Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Merve Hoşgiz, Rukiye Tokgöz, Hülya Doğancık
1. Bölüm: Gıcık
Serin bir yaz günüydü ve vakit öğleye yakındı. Kasaba her günküne göre oldukça sakindi ve bu sakinlik uzaktan bakanlar için ürperticiydi. Yaz gelmişti gelmesine fakat halen bahar mevsiminin tazeliği seziliyordu her yerde. Ağaçların bir kısmı çiçek açmayı unutmuş gibi yeni yeni çiçeğe duruyordu. Uzak dağların etekleri de yeni yeşermeye başlamıştı. Ceyengül liseyi bitirdikten sonra tekrar kasabasına dönmüş, istediği üniversiteyi kazanmak için bir süre çalışmayı denemiş fakat sonunda pes etmişti. Bu kasaba onun kaderiydi. Bu kasabada doğmuştu ve bu kasabada ömrünü tamamlayacak gibiydi. Her geçen gün daha da gıcıklaşan ağabeyi dışında aslında hayatından memnundu. Kendisini bu kasabaya ait hissediyordu. Ağabeyi, hiçbir sorumluluğa yaklaşmadığı gibi kendi işlerini de Ceyengül’e yaptırıyordu. Ceyengül her sabah ahırdaki işleri yapıyor, tavukları yemliyor, bahçede yapılacak işleri bitiriyor ardından da duvar ustası babasının yanına giderek kendisine iş olup olmadığını soruyordu. Şayet babası ona ek bir iş vermezse eve dönüyor ve bir genç kız olduğunu hatırlayarak kendisine çeyiz hazırlıyordu. Yastık, yorgan kenarları işlemişti daha önceden. Akrabalara verilmek üzere seccadeler işlemişti. Lif, çorap, hırka örmüştü. Aslında bu işlerden çok zevk almıyordu fakat annesinin zoruyla başlamıştı bir defa bu işlere. Oysa evlenmeyi düşünmüyordu Ceyengül. Sürekli çalışmasının sebebi aslında düşünmekten kaçınmaktı. Düşündüğü zaman içinden çıkamadığı sorunları vardı. Yaşamak istediği hayat ile kasabadaki hayat arasında dağlar kadar fark vardı.
Vakit öğleydi ve Ceyengül’ün o gün yapacak hiçbir işi yoktu. Çeyizi ile uğraşmayı da canı istemiyordu. Kaç zamandır uğramadığı kasaba çarşısına doğru yola çıktı. Belki bir şeyler alır, birileriyle ayaküstü sohbet ederim, diye düşünüyordu. Yol boyu binbir düşünce zihnine geldi, gitti. Bir anda yolun kenarında yaralı bir yavru köpek dikkatini çekti. Köpeğin gözleri, ağzı yaralar içindeydi ve üzerine sinekler konup kalkıyordu. Önce görmezden gelip yürümeyi düşündü. Hatta birkaç adım da attı fakat ardından gelen yavru köpeğin sesini duyunca geriye döndü ve köpeği almak istedi. Köpek çok kirli ve hastalıklı görünüyordu. Yine de ince kalbi daha fazla dayanamadı ve köpeği yanına alarak yürüdü. Niyeti, onu kasabanın tek veterinerine göstermekti. Bir süre sonra köpeği taşımaya ve üzerindeki yaralara bakmaya alışmıştı. Köpek can çekişiyordu. Adımlarını hızlandırdı ve veterinerin kapısından içeri girdi. Durumu gören veteriner temiz bir bez üzerine köpeği yatırarak dakikalarca pansuman yaptı, dikiş attı. Bir saatin sonunda köpek artık birazcık kendini toparlamıştı. Ceyengül bir yandan borçlanacak olmanın verdiği huzursuzluğu yaşıyordu ki veteriner:
-Bu sevimli köpeğin tedavisi için senden ücret almayacağım çünkü bu köpekten kasabamızda hiç yok. Daha önce bu cins bir köpeği de tedavi etmemiştim, benim için de bir tecrübe oldu. Üstelik sana bazı ilaçlar da vereceğim fakat bir şartım var: Ayda bir köpeği bana onu sevmem için getireceksin, dedi.
Bu sözleri duyan Ceyengül rahatladı ve bir süre sonra köpeği alarak çarşıda dolaşmadan evin yolunu tuttu. Köpeği evinde besleyemezdi fakat evin hemen yanındaki küçük depo onu beslemek, iyileştirmek için çok uygundu. Depoda köpeği için güzel bir yatak hazırladı. Ağabeyi ve annesi bu duruma pek sevinmemişlerdi. Bir isim vermek gerekiyordu bu köpeğe. Ağabeyi köpeğin ismini Ceyengül koymayı önerdi fakat bu öneri kabul edilmedi. Annesi bu tekliften dolayı sinirlenmişti. Ceyengül ağabeyine:
-Gıcıklığın lüzumu yok, dedi ve ardından buldum, diye bağırdı. Köpeğimin adı Gıcık olsun.
Günler çabuk geçti çünkü tüm ailenin artık Gıcık bir meşgalesi vardı. Evin neredeyse tek konusu artık Gıcık’tı. Gıcık da bu sürede hayli toparlanmış artık evin bahçesinde koşmaya, etrafı tanımaya başlamıştı. Gıcık, iyice kendisini toparladığında artık onu Ceyengül gezmeye de çıkarmaya başlamıştı. Kasabanın kenarına, orman tarafına ya da ırmağa doğru Gıcık’la yürüyüşler yapıyorlardı. Yine bu tarz yürüyüşlerden birinde Gıcık farklı bir yöne doğru ısrarla gitmeye başladı ve Ceyengül’ü de o tarafa doğru gitmeye zorluyordu. Ceyengül önceleri anlamadı fakat bir süre sonra Gıcık’ın kendisini bir yere götürmek istediğini farketti. Önde Gıcık, arkada Ceyengül yarım saat kadar koşar adım yürüdüler. Ceyengül artık nerede olduklarını bilmiyordu. Kasabanın bu tarafına hiç gelmemişti. Sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. Etrafta kocaman ağaçlar ve kayalıklar vardı. Hava bulutlanmış hatta vakit öğlen olduğu halde kararmaya yaklaşmıştı. Üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Bir masalın ortasına düşmüş gibiydi. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Bir süre sonra önlerinde eski, yıkık bir kulübe gördü. Okuduğu kitaplarda bu tarz evler pek tekin olmuyordu. İçinde periler bulunabiliyordu ya da ilginç paranormal olaylar yaşanabiliyordu. Zaten havanın birden kararması, aniden bastıran rüzgar da iyice onu ürkütmeye yetmişti. Bu esnada Gıcık’a baktı. Gıcık da onun kadar tedirgin görünüyordu fakat onu kulübenin içine çekmeye çalışıyordu. Bir süre durdu, geriye dönmek istedi fakat hiç bilmediği bir yerdeydi. Buraya onu Gıcık getirmişti, buradan onu kurtaracak olan da oydu. Günlerdir ilk kez Gıcık’tan az da olsa gıcık kapmıştı. İyi mi yapmıştı bu köpeği sahiplenerek kötü mü? Bunları düşünürken kulübenin kapısının önünde buldu kendisini. Kapı kendiliğinden ve büyük bir gıcırtıyla aralandı. Bu durum Ceyengül’ü daha da tedirgin etti fakat Gıcık ondan önce içeriye girmişti bile. Gıcık içerden küçük küçük havlıyor ve Ceyengül’ü çağırıyordu. Nihayet Ceyengül de içeriye adım attı. Adım attığı tahtalar gıcırdıyordu ve her yer örümcek ağlarıyla, tozlarla doluydu. Hatta birkaç iri örümcek telaşla önünden kaçtı. Kulübenin tam ortasına geldiğinde bir kapak gördü. Kapağın önünde Gıcık yine bir şeyler yapıyordu. Kapağın tozlu kulpunu tutarak kaldırdı ve aşağıya doğru inen bir ahşap merdiven gördü. İçerisi karanlıktı fakat basamaklar temiz görünüyordu. Gıcık yine atlayarak basamaklardan aşağıya indi. Gıcık aşağı iner inmez içerisi aydınlandı. Gördüklerine inanamadı. Gözlerini silerek yeniden baktı. Aşağısı pırıl pırıl ve rengarenkti. Artık korkusu dağılmıştı. Hızla basamaklardan indi. Burada yöresine ait temiz kıyafetler, süslü sandıklar vardı. Elbiseleri dokunarak inceledi. Bu tarz elbiseleri ancak kitaplarda görmüştü. Sandıkların içini de merak etmeye başladı. Gıcık yerde keyifle yuvarlanıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu. Arada bir kuyruğunu da hareket ettiriyordu. Bir rüya mıydı bu yoksa hayal aleminde miydi? Belki de Gıcık’la yürürken bir yerlerde düşmüş ve bayılmıştı. Rüyada olup olmadığını anlamak için bir kenara oturdu. Oturduğu koltuk bir tahta benziyordu. Bunun bir rüya olmadığını anladığında yeni yeni sorular zihnine üşüştü. Bu elbiseler, bu kulübe, bu sandıklar kimindi? Gıcık, onu buraya getirmişti ama mutlaka bir sahibi vardır diye düşündü. Oysa çok ön yargılı davranmıştı. Okuduğu kitaplarda bu tür yerlerde hiç hoş şeyler yaşanmıyordu. Sandıkları açmaya karar vermişti ki Gıcık’ın bir yere yattığını gördü. Papatya ekmek şeklinde bir köpek yatağıydı burası. Demek ki Gıcık buraya aitti ya da burasını daha önceden biliyordu. Hemen elinin altında duran küçük bir sandığa uzandı. Kapağını araladığında bir kez daha şaşırdı. İçinde onlarca altın para vardı. Bu paraların gerçek altın olup olmadığını anlamak için kenarını hafifçe ısırmıştı ki içinde çikolata olduğunu fark etti. Birdenbire büyü bozulmuş gibiydi. Gıcık havlamaya başladı. Artık dönüş saatinin geldiğini fark ediyordu Ceyengül fakat buraya bir daha nasıl gelecekti çünkü geldiği yolu bilmiyordu. Ceplerine altın kaplamalı çikolatalardan doldurdu. Dönüş yoluna bunlardan serpecekti. Bunu da bir masalda okumuştu. Merdivenlerden çıktı. Gıcık’ı çağırdı. Gıcık merdivenlerden yukarıya çıktığı anda aşağısı yeniden karanlığa büründü. Artık kulübeden çıkmanın zamanı gelmişti. Dışarısı çok soğumuş üstelik kar başlamıştı. Oysa mevsim yazdı. Gıcık’ın peşine takıldı ve yürümeye başladı. Yürüdükçe arada bir geriye altın kaplamalı çikolatalardan bırakıyordu. Bir süre sonra hava önce aydınlandı, ardından ısındı. Kasaba uzaktan görünmüştü. Yaşadıklarını, gördüklerini düşündü. Bunları ailesine anlatmalı mıydı? İnanırlar mıydı? Özellikle ağabeyi bu yaşadıklarını duyduğunda ona ne derdi? Düşüncelerle eve ulaştı. Yorgundu. Bahçeye girdiklerinde Gıcık kendi mekanına doğru yürüdü. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yaşadıklarının verdiği yorgunlukla hemen uyudu.
Bölüm 2: Sırlı Elbise
Merve Hoşgiz, Hazal Mina Çakmak, Yusuf Çağrı Ekici, Hazal Göksu, Rukiye Tokgöz
Ertesi gün Gıcık uyandırdı onu. Hiç böyle yapmazdı. Gıcık içeri girmiş ve ısrarla Ceyengül’ü uyandırmaya çalışıyordu. Üstelik ağzında bir de elbise getirmişti. Bu elbiseyi hatırlıyordu. Gıcık’ın götürdüğü harabe evdeki elbiselerden biriydi. Ne zaman getirmişti bu elbiseyi, ne vakit gitmişti tekrar oraya, bunları düşünecek halde değildi. Yatağından doğruldu ve elbiseyi giydi. Elbise tam onun için yapılmış gibiydi. Fakat elbiseyi giyer giymez kendisinde bazı farklılıklar hissetmeye başladı. Sanki ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Yürümesine gerek kalmadan hareket edebiliyordu. Pencereye doğru giderken Gıcık peşinden seslendi:
-Cihangül, insan önce teşekkür etmez mi?
Gıcık konuşuyordu. Hiç şaşırmadı bu duruma fakat sordu:
-Cihangül kim? Benim adım Ceyengül, biliyorsun.
Gıcık devam etti:
-Senin adın Cihangül.
Aralarında bu konuşma geçerken birdenbire mekan değişti ve harabe evin alt katında buldular kendilerini. Bu duruma da şaşırmadı Ceyengül. Ceyengül’ü hiçbir şey şaşırtmıyordu. En azından hemen önünde beliren ihtiyar kadını görünceye kadar. Nur yüzlü yaşlı bir kadın belirmişti önlerinde. Gıcık, onun yanına giderek kucağına zıplamaya çalışıyordu. İhtiyar kadın da onu elleriyle seviyordu. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Ceyengül Gıcık’a:
-Tanıyor musun bu teyzeyi? Kimdir, neden burada?
Gıcık garip mutluluk sesleri çıkarıyor, Ceyengül’ü duymuyordu bile. Gıcık az önce konuşmuştu oysa. Şimdi sıradan bir köpek gibi davranıyordu. Bu durum onu şaşırtmıştı. Ceyengül’ün soruları cevapsız kalmıştı ki yaşlı kadın konuşmaya başladı:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız?
Bu soru karşısında Ceyengül olup biteni anlamıştı. Üzerindeki elbise onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bulunduğu mekândan da sıkılmıştı. Boğulacak gibi hissetti kendisini. O anda uyandı.
Her şeyin bir rüya olduğuna önce inanmak istemedi lakin odasındaydı ve etrafta Gıcık da nur yüzlü nine de yoktu. Uyumak onu dinlendirmek yerine daha da yormuştu. Gıcık’ı merak etti ve yanına gitmeye karar verdi.
Bölüm 3: Arkadaş
Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Rukiye Tokgöz, Yusuf Çağrı Ekici
Ceyengül, Gıcık’ın kapısını açtığında bu kez gördüklerinin rüya olmasını çok istedi fakat kendisini büyük bir gerçeğin ortasında çaresiz olarak buldu. Gıcık, yoktu. Sağa sola baktı, seslendi, ailesine sordu fakat sonuç değişmedi: Gıcık yoktu.
Kısa bir süre üzüldükten sonra rüyası aklına geldi ve dün uğradıkları kulübeye gitmeye karar verdi. Eline küçük bir değnek alarak yola çıktı. Değneği bir asa gibi kullanıyordu. Kahvaltı da yapmamıştı. Dün dönüş yolunda yola bıraktığı çikolataları takip ederek kulübeye ulaşmayı düşünüyordu. Bir süre sonra çikolataların ilkine rastladı. Zaten aç olduğu için bulduğu çikolatayı yedi. Biraz bayat gibiydi ama olsun, dedi içinden. Sonra başka bir çikolata, bir çikolata daha… Derken yine birdenbire zaman değişti, iklim değişti. Bu değişimler kulübeye yaklaştığının belirtisi olmalıydı. Tam bunu düşünürken kulübeyi karşısında gördü. Bu kez yalnız olduğu için biraz daha fazla korkmuştu. Sanki dün girdiği kulübe değildi bu. Çok ıssız ve ürkütücü görünüyordu. Hava hafif kararmıştı, rüzgar esiyor ve kuşlar değişik sesler çıkarıyordu. Kapının önünde durduğunda kapı yine kendiliğinden gıcırtıyla açıldı. İçeriye ürkerek adım attı. Evet, bu dün gördüğü kulübe değildi fakat alt kata indikleri kapak yerindeydi. Kulübe daha temiz ve bakımlıydı düne göre. Kapağı kaldırdı, aşağısı aydınlıktı. Demek ki Gıcık buraya gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra Gıcık’ı karşısında gördü fakat yanında yaşlı bir kadın vardı. Rüyasında gördüğü yaşlı kadındı bu. Yine bir rüya gördüğünü düşündü. Belki de yol boyu yediği çikolatalar onu zehirlemişti ve bu etkiyle garip şeyler görüyordu. Merdivenlerden tamamen indi. Gıcık, Ceyengül’e çok yabancı davranıyordu. Yanındaki ihtiyar kadın da sanki kendisini görmüyor gibiydi. Evet, bu bir rüya olmalıydı. Yoksa Gıcık çoktan yanına gelir ya da ihtiyar kadın bir şeyler söylerdi. Dün oturduğu koltuk yine boştu. Koltuğa sessizce oturdu. Gıcık da ihtiyar kadın da hâlen sessizdi. Bu rüya olmalıydı yine. Belki de biraz sonra uyanacaktı ve Gıcık’ın yanına gidecekti. Uyanmaya çalıştı fakat bunun bir rüya olmadığı belliydi. Kendini toparladı ve tam bir şeyler sormaya hazırlandı ki ihtiyar kadın sordu:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız?
Ceyengül, sustu. Çünkü bu soruyu rüyasından hatırlamıştı. Ceyengül gözlerini kapadı, bildiği bütün duaları okudu. Özellikle Felak ve Nas surelerini okudu. Gözlerini usulca açtı. Etrafta kimse yoktu. Gıcık yoktu. İhtiyar kadın yoktu. Her yer aydınlıktı yine de. Dua okuyarak merdivenlerden çıkmaya yeltendi.
Gariplikler bitmek bilmiyordu. Merdivenlerin olmadığını fark etti. Başı ağrıyordu. Gözlerini yeniden kapattı ancak bu kez hemen açmadı. Bir süre bekledikten sonra gözlerini açtığında ormandaydı. Az önce gördüğü şeylerin hepsi kaybolmuştu. Olağanüstü bir durum yoktu görünürde yalnız eve nasıl gideceğini kestiremiyordu. Bir süre sağa sola bakıp kendisine bir yön tayin etmeye çalıştı. Ağaçların yosunlu olan tarafına sırtını döndü. Köylerinin güneyde olacağını düşündü. Yürümeye başladı yine. Kendini çok yalnız hissediyordu. Gıcık’a ne kadar alıştığını fark etti. Gıcık, onun hayatına girdiğinden beri ne çok şey yaşamıştı, hayatı ne kadar değişmişti. Ya Gıcık bir daha hiç dönmezse diye aklından geçiyordu ki karşısında Gıcık’ı gördü. Gıcık, sevgi gösterilerinde bulunuyor ve Ceyengül’ün önünden yürüyordu. Belliydi, ona kasabanın yolunu göstermeye çalışıyordu. Bazen koşarak bazen de hızlı adımlarla sonunda kasabaya vardılar.
Ceyengül evine döndüğünde bütün kasaba halkını bahçelerinde gördü. Bu kalabalığın nedenini anlayamıyordu. Gıcık da bu kalabalıktan ürkmüş, korkmuştu. Gıcık’ı kucağına aldı. Annesi biraz da üzgün Ceyengül’e bakarak konuşmaya başladı:
-Kaç zamandır bizi endişelendiriyorsun ama bugün çok daha büyük endişeler yaşadık. Gece gündüz demeden evden çıkıyor tuhaf davranışlar sergiliyorsun. Sabahın köründe yastık kılıfını elbise diye üzerine giyiyorsun. Her şey şu peluş köpeği kucağında getirdiğin gün başladı. Ondan önce bir sorun yoktu ama Allah aşkına sabahın erken saatinde peluş köpek kucağında nerelere gittin, nerelerden geldin?
Ceyengül konuşmak istedi fakat bütün kelimeleri unutmuş gibiydi. Bir film setinin ortasına düşmüş gibiydi. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. İnsan önceden bir metin vermez miydi eline ezberlemesi için? Gözlerini kapadı. Uzun süre açmadı. Gözlerini açtığında dört duvarı beyaz boyalı bir odadaydı. Tepesindeki lamba da beyazdı. Etrafındaki insanlar konuşuyordu:
-Fırat buraya yeni geldi. Ceyengül adında bir hayali arkadaşı var. Kırgız olduğunu söylüyor Ceyengül’ün. Ceyengül’ün bir de köpeği varmış hem de adı çok ilginç: Gıcık.
Bu cümlelerden sonra bir başkası konuşmaya başladı:
-Aslında çok iyi birine benziyor. Tahsili nedir, ne iş yaparmış Fırat?
-Fırat, veterinermiş aslında. Ancak mesleğini yapmak için yanlış bir kasaba tercih etmiş. Kendi kasabasında başlamış bu işe. Elbette çok fazla ziyaretçisi de olmamış. Zaten Ceyengül’ü de orda tanıdığını iddia ediyor. Gıcık’ı Fırat’a getirmiş Ceyengül.
Ceyengül etrafında sohbet eden insanların yüzlerini seçmeye çalışıyordu. Yaşlı kadın ne kadar da benziyordu Cihangül teyzeye. Bu esnada Gıcık’ın kapıdan girdiğini gördü. Doğrulacak gücü yoktu. Kapının tam yanındaki aynaya baktı. Yatakta yatan birini gördü. Fırat dedikleri galiba bu kişiydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder