Mehmet Çınar Köksal, Hayrettin Eymen
Hangi günde olduğunu bilmiyordu. Aylardır takvime bakmıyordu. Cuma namazına da gitmediği için günler hep birbirinin tekrarı gibiydi. Hatta sabah ve akşamı da karıştırır olmuştu. Sabahaları yatıyor, akşamları uyanıyordu ama sabah sanıyordu. Sadece günleri değil mevsimleri de karıştırır olmuştu. Hangi mevsimde olduğunu da bilmiyordu fakat bu onun suçu değildi çünkü havalar hayli dengesiz gidiyordu. Bazen yazın ortasında yağmur yağıyor bazen kışın ortasında ağaçlar çiçek açıyordu. Yaşadığı mahalledeki insanları da karıştırıyordu. Bazen kadın isimleriyle erkeklere hitap ediyor bu yüzden sert bakışlara maruz kalıyordu. Onu tanıyanlar bu hâline alışmıştı.
Yalnız yaşıyordu. On yıldır yalnız yaşıyordu ve maddi durumu hiç iyi değildi. Günleri, zamanı karıştırması bile bu yüzden ortaya çıkmıştı. Ne saati vardı kolunda bakacak ne de takvimi vardı duvarda asılı çünkü bunları alacak parası bile yoktu. Aslında fena sayılmayacak bir geliri vardı zamanında fakat nereden tutulduysa bir antika sevdasına tutulmuştu ve tüm servetini küçücük bir dolabı satın almak için açık artırmada harcamıştı. Ne işe yaradığını bile bilmediği bir dolaptı. Neden o kadar heveslendiğini ve istediğini de bilmiyordu. Önceleri antika niyetine birkaç eşya almıştı ama bu dolap onun hayatının dönüm noktasıydı. Günlerce peşinde koşmuştu bu dolabın. Ahşap küçük bir dolaptı bu üstelik aldığından beri kapağını da açamamıştı. İlk zamanlar biraz uğraşmış, anahtar yeri aramış, kapağının kulpundan zorlamıştı fakat sonraları gelen pişmanlık hissi ile birlikte dolabı bir köşede unutmuştu. Şimdi evinde antika bir dolap olduğunun bile farkında değildi. O dolaba harcadığı serveti bile unutmuştu. Her şey birbirine karışmış sanki başka bir gezegene taşınmış gibiydi. Onu görenler gözlerine baktıklarında ardında kocaman bir uçurum görüyordu.
Sabah diye uyandığı bir akşam biraz değişik açtı gözlerini. Sanki evine yeni gelmiş gibiydi. Sanki aylar sonra yeniden evine gelmiş gibiydi. Sanki askerliği bitmiş ve evine kavuşmuş gibiydi. Şaşkınlıkla etrafı inceledi. Boş duvarlara baktı. Örümcek ağlarına da baktı. Yerdeki lekelere, pencerelerdeki kirlere baktı. En sonunda gözü ahşap dolaba ilişti. Rüya mı görüyorum, diye düşündü. Düşününce az önce gördüğü rüyayı hatırladı. Şu an rüyada değildi ama biraz önce yani gözlerini açmadan az önce rüya alemindeydi. Rüyasında bir dolap vardı ve dolabın içinden çıkan bir lamba vardı. Rüyasında lambayı ovuşturmuş ve içinden dev çıkmış kendisinden üç dilek dilemesini istemişti. O da kısa süre düşünmüş ve peş peşe sıralamıştı:
1. İnsanlar artık beni yargılayıcı gözlerle bakmasın
2. Yalnızlığım sona ersin
3. Servet sahibi olayım.
Tam üçüncü dileğini söylediği anda uyanmıştı. Kendisini müthiş enerji dolu hissediyordu. Yataktan doğruldu. Açlık bile hissetmedi. Evi temizlemek gerektiğini fark etti. Aslında öyle bir niyeti yoktu fakat içi sıkılıyordu baktıkça etrafa. En iyisi temizlemeye evdeki tek eşyadan yani ahşap dolaptan başlamalıydı. Dolabın yanına gitti ve sağına soluna bakmaya başladı. İçini merak ediyordu, altı örümcek ağlarıyla dolmuştu. Eliyle onları temizlemeye çalışırken başka böcekler de hızla kaçışmaya başladı. Kapağın kulpunu eliyle tuttu ve zorladı. Kendisini çok güçlü hissediyordu. Birkaç kez zorladı. Tüm gücünü verip kapağa asıldığında az kalsın düşüyordu. Kapak birdenbire açılmış ve dengesi sarsılmıştı. Kapağın kulpu da elinde kalmıştı. Yerinden doğruldu ve dolabın içindeki kutuları incelemeye başladı. Rüyası geldi aklına. Belki de bu kutulardan birinde sihirli lamba vardı. Kutuları hızla açtı fakat hepsi boştu. Morali bozulmuştu. Bulunduğu yere uzanmak istedi ki o esnada dolabın en altında bir zarf gözüne ilişti. Tozluydu hayli. Zarfa uzandı, içinde bir kâğıt vardı zarfın. Kâğıdı çıkardı. Bilmediği bir dilde uzun satırlar vardı kâğıtta. Bu günlük bu kadar yeter, diye düşündü. Kağıdı da alarak dışarı çıkmayı düşündü ancak kapı bir türlü açılmıyordu. Kapıyı da tıpkı dolabın kapağı gibi var gücüyle açmaya yeltendi fakat kapı açılmadı. Tam bu esnada kapının üzerindeki anahtarı fark etti. Anahtarı çevirdi, yanına aldı ve dışarıya çıktı.
İnsanlar evlerine dönüyordu, hava kararmak üzereydi. Elindeki kâğıdı karşıdan gelen genç birine doğru uzattı. Genç, ihtiyarın yüzüne bile bakmadan yürüdü, gitti. Zaten kafasında kocaman bir kulaklık takılıydı gencin ve genç elinde bir şeyleri kurcalayarak ilerliyordu.
Birkaç adım atmıştı ki başka birine doğru uzattı kâğıdı ancak o da ihtiyarı hiç görmemiş gibi yoluna devam etti.
Artık kimseye kâğıdı göstermemek gerektiğini düşünüyordu ki yanında birdenbire bitiveren bir çocuk seslendi:
-Amca bu kâğıt senden daha yaşlı. Üzerinde neler yazıyor bakalım mı?
Cevap vermek istedi ama kelimeleri unutmuş gibiydi. Kâğıdı çocuğa uzattı. Çocuk baktı, baktı, baktı… İhtiyarın gözlerine baktı sonra. Bir şeyler söylemek istedi, vazgeçti. İhtiyarın gözlerinin ardındaki boşluğu gördü. Kâğıdı tekrar ona uzattı. Yoluna devam etti.
Eski bir radyoya ait kullanma kılavuzunda yazanları akşamüzeri bir yaşlıya okumanın ne anlamı vardı ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder