19 Eylül 2024 Perşembe

KIŞ BİTTİ

Meryem Katırcı, Zehra Yıldırım

Normalde kış mevsiminin usul usul kasabayı terk etmesi, baharın ilk seslerinin duyulması gerekiyordu fakat kışın gitmeye niyeti yok gibiydi. Sanki bu kasabayı sahiplenmiş gibiydi soğuk ve kar. İnsanlar haftalardır devam eden kar yağışı yüzünden evden çıkamaz olmuştu. Çoğu evde yakacak sorunu başlamıştı bile. Eskilerin zemheri dedikleri zaman dilimi çoktan geride kalmıştı. Dedesi böyle zamanlarda cebinde taşıdığı eski defteri çıkarır zemheri, gücük, abrul, kocakarı soğukları gibi şeyler söylerdi ve her seferinde de tutardı onun söylediği hava tahmini ama bu kez tutmamıştı. O defterde neler yoktu ki? Evde yaşayan herkesin doğum tarihi hatta ineklerin buzağılama tarihi, koyunların kuzulama tarihleri bile vardı. Sadece bunlar değil, hangi hastalığa hangi bitki iyi gelir, hangi dua hangi zamanlarda okunur… Kafa defteri derdi dedesi o deftere. Zaten kış en çok dedesini ürkütmüştü bu sene. Karlı dağlara bakıp bakıp bir türkü mırıldanıyordu:
Bu yıl bu dağların karı erimez
Eser bâd-i sabâ yel bozuk bozuk
Dedesi, kim bilir kaç kez kış mevsimi yaşamıştı ama bu mevsim ona ağır gelmişti. Yorgunluğu gözlerinden, yüzünden belli oluyordu. 
Yine sabahın ilk saatleriydi ve yine dışarda kar, kimi zaman çoğalıp kimi zaman azalarak yağmaya devam ediyordu. Kar yüzünden şubat tatili de uzamıştı ve her hafta okulların açılması bir hafta ileriye atılıyordu. Kasabadaki çocuklar başlangıçta bu durumdan hayli keyifliydiler fakat bir süre sonra onlar da usanmıştı. Yeterince kartopu oynamışlar, kardan adam yapmışlardı. Artık onlar da baharın gelmesini dört gözle bekliyorlardı. 
Zeki, pencereden dışarıya baktı ve kahvaltı için mutfağa doğru yöneldi. Zaten herkes masa başındaydı. Kimse kahvaltı boyunca konuşmadı. Dedesi de konuşmadı. Kahvaltı bittikten sonra dedesiyle birlikte dışarıya çıktı ve kapı önünde biriken karları kürediler bir süre. Evin kedisi bile artık dışarıya çıkmak istiyor fakat birkaç adım attıktan sonra koşarak içeriye giriyordu. 
Zeki, dedesini konuşturmak için zihninde konu arıyordu. Bir şey bulamadı ama öylesine ağzından bir soru çıkıverdi:
-Babaannemi özlüyor musun dedeciğim?
Ansızın gelen bu soru karşısında dede birdenbire donup kaldı. Nefesi hızlandı. Gözleri bulutlandı. Kendisini toparladı ve derin bir iç çekişten sonra:
-Özlenmez mi, dedi. 
Başka bir şey demedi. Zeki, bu soruyu nasıl sorduğuna kendisi de şaşırdı. Sorulacak şey miydi şimdi sabah sabah bu? Babaannesi öleli henüz birkaç sene olmuştu ve dedesi onun ölümünden kendisini de sorumlu tutuyordu. Yeterince ilgilenemediğini, değerini bilemediğini uzun süre anlatmış durmuştu. Bu soğuk havadan kurtarmalıydı dedesini. Aklına muzipçe şeyler geliyordu ama dedesinin nasıl karşılayacağını kestiremedi. Sessizce yerden bir avuç kar aldı ve biraz uzaklaşarak dedesine minik bir kartopu fırlattı. Dedesi yine şaşkındı ama küçük bir tebessümden sonra omzuna isabet eden karları temizledi ve karşı atakta bulunmak için eğildi. Zeki, saklanmaya çalıştı ama vazgeçti ve dedesinin fersiz kollarla kendisine fırlattığı kartopunun sırtında dağılmasına müsaade etti. Dedesi artık gülümsüyordu. Zaten kapının önünü de temizlemişlerdi. Tam içeriye girecekleri sırada kar yağışının durduğunu fark ettiler. Bu durum da onları biraz daha mutlu etmeye yetmişti. 
Belki de bekledikleri bahar artık gerçekten gelecekti. Öğleye doğru hava tamamen açıldı ve yumuşadı. Hatta karlar erimeye başladı. Bu hızla karlar erir ve yeniden yağmazsa birkaç güne okullar açılacak demekti. Karların eridiğini ve güneşin çıktığını gören kasabaya bir hareketlilik gelmişti. 
Ertesi sabah uyandıklarında hava yine güneşliydi ve her taraf yavaş yavaş eriyen karların suyuyla doluydu. Kaç zamandır durgun olan dedesi o gün keyifliydi ve yüzüne renk gelmiş gibiydi. Bir bahara daha ulaşmış olmanın sevinciydi aslında dedesinin yaşadığı. Bahar demek, yeni bir başlangıç demekti, tazelik ve yaşama sevinci demekti. 

YALNIZLIK

 Rukiye Tokgöz

Bazen kendimi çok yalnız hissediyorum
Bilhassa güneş batarken
Vakit ikindi olduğunda
Uzayan bir gölge gibi
Gelip yanıma duruyor yalnızlık

Neyse ki bazen geliyor yalnızlık
Hayatımın diğer zamanlarında
Mutluluk veren bir kalabalık
Hep yanımda

GERÇEĞİN AYNASI

Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Merve Hoşgiz, Rukiye Tokgöz, Hülya Doğancık

1. Bölüm: Gıcık 

Serin bir yaz günüydü ve vakit öğleye yakındı. Kasaba her günküne göre oldukça sakindi ve bu sakinlik uzaktan bakanlar için ürperticiydi. Yaz gelmişti gelmesine fakat halen bahar mevsiminin tazeliği seziliyordu her yerde. Ağaçların bir kısmı çiçek açmayı unutmuş gibi yeni yeni çiçeğe duruyordu. Uzak dağların etekleri de yeni yeşermeye başlamıştı. Ceyengül liseyi bitirdikten sonra tekrar kasabasına dönmüş, istediği üniversiteyi kazanmak için bir süre çalışmayı denemiş fakat sonunda pes etmişti. Bu kasaba onun kaderiydi. Bu kasabada doğmuştu ve bu kasabada ömrünü tamamlayacak gibiydi. Her geçen gün daha da gıcıklaşan ağabeyi dışında aslında hayatından memnundu. Kendisini bu kasabaya ait hissediyordu. Ağabeyi, hiçbir sorumluluğa yaklaşmadığı gibi kendi işlerini de Ceyengül’e yaptırıyordu. Ceyengül her sabah ahırdaki işleri yapıyor, tavukları yemliyor, bahçede yapılacak işleri bitiriyor ardından da duvar ustası babasının yanına giderek kendisine iş olup olmadığını soruyordu. Şayet babası ona ek bir iş vermezse eve dönüyor ve bir genç kız olduğunu hatırlayarak kendisine çeyiz hazırlıyordu. Yastık, yorgan kenarları işlemişti daha önceden. Akrabalara verilmek üzere seccadeler işlemişti. Lif, çorap, hırka örmüştü. Aslında bu işlerden çok zevk almıyordu fakat annesinin zoruyla başlamıştı bir defa bu işlere. Oysa evlenmeyi düşünmüyordu Ceyengül. Sürekli çalışmasının sebebi aslında düşünmekten kaçınmaktı. Düşündüğü zaman içinden çıkamadığı sorunları vardı. Yaşamak istediği hayat ile kasabadaki hayat arasında dağlar kadar fark vardı. 
Vakit öğleydi ve Ceyengül’ün o gün yapacak hiçbir işi yoktu. Çeyizi ile uğraşmayı da canı istemiyordu. Kaç zamandır uğramadığı kasaba çarşısına doğru yola çıktı. Belki bir şeyler alır, birileriyle ayaküstü sohbet ederim, diye düşünüyordu. Yol boyu binbir düşünce zihnine geldi, gitti. Bir anda yolun kenarında yaralı bir yavru köpek dikkatini çekti. Köpeğin gözleri, ağzı yaralar içindeydi ve üzerine sinekler konup kalkıyordu. Önce görmezden gelip yürümeyi düşündü. Hatta birkaç adım da attı fakat ardından gelen yavru köpeğin sesini duyunca geriye döndü ve köpeği almak istedi. Köpek çok kirli ve hastalıklı görünüyordu. Yine de ince kalbi daha fazla dayanamadı ve köpeği yanına alarak yürüdü. Niyeti, onu kasabanın tek veterinerine göstermekti. Bir süre sonra köpeği taşımaya ve üzerindeki yaralara bakmaya alışmıştı. Köpek can çekişiyordu. Adımlarını hızlandırdı ve veterinerin kapısından içeri girdi. Durumu gören veteriner temiz bir bez üzerine köpeği yatırarak dakikalarca pansuman yaptı, dikiş attı. Bir saatin sonunda köpek artık birazcık kendini toparlamıştı. Ceyengül bir yandan borçlanacak olmanın verdiği huzursuzluğu yaşıyordu ki veteriner:
-Bu sevimli köpeğin tedavisi için senden ücret almayacağım çünkü bu köpekten kasabamızda hiç yok. Daha önce bu cins bir köpeği de tedavi etmemiştim, benim için de bir tecrübe oldu. Üstelik sana bazı ilaçlar da vereceğim fakat bir şartım var: Ayda bir köpeği bana onu sevmem için getireceksin, dedi. 
Bu sözleri duyan Ceyengül rahatladı ve bir süre sonra köpeği alarak çarşıda dolaşmadan evin yolunu tuttu. Köpeği evinde besleyemezdi fakat evin hemen yanındaki küçük depo onu beslemek, iyileştirmek için çok uygundu. Depoda köpeği için güzel bir yatak hazırladı. Ağabeyi ve annesi bu duruma pek sevinmemişlerdi.  Bir isim vermek gerekiyordu bu köpeğe. Ağabeyi köpeğin ismini Ceyengül koymayı önerdi fakat bu öneri kabul edilmedi. Annesi bu tekliften dolayı sinirlenmişti. Ceyengül ağabeyine:
-Gıcıklığın lüzumu yok, dedi ve ardından buldum, diye bağırdı. Köpeğimin adı Gıcık olsun. 
Günler çabuk geçti çünkü tüm ailenin artık Gıcık bir meşgalesi vardı. Evin neredeyse tek konusu artık Gıcık’tı. Gıcık da bu sürede hayli toparlanmış artık evin bahçesinde koşmaya, etrafı tanımaya başlamıştı. Gıcık, iyice kendisini toparladığında artık onu Ceyengül gezmeye de çıkarmaya başlamıştı. Kasabanın kenarına, orman tarafına ya da ırmağa doğru Gıcık’la yürüyüşler yapıyorlardı. Yine bu tarz yürüyüşlerden birinde Gıcık farklı bir yöne doğru ısrarla gitmeye başladı ve Ceyengül’ü de o tarafa doğru gitmeye zorluyordu. Ceyengül önceleri anlamadı fakat bir süre sonra Gıcık’ın kendisini bir yere götürmek istediğini farketti. Önde Gıcık, arkada Ceyengül yarım saat kadar koşar adım yürüdüler. Ceyengül artık nerede olduklarını bilmiyordu. Kasabanın bu tarafına hiç gelmemişti. Sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. Etrafta kocaman ağaçlar ve kayalıklar vardı. Hava bulutlanmış hatta vakit öğlen olduğu halde kararmaya yaklaşmıştı. Üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Bir masalın ortasına düşmüş gibiydi. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Bir süre sonra önlerinde eski, yıkık bir kulübe gördü. Okuduğu kitaplarda bu tarz evler pek tekin olmuyordu. İçinde periler bulunabiliyordu ya da ilginç paranormal olaylar yaşanabiliyordu. Zaten havanın birden kararması, aniden bastıran rüzgar da iyice onu ürkütmeye yetmişti. Bu esnada Gıcık’a baktı. Gıcık da onun kadar tedirgin görünüyordu fakat onu kulübenin içine çekmeye çalışıyordu. Bir süre durdu, geriye dönmek istedi fakat hiç bilmediği bir yerdeydi. Buraya onu Gıcık getirmişti, buradan onu kurtaracak olan da oydu. Günlerdir ilk kez Gıcık’tan az da olsa gıcık kapmıştı. İyi mi yapmıştı bu köpeği sahiplenerek kötü mü? Bunları düşünürken kulübenin kapısının önünde buldu kendisini. Kapı kendiliğinden ve büyük bir gıcırtıyla aralandı. Bu durum Ceyengül’ü daha da tedirgin etti fakat Gıcık ondan önce içeriye girmişti bile. Gıcık içerden küçük küçük havlıyor ve Ceyengül’ü çağırıyordu. Nihayet Ceyengül de içeriye adım attı. Adım attığı tahtalar gıcırdıyordu ve her yer örümcek ağlarıyla, tozlarla doluydu. Hatta birkaç iri örümcek telaşla önünden kaçtı. Kulübenin tam ortasına geldiğinde bir kapak gördü. Kapağın önünde Gıcık yine bir şeyler yapıyordu. Kapağın tozlu kulpunu tutarak kaldırdı ve aşağıya doğru inen bir ahşap merdiven gördü. İçerisi karanlıktı fakat basamaklar temiz görünüyordu. Gıcık yine atlayarak basamaklardan aşağıya indi. Gıcık aşağı iner inmez içerisi aydınlandı. Gördüklerine inanamadı. Gözlerini silerek yeniden baktı. Aşağısı pırıl pırıl ve rengarenkti. Artık korkusu dağılmıştı. Hızla basamaklardan indi. Burada yöresine ait temiz kıyafetler, süslü sandıklar vardı. Elbiseleri dokunarak inceledi. Bu tarz elbiseleri ancak kitaplarda görmüştü. Sandıkların içini de merak etmeye başladı. Gıcık yerde keyifle yuvarlanıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu. Arada bir kuyruğunu da hareket ettiriyordu. Bir rüya mıydı bu yoksa hayal aleminde miydi? Belki de Gıcık’la yürürken bir yerlerde düşmüş ve bayılmıştı. Rüyada olup olmadığını anlamak için bir kenara oturdu. Oturduğu koltuk bir tahta benziyordu. Bunun bir rüya olmadığını anladığında yeni yeni sorular zihnine üşüştü. Bu elbiseler, bu kulübe, bu sandıklar kimindi? Gıcık, onu buraya getirmişti ama mutlaka bir sahibi vardır diye düşündü. Oysa çok ön yargılı davranmıştı. Okuduğu kitaplarda bu tür yerlerde hiç hoş şeyler yaşanmıyordu. Sandıkları açmaya karar vermişti ki Gıcık’ın bir yere yattığını gördü. Papatya ekmek şeklinde bir köpek yatağıydı burası. Demek ki Gıcık buraya aitti ya da burasını daha önceden biliyordu. Hemen elinin altında duran küçük bir sandığa uzandı. Kapağını araladığında bir kez daha şaşırdı. İçinde onlarca altın para vardı. Bu paraların gerçek altın olup olmadığını anlamak için kenarını hafifçe ısırmıştı ki içinde çikolata olduğunu fark etti. Birdenbire büyü bozulmuş gibiydi. Gıcık havlamaya başladı. Artık dönüş saatinin geldiğini fark ediyordu Ceyengül fakat buraya bir daha nasıl gelecekti çünkü geldiği yolu bilmiyordu. Ceplerine altın kaplamalı çikolatalardan doldurdu. Dönüş yoluna bunlardan serpecekti. Bunu da bir masalda okumuştu. Merdivenlerden çıktı. Gıcık’ı çağırdı. Gıcık merdivenlerden yukarıya çıktığı anda aşağısı yeniden karanlığa büründü. Artık kulübeden çıkmanın zamanı gelmişti. Dışarısı çok soğumuş üstelik kar başlamıştı. Oysa mevsim yazdı. Gıcık’ın peşine takıldı ve yürümeye başladı. Yürüdükçe arada bir geriye altın kaplamalı çikolatalardan bırakıyordu. Bir süre sonra hava önce aydınlandı, ardından ısındı. Kasaba uzaktan görünmüştü. Yaşadıklarını, gördüklerini düşündü. Bunları ailesine anlatmalı mıydı? İnanırlar mıydı? Özellikle ağabeyi bu yaşadıklarını duyduğunda ona ne derdi? Düşüncelerle eve ulaştı. Yorgundu. Bahçeye girdiklerinde Gıcık kendi mekanına doğru yürüdü. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yaşadıklarının verdiği yorgunlukla hemen uyudu. 
 
Bölüm 2: Sırlı Elbise
Merve Hoşgiz, Hazal Mina Çakmak, Yusuf Çağrı Ekici, Hazal Göksu,  Rukiye Tokgöz

Ertesi gün Gıcık uyandırdı onu. Hiç böyle yapmazdı. Gıcık içeri girmiş ve ısrarla Ceyengül’ü uyandırmaya çalışıyordu. Üstelik ağzında bir de elbise getirmişti. Bu elbiseyi hatırlıyordu. Gıcık’ın götürdüğü harabe evdeki elbiselerden biriydi. Ne zaman getirmişti bu elbiseyi, ne vakit gitmişti tekrar oraya, bunları düşünecek halde değildi. Yatağından doğruldu ve elbiseyi giydi. Elbise tam onun için yapılmış gibiydi. Fakat elbiseyi giyer giymez kendisinde bazı farklılıklar hissetmeye başladı. Sanki ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Yürümesine gerek kalmadan hareket edebiliyordu. Pencereye doğru giderken Gıcık peşinden seslendi:
-Cihangül, insan önce teşekkür etmez mi?
Gıcık konuşuyordu. Hiç şaşırmadı bu duruma fakat sordu:
-Cihangül kim? Benim adım Ceyengül, biliyorsun. 
Gıcık devam etti:
-Senin adın Cihangül.
Aralarında bu konuşma geçerken birdenbire mekan değişti ve harabe evin alt katında buldular kendilerini. Bu duruma da şaşırmadı Ceyengül. Ceyengül’ü hiçbir şey şaşırtmıyordu. En azından hemen önünde beliren ihtiyar kadını görünceye kadar. Nur yüzlü  yaşlı bir kadın belirmişti önlerinde. Gıcık, onun yanına giderek kucağına zıplamaya çalışıyordu. İhtiyar kadın da onu elleriyle seviyordu. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Ceyengül Gıcık’a:
-Tanıyor musun bu teyzeyi? Kimdir, neden burada?
Gıcık garip mutluluk sesleri çıkarıyor, Ceyengül’ü duymuyordu bile. Gıcık az önce konuşmuştu oysa. Şimdi sıradan bir köpek gibi davranıyordu. Bu durum onu şaşırtmıştı. Ceyengül’ün soruları cevapsız kalmıştı ki yaşlı kadın konuşmaya başladı:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız? 
Bu soru karşısında Ceyengül olup biteni anlamıştı. Üzerindeki elbise onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bulunduğu mekândan da sıkılmıştı. Boğulacak gibi hissetti kendisini. O anda uyandı.
Her şeyin bir rüya olduğuna önce inanmak istemedi lakin odasındaydı ve etrafta Gıcık da nur yüzlü nine de yoktu. Uyumak onu dinlendirmek yerine daha da yormuştu. Gıcık’ı merak etti ve yanına gitmeye karar verdi. 

Bölüm 3: Arkadaş
Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Rukiye Tokgöz, Yusuf Çağrı Ekici
Ceyengül, Gıcık’ın kapısını açtığında bu kez gördüklerinin rüya olmasını çok istedi fakat kendisini büyük bir gerçeğin ortasında çaresiz olarak buldu. Gıcık, yoktu. Sağa sola baktı, seslendi, ailesine sordu fakat sonuç değişmedi: Gıcık yoktu. 
Kısa bir süre üzüldükten sonra rüyası aklına geldi ve dün uğradıkları kulübeye gitmeye karar verdi. Eline küçük bir değnek alarak yola çıktı. Değneği bir asa gibi kullanıyordu. Kahvaltı da yapmamıştı. Dün dönüş yolunda yola bıraktığı çikolataları takip ederek kulübeye ulaşmayı düşünüyordu. Bir süre sonra çikolataların ilkine rastladı. Zaten aç olduğu için bulduğu çikolatayı yedi. Biraz bayat gibiydi ama olsun, dedi içinden. Sonra başka bir çikolata, bir çikolata daha… Derken yine birdenbire zaman değişti, iklim değişti. Bu değişimler kulübeye yaklaştığının belirtisi olmalıydı. Tam bunu düşünürken kulübeyi karşısında gördü. Bu kez yalnız olduğu için biraz daha fazla korkmuştu. Sanki dün girdiği kulübe değildi bu. Çok ıssız ve ürkütücü görünüyordu. Hava hafif kararmıştı, rüzgar esiyor ve kuşlar değişik sesler çıkarıyordu. Kapının önünde durduğunda kapı yine kendiliğinden gıcırtıyla açıldı. İçeriye ürkerek adım attı. Evet, bu dün gördüğü kulübe değildi fakat alt kata indikleri kapak yerindeydi. Kulübe daha temiz ve bakımlıydı düne göre. Kapağı kaldırdı, aşağısı aydınlıktı. Demek ki Gıcık buraya gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra Gıcık’ı karşısında gördü fakat yanında yaşlı bir kadın vardı. Rüyasında gördüğü yaşlı kadındı bu. Yine bir rüya gördüğünü düşündü. Belki de yol boyu yediği çikolatalar onu zehirlemişti ve bu etkiyle garip şeyler görüyordu. Merdivenlerden tamamen indi. Gıcık, Ceyengül’e çok yabancı davranıyordu. Yanındaki ihtiyar kadın da sanki kendisini görmüyor gibiydi. Evet, bu bir rüya olmalıydı. Yoksa Gıcık çoktan yanına gelir ya da ihtiyar kadın bir şeyler söylerdi. Dün oturduğu koltuk yine boştu. Koltuğa sessizce oturdu. Gıcık da ihtiyar kadın da hâlen sessizdi. Bu rüya olmalıydı yine. Belki de biraz sonra uyanacaktı ve Gıcık’ın yanına gidecekti. Uyanmaya çalıştı fakat bunun bir rüya olmadığı belliydi. Kendini toparladı ve tam bir şeyler sormaya hazırlandı ki ihtiyar kadın sordu:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız?
 Ceyengül, sustu. Çünkü bu soruyu rüyasından hatırlamıştı. Ceyengül gözlerini kapadı, bildiği bütün duaları okudu. Özellikle Felak ve Nas surelerini okudu. Gözlerini usulca açtı. Etrafta kimse yoktu. Gıcık yoktu. İhtiyar kadın yoktu. Her yer aydınlıktı yine de. Dua okuyarak merdivenlerden çıkmaya yeltendi. 
Gariplikler bitmek bilmiyordu. Merdivenlerin olmadığını fark etti. Başı ağrıyordu. Gözlerini yeniden kapattı ancak bu kez hemen açmadı. Bir süre bekledikten sonra gözlerini açtığında ormandaydı. Az önce gördüğü şeylerin hepsi kaybolmuştu. Olağanüstü bir durum yoktu görünürde yalnız eve nasıl gideceğini kestiremiyordu. Bir süre sağa sola bakıp kendisine bir yön tayin etmeye çalıştı. Ağaçların yosunlu olan tarafına sırtını döndü. Köylerinin güneyde olacağını düşündü. Yürümeye başladı yine. Kendini çok yalnız hissediyordu. Gıcık’a ne kadar alıştığını fark etti. Gıcık, onun hayatına girdiğinden beri ne çok şey yaşamıştı, hayatı ne kadar değişmişti. Ya Gıcık bir daha hiç dönmezse diye aklından geçiyordu ki karşısında Gıcık’ı gördü. Gıcık, sevgi gösterilerinde bulunuyor ve Ceyengül’ün önünden yürüyordu. Belliydi, ona kasabanın yolunu göstermeye çalışıyordu. Bazen koşarak bazen de hızlı adımlarla sonunda kasabaya vardılar. 
Ceyengül evine döndüğünde bütün kasaba halkını bahçelerinde gördü. Bu kalabalığın nedenini anlayamıyordu. Gıcık da bu kalabalıktan ürkmüş, korkmuştu. Gıcık’ı kucağına aldı. Annesi biraz da üzgün Ceyengül’e bakarak konuşmaya başladı:
-Kaç zamandır bizi endişelendiriyorsun ama bugün çok daha büyük endişeler yaşadık. Gece gündüz demeden evden çıkıyor tuhaf davranışlar sergiliyorsun. Sabahın köründe yastık kılıfını elbise diye üzerine giyiyorsun. Her şey şu peluş köpeği kucağında getirdiğin gün başladı. Ondan önce bir sorun yoktu ama Allah aşkına sabahın erken saatinde peluş köpek kucağında nerelere gittin, nerelerden geldin?
Ceyengül konuşmak istedi fakat bütün kelimeleri unutmuş gibiydi. Bir film setinin ortasına düşmüş gibiydi. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. İnsan önceden bir metin vermez miydi eline ezberlemesi için? Gözlerini kapadı. Uzun süre açmadı. Gözlerini açtığında dört duvarı beyaz boyalı bir odadaydı. Tepesindeki lamba da beyazdı. Etrafındaki insanlar konuşuyordu:
-Fırat buraya yeni geldi. Ceyengül adında bir hayali arkadaşı var. Kırgız olduğunu söylüyor Ceyengül’ün. Ceyengül’ün bir de köpeği varmış hem de adı çok ilginç: Gıcık. 
Bu cümlelerden sonra bir başkası konuşmaya başladı:
-Aslında çok iyi birine benziyor. Tahsili nedir, ne iş yaparmış Fırat?
-Fırat, veterinermiş aslında. Ancak mesleğini yapmak için yanlış bir kasaba tercih etmiş. Kendi kasabasında başlamış bu işe. Elbette çok fazla ziyaretçisi de olmamış. Zaten Ceyengül’ü de orda tanıdığını iddia ediyor. Gıcık’ı Fırat’a getirmiş Ceyengül. 
Ceyengül etrafında sohbet eden insanların yüzlerini seçmeye çalışıyordu. Yaşlı kadın ne kadar da benziyordu Cihangül teyzeye. Bu esnada Gıcık’ın kapıdan girdiğini gördü. Doğrulacak gücü yoktu. Kapının tam yanındaki aynaya baktı. Yatakta yatan birini gördü. Fırat dedikleri galiba bu kişiydi. 

 


18 Eylül 2024 Çarşamba

YALAN

Zeynep Akbulut

Düşünmek dakikalarca ve yazmak
Sonra yazdıklarına inanmamak
Silip atmak her şeyi yazılan
Ve sonra görmek her şeyi yalan
 
Yazmak uzun bir yol yazmak çile
Ne kadar anlatırsan anlat gelmez dile
Başlayan her şiir bir yerde bitiyor
Bazen küçük bir şiir mutluluğa yetiyor

DÜŞÜNMEK YA DA DÜŞÜNMEMEK

 Zeynep Ayten

Düşününce inceden inceye
Bilmediğimi fark ediyorum hiçbir şeyi
Yaşıyorum dünya denilen bu büyük gemide
Bilmeden neyi yitirdiğimi

Düşünmeyince hayat aslında güzel
Düşünmeyince yarın sabahı
Düşünmeyince üç yıl sonrasını
Hayat aslında güzel
Fakat olmuyor düşünmemek
Yetmiyor yalnızca nefes alıp vermek

YARIM

 Asya Zoroğlu

Bir an bile çıkmıyorsun aklımdan
Kendimce tesadüfler yaratıyorum
Şu küçücük öykümde sana dair
Yine de her şey yarım

Kalbim artık bağımsız ruhumdan
Kendimce oyunlar oynuyorum 
Tenhasında yaşamanın, dünyanın
Yine de her şey yarım

"BUGÜN DE ÖLMEDİM"


Asya Zoroğlu, Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten


 1. Bölüm: Gözler Yalan Söylemez
Akşam saatlerini oldum olası çok severim. Çünkü akşam demek özgürlük demek. Çünkü akşam demek, eve dönüş demek. Akşamdan daha güzel bir vakit var mı deseler, gece derim. Gecenin yeri bir başka. Herkes için gün batabilir ancak benim için gün gece vakti doğar. Gece, siyah kanatlarıyla çoğu şeyi perdeler fakat ben gece vakti daha iyi görür, daha iyi düşünür ve hayatı bütün derinliğiyle hissederim. 
Akşam saatlerini oldum olası severdim ancak o güne kadar. O günden beri akşam vakitleri beni boğuyor. Akşam vakitlerinde karanlık evham kuşları gelip zihnime konuyor ve gagalıyor. Akşam vakitlerini o günden sonra sevmemeye başladım galiba. 
O gün ne mi oldu? O gün çok şey oldu. 
Akşamın verdiği mutlulukla evime doğru ilerliyordum ki karşıma çıkan bir mendil satıcısı bana mendil isteyip istemediğimi sordu. Mendile ihtiyacım yoktu ama yine de dilim, zihnim bağlanmış gibi oldu ve bana doğru uzatılan mendili alırken satıcının gözlerini gördüm. Gözleri kalın bir kitap gibiydi. Sayfaları kendiliğinden çevriliyordu. Okudum, okudum, okudum. Yalnızca birkaç saniye göz göze geldik ama onun bütün hikayesini okumuştum. Yalnızca hikayesini değil kaderini de görebiliyordum. İrkildim ve aldığım mendili yalnızca test kitaplarımın ve kalemlerimin bulunduğu çantama atarak hızla eve koştum. Bir şey oldu o gün bana, adını koyamadığım bir şey. Her şey, işte o akşam başladı. Mendil satıcısının gözlerinden okuduğum hikayede onun ertesi gün hayatının sona erdiği yazıyordu. Acaba bir rüyanın içinde miyim diye düşündüm fakat test kitaplarım vardı. Belki de ders çalışma işini fazla abartmıştım ve bundan dolayı zihnim bana oyun oynuyordu. Unutmaya çalıştım ama nafile. Ertesi gün akşam yine akşamın verdiği mutlulukla evime doğru her zamanki yolumdan ilerliyordum ki mendil satıcısını görünce birdenbire dün onun gözlerinden okuduklarımı hatırladım. Moralim bozuldu ancak moralimin daha da fazla bozulacağını düşünmemiştim. Gözlerinden okuduğuma göre bu gün bu kişinin hayatının sona ermesi gerekiyordu ve işte hayattaydı. Demek ki çok ders çalıştım diye kendimi teselli ediyordum ki ani bir fren sesi ile irkildim. Mendil satıcısı yerde yatıyordu ve insanlar etrafına toplanmaya başlamıştı. Suçlu muydum? Uyarmalı mıydım o insanı? Kafamda sorularla ilerledim ve eve geldim. Gece boyunca bunun bir tesadüf olduğuna kendimi ikna ettim. 
Ertesi sabah bir buruklukla uyandım ve okula giderken insanların gözlerine, yüzlerine baktım uzun uzun. Hiçbir şey göremedim kimi yorgun, kimi uykulu, kimi enerji dolu gözlerden başka. Evet, bu bir tesadüf diye düşündüm. Gün boyu her zamanki derslerle, işlerle geçti vakit. Akşam eve doğru gelirken sınıf arkadaşlarımdan biri:
-Birkaç gündür sakin görüyorum seni, istersen eve seninle gidelim bugün, dedi. Zaten sınıfımdaki en mutlu arkadaşımdı o. Herkese teselli verir, herkesin sorunlarıyla ilgilenirdi. Hayat doluydu ve herkese tebessüm ederdi. Bana da iyi gelecekti, bundan emindim. Bu teklifi reddedemezdim. Birlikte yürümeye başladık. Ara sıra yolda konuşuyor, duruyor ve onun gözlerine bakıyordum. Evet, gözlerinde bir şey yoktu. Galiba o gün fazla ders çalışmıştım. Güneş batmak üzereydi ve her taraf güzel bir kızıllığa bürünmüştü. Ağaçların yaprakları sarı ile kızıl arasıydı. İnsanların uzamış gölgeleri, kaldırımlar… Efsunlu bir manzara sunuyordu. Manzaranın güzelliğini arkadaşıma söylemek için gözlerine baktığımda yine olan oldu. Susmuştum. O da suskundu. Gözlerine takılı kaldı bakışlarım birkaç saniyeliğine ve yine sayfalar dolusu bir kitap gibi okudum onun hayatını. Ne göründüğü kadar mutluydu ne de huzuru vardı. Yaşadıklarını ve sorunlarını bu yaşta bir insanın nasıl kaldırabildiğini merak ettim. Oysa ona herkes derdini, sıkıntısını anlatır ama kimse ona sormazdı nasıl olduğunu. Ben de sormamıştım. Birkaç saniyeden sonra onun yüzündeki tebessüm de kayboldu. Kendini zorladı ama tebessüm edemedi. Bilinçsizce sordum:
-Nasılsın? 
-Anladın değil mi? Senelerdir sakladığım şeyleri, oynadığım oyunları artık gördün değil mi?
İkimiz de şaşkındık. 
Yürümeye onun takati kalmamıştı. Gözleri de bulutlanmıştı. Vedalaştık. 
Eve dönünce her şeyi baştan düşündüm. Akşamın bir vakti vardı ve o vakitte olanlar oluyordu. Sabahları ya da günün diğer zamanlarında herhangi bir sorun yoktu. Sorun, akşamın aynı vakitleriydi. Fakat arkadaşım nasıl anlamıştı benim onu anladığımı, onun kitabını okuduğumu? İlk işim onunla uzun bir sohbet etmekti.
Arkadaşımı ertesi gün yanıma alarak saatlerce konuştuk. Artık aynı şeyleri yaşayan iki kişiydik fakat o benden biraz daha önce başlamıştı bu hâli yaşamaya. Mutlu görüntüsün altında yatan asıl nedenin de bu olduğunu anladım. Bunu nasıl yapıyordu? Bu oyunu nasıl oynuyordu? Her gün herkese aynı oyunu oynamak zor değil miydi?


2. Bölüm: Hiçbir Şey
Alçin ile konuşmaya başladıktan sonra artık kafamda bazı taşlar yerine oturmaya başlamıştı. En azından beni anlayan bir arkadaşım vardı ve benden daha tecrübeliydi bu yaşadığım konular hususunda. İçim az da olsa rahatlamıştı. Tek başıma bunları yaşamaya devam etseydim ihtimal çıldırırdım. O bana zaman zaman rehberlik ediyordu. 
En azından şunu öğrenmiştik: Bu yaşadığım hâl sadece güneş batmaya yakınken oluyordu. Aynı durum Alçin için de geçerliydi. Günün başka bir saatinde bu hâli yaşamayacağım için rahattım. Fakat bu kez de bütün gün yalnızca o zaman dilimini gözetmek, hayatı biraz durağan hâle getiriyordu. Alçin ile bu halimiz üzerine konuşurken bu durumun özel bir yetenek olduğunu ve bunu dert etmek yerine kullanabileceğimizi düşündük. Ne için kullanacaktık, ne işe yarayacaktı insanları bu şekilde okumak, tanımak bunu kararlaştıramadık. Alçin bir süre düşündükten sonra:
-Naz, dedi. Biz neden hiç aynaya bakarak kendi gözlerimizden kendi hayatımızı okumaya çalışmıyoruz? 
Fena bir fikir değildi bu fakat korkutucuydu da aynı zamanda. Bir yabancı gibi belki de unuttuğum çoğu şeyi yeniden hatırlamak, eski yaraları kanatmak ve geleceği görmek tedirgin ediciydi. Ya iyi şeyler göremezsek? Bu riskleri Alçin’e de söyledim lakin o bir kez kafasına koymuştu aynadan kendi gözlerine bakma işini. Bu akşam, bu tehlikeli denemeyi gerçekleştirmemiz gerekiyordu. Okul çıkışında buluşmak üzere anlaştık. 
Okul çıkışı Alçin hiç konuşmuyordu. O da benim kadar korkuyordu, bunu seziyordum. Sordum:
-Neyin var Alçin, birazdan bakacağız değil mi kendi gözlerimize?
-Bakacağız Naz. Aslında bu kafamda şimdilerde oluşan bir şey değildi. Çok zamandır düşünüyordum bunu fakat cesaret edemiyordum. Şimdi yanımda sen olunca buna karar verdim. İstersen sen sadece beni izle. 
-Alçin, dedim. Aslında bu yapacağımız denemenin çok bir anlamı yok çünkü birbirimizin gözlerini okuduk daha önce. Yine okuyabiliriz. 
Bunları konuşurken güneşin iyice batış vaktine yaklaştığını hissettik. Alçin yolun kenarında durdu ve çantasından bir ayna çıkardı. Ben de yanıma ayna almıştım fakat niyetim yoktu bu deneye. Alçin gözlerini elindeki aynaya dikti. Bekledi, bekledi. Normalde birkaç saniye yetiyordu başkalarının gözlerini okumak için. Alçin’in aynayı bırakmaya niyeti yoktu. İki dakika boyunca suskunca aynaya baktı. Sonunda elindeki aynaya uzandım ve:
-Ne gördün? Biraz uzun sürmedi mi bu bakış?
Alçin, konuşmuyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Aynayı elinden alıp çantasına koydum. Yola devam etmek istedim fakat Alçin adım atmıyordu. Elinde ayna var gibi bakıyordu hâlen. Sarsmaya başladım. Birkaç kez şiddetli sarsıldıktan sonra Alçin uykudan uyanır gibi sağa sola ve bana baktı.  Ne gördüğünü, okuduğunu sordum:
-Hiç, dedi. Hiçbir şey.  
Onun bu gizemli cevabı beni de aynı şeyi denemeye zorluyordu. Kısa da olsa zamanım vardı bunu yapmak için. Aynayı kendime doğru tutarak gözlerimin içine bakmaya karar verdim. Korku ve heyecanla gözlerime bakmaya başladım. Görebiliyor, okuyabiliyordum kendime ait her şeyi. Geçmişim satır satır geçti gözlerimin önünden. Biraz hüzünlü çok az da keyifliydi bu tecrübe benim için. Alçin’in beni sarsmaya başladığı vakit ölüm tarihimi ve kitabımın son sayfasını okuyordum. Kendime gelir gibi oldum. Alçin sordu:
-Ne gördün? Ne okudun?
-Hiç, dedim. Hiçbir şey. 
3. B/ölüm
Alçin’den ayrılarak evin yolunu tuttuğumda o son sayfa zihnimde yeniden dolaşmaya başladı. 3 Ekim 2024 benim ölüm tarihim olarak görünüyordu ve bu tarih yarındı. Bu bağlantıyı kurduğumda buz gibi olmuştu ellerim ve ayaklarım. Yarın öleceğini bilmek? Bu hep söylenirdi: Yarın öleceğini bilsen ne yaparsın? İnsanların bu soruya verdikleri cevapları düşündüm. Bazıları son günü ibadetle, iyilikle geçiririm, diyordu. Bazıları ise kredi çekmekten, çılgınlıklar yapmaktan bahsediyorlardı.  Ben ne yapacağımı bilemiyordum. Yarın öleceğimi biliyordum ama ne yapacağımı bilemiyordum. Tarihi görmüştüm ama saati görememiştim. Kaç saatim vardı ölmek için? Vedalaşmalı mıydım insanlarla? Bir mektup, vasiyet bırakmalı mıydım? Bu tarz eylemlerin ölümüme dair şüphe uyandırma ihtimali yüksekti. Kimseye söyleyemezdim ama bir günüm kalmıştı ölmek için. Acaba Kül Kedisi masalında olduğu gibi saat tam on ikiyi gösterince mi ölecektim yoksa sabaha karşı uykuda mı? Belki de okul yolunda… Belki okulda, ders esnasında… İhtimalleri düşünmek beynimi yoruyordu. Alçin acaba ne görmüştü? 
Düşünmek yoruyordu beni. Bir gün sonra öleceğimi bilmek ama hiçbir şey yapamamak. Belki de sadece beklemem gerekiyordu. Ya da en iyisi hep uyuyarak huzurlu bir şekilde ölüp gitmekti. Belki de… Belki de ölmeyecektim. Yanlış görmüş, okumuş olamaz mıydım? Kararımı vermiştim. Ölüm saatimi beklemek anlamsızdı. Hazırlık mı yapacaktım sanki? Her gün olduğu gibi okuluma gidecektim. Artık nerede son nefesimi verirsem…
Gece on ikiyi beklemeye niyetim vardı ama öyle yorulmuşum ki sabah okul saatinde ancak uyandım. Hatta uyanınca acaba öldüm mü, diye kendimi yokladım. Hayattaydım. Düşünmeye gerek yoktu. Son kez güneşin doğuşunu izlemek isterdim oysa. 
Okul yoluna düştüm, geçtiğim her yerden bir daha geçemeyecekmişim gibi bir hisle ilerliyordum. Tanımadığım insanlara selam veriyordum. Sahipsiz kedileri seviyordum yol boyu. Karşı kaldırıma geçeceğim sırada kocaman bir kamyonun altında kalmaktan son anda kurtuldum. Oysa tam karşı karşıya kaldığımızda kamyonla, galiba sonum geldi, diye düşünmüştüm. 
Ölmemiştim ama bu ölmeyeceğim anlamına gelmiyordu. Okula ulaştım ve sınıfımı, sıramı, öğretmenlerimi son kez görüyor olmanın hüznü ile duygusallaşmıştım ki Alçin yanıma yaklaştı. Neşeliydi. Ona dün akşamdan bahsetmedim. O da bana bahsetmedi. 
-Bu neşenizin bir sebebi var mı hanımefendi, dedi bana. Oysa neşeli değildim. Göz göze geldik. Ben onun gözlerine bakıyordum o da benim gözlerime bakıyordu. Gülüştük. 
-Akşam vakti gözüme görünme, dedim. Sonra bütün sırlarını ifşa ederim. 
Gün boyu şakalar, tebessümler hatta kahkahalar havada uçuştu. Hatta bir ara bugün öleceğimi bile unutmuştum. Akşam okul çıkışı yeniden hatırladım. Belki de akşamın bir saati ölecektim. Dönüş yolunda mı? Belki… Evimde, yatağımda mı? Kim bilir?
Akşam, hiç olmadığı kadar erken olmuştu. Dönüş yolunda bu kez yalnızdım. Tam, dün aynaya baktığım yere geldiğimde yeniden aynaya bakma fikri geldi aklıma. Neden buna ihtiyaç hissettim bilmiyordum. Belki de ölüm saatimi görebilirim, diye ümit ettim. Zamanı gelmişti o sırlı randevunun. Aynayı çıkardım ve nasıl olsa kaybedeceğim bir şeyim yok düşüncesiyle yeniden kendi gözlerime baktım. Yine aynı sayfalardı gözlerimin önünden geçen. Aynı satırlardı… Üstelik dünkü kadar heyecan ve merak da uyandırmıyordu ama öylesine okuyordum ömrümün hikayesini. Nihayet son sayfaya geldiğimde ölüm tarihimin değiştiğini gördüm: 10 Ekim, 2024.
Ayna elimden yere düştü. Paramparça olmuştu. Her parçasında yüzüm belli belirsiz görünüyordu. Koşmaya başladım. Eve doğru koşmaya… Ardıma bakmadan koştum. Evi geçtim ama halen koşuyordum. Ne kadar koştum, nerelerde dolaştım hatırlamıyorum. Eve girdiğimde ayakta duracak mecalim kalmamıştı. Nasıl olsa ölüm tarihim saçma bir şekilde bir hafta ileriye atılmıştı. Belki de o kamyonun altında kalmıştım ve şimdi ölüydüm. Saçma düşünceler yorgun beynimi zorluyordu. Uyudum ve rüya görmeden uyandım ertesi sabah. 
Bir hafta, bir gün gibi geçti. Hep aynı şeyler, hep aynı yollar, okul, ev… Zihnimde kıymık gibi bir tarih vardı. 10 Ekim… Nihayet 10 Ekim gelmişti fakat ben yorulmuştum. Ölümü beklemekten yorulmuştum. Oysa ne güzel, bir gün içinde ölecektim. Bu bir hafta hem kısa hem uzundu. Saate bakmıyordum, merak da etmiyordum saat kaçta öleceğimi. Belki de bunlar benim beynimin uydurduğu şeylerdi. Hastalanmış da olabilirdim fakat Alçin de durumdan haberdardı. Bu yaşadıklarımı başka birilerine anlatsam kesinlikle inanmazdı ama neyse ki Alçin vardı. Bir hafta boyunca onunla dertleşmemiştik. O, her zamanki gibi neşeliydi. Rolünü güzel oynuyordu. 
Akşama doğru nedense bugün de ölmeyeceğimi düşündüm. Tam bu esnada önümden gürültüyle geçen bir aracın arkasındaki yazı sanki bana bir mesajdı:
Bugün de ölmedim anne.

4. Bölüm: Tuhaf Veda
Bir haftadır insanların gözlerine bakmıyordum. Yüzlerine bakmıyordum. Alçin’in de gözlerine bakmadım hiç. O da benim gözlerime bakmıyordu. İlginç günler geride kalmıştı. Hayatımdan aynaları çıkarmalıydım belki de. 
Eve döndüm, dikkatimi bir şeylere veremiyordum. Sadece boş boş oturuyor, duvarlara, tavana bakıyordum. Bazen yere, ayaklarıma bakıyordum. Ayak parmaklarımı ilk kez görüyor gibiydim. Ne kadar biçimsiz olduğunu fark ettim ayak parmaklarımın. Sonra ellerime baktım. Tırnaklarım ojeliydi. Ne zaman sürmüştüm ojeyi? Düşündüm ama hatırlayamadım. Belki de ben sürmemiştim. Belki de dalgınlığımdan faydalanıp Alçin sürmüştü ojeyi. O severdi böyle şeyleri. Ölüm günümde düşündüğüm şeylere bak, diye kendime geldim. Kendime gelmek istemiyordum. Böyle şeyleri daha çok düşünerek kendimden uzaklaşmak istiyordum. Yaşarsam -ki öleceğime inanmıyordum- Alçin’le uzun bir konuşmaya ihtiyacım vardı. Gözlerimin beni yanılttığını düşünmeye başlamıştım. Uykumun geldiğini hissettim. Sanki yüzyıllardır uyumamıştım. Derin bir uykuya dalsam her şey geçecek gibiydi. Beynim rahatlayacak ve sıradan bir hayata kavuşacak gibiydim. Yatağıma gittim ve uzandım. Kaç zamandır rüya görmediğimi hatırladım. Keşke güzel bir rüya görsem, uzun ve güzel bir rüya… 
Sabah tüy gibi hafiflemiş olarak uyandım. Rüya da görmüştüm ama hatırlamıyordum. Güzel rüya olmalıydı bu çünkü içimde bir huzur vardı. Üstelik hayattaydım. Yani yine çıkmamıştı gözlerimden okuduğum şey. Neşeli bir telaşla okul yolunu tuttum. Okula gider gitmez Alçin’le konuşacak ve bu saçmalığa bir son vermeye çalışacaktım. 
Okula ulaştım ve ilk dersi dinledim. Arkadaşlarıma baktım, öğretmenimin gözlerine baktım. Hiçbir şey ifade etmiyordu benim için yüzler ve gözler. İlk teneffüs Alçin’i görmek için sınıfına koştum fakat yoktu Alçin. Zihnime olumsuzluklar hücum etmişti. Ya Alçin öldüyse? Telaşla sınıf arkadaşlarına sordum:
-Alçin, gelmedi mi?
Yüzüme boş boş bakıyordu sınıftaki birkaç kişi:
-Alçin kim, diye sordu biri şaşkınlıkla. 
-Alçin, şu pencere kenarındaki sırada oturan, siyah düz saçlı, tırnakları hep ojeli olan, neşeli kız var ya… Hani her gün yanına geliyorum ya da o benim yanıma geliyor. Nasıl tanımazsınız onu. Şaka mı yapıyorsunuz?
Ön sırada oturanlardan biri, bir yandan elindeki simitten bir ısırık aldı ve cevap verdi:
-Kaç zamandır bu sınıfa geldiğin doğru. Geliyor ve garip hareketler sergiliyorsun. Bu sınıfta Alçin diye biri yok.
Kendimi zor tutuyordum. Sınıf defterini elime aldım. Sanki herkes sözleşmiş ve bana kötü bir şaka yapıyor gibiydi. Hızla listeyi okudum, okudum, bir daha okudum. Gerçekten de Alçin diye bir isim yoktu. Demek ki bu kötü şakaya idareciler de karışmış ve Alçin’in olmadığı bir liste hazırlamışlardı. Belki Alçin de bu şakanın içindeydi. Hızla diğer sınıflara baktım ve müdür yardımcısının odasına kapıyı bile vurmadan daldım. 
-Size hiç yakışıyor mu böyle şakalara alet olmak, diye başladım söze. Nefes nefese kalmıştım ve çok öfkeliydim. Müdür Yardımcısı önce kolonya ikram etti. Sonra konuyu sordu. Anlattım. Yüzüme üzgün bir biçimde bakarak:
-Bu okulda Alçin isminde biri hiç olmadı. Bahsettiğin sınıfta da olmadı. Emin misin sana farklı bir isim söylenmediğinden?
Kimse beni anlamıyordu. Daha fazla katlanamazdım bu duruma. Sınıfıma gidip çantamı toparladım. Okulda durmak istemiyordum. Yürümem lazımdı. Nereye gittiğimi bilmeden yürümem lazımdı. Çantamı aldım, merdivenleri hızla indim. Okul bahçesinin tam ortasına geldiğimde birinin ardımdan baktığını hissettim. Geriye döndüğümde Alçin sınıflarının penceresinden el sallıyordu. 

MEÇHUL

 Zeynep Akbulut, Zeynep Ayten

Serin bir sonbahar günüydü. Ağaçlar yapraklarını çoktan dökmüştü fakat bazı inatçı ağaçlar yapraklarını bırakmak istemiyor gibiydi. Geceden başlayan fırtına bir türlü hızını kesmemişti. Yağmur ise bazen şiddetleniyor bazen sakinleşiyordu fakat kesilmiyordu. Kış geliyor, dedi içinden. Artık bu havalar kışın habercisiydi. Belki bir hafta belki bir ay sonra her yer beyaza bürünecekti ve aylarca kar kalkmayacaktı dağlardan yollardan. Aslında akranları gibi şu saatlerde okulda, sınıfında olmalıydı fakat annesi onun kendisine bir iş bakmasını istemişti. O da saatlerce dükkanları dolaşmış, eleman ihtiyacı olup olmadığını sormuştu. Ne berberlerin çırağa ihtiyacı vardı ne de manavların yeni bir elemana ihtiyacı. Annesi de haklıydı çünkü kaç zamandır haber alamadıkları babası onlara yüklü bir borç bırakarak ortadan kaybolmuştu. Bir süre amca, dayı, teyze gibi akrabalar destek olmaya çalışmışlar fakat annesinin gururundan bu akrabalar da eve uğramaz olmuştu. Oysa okumak istiyordu, arkadaşları gibi okul yolunda, sıralarında yorulmak, çocukluğunu yaşamak istiyordu. 
Bu düşünceler kafasında dolaşırken okulun önüne gelmişti. Girmeli miydi? Öğleden sonraki derslere katılmalı mıydı, karar veremedi. Evine gitse annesine yine iş bulamadığını söyleyecekti ve annesi yine üzülecekti. Kaç zamandır kendilerine destek olan ablası da bu ay henüz para göndermemişti. Oysa okullar açılalı bir ay olmuştu. Kardeşinin okumasını isteyen biri şimdiye kadar düşünür ve her zamankinden daha da fazla gönderirdi. Belki annesi ablasına da bir şeyler söylemiştir ve o da para göndermeyi bırakmıştır, diye düşündü. Ablası üniversiteyi geçen sene bitirmişti ve bir yıldır iyi bir işi vardı. En azından ailesini ihmal etmiyordu. Uzaktan da olsa destek oluyordu. En son bayramda iki günlüğüne gelmiş ve dönmüştü. Tam da babasının ortadan kaybolduğu haftalarda olmuştu bu. 
Nasıl olsa devam edemeyeceği bir okula, sınıfa girip oturmanın anlamı yoktu. Üstelik arkadaşlarına ve öğretmenine durumu anlatması gerekirdi. Bu yüzden okulun önünden hızla uzaklaştı ve evin yolunu tuttu. Acıkmıştı epeyce ama evde yemek olup olmadığını bile bilmiyordu. Yolun karşı tarafından kendisine doğru yürüyen adamı görünce birdenbire her şeyi unuttu ve kalbi hızla çarpmaya başladı. Babasıydı bu. Ne zaman gelmişti ve nereye gidiyordu. Belki de iş bulmuş, para kazanmış ve yeniden evine dönmüştü. Heyecanla adımlarını hızlandırdı. Kendisine doğru gelen adam iyice yaklaştığında onun babası olmadığını fark etti. Hayal kırıklığının ötesinde bir şeydi bu yaşadığı. Bir anlığına nasıl da kendisini iyi hissetmişti. Nasıl hayallere dalmıştı birkaç adımlığına. Şimdi yine kapkaranlık bir gerçeğin ortasındaydı. 
Umutsuzca yürüyerek evine ulaştı. Kapıyı açınca annesini göremedi. Bütün odalara baktı fakat evde kimse yoktu. Bir şeyler olduğunu seziyordu fakat daha fazla kötü bir şey yaşayacak gücü kalmamıştı. Hayli yorgun olduğunu hissetti. Oturup beklemekten başka çaresi yoktu. Yarım saat sonra kapının çalındığını fark etti. Yerinden kalkarak kapıyı açtığında komşularından birini karşısında gördü. Başı öne eğikti kapıyı çalan kişinin ve gözlerini kaçırıyordu:
-Yavrum, sen gelmeden önce annen, kardeşini hastaneye götürdü. Kardeşinin durumu çok kötüydü. 
-Zaten öksürüyordu ve ateşliydi, dedi komşusunun yüzüne bakmadan. 
Komşu kadın:
-İstersen sen de hastaneye git, burada merak edip oturmaktan daha iyidir, diyerek kapının önünden ayrıldı. 
Ayakkabılarını bile giymeden, kapıyı kilitlemeden koşar adım evden hastaneye gitmek üzere ayrıldı. Az önce yorgun, çaresiz geçtiği yollardan şimdi bir rüzgar hızıyla ilerliyordu. Nihayet hastane görünmüştü. Birkaç kişiye sorduktan sonra annesini ve müşahede altındaki kardeşini görebildi. 
Annesi:
-Kardeşinin durumu çok ağırlaşmış. Doktorlar iyi bir tedavi ve beslenme sürecinin çoktan geçtiğini söylüyorlar ve büyükşehre götürmemiz gerektiğinde ısrar ediyorlar, ablanı aradım ama ulaşamadım. Ne yapacağımızı ben de bilmiyorum oğlum, dedi. 
Gözyaşlarını tutamıyordu. Konuşacak bir cümle, bir kelime bile bulamıyordu. Annesi de durumu fark etmiş, sessiz sessiz ağlıyordu. Bu esnada ayaklarına baktı. Ayaklarının kanadığını fark etti. 
Bir çare olmalıydı, bir çözüm… Her şey bu kadar üst üste gelmiş olamazdı. Keşke bir rüya olsaydı bu fakat rüya değildi, ayaklarının acısını hissedebiliyordu. Gözyaşlarının yüzüne doğru aktığını hissedebiliyordu. Solgun bir çiçek gibi kardeşi karşısındaydı ve annesi de bir o kadar solgun, perişandı. 
Bir fotoğraf karesini andıran manzaranın durgunluğunu doktorun sesi bozdu:
-Delikanlı, gerekli şeyleri annene söyledim. Tez vakitte kardeşini büyük bir hastaneye götürmek zorundasınız. Nasıl götürürsünüz, hangi hastaneye gidersiniz bilemem ama burada kaybedecek fazla zamanınız yok. 
Doktorun sözlerinden sonra biraz toparlandı ve annesine:
-Ya ablamı ya babamı bulmak zorundayız. Ya da akrabalarımıza durumu anlatarak onlardan yardım almak zorundayız. Gurur yapmanın zamanı değil anne, dedi. 
Annesi, çocuğuna bu sözleri söyleten acı gerçeğin farkındaydı. 
-Bizim ilk işimiz yarından tezi yok iyi bir hastane bulmak, dedi.
Ailenin içinde bulunduğu durumu fark eden doktor, konuşmaların bir kısmına kulak misafiri olmuştu. Aileyi incitmeden onlara yardımcı olmak istiyordu. 
-Az önce sizlere nasıl götürürsünüz, nereye götürürsünüz, demiştim ama düşününce bir çözüm buldum. Hastanenin ambulansını kullanabiliriz çocuğu taşımak için ve aklıma gelen bir doktor arkadaşım da var. Sizi onlara ulaştıracağım ve çocuğun tedavi olmasını sağlayacağım, dedi.
En azından gidecekleri hastane, şehir ve doktor belli olmuştu. Fazla zaman kaybetmenin anlamı yoktu. Doktorun sağladığı imkanlarla bir gün içerisinde tedavi olacağı hastaneye ulaşmış ve hastaneye yatışı sağlanmıştı. Tek kişilik özel bir hastane odasıydı burası. Kardeşi hasta yatağında yatacaktı, annesi ve kendisi ise odada bulunan küçük koltuklarda sabahlayacaklardı. Bundan sonrasının nasıl ilerleyeceğini tüm aile merak ediyordu. Üstelik ablasından da henüz bir haber gelmemişti. Yolculuğun ve yaşadıklarının etkisiyle akşam olur olmaz tüm aile fertleri uyuyakaldı. Annesi ve kendisi yatağın yanındaki iki küçük koltukta yorgunluktan sızmışlardı. Sabah vaktinin geldiğinden bile haberleri olmamıştı, kahvaltı servisi başlayıncaya kadar. 
Kahvaltı malzemeleri bulunan küçük servis aracı odalarına girdiğinde hemen ardından doktor da geldi. Kardeşi de uyanmıştı, annesi de. Doktor, bir yerlerden tanıdık geliyordu ama çıkaramamıştı. Kardeşini hızlıca muayene ettikten sonra uygulanacak tedaviden bahsetmeye başladı fakat o halen doktoru nereden tanıdığını düşünüyordu. 
-Küçük hastamızın hikayesini biliyorum. Tüm tedavi masraflarını da hallettik. Siz rahat olun. 
Tedavinin bir ay süreceğini söyledi doktor ve sonraki dönemde üç ayda bir kontrol gerektiğini de hatırlattı. 
Doktor çıktıktan sonra annesine:
-Tanıdın mı anne doktoru, diye sordu. Annesi:
-Bana da yabancı biri gibi gelmedi ama çıkaramadım, dedi. 
Annesi ümitsiz bir biçimde telefonuna baktı. Ablasından halen bir haber yoktu. Babasından zaten uzun süredir haber alamamışlardı. Küçük çocuk her şeyden habersiz yatağında yatıyordu. Yarınların neler getireceğinden hiçbirinin haberi yoktu. 
İyi ama bu doktoru nereden tanıyorlardı?

17 Eylül 2024 Salı

SİHİRLİ LAMBA

Mehmet Çınar Köksal

Ey sihirli lamba
Sen misin sihirli 
Yoksa ben mi kattım sana bu zehri
Sihir ve zehir 
Aslında iki kardeş gibi

Ey sihirli lamba
Ya varoluştan sihirlisin 
Ya da sana bu zehri veren benim
Ya da yoksun
Seni alan var satan var
Masallara katan var
Alıp da kullanamayan var
Sana bu zehri katan benim

RÜYA

 Mehmet Çınar Köksal, Hayrettin Eymen
Hangi günde olduğunu bilmiyordu. Aylardır takvime bakmıyordu. Cuma namazına da gitmediği için günler hep birbirinin tekrarı gibiydi. Hatta sabah ve akşamı da karıştırır olmuştu. Sabahaları yatıyor, akşamları uyanıyordu ama sabah sanıyordu. Sadece günleri değil mevsimleri de karıştırır olmuştu. Hangi mevsimde olduğunu da bilmiyordu fakat bu onun suçu değildi çünkü havalar hayli dengesiz gidiyordu. Bazen yazın ortasında yağmur yağıyor bazen kışın ortasında ağaçlar çiçek açıyordu. Yaşadığı mahalledeki insanları da karıştırıyordu. Bazen kadın isimleriyle erkeklere hitap ediyor bu yüzden sert bakışlara maruz kalıyordu. Onu tanıyanlar bu hâline alışmıştı. 
Yalnız yaşıyordu. On yıldır yalnız yaşıyordu ve maddi durumu hiç iyi değildi. Günleri, zamanı karıştırması bile bu yüzden ortaya çıkmıştı. Ne saati vardı kolunda bakacak ne de takvimi vardı duvarda asılı çünkü bunları alacak parası bile yoktu. Aslında fena sayılmayacak bir geliri vardı zamanında fakat nereden tutulduysa bir antika sevdasına tutulmuştu ve tüm servetini küçücük bir dolabı satın almak için açık artırmada harcamıştı. Ne işe yaradığını bile bilmediği bir dolaptı. Neden o kadar heveslendiğini ve istediğini de bilmiyordu. Önceleri antika niyetine birkaç eşya almıştı ama bu dolap onun hayatının dönüm noktasıydı. Günlerce peşinde koşmuştu bu dolabın. Ahşap küçük bir dolaptı bu üstelik aldığından beri kapağını da açamamıştı. İlk zamanlar biraz uğraşmış, anahtar yeri aramış, kapağının kulpundan zorlamıştı fakat sonraları gelen pişmanlık hissi ile birlikte dolabı bir köşede unutmuştu. Şimdi evinde antika bir dolap olduğunun bile farkında değildi. O dolaba harcadığı serveti bile unutmuştu. Her şey birbirine karışmış sanki başka bir gezegene taşınmış gibiydi. Onu görenler gözlerine baktıklarında ardında kocaman bir uçurum görüyordu. 
Sabah diye uyandığı bir akşam biraz değişik açtı gözlerini. Sanki evine yeni gelmiş gibiydi. Sanki aylar sonra yeniden evine gelmiş gibiydi. Sanki askerliği bitmiş ve evine kavuşmuş gibiydi. Şaşkınlıkla etrafı inceledi. Boş duvarlara baktı. Örümcek ağlarına da baktı. Yerdeki lekelere, pencerelerdeki kirlere baktı. En sonunda gözü ahşap dolaba ilişti. Rüya mı görüyorum, diye düşündü. Düşününce az önce gördüğü rüyayı hatırladı. Şu an rüyada değildi ama biraz önce yani gözlerini açmadan az önce rüya alemindeydi. Rüyasında bir dolap vardı ve dolabın içinden çıkan bir lamba vardı. Rüyasında lambayı ovuşturmuş ve içinden dev çıkmış kendisinden üç dilek dilemesini istemişti. O da kısa süre düşünmüş ve peş peşe sıralamıştı:
1. İnsanlar artık beni yargılayıcı gözlerle bakmasın
2. Yalnızlığım sona ersin
3. Servet sahibi olayım.
Tam üçüncü dileğini söylediği anda uyanmıştı. Kendisini müthiş enerji dolu hissediyordu. Yataktan doğruldu. Açlık bile hissetmedi. Evi temizlemek gerektiğini fark etti. Aslında öyle bir niyeti yoktu fakat içi sıkılıyordu baktıkça etrafa. En iyisi temizlemeye evdeki tek eşyadan yani ahşap dolaptan başlamalıydı. Dolabın yanına gitti ve sağına soluna bakmaya başladı. İçini merak ediyordu, altı örümcek ağlarıyla dolmuştu. Eliyle onları temizlemeye çalışırken başka böcekler de hızla kaçışmaya başladı. Kapağın kulpunu eliyle tuttu ve zorladı. Kendisini çok güçlü hissediyordu. Birkaç kez zorladı. Tüm gücünü verip kapağa asıldığında az kalsın düşüyordu. Kapak birdenbire açılmış ve dengesi sarsılmıştı. Kapağın kulpu da elinde kalmıştı. Yerinden doğruldu ve dolabın içindeki kutuları incelemeye başladı. Rüyası geldi aklına. Belki de bu kutulardan birinde sihirli lamba vardı. Kutuları hızla açtı fakat hepsi boştu. Morali bozulmuştu. Bulunduğu yere uzanmak istedi ki o esnada dolabın en altında bir zarf gözüne ilişti. Tozluydu hayli. Zarfa uzandı, içinde bir kâğıt vardı zarfın. Kâğıdı çıkardı. Bilmediği bir dilde uzun satırlar vardı kâğıtta. Bu günlük bu kadar yeter,  diye düşündü. Kağıdı da alarak dışarı çıkmayı düşündü ancak kapı bir türlü açılmıyordu. Kapıyı da tıpkı dolabın kapağı gibi var gücüyle açmaya yeltendi fakat kapı açılmadı. Tam bu esnada kapının üzerindeki anahtarı fark etti. Anahtarı çevirdi, yanına aldı ve dışarıya çıktı. 
İnsanlar evlerine dönüyordu, hava kararmak üzereydi. Elindeki kâğıdı karşıdan gelen genç birine doğru uzattı. Genç, ihtiyarın yüzüne bile bakmadan yürüdü, gitti. Zaten kafasında kocaman bir kulaklık takılıydı gencin ve genç elinde bir şeyleri kurcalayarak ilerliyordu. 
Birkaç adım atmıştı ki başka birine doğru uzattı kâğıdı ancak o da ihtiyarı hiç görmemiş gibi yoluna devam etti. 
Artık kimseye kâğıdı göstermemek gerektiğini düşünüyordu ki yanında birdenbire bitiveren bir çocuk seslendi:
-Amca bu kâğıt senden daha yaşlı. Üzerinde neler yazıyor bakalım mı?
Cevap vermek istedi ama kelimeleri unutmuş gibiydi. Kâğıdı çocuğa uzattı. Çocuk baktı, baktı, baktı… İhtiyarın gözlerine baktı sonra. Bir şeyler söylemek istedi, vazgeçti. İhtiyarın gözlerinin ardındaki boşluğu gördü. Kâğıdı tekrar ona uzattı. Yoluna devam etti. 
Eski bir radyoya ait kullanma kılavuzunda yazanları akşamüzeri bir yaşlıya okumanın ne anlamı vardı ki?