Semih Karataş
Akşam karanlığı şehre çökmüştü. Sırtında ağır çantası ile şehrin kenarına doğru ilerliyordu. Bir süre kalabalıkların, gözlerini kamaştıran araç ışıklarının arasından tedirginlikle yürüdü. Sırtında taşıdığı çantayı arada eliyle yokluyordu. Çok zordu bu çantayı taşımak hem ruhuna hem bedenine. Bir süre sonra yollar tenhalaştı. Araçlar azaldı. Akşam karanlığı iyice koyulaştı. Sokak lambaları bile önceki semtlerdeki kadar canlı yanmıyordu.
Biraz önce ruhunu daraltan egzoz kokularının ve dumanlarının yerini bu kez odun ve kömür kokusu, yakılmış lastik kokuları almıştı. Şehrin merkezinden iyice uzaklaştığını fark ettiğinde arada bir geriye dönerek bakıyor, ardından gelen biri olup olmadığından emin olmak istiyordu.
Nihayet evler seyrekleşti. Derme çatma, boyaları solmuş ya da badanalı, pencereleri ahşap çerçeveli bahçeli evler arasında yürüyordu. On dakika kadar yürüdükten sonra gözüne ilerde bir ev kestirdi. Yükünü artık taşıyamayacak kadar yorulmuş, hava soğuk olmasına rağmen terlemişti de.
Arada bir köpek sesi duyuyor ya da yanından geçen bir kedinin sessiz adımlarıyla irkiliyordu. Gözüne kestirdiği eve doğru ilerledi. Tek ışık yanıyordu bu evde ve oldukça cılız bir ışıktı bu. Sağında solunda başka bir ev yoktu. Bahçesi de yoktu. Eve birkaç eskimiş basamakla çıkılıyordu. Evin önünde küçük bir sundurma vardı ama onun da sacları perişan halde görünüyordu. İyice yaklaştı, birkaç eski ayakkabı, bir çift terlik ve çocuk ayakkabıları vardı kapıda. İçeriyi düşündü, içerde yaşayanları. Kaç çocuk vardı içerde… Evin babası acaba çalışıyor muydu, yoksa hasta mıydı? Evde hasta olan birileri vardır belki diye düşündü. Sefalet evin içinden dışına doğru sızıyor adeta kendisini kuşatıyordu. Akşam yemeği yemişler miydi? Sobaları var mıydı ve yanıyor muydu? Kafasında sorular uçuşurken bir yandan da kimseye görünmemeye dikkat ediyordu. Evin kapısı önüne geldiğinde bir gölge gibi hareket etmek zorundaydı. Çantasını sırtından indirdi. Elini dibine kadar daldırdı ve tomar tomar para çıkardı. Paraları koyacak bir yer bulması gerekiyordu. Pencere önüne koyamazdı. Kapı önüne bırakmazdı. Ya başkaları görür ya da rüzgar uçurabilirdi. O sırada kapının solunda eski peynir tenekesine benzeyen bir kutu gördü. Paraları içine koymayı düşündü ama ya üzerine çöp atılır ve paranın hiç farkına varılmazsa, diye düşündü. En iyisi tenekenin altına koymaktı paraları. Teneke ses çıkarabilirdi, dikkat etmeliydi. Tenekeyi kaldırdı ve altına özenle paraları dizdi. Tenekeyi yeniden üzerine koyarken küçük bir tıkırtı olmuştu. Görünmemesi, kendisini fark ettirmemesi gerekiyordu. Olanca hızıyla boş çantayı yeniden sırtına aldı ve ardına bakmadan bir süre koştu. Görünmeyecek karanlık bir mekan bulunca kendisine geriye döndü ve eve baktı. Evin dış kapı lambası yine cılız bir biçimde yanıyordu. Ayakları yalınayak bir çocuk tenekeyi kaldırıyordu. Heyecanlandı uzaktan. Çocuk bir süre tenekenin altındaki paralara baktı ve içeriye doğru çığlık çığlığa bağırdı:
-Anne, baba! Koşun, para buldum burada… Çok para!
Yeniden şehrin merkezine doğru yöneldi, varoşlara sırtını döndü. Uzaktan araç lambaları parlamaya başlamıştı. İçinde ve sırtında hafifleyen şeyleri düşünüyordu. Adımları yavaştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder