek evine ulaştı. Biraz dinlendikten sonra resim çizmeye karar verdi ve metrodaki adamın yüzü aklına geldi. Bilinçsizce kağıt üzerinde kalem hareket ediyor, anlamsız desenler çiziyordu. En sevdiği anime karakteri Douma’yı çizmekte karar kıldı. Resim son haline yaklaştığında metrodaki adamı nereden hatırladığını bulmuştu. Kalemi masaya bıraktı. Çizdiği Douma’nın resmine baktı. Evet, metrodaki adamın bakışları Douma’nın bakışlarıydı.  
    Ertesi gün okuluna gittiğinde bahçe kenarında dün metroda gördüğü adamı yine gördü. Adam boş boş bir tarafa bakıyordu. Merakla adamın baktığı yöne baktı o da. İlerde şapkasından yüzü görünmeyen bir adam vardı. Yüzünü merak ettiği kişi Kibutsuji Muzan’dı. 

29 Kasım 2023 Çarşamba

AĞIR YÜK

    Semih Karataş

    Akşam karanlığı şehre çökmüştü. Sırtında ağır çantası ile şehrin kenarına doğru ilerliyordu. Bir süre kalabalıkların, gözlerini kamaştıran araç ışıklarının arasından tedirginlikle yürüdü. Sırtında taşıdığı çantayı arada eliyle yokluyordu. Çok zordu bu çantayı taşımak hem ruhuna hem bedenine. Bir süre sonra yollar tenhalaştı. Araçlar azaldı. Akşam karanlığı iyice koyulaştı. Sokak lambaları bile önceki semtlerdeki kadar canlı yanmıyordu. 
    Biraz önce ruhunu daraltan egzoz kokularının ve dumanlarının yerini bu kez odun ve kömür kokusu, yakılmış lastik kokuları almıştı. Şehrin merkezinden iyice uzaklaştığını fark ettiğinde arada bir geriye dönerek bakıyor, ardından gelen biri olup olmadığından emin olmak istiyordu. 
    Nihayet evler seyrekleşti. Derme çatma, boyaları solmuş ya da badanalı, pencereleri ahşap çerçeveli bahçeli evler arasında yürüyordu. On dakika kadar yürüdükten sonra gözüne ilerde bir ev kestirdi. Yükünü artık taşıyamayacak kadar yorulmuş, hava soğuk olmasına rağmen terlemişti de. 
    Arada bir köpek sesi duyuyor ya da yanından geçen bir kedinin sessiz adımlarıyla irkiliyordu. Gözüne kestirdiği eve doğru ilerledi. Tek ışık yanıyordu bu evde ve oldukça cılız bir ışıktı bu. Sağında solunda başka bir ev yoktu. Bahçesi de yoktu. Eve birkaç eskimiş basamakla çıkılıyordu. Evin önünde küçük bir sundurma vardı ama onun da sacları perişan halde görünüyordu. İyice yaklaştı, birkaç eski ayakkabı, bir çift terlik ve çocuk ayakkabıları vardı kapıda. İçeriyi düşündü, içerde yaşayanları. Kaç çocuk vardı içerde… Evin babası acaba çalışıyor muydu, yoksa hasta mıydı? Evde hasta olan birileri vardır belki diye düşündü. Sefalet evin içinden dışına doğru sızıyor adeta kendisini kuşatıyordu. Akşam yemeği yemişler miydi? Sobaları var mıydı ve yanıyor muydu? Kafasında sorular uçuşurken bir yandan da kimseye görünmemeye dikkat ediyordu. Evin kapısı önüne geldiğinde bir gölge gibi hareket etmek zorundaydı. Çantasını sırtından indirdi. Elini dibine kadar daldırdı ve tomar tomar para çıkardı. Paraları koyacak bir yer bulması gerekiyordu. Pencere önüne koyamazdı. Kapı önüne bırakmazdı. Ya başkaları görür ya da rüzgar uçurabilirdi. O sırada kapının solunda eski peynir tenekesine benzeyen bir kutu gördü. Paraları içine koymayı düşündü ama ya üzerine çöp atılır ve paranın hiç farkına varılmazsa, diye düşündü. En iyisi tenekenin altına koymaktı paraları. Teneke ses çıkarabilirdi, dikkat etmeliydi. Tenekeyi kaldırdı ve altına özenle paraları dizdi. Tenekeyi yeniden üzerine koyarken küçük bir tıkırtı olmuştu. Görünmemesi, kendisini fark ettirmemesi gerekiyordu. Olanca hızıyla boş çantayı yeniden sırtına aldı ve ardına bakmadan bir süre koştu. Görünmeyecek karanlık bir mekan bulunca kendisine geriye döndü ve eve baktı. Evin dış kapı lambası yine cılız bir biçimde yanıyordu. Ayakları yalınayak bir çocuk tenekeyi kaldırıyordu. Heyecanlandı uzaktan. Çocuk bir süre tenekenin altındaki paralara baktı ve içeriye doğru çığlık çığlığa bağırdı:
    -Anne, baba! Koşun, para buldum burada… Çok para!
    Yeniden şehrin merkezine doğru yöneldi, varoşlara sırtını döndü. Uzaktan araç lambaları parlamaya başlamıştı. İçinde ve sırtında hafifleyen şeyleri düşünüyordu. Adımları yavaştı. 


ÜÇ KARDEŞ

Aydın Çınar Yıldırım

Buzların bacalardan sarktığı tükürsen yere düşmeyecek soğuk bir kış günüydü. Üç erkek çocuğu olan bir ailenin sonuncusuydu. 1940 yılında iki ağabeyini cepheye gönderen Marek o yıllarda yaşı küçük olduğu için askere alınmamıştı ama artık onun yaşı da asker olmak için uygundu. İki senedir ağabeylerinden hiçbir haber alamamıştı ve şimdi sıra kendisine gelmişti. Ağabeyleri acaba hangi cephede, kimlerle savaşıyordu? Yaşıyorlar mıydı? Bir yıl öncesinde kısa bir mektup almıştı. Mektup şöyleydi:

Sevgili Marek,

Buraya geldiğimiz günden beri çoğunlukla aç ve uykusuz günler, geceler geçiriyoruz. Şimdiye kadar yaşamadığım soğukları burada yaşıyoruz ve üşüyoruz. Sen evin, ülkenin kıymetini bil. Buraya gelmeni aslında hiç istemem. Ağabeyim Robert’le hiç karşılaşmadık. Haberini de alamadım. Umarım senin haberin vardır nerede olduğundan. Benden ve bizlerden duanı esirgeme.

Ağabeyin Paweł

Marek bu mektubu günlerce yanında taşımış ve ağabeylerini hiç unutamaz hale gelmişti. Onlardan gelecek küçük bir haber, mektup beklemekle geçmişti geride kalan yıllar. Yine bir haber, mektup beklediği sabahlardan birinde postacının kendi evlerine doğru yöneldiğini görünce kalbinin hızlı atmaya başladığını hissetti ve beraber yaşadığı annesinden önce kapıya koştu. Daha postacı çantasındaki mektuplara bakarken elini uzatmıştı bile. Postacı soğuk bir sesle:

-Bay Marek siz misiniz, dedi. Marek tiz ve heyecanlı bir sesle:

-Evet, buyurun benim, dedi. Zarfa uzandı ve heyecanla açmaya başladı. Heyecanını gören postacı:

-Bugün yüzlercesini bıraktım bu zarfın. Galiba askerlik çağın geldi senin de, dedi. 

Marek’in beklediği bir mektup değildi bu. Açtı, okumaya başladı:

Sayın Marek.

Bildiğiniz üzere ülkemiz büyük bir savaş veriyor. Cephede kayıplarımız çok fazla ve onların yerine yenilerini göndermemiz gerekiyor. Tıp öğrencisi olmanız nedeniyle cepheye doktor olarak görevlendirildiniz. 

Marek, hem sevinmiş hem de şaşırmıştı. Annesini kime bırakacaktı. O esnada annesi de yanındaydı ve ağlıyordu. Marek’e eğilerek:

-İki oğlumdan haber yok halen şimdi de üçüncüsünden mi ayrılacağım, dedi. 

Marek’in içini hüzün kapladı ama belki de ağabeylerimi görür, onlardan haber alırım diye içinden geçirdi. Çok fazla zaman yoktu. Valizini topladı ve ertesi sabah günün ilk ışıklarıyla istasyona ulaştı. Kendisini savaş bölgesine götürecek trene bindi. İstasyon kendisiyle aynı yaşta gençlerle doluydu. Kimi ağlıyor, kimi sevgilisiyle vedalaşıyordu. Herkesin duruşunda, bakışında bir gurur vardı. Beş saatlik bir yolculuktan sonra görev yerine ulaştığında ve belgeleri teslim ettiğinde kendisine güzel bir karşılama yapıldığını gördü. Görev yeri olan hastanede eli kolu sarılı yaralılar, bacağını, gözünü kaybetmiş askerler vardı. Önceleri ürktü bu manzaradan ancak tez zamanda hastanenin diğer doktorunun da yardımı ile işine alışmaya başladı. 

Hastane koğuşlarını dolaşırken yüzü tamamen sarılı bir yaralı dikkatini çekmişti. Bakışları hiç yabancı değildi ama konuşacak gücü de yok gibiydi bu askerin. Birkaç gün sonra askerin de kendisine baktığını hissetti ve yanına gitti. Yaralı asker de heyecanlanmıştı kendisine doğru yürüyen Marek’i görünce. Marek yaklaştı, sargıları bir kenara usulca çekti:

Ağabey, sen misin, dedi. Asker şaşkındı. Bir süre yüzüne baktıktan sonra:

-Sen… Marek, sen misin, dedi. Sarıldılar… Hastanede ilk kez böyle bir mutluluk havası esiyordu. Marek, kısa bir sohbetten sonra diğer ağabeyi Paweł’in cephede öldüğünü öğrendi. Hem sevinçliydi hem de üzgün. 

O akşam iki kardeş annelerine uzun bir mektup yazdılar. 


ÇİLE

Meva Vural

Ne yapacağım Allah’ım
Her gün bir yenisi çalıyor kapımı
Her gün bitmeyen bir çile

Hayat bir yanda akarken sessiz bir nehir gibi
Bakamadan başımı kaldırıp göğe
Bakamadan karla kaplı dağlara
Gelip geçiyor günler
Gelmemek üzere bir daha
Yığınla ders, yığınla konu
        Hiç gelmiyor sonu

Yetmiyor yirmi dört saat
    Bir hafta
        Bir ay
            Bir yıl
                    İster ayıl
                            İster bayıl

Bense oturmuş boş bir sayfaya
Şekiller çiziyorum
Desenler çiziyorum
Hepsinin ortasında durup
Ne yapacağım Allah’ım diyorum


HARFLER

 Eymen Akif Şahin

bir sürü harf var dünyada ve geçmişte
kimi unutulmuş 
kimi kullanılan
kimi latin, kimi arap kimi runik
bir sürü yazısı var 
bir sürü harf var dünyada ve geçmişte

hepsi ayrı bir sesi karşılasa da
bazıları başka başka okunsa da
kelimeler aynı
anlamlar aynı

insanlar da harfler gibi
çeşit çeşit
insanlar da harfler gibi
değişik



KÜPELERİM

 Livanur Ekici 


papatyalı yoncalı
iki tane küpem var
ama isterim iki daha olsun
biri lütfen
nazar boncuklu olsun

iki tane kolyem var
ama isterim olsun bir daha 
ay yıldızlı ve kırmızı
takayım boynuma



SEVGİ

Hanzade  Eligüzel


Sevgi ile her şey bu dünyada
Anne çocuğunu sever
Koyun kuzusunu
Ağaçlar kuşları
Kuşlar yaprakları

Sevgi ile her şey bu dünyada
Yağmur sevgi ile yağar
Kar

Soğuk da olsa sevgi ile iner dünyaya
Sevgi olmasaydı dünyada
Yaşayacak ve yaşatacak
Ne kalırdı ki başka

24 KASIM

 Hanzade Eligüzel

Hediyelerle dolar bütün sınıf
Her 24 Kasım'da
Tüm öğretmenler sevinir
Her 24 Kasım'da

Bazıları pasta keser
24 Kasım gelince
Bazıları ise gösteriyle kutlar
Ortak olmak için sevince


BİLSEM

 Hanzade Eligüzel


Bilgiler öğretilir
İlgimi çeken
Lüzumsuz şeyler yoktur
Size verilen
Emanetiz biz buraya
Merak etmeyin bir şey olmaz