20 Eylül 2024 Cuma

YARIM

Akın Eliş, Ezgi Budak

Kendini çok eksik hatta yarım hissediyordu. Bir şeyler eksikti hayatında ama ne olduğunu bilmiyordu. Müzik dinliyordu fakat yarımlığını unutamıyordu. Ders çalışıyordu. Kimsenin çalışmadığı kadar çalışıyordu fakat hep bir yarımlık hissi zihninde çivi gibi batıyordu. Kitap okuyordu, parka gidiyordu, yürüyüşe çıkıyordu ama hep bir şeyler eksikti. 
Zaman zaman bu hissi ailesiyle ve arkadaşlarıyla konuşmaya yeltenmişti ancak ailesi onu psikoloğa götürmeyi teklif etmişti. Arkadaşları ise az ders çalışmasını ve az kitap okumasını önermişlerdi. Ciddiye alınmamıştı kimse tarafından bu sorunu. Ne yapsa, ne etse yaptığı, ettiği her şey bir boşluğa düşüyor gibiydi. Kocaman, karanlık bir uçurumdan aşağıya yuvarlanıyordu her eylemi ve sonra bulamıyordu onları. Kayboluyordu yaptığı şeyler, kayboluyordu düşündükleri bile. 
Rüyalarına bile siniyordu bu yarımlık hissi. Rüyaları da kayboluyordu. Hayatı yarım yaşadığını düşünmeye başlamıştı ve etrafını yarım gördüğünü. Her şeyi yarım görüyorum, diyemezdi. Anlatamazdı ki bunu kimseye lakin öyleydi. 
Arkadaşlarının arasında gülüyor, eğleniyormuş gibi yapıyordu. Onlardan ayrı kalınca daha da derinleşiyordu önünde durduğu uçurum. Daha da karanlıklaşıyordu. Onlarla maç yapıyor, onlarla pikniğe gidiyor, yürüyüşe çıkıyordu. 
Yine bir okul çıkışıydı ve herkes evine doğru ilerliyordu. Kimileri de okul önünde bekleyen servis araçlarına doğru gidiyordu. 
Üç kişilerdi birlikte yürüyen. Üç kişilerdi, eve kadar birlikte gidecek olan. Okulun dışına çıkmışlardı. Vakit ikindiydi ve havada hoş bir kızıllık vardı. Gölgeler uzamıştı. Üç arkadaş güneşi arkalarına almışlar, yürüyorlardı. Bir süre sonra beş kişi yürüdüklerini fark etti. Üç kişilerdi ve önlerinde yalnızca iki gölge vardı. Adımlarını yavaşlattı. Bir süre sonra yürümeyi bıraktı. İki arkadaşı ve iki gölge ilerlemişti. Gölgesinin olmadığını fark ettiğinde olduğu yerde kalmıştı. Bir ses duydu bunu fark ettiğinde. Çıtırtıya benzeyen bir ses. Arkadaşları döndü ve yanına geldiler. Gölgeler dönmedi. 

BİLİNÇALTI SANRISI


Ezgi Budak

Belki de bizi ayık tutan şey rüyalardır. Rüya, görme isteğiyle topladığımız bilgilerdir. Bilinçaltımıza işleyen, biz farkında olmasak bile bu arzuyla yanan küçük bir istektir. 
Uyku, bir kaçıştır. Hayatın somutluğunu bırakıp soyuta kaçtığın bir yoldur. Kısa sürse bile tüm iplerden ve yüklerden kurtulduğun bir eylemdir. Rüya görmek de cabası. Geçici bir süre bile olsa insanın inandığı bir sanrıdır. Yani rüya sanrı mıdır, değil midir bilmem. Ama en yakın kelime bu galiba. Peki, kabuslar da açgözlülüğün bir sonucuysa? Zaten böyle bir kaçış şansımız varken bir de farklı bir gerçeklik istememizden kaynaklanıyorsa? 
Güçlü bir iradeye sahip olmadıkça göreceğimiz rüyayı seçemeyiz ya da rüya  gördüğümüzü anlayamayız. Tabi kabuslar o gün veya o günler içinde gördüğümüz kötü şeylerin yansıması da olabilir. Ama zaten kötü bir gün geçirmişsek kaçış yolumuz neden bize daha çok yük olsun ki? Belki de kabusları kafamızda büyüten bizizdir. Fakat soluk soluğa uyandıktan sonra etkisini sürdürdüğü de doğrudur. Bu her ne kadar bizim hayal gücümüz olsa da. 
Kabus ve rüya kavramları gerçekten garipler. Gözümüzü kullanmadan bize görüntüler gösteren soyutluğun en güzel güçlerinden biri bence. Rüya ya da bilinçaltı sanrısı anılardan da ibaret olabilir. Kaçışımızın gerçekliği ve gerçekliğin kaçışı. Rüyalar her zaman mantıklı değildir. Lakin insanlar bu kıymetli sanrıya anlam yükler. Kaybetmek istemeyecekleri bir kavram. Her sorun uyuyarak çözülmez ama sorunların çözümü uyuyarak bulunabilir. Rüyaların kısa süreli bellekte yer alması onların unutulması gerektiği anlamına gelmez. Aksine az oldukları için değerlidirler. İnsana özel oldukları için değerlidirler. 

EKSİK TUĞLA


Ezgi Budak
Gözü kapalı resmedilir adalet. Çünkü o insanları dış görünüşüne göre yargılamaz. Her ne kadar bu çağın insanı tam tersini yapıyorsa da. Adalet kavramı soyuttur zira somutluğa ihtiyaç duymaz. İnsan bu iki gerçeklikten oluşuyor olsa bile belki de somutluğun adaleti güçsüz kılacağından soyuttur. Eşitlik ve adaletin aynı kavram olmadığı aşikâr. Eşitlik terazide gösterilemez.  Çünkü o terazinin kefelerine birer insan koyarsak elbet biri aşağıda kalır. Lakin eşitlik için o terazinin kolları aynı hizada olmalıdır. 
Ne yazık ki adalet bu günlerde gerektiği değeri görmüyor. Aslında insanın yaşama arzusunun fitili adalet olsa da o fitil yanamayacak kadar ıslak durumda. Şimdinin insanı insanlığın yani insanlık kelimesinin eksik kaldığının farkında değil. Fakat insanın ruhu evse bir tuğlası bile eksik kalınca içeri yağmurun, rüzgârın, dolunun girmesi kaçınılmaz oluyor. O eksik tuğlanın adı, adalet…
Tabii ki bu konu hakkında genelleme yapmak doğru olmaz. Ne de olsa her insan farklıdır. Bu yalnızca bir gözlem. Zaten bu gözlemi yapması gereken insanın kendisi. Yine de güçlü bir adalet duygusu ruhun gıdasıdır. Çünkü yalnızca adalet barışı getirebilir. 

GÜVEN/SİZ

Akın Eliş

Güven nedir? Tek başına güven kelimesi düşünüldüğünde çok bir anlam ifade etmiyor. Kendine güvenmek veya güvenmemek kelimeleri geliyor peşinden zihnime. Hemen ardından birilerinin güvenini kazanmak ifadesi geliyor. Düşünüyorum, geleceğini güvence altına almak gibi bir söylem de var. Güvenlik görevlileri var her gün sokaklarda karşılaştığımız. Güven kelimesi hayatın içinde aslında fakat ne kadar güvene sahibiz ya da ne kadar güvendeyiz, geleceğimiz güven altında ve kaç kişinin güvenini kazandık, kaç kişi bizim güvenimizi kazandı?

Güveniyoruz kendimize yaşarken, yürürken, düşünürken, konuşurken. Farkında olmasak da bu eylemlerin hepsi bir güven neticesi. Güvenin olduğu yerde kaygıya yer yok. Güvensiz bir ortam önce kaygıyla kendisini hissettiriyor.

Düşünüyorum; bunca güvenlik görevlisi, sigorta şirketi var. Demek ki yolunda gitmeyen bir şeyler de var dünyada. Bu yalnızca bizim ülkemize has bir durum değil. Dünyanın her yerinde, bütün gelişmiş toplumlarda bu sistemleri görmek mümkün fakat dağa başında yaşayan bir kabilede ya da medeniyetin ulaşmadığı yerlerde bu olgulara gerek kalmıyor.

Güven kelimesi yakın dönemde üretilmiş bir kelime. Yani birkaç yüzyıl önce sözlüklerde böyle bir kelimeye rastlamak mümkün değil. En azından bizim dilimiz için durum böyle. Demek ki bundan önceki çağlarda insanların birbirine güven duyması ya da geleceğini güvenceye almak gibi bir sorun yoktu. Dolayısıyla bu tarz bir kelimeye ihtiyaç da hissedilmemişti. Kelimeler de ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkmaz mı?

Güven duymak istiyoruz birilerine, bir şeylere dair ve güven vermek istiyoruz. Güvendeysek kendimizi huzurlu hissediyoruz. Güvensiz ortamlara yaklaşmak bile istemiyoruz. Güvensizliğin büyümesi huzurumuzu bozuyor, mutluluğumuzu azaltıyor.

Durup dururken ortaya çıkmamış bu kelime keşke zamanla unutulup gitse diye düşünüyorum. Herkes güvende olsa, herkesin geleceği güvende olsa. Oysa bu kelimeyi modern hayat tarzı bize icat etmişti. Kim bilir hangi vaatlerin kenarından sinsice bu kelime gelip huzurumuzu, mutluluğumuzu, umudumuzu, yarınlarımızı yerle bir etti. Belki de huzur ve güven metropollerde, şehirlerde modern yaşamlarda değil de doğanın kalbinde.

Şimdi düşünüyorum, güven kelimesinin eski karşılığı itimat imiş. İtimat galiba önce güvene dönüştü sonra güvensizliğe.

Güven, sadece bir kelime işte… Fakat içinde bir sistem, dünya, yaşam tarzı barındıran uzun bir kelime.

19 Eylül 2024 Perşembe

ÖZGÜRLÜĞÜN ÜLKESİ

 Meryem Katırcı

Akşam vakitlerinin benim için ayrı bir güzelliği var. Dolu dolu geçirdiğimi söylemem fakat akşamın sessizliği, sakinliği, dinginliği hoşuma gidiyor. Hele o usul usul çöken karanlık yok mu? Karanlık çöküyor ve sokaklar bambaşka bir hâl alıyor. Yollarda evlerine dönen insanlar, okuldan dönen öğrenciler…
Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, akşamları kuşlarda bile bir telaş oluyor ve onlar da yuvalarına dönmek için çaba sarf ediyor. 
Biraz vakit ilerleyince şayet hava açıksa nazlı nazlı bir ay yükseliyor uzaklardan. Yıldızlar göz kırpmaya başlıyor sessiz sessiz. 
Şehirde de akşamın güzelliği başka fakat ben bir dağ başında yaşamak isterdim akşamı. Gökyüzüne daha yakın bir dağ başında. Yıldızları, şehir ışıklarının yutmadığı, ayın parlaklığını perdelemediği bir dağ başında. Bir yanda çekirge sesleri, bir yanda ateş böcekleri olsun isterdim. Uzaktan bir derenin şırıltısı gelsin kulağıma isterdim. Gözlerimi kapatıp açayım ve ay ile, yıldızlar ile selamlaşayım isterdim. 
Gündüzün vedasıdır akşam, güneşin vedası. Ayın ve yıldızların merhabası. 
Her vaktin bir bereketi var ama akşam vakitleri benim için daha bereketli. Özellikle ev halkı uyumaya başladıktan sonra yeni bir dünya, yeni bir hayat başlıyor benim için. Ödevlerin, soruların, sorunların ötesinde kendime ait bir dünya. Galiba akşamı en çok bu yüzden seviyorum. Akşam benim için özgürlüğün ülkesi. Kimse rahatsız etmiyor beni bu ülkede. Bu ülkenin tek sahibi benim ve süsü karanlık, yıldızlar, ay.

OKUL SEVGİSİ

 Meryem Katırcı

Sınıftaki herkes ondan rahatsızdı. Öğretmen bile ondan rahatsızdı. Oysa öğrenmeye çok meraklıydı ve kimseye bir zararı yoktu. Bir şeyler öğrenmek ve hayatında uygulamak istiyordu. Bütün dersleri seviyordu ve kaçırmadan dinlemek istiyordu fakat çoğu zaman ya kapıdan çıkarıyorlardı onu ya da pencereden. Evet, pencereden kovulduğu zamanlar da olmuştu. 
Sesi çok çıkmıyordu. Hatta sadece yakınında olanlar onun sesini duyabiliyordu ve cüssesi de yer kaplamıyordu. Sınıfta olmadığı zaman kimsenin yeri genişlemiyordu ve onun yokluğunu kimse fark etmiyordu da. 
Yoklama alınıyordu ama o olmadığı zamanlarda yoklama fişine “yok” yazılmıyordu. Yaramazlık yapanların isimleri tahtaya yazılıyordu fakat bazen yaramazlık yapmaya yelteniyor ama bir türlü adını tahtaya yazdıramıyordu. Kimse onunla konuşmuyordu. 
Lavaboya gidince de istenmeyen kişi oydu. Onu görmekten en  çok kantinde rahatsız oluyorlardı. Kantinci kaç kez kovalamıştı onu kantinden. Hatta bir keresinde az kalsın bacağı kırılacaktı kantinciden kaçarken. 
Çok şey istemiyordu ki… Sadece ders dinlemek istiyordu. Bilgi sahibi olmak, kültürlenmek istiyordu. Sıradan bir canlı olmamak istiyordu. Açık kitap gördüğünde mutlaka satır satır okurdu. Bazen tahtada yazılı olanları görmek için tahtanın en yakınına giderdi. Özellikle tahtaya yaklaştığında öğretmen değişik hareketler yaparak kovardı onu tahtanın etrafından. Suçu neydi, bu hayat ona neden layık görülmüştü anlamıyordu. 
Anne babası ve arkadaşları onun okula gitmesini istemiyordu. Okul tehlikeli bir yer diyorlardı. Hastalanırsın, bırak bu okul sevgisini, parklar, bahçeler daha güzel diyorlardı ama nafile. Bir kez okul aşkına yakalanmıştı. Okul bambaşka bir yerdi onun için. Teneffüs zillerini de seviyordu, pazartesi sabahları, cuma akşamları müdürün yaptığı konuşmaları da. Birkaç kez de müdür odasına gitmişti ama müdür onu çok korkutmuştu. O günden beri müdüre sadece dışarda selam vermeye başladı. Müdür, onu görünce kızgın bakışlarla değişik davranışlar sergiliyordu. Bir keresinde de öğretmenler odasına girip orada kültürlenmek, yeni şeyler öğrenmek istemişti ama oradan da kovulmuştu. 
Hayatı bir yerlerden kovulmakla geçiyordu. Oysa çok şey istemiyordu ki. Ailesi ve arkadaşları istemese de kış mevsiminde okulun sağladığı imkanlar başka bir yerde yoktu. Kışın sıcacık oluyordu sınıflar. Üstelik akşamları kimsecikler olmuyordu ve o istediği gibi hareket edebiliyordu. Kovulmuyordu akşamları. Tüm koridorlar, öğretmen odası, diğer sınıflar… Hepsine girip çıkabiliyordu. Ders olmuyordu, öğrenci ve öğretmen olmuyordu, kovan olmuyordu ama akşam vakitleri hayli keyifliydi onun için. 
İnsanlar neden anlamıyordu kendisini. Öğrenmek isteyen, bir şeyler dinlemek isteyen bir karasineğin onlara ne zararı olabilirdi ki?

KIŞ BİTTİ

Meryem Katırcı, Zehra Yıldırım

Normalde kış mevsiminin usul usul kasabayı terk etmesi, baharın ilk seslerinin duyulması gerekiyordu fakat kışın gitmeye niyeti yok gibiydi. Sanki bu kasabayı sahiplenmiş gibiydi soğuk ve kar. İnsanlar haftalardır devam eden kar yağışı yüzünden evden çıkamaz olmuştu. Çoğu evde yakacak sorunu başlamıştı bile. Eskilerin zemheri dedikleri zaman dilimi çoktan geride kalmıştı. Dedesi böyle zamanlarda cebinde taşıdığı eski defteri çıkarır zemheri, gücük, abrul, kocakarı soğukları gibi şeyler söylerdi ve her seferinde de tutardı onun söylediği hava tahmini ama bu kez tutmamıştı. O defterde neler yoktu ki? Evde yaşayan herkesin doğum tarihi hatta ineklerin buzağılama tarihi, koyunların kuzulama tarihleri bile vardı. Sadece bunlar değil, hangi hastalığa hangi bitki iyi gelir, hangi dua hangi zamanlarda okunur… Kafa defteri derdi dedesi o deftere. Zaten kış en çok dedesini ürkütmüştü bu sene. Karlı dağlara bakıp bakıp bir türkü mırıldanıyordu:
Bu yıl bu dağların karı erimez
Eser bâd-i sabâ yel bozuk bozuk
Dedesi, kim bilir kaç kez kış mevsimi yaşamıştı ama bu mevsim ona ağır gelmişti. Yorgunluğu gözlerinden, yüzünden belli oluyordu. 
Yine sabahın ilk saatleriydi ve yine dışarda kar, kimi zaman çoğalıp kimi zaman azalarak yağmaya devam ediyordu. Kar yüzünden şubat tatili de uzamıştı ve her hafta okulların açılması bir hafta ileriye atılıyordu. Kasabadaki çocuklar başlangıçta bu durumdan hayli keyifliydiler fakat bir süre sonra onlar da usanmıştı. Yeterince kartopu oynamışlar, kardan adam yapmışlardı. Artık onlar da baharın gelmesini dört gözle bekliyorlardı. 
Zeki, pencereden dışarıya baktı ve kahvaltı için mutfağa doğru yöneldi. Zaten herkes masa başındaydı. Kimse kahvaltı boyunca konuşmadı. Dedesi de konuşmadı. Kahvaltı bittikten sonra dedesiyle birlikte dışarıya çıktı ve kapı önünde biriken karları kürediler bir süre. Evin kedisi bile artık dışarıya çıkmak istiyor fakat birkaç adım attıktan sonra koşarak içeriye giriyordu. 
Zeki, dedesini konuşturmak için zihninde konu arıyordu. Bir şey bulamadı ama öylesine ağzından bir soru çıkıverdi:
-Babaannemi özlüyor musun dedeciğim?
Ansızın gelen bu soru karşısında dede birdenbire donup kaldı. Nefesi hızlandı. Gözleri bulutlandı. Kendisini toparladı ve derin bir iç çekişten sonra:
-Özlenmez mi, dedi. 
Başka bir şey demedi. Zeki, bu soruyu nasıl sorduğuna kendisi de şaşırdı. Sorulacak şey miydi şimdi sabah sabah bu? Babaannesi öleli henüz birkaç sene olmuştu ve dedesi onun ölümünden kendisini de sorumlu tutuyordu. Yeterince ilgilenemediğini, değerini bilemediğini uzun süre anlatmış durmuştu. Bu soğuk havadan kurtarmalıydı dedesini. Aklına muzipçe şeyler geliyordu ama dedesinin nasıl karşılayacağını kestiremedi. Sessizce yerden bir avuç kar aldı ve biraz uzaklaşarak dedesine minik bir kartopu fırlattı. Dedesi yine şaşkındı ama küçük bir tebessümden sonra omzuna isabet eden karları temizledi ve karşı atakta bulunmak için eğildi. Zeki, saklanmaya çalıştı ama vazgeçti ve dedesinin fersiz kollarla kendisine fırlattığı kartopunun sırtında dağılmasına müsaade etti. Dedesi artık gülümsüyordu. Zaten kapının önünü de temizlemişlerdi. Tam içeriye girecekleri sırada kar yağışının durduğunu fark ettiler. Bu durum da onları biraz daha mutlu etmeye yetmişti. 
Belki de bekledikleri bahar artık gerçekten gelecekti. Öğleye doğru hava tamamen açıldı ve yumuşadı. Hatta karlar erimeye başladı. Bu hızla karlar erir ve yeniden yağmazsa birkaç güne okullar açılacak demekti. Karların eridiğini ve güneşin çıktığını gören kasabaya bir hareketlilik gelmişti. 
Ertesi sabah uyandıklarında hava yine güneşliydi ve her taraf yavaş yavaş eriyen karların suyuyla doluydu. Kaç zamandır durgun olan dedesi o gün keyifliydi ve yüzüne renk gelmiş gibiydi. Bir bahara daha ulaşmış olmanın sevinciydi aslında dedesinin yaşadığı. Bahar demek, yeni bir başlangıç demekti, tazelik ve yaşama sevinci demekti. 

YALNIZLIK

 Rukiye Tokgöz

Bazen kendimi çok yalnız hissediyorum
Bilhassa güneş batarken
Vakit ikindi olduğunda
Uzayan bir gölge gibi
Gelip yanıma duruyor yalnızlık

Neyse ki bazen geliyor yalnızlık
Hayatımın diğer zamanlarında
Mutluluk veren bir kalabalık
Hep yanımda

GERÇEĞİN AYNASI

Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Merve Hoşgiz, Rukiye Tokgöz, Hülya Doğancık

1. Bölüm: Gıcık 

Serin bir yaz günüydü ve vakit öğleye yakındı. Kasaba her günküne göre oldukça sakindi ve bu sakinlik uzaktan bakanlar için ürperticiydi. Yaz gelmişti gelmesine fakat halen bahar mevsiminin tazeliği seziliyordu her yerde. Ağaçların bir kısmı çiçek açmayı unutmuş gibi yeni yeni çiçeğe duruyordu. Uzak dağların etekleri de yeni yeşermeye başlamıştı. Ceyengül liseyi bitirdikten sonra tekrar kasabasına dönmüş, istediği üniversiteyi kazanmak için bir süre çalışmayı denemiş fakat sonunda pes etmişti. Bu kasaba onun kaderiydi. Bu kasabada doğmuştu ve bu kasabada ömrünü tamamlayacak gibiydi. Her geçen gün daha da gıcıklaşan ağabeyi dışında aslında hayatından memnundu. Kendisini bu kasabaya ait hissediyordu. Ağabeyi, hiçbir sorumluluğa yaklaşmadığı gibi kendi işlerini de Ceyengül’e yaptırıyordu. Ceyengül her sabah ahırdaki işleri yapıyor, tavukları yemliyor, bahçede yapılacak işleri bitiriyor ardından da duvar ustası babasının yanına giderek kendisine iş olup olmadığını soruyordu. Şayet babası ona ek bir iş vermezse eve dönüyor ve bir genç kız olduğunu hatırlayarak kendisine çeyiz hazırlıyordu. Yastık, yorgan kenarları işlemişti daha önceden. Akrabalara verilmek üzere seccadeler işlemişti. Lif, çorap, hırka örmüştü. Aslında bu işlerden çok zevk almıyordu fakat annesinin zoruyla başlamıştı bir defa bu işlere. Oysa evlenmeyi düşünmüyordu Ceyengül. Sürekli çalışmasının sebebi aslında düşünmekten kaçınmaktı. Düşündüğü zaman içinden çıkamadığı sorunları vardı. Yaşamak istediği hayat ile kasabadaki hayat arasında dağlar kadar fark vardı. 
Vakit öğleydi ve Ceyengül’ün o gün yapacak hiçbir işi yoktu. Çeyizi ile uğraşmayı da canı istemiyordu. Kaç zamandır uğramadığı kasaba çarşısına doğru yola çıktı. Belki bir şeyler alır, birileriyle ayaküstü sohbet ederim, diye düşünüyordu. Yol boyu binbir düşünce zihnine geldi, gitti. Bir anda yolun kenarında yaralı bir yavru köpek dikkatini çekti. Köpeğin gözleri, ağzı yaralar içindeydi ve üzerine sinekler konup kalkıyordu. Önce görmezden gelip yürümeyi düşündü. Hatta birkaç adım da attı fakat ardından gelen yavru köpeğin sesini duyunca geriye döndü ve köpeği almak istedi. Köpek çok kirli ve hastalıklı görünüyordu. Yine de ince kalbi daha fazla dayanamadı ve köpeği yanına alarak yürüdü. Niyeti, onu kasabanın tek veterinerine göstermekti. Bir süre sonra köpeği taşımaya ve üzerindeki yaralara bakmaya alışmıştı. Köpek can çekişiyordu. Adımlarını hızlandırdı ve veterinerin kapısından içeri girdi. Durumu gören veteriner temiz bir bez üzerine köpeği yatırarak dakikalarca pansuman yaptı, dikiş attı. Bir saatin sonunda köpek artık birazcık kendini toparlamıştı. Ceyengül bir yandan borçlanacak olmanın verdiği huzursuzluğu yaşıyordu ki veteriner:
-Bu sevimli köpeğin tedavisi için senden ücret almayacağım çünkü bu köpekten kasabamızda hiç yok. Daha önce bu cins bir köpeği de tedavi etmemiştim, benim için de bir tecrübe oldu. Üstelik sana bazı ilaçlar da vereceğim fakat bir şartım var: Ayda bir köpeği bana onu sevmem için getireceksin, dedi. 
Bu sözleri duyan Ceyengül rahatladı ve bir süre sonra köpeği alarak çarşıda dolaşmadan evin yolunu tuttu. Köpeği evinde besleyemezdi fakat evin hemen yanındaki küçük depo onu beslemek, iyileştirmek için çok uygundu. Depoda köpeği için güzel bir yatak hazırladı. Ağabeyi ve annesi bu duruma pek sevinmemişlerdi.  Bir isim vermek gerekiyordu bu köpeğe. Ağabeyi köpeğin ismini Ceyengül koymayı önerdi fakat bu öneri kabul edilmedi. Annesi bu tekliften dolayı sinirlenmişti. Ceyengül ağabeyine:
-Gıcıklığın lüzumu yok, dedi ve ardından buldum, diye bağırdı. Köpeğimin adı Gıcık olsun. 
Günler çabuk geçti çünkü tüm ailenin artık Gıcık bir meşgalesi vardı. Evin neredeyse tek konusu artık Gıcık’tı. Gıcık da bu sürede hayli toparlanmış artık evin bahçesinde koşmaya, etrafı tanımaya başlamıştı. Gıcık, iyice kendisini toparladığında artık onu Ceyengül gezmeye de çıkarmaya başlamıştı. Kasabanın kenarına, orman tarafına ya da ırmağa doğru Gıcık’la yürüyüşler yapıyorlardı. Yine bu tarz yürüyüşlerden birinde Gıcık farklı bir yöne doğru ısrarla gitmeye başladı ve Ceyengül’ü de o tarafa doğru gitmeye zorluyordu. Ceyengül önceleri anlamadı fakat bir süre sonra Gıcık’ın kendisini bir yere götürmek istediğini farketti. Önde Gıcık, arkada Ceyengül yarım saat kadar koşar adım yürüdüler. Ceyengül artık nerede olduklarını bilmiyordu. Kasabanın bu tarafına hiç gelmemişti. Sanki başka bir dünyaya adım atmış gibiydi. Etrafta kocaman ağaçlar ve kayalıklar vardı. Hava bulutlanmış hatta vakit öğlen olduğu halde kararmaya yaklaşmıştı. Üstelik bir de rüzgar başlamıştı. Bir masalın ortasına düşmüş gibiydi. Okuduğu kitaplar geldi aklına. Bir süre sonra önlerinde eski, yıkık bir kulübe gördü. Okuduğu kitaplarda bu tarz evler pek tekin olmuyordu. İçinde periler bulunabiliyordu ya da ilginç paranormal olaylar yaşanabiliyordu. Zaten havanın birden kararması, aniden bastıran rüzgar da iyice onu ürkütmeye yetmişti. Bu esnada Gıcık’a baktı. Gıcık da onun kadar tedirgin görünüyordu fakat onu kulübenin içine çekmeye çalışıyordu. Bir süre durdu, geriye dönmek istedi fakat hiç bilmediği bir yerdeydi. Buraya onu Gıcık getirmişti, buradan onu kurtaracak olan da oydu. Günlerdir ilk kez Gıcık’tan az da olsa gıcık kapmıştı. İyi mi yapmıştı bu köpeği sahiplenerek kötü mü? Bunları düşünürken kulübenin kapısının önünde buldu kendisini. Kapı kendiliğinden ve büyük bir gıcırtıyla aralandı. Bu durum Ceyengül’ü daha da tedirgin etti fakat Gıcık ondan önce içeriye girmişti bile. Gıcık içerden küçük küçük havlıyor ve Ceyengül’ü çağırıyordu. Nihayet Ceyengül de içeriye adım attı. Adım attığı tahtalar gıcırdıyordu ve her yer örümcek ağlarıyla, tozlarla doluydu. Hatta birkaç iri örümcek telaşla önünden kaçtı. Kulübenin tam ortasına geldiğinde bir kapak gördü. Kapağın önünde Gıcık yine bir şeyler yapıyordu. Kapağın tozlu kulpunu tutarak kaldırdı ve aşağıya doğru inen bir ahşap merdiven gördü. İçerisi karanlıktı fakat basamaklar temiz görünüyordu. Gıcık yine atlayarak basamaklardan aşağıya indi. Gıcık aşağı iner inmez içerisi aydınlandı. Gördüklerine inanamadı. Gözlerini silerek yeniden baktı. Aşağısı pırıl pırıl ve rengarenkti. Artık korkusu dağılmıştı. Hızla basamaklardan indi. Burada yöresine ait temiz kıyafetler, süslü sandıklar vardı. Elbiseleri dokunarak inceledi. Bu tarz elbiseleri ancak kitaplarda görmüştü. Sandıkların içini de merak etmeye başladı. Gıcık yerde keyifle yuvarlanıyor ve sevgi gösterisinde bulunuyordu. Arada bir kuyruğunu da hareket ettiriyordu. Bir rüya mıydı bu yoksa hayal aleminde miydi? Belki de Gıcık’la yürürken bir yerlerde düşmüş ve bayılmıştı. Rüyada olup olmadığını anlamak için bir kenara oturdu. Oturduğu koltuk bir tahta benziyordu. Bunun bir rüya olmadığını anladığında yeni yeni sorular zihnine üşüştü. Bu elbiseler, bu kulübe, bu sandıklar kimindi? Gıcık, onu buraya getirmişti ama mutlaka bir sahibi vardır diye düşündü. Oysa çok ön yargılı davranmıştı. Okuduğu kitaplarda bu tür yerlerde hiç hoş şeyler yaşanmıyordu. Sandıkları açmaya karar vermişti ki Gıcık’ın bir yere yattığını gördü. Papatya ekmek şeklinde bir köpek yatağıydı burası. Demek ki Gıcık buraya aitti ya da burasını daha önceden biliyordu. Hemen elinin altında duran küçük bir sandığa uzandı. Kapağını araladığında bir kez daha şaşırdı. İçinde onlarca altın para vardı. Bu paraların gerçek altın olup olmadığını anlamak için kenarını hafifçe ısırmıştı ki içinde çikolata olduğunu fark etti. Birdenbire büyü bozulmuş gibiydi. Gıcık havlamaya başladı. Artık dönüş saatinin geldiğini fark ediyordu Ceyengül fakat buraya bir daha nasıl gelecekti çünkü geldiği yolu bilmiyordu. Ceplerine altın kaplamalı çikolatalardan doldurdu. Dönüş yoluna bunlardan serpecekti. Bunu da bir masalda okumuştu. Merdivenlerden çıktı. Gıcık’ı çağırdı. Gıcık merdivenlerden yukarıya çıktığı anda aşağısı yeniden karanlığa büründü. Artık kulübeden çıkmanın zamanı gelmişti. Dışarısı çok soğumuş üstelik kar başlamıştı. Oysa mevsim yazdı. Gıcık’ın peşine takıldı ve yürümeye başladı. Yürüdükçe arada bir geriye altın kaplamalı çikolatalardan bırakıyordu. Bir süre sonra hava önce aydınlandı, ardından ısındı. Kasaba uzaktan görünmüştü. Yaşadıklarını, gördüklerini düşündü. Bunları ailesine anlatmalı mıydı? İnanırlar mıydı? Özellikle ağabeyi bu yaşadıklarını duyduğunda ona ne derdi? Düşüncelerle eve ulaştı. Yorgundu. Bahçeye girdiklerinde Gıcık kendi mekanına doğru yürüdü. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Yaşadıklarının verdiği yorgunlukla hemen uyudu. 
 
Bölüm 2: Sırlı Elbise
Merve Hoşgiz, Hazal Mina Çakmak, Yusuf Çağrı Ekici, Hazal Göksu,  Rukiye Tokgöz

Ertesi gün Gıcık uyandırdı onu. Hiç böyle yapmazdı. Gıcık içeri girmiş ve ısrarla Ceyengül’ü uyandırmaya çalışıyordu. Üstelik ağzında bir de elbise getirmişti. Bu elbiseyi hatırlıyordu. Gıcık’ın götürdüğü harabe evdeki elbiselerden biriydi. Ne zaman getirmişti bu elbiseyi, ne vakit gitmişti tekrar oraya, bunları düşünecek halde değildi. Yatağından doğruldu ve elbiseyi giydi. Elbise tam onun için yapılmış gibiydi. Fakat elbiseyi giyer giymez kendisinde bazı farklılıklar hissetmeye başladı. Sanki ayakları yerden kesilmiş gibiydi. Yürümesine gerek kalmadan hareket edebiliyordu. Pencereye doğru giderken Gıcık peşinden seslendi:
-Cihangül, insan önce teşekkür etmez mi?
Gıcık konuşuyordu. Hiç şaşırmadı bu duruma fakat sordu:
-Cihangül kim? Benim adım Ceyengül, biliyorsun. 
Gıcık devam etti:
-Senin adın Cihangül.
Aralarında bu konuşma geçerken birdenbire mekan değişti ve harabe evin alt katında buldular kendilerini. Bu duruma da şaşırmadı Ceyengül. Ceyengül’ü hiçbir şey şaşırtmıyordu. En azından hemen önünde beliren ihtiyar kadını görünceye kadar. Nur yüzlü  yaşlı bir kadın belirmişti önlerinde. Gıcık, onun yanına giderek kucağına zıplamaya çalışıyordu. İhtiyar kadın da onu elleriyle seviyordu. Belli ki birbirlerini tanıyorlardı. Ceyengül Gıcık’a:
-Tanıyor musun bu teyzeyi? Kimdir, neden burada?
Gıcık garip mutluluk sesleri çıkarıyor, Ceyengül’ü duymuyordu bile. Gıcık az önce konuşmuştu oysa. Şimdi sıradan bir köpek gibi davranıyordu. Bu durum onu şaşırtmıştı. Ceyengül’ün soruları cevapsız kalmıştı ki yaşlı kadın konuşmaya başladı:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız? 
Bu soru karşısında Ceyengül olup biteni anlamıştı. Üzerindeki elbise onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bulunduğu mekândan da sıkılmıştı. Boğulacak gibi hissetti kendisini. O anda uyandı.
Her şeyin bir rüya olduğuna önce inanmak istemedi lakin odasındaydı ve etrafta Gıcık da nur yüzlü nine de yoktu. Uyumak onu dinlendirmek yerine daha da yormuştu. Gıcık’ı merak etti ve yanına gitmeye karar verdi. 

Bölüm 3: Arkadaş
Emir Aras İmirhan, Emir Subaşı, Hazal Göksu, Rukiye Tokgöz, Yusuf Çağrı Ekici
Ceyengül, Gıcık’ın kapısını açtığında bu kez gördüklerinin rüya olmasını çok istedi fakat kendisini büyük bir gerçeğin ortasında çaresiz olarak buldu. Gıcık, yoktu. Sağa sola baktı, seslendi, ailesine sordu fakat sonuç değişmedi: Gıcık yoktu. 
Kısa bir süre üzüldükten sonra rüyası aklına geldi ve dün uğradıkları kulübeye gitmeye karar verdi. Eline küçük bir değnek alarak yola çıktı. Değneği bir asa gibi kullanıyordu. Kahvaltı da yapmamıştı. Dün dönüş yolunda yola bıraktığı çikolataları takip ederek kulübeye ulaşmayı düşünüyordu. Bir süre sonra çikolataların ilkine rastladı. Zaten aç olduğu için bulduğu çikolatayı yedi. Biraz bayat gibiydi ama olsun, dedi içinden. Sonra başka bir çikolata, bir çikolata daha… Derken yine birdenbire zaman değişti, iklim değişti. Bu değişimler kulübeye yaklaştığının belirtisi olmalıydı. Tam bunu düşünürken kulübeyi karşısında gördü. Bu kez yalnız olduğu için biraz daha fazla korkmuştu. Sanki dün girdiği kulübe değildi bu. Çok ıssız ve ürkütücü görünüyordu. Hava hafif kararmıştı, rüzgar esiyor ve kuşlar değişik sesler çıkarıyordu. Kapının önünde durduğunda kapı yine kendiliğinden gıcırtıyla açıldı. İçeriye ürkerek adım attı. Evet, bu dün gördüğü kulübe değildi fakat alt kata indikleri kapak yerindeydi. Kulübe daha temiz ve bakımlıydı düne göre. Kapağı kaldırdı, aşağısı aydınlıktı. Demek ki Gıcık buraya gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra Gıcık’ı karşısında gördü fakat yanında yaşlı bir kadın vardı. Rüyasında gördüğü yaşlı kadındı bu. Yine bir rüya gördüğünü düşündü. Belki de yol boyu yediği çikolatalar onu zehirlemişti ve bu etkiyle garip şeyler görüyordu. Merdivenlerden tamamen indi. Gıcık, Ceyengül’e çok yabancı davranıyordu. Yanındaki ihtiyar kadın da sanki kendisini görmüyor gibiydi. Evet, bu bir rüya olmalıydı. Yoksa Gıcık çoktan yanına gelir ya da ihtiyar kadın bir şeyler söylerdi. Dün oturduğu koltuk yine boştu. Koltuğa sessizce oturdu. Gıcık da ihtiyar kadın da hâlen sessizdi. Bu rüya olmalıydı yine. Belki de biraz sonra uyanacaktı ve Gıcık’ın yanına gidecekti. Uyanmaya çalıştı fakat bunun bir rüya olmadığı belliydi. Kendini toparladı ve tam bir şeyler sormaya hazırlandı ki ihtiyar kadın sordu:
-Köpeğimle ne zaman tanıştınız?
 Ceyengül, sustu. Çünkü bu soruyu rüyasından hatırlamıştı. Ceyengül gözlerini kapadı, bildiği bütün duaları okudu. Özellikle Felak ve Nas surelerini okudu. Gözlerini usulca açtı. Etrafta kimse yoktu. Gıcık yoktu. İhtiyar kadın yoktu. Her yer aydınlıktı yine de. Dua okuyarak merdivenlerden çıkmaya yeltendi. 
Gariplikler bitmek bilmiyordu. Merdivenlerin olmadığını fark etti. Başı ağrıyordu. Gözlerini yeniden kapattı ancak bu kez hemen açmadı. Bir süre bekledikten sonra gözlerini açtığında ormandaydı. Az önce gördüğü şeylerin hepsi kaybolmuştu. Olağanüstü bir durum yoktu görünürde yalnız eve nasıl gideceğini kestiremiyordu. Bir süre sağa sola bakıp kendisine bir yön tayin etmeye çalıştı. Ağaçların yosunlu olan tarafına sırtını döndü. Köylerinin güneyde olacağını düşündü. Yürümeye başladı yine. Kendini çok yalnız hissediyordu. Gıcık’a ne kadar alıştığını fark etti. Gıcık, onun hayatına girdiğinden beri ne çok şey yaşamıştı, hayatı ne kadar değişmişti. Ya Gıcık bir daha hiç dönmezse diye aklından geçiyordu ki karşısında Gıcık’ı gördü. Gıcık, sevgi gösterilerinde bulunuyor ve Ceyengül’ün önünden yürüyordu. Belliydi, ona kasabanın yolunu göstermeye çalışıyordu. Bazen koşarak bazen de hızlı adımlarla sonunda kasabaya vardılar. 
Ceyengül evine döndüğünde bütün kasaba halkını bahçelerinde gördü. Bu kalabalığın nedenini anlayamıyordu. Gıcık da bu kalabalıktan ürkmüş, korkmuştu. Gıcık’ı kucağına aldı. Annesi biraz da üzgün Ceyengül’e bakarak konuşmaya başladı:
-Kaç zamandır bizi endişelendiriyorsun ama bugün çok daha büyük endişeler yaşadık. Gece gündüz demeden evden çıkıyor tuhaf davranışlar sergiliyorsun. Sabahın köründe yastık kılıfını elbise diye üzerine giyiyorsun. Her şey şu peluş köpeği kucağında getirdiğin gün başladı. Ondan önce bir sorun yoktu ama Allah aşkına sabahın erken saatinde peluş köpek kucağında nerelere gittin, nerelerden geldin?
Ceyengül konuşmak istedi fakat bütün kelimeleri unutmuş gibiydi. Bir film setinin ortasına düşmüş gibiydi. Ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. İnsan önceden bir metin vermez miydi eline ezberlemesi için? Gözlerini kapadı. Uzun süre açmadı. Gözlerini açtığında dört duvarı beyaz boyalı bir odadaydı. Tepesindeki lamba da beyazdı. Etrafındaki insanlar konuşuyordu:
-Fırat buraya yeni geldi. Ceyengül adında bir hayali arkadaşı var. Kırgız olduğunu söylüyor Ceyengül’ün. Ceyengül’ün bir de köpeği varmış hem de adı çok ilginç: Gıcık. 
Bu cümlelerden sonra bir başkası konuşmaya başladı:
-Aslında çok iyi birine benziyor. Tahsili nedir, ne iş yaparmış Fırat?
-Fırat, veterinermiş aslında. Ancak mesleğini yapmak için yanlış bir kasaba tercih etmiş. Kendi kasabasında başlamış bu işe. Elbette çok fazla ziyaretçisi de olmamış. Zaten Ceyengül’ü de orda tanıdığını iddia ediyor. Gıcık’ı Fırat’a getirmiş Ceyengül. 
Ceyengül etrafında sohbet eden insanların yüzlerini seçmeye çalışıyordu. Yaşlı kadın ne kadar da benziyordu Cihangül teyzeye. Bu esnada Gıcık’ın kapıdan girdiğini gördü. Doğrulacak gücü yoktu. Kapının tam yanındaki aynaya baktı. Yatakta yatan birini gördü. Fırat dedikleri galiba bu kişiydi. 

 


18 Eylül 2024 Çarşamba

YALAN

Zeynep Akbulut

Düşünmek dakikalarca ve yazmak
Sonra yazdıklarına inanmamak
Silip atmak her şeyi yazılan
Ve sonra görmek her şeyi yalan
 
Yazmak uzun bir yol yazmak çile
Ne kadar anlatırsan anlat gelmez dile
Başlayan her şiir bir yerde bitiyor
Bazen küçük bir şiir mutluluğa yetiyor