Aydın Çınar Yıldırım
Buzların bacalardan sarktığı tükürsen yere düşmeyecek soğuk bir kış günüydü. Üç erkek çocuğu olan bir ailenin sonuncusuydu. 1940 yılında iki ağabeyini cepheye gönderen Marek o yıllarda yaşı küçük olduğu için askere alınmamıştı ama artık onun yaşı da asker olmak için uygundu. İki senedir ağabeylerinden hiçbir haber alamamıştı ve şimdi sıra kendisine gelmişti. Ağabeyleri acaba hangi cephede, kimlerle savaşıyordu? Yaşıyorlar mıydı? Bir yıl öncesinde kısa bir mektup almıştı. Mektup şöyleydi:
Sevgili Marek,
Buraya geldiğimiz günden beri çoğunlukla aç ve uykusuz günler, geceler geçiriyoruz. Şimdiye kadar yaşamadığım soğukları burada yaşıyoruz ve üşüyoruz. Sen evin, ülkenin kıymetini bil. Buraya gelmeni aslında hiç istemem. Ağabeyim Robert’le hiç karşılaşmadık. Haberini de alamadım. Umarım senin haberin vardır nerede olduğundan. Benden ve bizlerden duanı esirgeme.
Ağabeyin Paweł
Marek bu mektubu günlerce yanında taşımış ve ağabeylerini hiç unutamaz hale gelmişti. Onlardan gelecek küçük bir haber, mektup beklemekle geçmişti geride kalan yıllar. Yine bir haber, mektup beklediği sabahlardan birinde postacının kendi evlerine doğru yöneldiğini görünce kalbinin hızlı atmaya başladığını hissetti ve beraber yaşadığı annesinden önce kapıya koştu. Daha postacı çantasındaki mektuplara bakarken elini uzatmıştı bile. Postacı soğuk bir sesle:
-Bay Marek siz misiniz, dedi. Marek tiz ve heyecanlı bir sesle:
-Evet, buyurun benim, dedi. Zarfa uzandı ve heyecanla açmaya başladı. Heyecanını gören postacı:
-Bugün yüzlercesini bıraktım bu zarfın. Galiba askerlik çağın geldi senin de, dedi.
Marek’in beklediği bir mektup değildi bu. Açtı, okumaya başladı:
Sayın Marek.
Bildiğiniz üzere ülkemiz büyük bir savaş veriyor. Cephede kayıplarımız çok fazla ve onların yerine yenilerini göndermemiz gerekiyor. Tıp öğrencisi olmanız nedeniyle cepheye doktor olarak görevlendirildiniz.
Marek, hem sevinmiş hem de şaşırmıştı. Annesini kime bırakacaktı. O esnada annesi de yanındaydı ve ağlıyordu. Marek’e eğilerek:
-İki oğlumdan haber yok halen şimdi de üçüncüsünden mi ayrılacağım, dedi.
Marek’in içini hüzün kapladı ama belki de ağabeylerimi görür, onlardan haber alırım diye içinden geçirdi. Çok fazla zaman yoktu. Valizini topladı ve ertesi sabah günün ilk ışıklarıyla istasyona ulaştı. Kendisini savaş bölgesine götürecek trene bindi. İstasyon kendisiyle aynı yaşta gençlerle doluydu. Kimi ağlıyor, kimi sevgilisiyle vedalaşıyordu. Herkesin duruşunda, bakışında bir gurur vardı. Beş saatlik bir yolculuktan sonra görev yerine ulaştığında ve belgeleri teslim ettiğinde kendisine güzel bir karşılama yapıldığını gördü. Görev yeri olan hastanede eli kolu sarılı yaralılar, bacağını, gözünü kaybetmiş askerler vardı. Önceleri ürktü bu manzaradan ancak tez zamanda hastanenin diğer doktorunun da yardımı ile işine alışmaya başladı.
Hastane koğuşlarını dolaşırken yüzü tamamen sarılı bir yaralı dikkatini çekmişti. Bakışları hiç yabancı değildi ama konuşacak gücü de yok gibiydi bu askerin. Birkaç gün sonra askerin de kendisine baktığını hissetti ve yanına gitti. Yaralı asker de heyecanlanmıştı kendisine doğru yürüyen Marek’i görünce. Marek yaklaştı, sargıları bir kenara usulca çekti:
Ağabey, sen misin, dedi. Asker şaşkındı. Bir süre yüzüne baktıktan sonra:
-Sen… Marek, sen misin, dedi. Sarıldılar… Hastanede ilk kez böyle bir mutluluk havası esiyordu. Marek, kısa bir sohbetten sonra diğer ağabeyi Paweł’in cephede öldüğünü öğrendi. Hem sevinçliydi hem de üzgün.
O akşam iki kardeş annelerine uzun bir mektup yazdılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder