31 Ekim 2024 Perşembe

KELİMELER

 Meryem Katırcı

Bir kelime yetiyor bazen mutlu olmaya
Bir kelime yetiyor üzgünlüğe
Bazen bir iltifat
Bazen bir kötü söz

Sadece bir insanı değil
Dünyayı bile değiştirmeye yeter
Bir kelimenin gücü

Kelimeler
İyi, kötü, güzel, çirkin
Bazen bir kitapta rastlarız onlara
Bazen biri fısıldar kulağımıza
Kelimeler, kelimeler
Her yerdeler

ÜÇLÜ PÜRÜZ

Zehra Yıldırım, Zeynep Karaman, Meryem Katırcı

Üç kişilerdi. Üç bela. Onları gören servis şoförü yolunu değiştiriyordu. Aileleri onları okula bırakacak servisçi bulamadıkları için kendileri okula bırakıyordu. Yalnızca servis sorunu değildi yaşadıkları. Okula başladıklarından beri dolaşmadıkları sınıf kalmamıştı. Her dönem öğretmenler toplantısında bu üç kişinin sınıfının değiştirilmesi kararı alınıyordu. Önce bu üçlüyü ayrı ayrı sınıflara yerleştirmeyi denediler fakat bu üç kişinin üç ayrı sınıfta gösterdikleri üstün performanstan dolayı üçünün bir arada kalması gerektiği fikri üstün gelmişti. En azından her dönem bir sınıf gözden çıkarılıyordu bu üç kişi için. 
Onları tanıyanlar adeta onların hayatını özetleyen, kişiliklerini yansıtan bir isim bulmuşlardı: Üçlü priz. Kendileri de hoşnuttu bu isimden. Aslında kimseye zararları yoktu fakat müthiş bir enerjiyle doluydular ve bu enerjiyi kullanıyorlardı sadece; derste, oyunda, bahçede, yolda, evde, serviste…
Yorulmak nedir bilmiyorlardı. Beden eğitimi derslerinde tüm arkadaşları nefes nefese kalıp bir kenara yığıldığında onlar halen koşmaya devam ediyorlardı. Bu da yetmiyor futbol kalesinin direkleri üzerinde yürüyor, potadan kendilerini geçirmeye çalışıyorlardı. Dersleri başarısız değildi lakin ilgi alanları çok değişikti. Dünya siyasetini ve gündemini takip ediyorlar, bir yandan da yorumlayarak geleceğe dair kehanette bulunuyorlardı. Onları tanımak için aslında bir dersi birlikte geçirmek yeterliydi. Fen bilgisi dersinde deney tüpünden bardak yaptıkları oluyordu ya da bilgisayar dersinde klavyeye kısa devre yaptırdıkları da. 
Aileler de bu üçlü priz yüzünden artık dost olmuşlar, sorunlarını ancak kendi aralarında konuşuyor ve çözüm bulmaya uğraşıyorlardı. Her gün sırayla bir aile bırakıyordu bu üç kişiyi okula ve aynı kişi tekrar alıyordu akşamları. 
O gün çocukları bırakma sırası üçlü prizin ikinci kişisinin ailesindeydi. Zaten hayli meşgul olan baba, çocuğunu aldıktan sonra diğer iki arkadaşını da almak üzere yola çıktı. Tez vakitte ekibi tamamladı ve okul yoluna koyuldu. İlk kez çocuklarda bir sessizlik vardı. Bu pek hayra alamet değildi ama belki de artık büyüyorlardı, akıllanmışlardı. Bu sessizlikten gizli bir sevinç duydu baba. Çocuklar araçtan inerken gözleri parlıyor ve sevgiyle arkalarından bakıyordu. Tebessüm ederek işine döndü ve üç çılgın roket gibi okul bahçesine daldı. Baba, iş yerine dönüp aracını park ettiğinde arka koltuklardaki gariplik dikkatini çekmişti. Kapıyı açtığında sinir krizi geçirmekten son anda kurtuldu. Koltukların tamamı kemirilmiş, süngerler oraya buraya fırlatılmıştı. Üstelik diş izleri vardı süngerlerin bazılarında. Sessizliğin nedenini anlamıştı. Oysa nasıl da güzel şeyler düşünmüştü onların sessizliğinden hareketle. Artık bu işe bir çözüm bulunmalıydı. Diğer iki aileyi acilen görüşmek üzere iş yerine çağırdı. Yarım saat içinde üç baba otoparkta buluştu. Görüşmeye çağıran baba:
-Sizlere hiçbir şey söylemeden önce şu arka koltuğu göstereyim, dedi. Koltuğu açtı fakat diğer babalar sessizdi. Diğer baba:
-Buyurun, bir de benim aracın arka koltuğuna bakalım, dedi. Manzara neredeyse aynıydı. 
Üçüncü babanın aracı da aynı durumdaydı. Bu işe bir çözüm bulmak amacıyla dakikalarca konuştular, düşündüler en sonunda bir çözüme ulaştılar. Çocuklarını eğitim gördükleri okuldan alarak farklı bir kuruma vermeyi ve özel olarak ilgilenecek öğretmenler bulmayı kafaya koydular. Bunun için açılmış tek okul vardı yaşadıkları ilde. Derhal üç baba bu kuruma gitti ve  durumu anlattılar. Kurum Müdürü:
-Sizin üçlü prizin durumunu biz de buralardan duyduk. Şöhret iyi bir şey aslında ama bu şöhreti kullanmak, bu enerjiden faydalanmak gerek. Bizler, sizin çocuklarınızla ilgileneceğiz ve onların normal bir çocuk olabilmeleri için emek vereceğiz. Bunun için buradayız, dedi. 
Üç babanın da sinirleri yatışmıştı. Akşam vakti çocuklara durum anlatılacak, artık okullarının değiştiği söylenecekti. Üstelik bu okulun kendi servisi de vardı ve servis koltukları metaldi. 
Bir sorunu çözmüş olmanın huzuruyla üç baba vedalaştı. 

2.
Üçlü Priz akşam olduğunda aileleri tarafından acı gerçeği öğrendiler. Artık okulları değişmişti fakat çok da mutsuz değillerdi çünkü üçü bir aradaydı. Kahve kıvamında hayat devam edecekti onlar için. Mekânın değişikliği onların hayata bakışını değiştirmek için yeterli değildi. 
Ertesi sabah kurum servisi üç belayı evlerinden birer birer topladı. Veliler son derece mutluydu ve ilk iş olarak araçlarının koltuklarını yaptırmayı düşünüyorlardı. Hatta birkaç usta ile görüşmüşlerdi bile. 
Sabah mahmurluğu ile aynı serviste bir araya gelen üçlü küçük bir şaşkınlık yaşamıştı çünkü koltuklar çok sertti, servis şoförü çok sertti. Yolculuk boyunca ses çıkaramadılar. Zaten kendilerinden başka kimse de yoktu kocaman araçta. Bu araç daha ilk dakikada yenen gol gibiydi. Morallerini bozmuştu. Servisi böyle olan bir kurumun sınıflarını, öğretmenlerini düşünmek bile ürkütücüydü. Yaklaşmakta olan iyice yaklaşmıştı ve kurum kapısının önünde üç kafadar indi. Ne bahçede koşuşan gençler vardı ne top oynayan birileri. Elinde çay bardağıyla gezen öğretmenler de yoktu. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalmış eski Alman binaları gibiydi kurum. Kapıyı aralayıp içeri girdiklerinde nihayet insan görmeye başladılar. Öğrenciler bir garipti. Kimse onların yüzüne bile bakmıyordu. Kimse onlara selam vermiyordu. Sanki görünmez adam olmuştu üçü. Gürültü yoktu. Etraftaki çocuklar robot gibi, bot gibi geziyorlardı. Hepsi gözlüklüydü. Kimse yüksek sesle konuşmuyordu. Eli boş kimse yoktu. Hepsinin elinde kocaman kitaplar vardı. Öğretmenlerin bir kısmı kitaplarda gösterilen yere bakıyordu fakat sessiz sinema setine düşmüş gibilerdi. Bu şaşkınlığı bir ses böldü:
-Nihayet gelebildiniz gençler. Artık sizler de bu saygın kurumun çocuklarısınız. Sizi sınıfınıza götüreceğim. 
Bu sesin sahibi mutlaka idareci olmalıydı. Peşinden yürüdüler. Bir kat yukarıya çıktılar ve soldaki ilk kapıdan girdiler. Sınıfta üç kişi daha vardı. İlk kez kendilerine bakan, varlıklarının farkında olan birilerini görmüşlerdi. Konuşup kaynaşacaklarını zannettiler fakat bu üç kişi hemen bakışlarını çevirdi ve önlerindeki kitaptan bir şeyler okumaya devam etti. 
Onları sınıfa getiren kişi kaybolmuştu. Kendilerine birer sandalye seçtikten sonra sıkılarak etrafı süzmeye başladılar. Nedense başka bir dünyaya düşmüş gibilerdi. Ya da başka bir ülkeye. Paralarının geçmediği, dillerinin anlaşılmadığı bir ülkeydi burası. Üçlü Priz’in en neşelisi kitaplarla meşgul kişilere dönerek:
-Tanışmayacak mıyız? Biz buraya yeni geldik de. Hiç misafirperver bir kurum değilmiş burası. Haydi tanışalım.
Diğer üçlüden ses çıkmadı. Bu kez Üçlü Priz’in ikincisi söze devam etti:
-Gençler, siz hayatta mısınız? Canlı mısınız? Dışardan bakınca hayalet gibi görünüyorsunuz.
Üçlü halen suskundu. Üçlü Priz’in üçüncüsü şansını denedi, konuşmayan sadece o kalmıştı:
-Şaka mısınız siz? Neden konuşmuyorsunuz? Belki geçmişte koltuk kemirmişliğimiz var fakat biz insan yemeyiz. (şüpheli)
Üçlü, aynı anda başını kaldırdı ve sırasıyla üçlü prize baktılar. Bakışlarında bir küçümseme vardı. 
-Koltuk kemirenler… Bu hangi canlı türü? Önümüzdeki kitaplarda görmedik. 
Bu sırada sınıfa giren öğretmene:
-Burada olmaması gereken birileri var galiba öğretmenim. Durumu onlara anlatır mısınız, dediler. 
Üçlü Priz’e geçmişti suskunluk sırası. Üçü de artık elektrik akımı olmayan boş birer priz gibilerdi. Gün bitinceye kadar sustular ve öğretmenleri ne istediyse yapmaya çalıştılar fakat çok yetersizlerdi, çok başarısızlardı. 
Akşam evlerine döndüklerinde kocaman bir çuval vardı ellerinde. Çuval kitaplarla, testlerle doluydu. Üçü de aynı şeyi yaşadı. Sessizce odalarına geçip kitapları yerleştirdikten sonra erkenden uyudular. Aileler şaşkındı. 
Günler hızla geçiyordu. Üçlü Priz’deki değişim herkesin dikkatini çekiyordu. Aile bireyleriyle konuşmuyorlar, odalarından çıkmıyorlardı. Her hafta yeni kitaplar istiyorlardı. Yeni çalışma setleri istiyorlardı. Sessizlik istiyorlardı. Her şey dakikasında olsun istiyorlardı. Kardeşlerini görmüyorlardı. Anne babalarını da görmüyorlardı. Sadece kitaplar, testler, setler, dersler. 
Aileler durumdan tedirgin olmaya başlamıştı. Bir doktora gitmek gerekli mi diye kendi aralarında konuşuyorlardı. Üçlü Priz’in elemanları bir doktora gitmek gerektiğini ancak bu doktorun göz doktoru olması gerektiğini söylüyordu. Artık yazıları okumakta zorlandıklarını birkaç kez söylemişlerdi.
Çok geçmeden Üçlü Priz artık siyah, kalın gözlüklü üç kafadar olmuştu. Yürüyüşleri de değişmiş ve kilo vermeye başlamışlardı çünkü yemek yemiyorlardı. Artık kurumun öğrencilerinden farkları kalmamıştı. Eski günler unutulup gitmişti. Sadece ders çalışıyorlar, test çözüyorlar ama bunları niçin yaptıklarını bilmiyorlardı. 
Aileler, kendi aralarında konuşmaya başlamışlardı. Çocukları için üzülüyorlardı. Her gün yeni kitaplar almaktan usanmışlardı. Çocuklarının yüzlerini bile göremiyorlar, kitapları odalarının kapısının önüne bırakıyorlardı. Arabaları temizdi ve koltuklar pırıl pırıldı. Çocuklarına dair sorunları kalmamıştı ama onların bu hâli hiç iç açıcı görünmüyordu. Zaman çocuklarının eski yaramazlıklarını anlatıp gülüyorlar sonra hepsi birden hüzünlü hüzünlü boşluğa bakıyordu. Gerçekten de kurum, onların hakkından gelmişti. 
Öte yandan eski okullarında da arkadaşları zaman zaman Üçlü Priz’i özlemeye başlamıştı. Aslında gıcıklardı, yaramazlardı, zararlıydılar fakat etrafa bir neşe yaydıkları da gerçekti. Okulda olmadıkları çok belliydi. Hayat, onlar için de sıkıcı bir durum almaya başlamıştı. Sonunda, Üçlü Priz’in yokluğunun oluşturduğu boşluk öğretmenler odasında bile konuşulmaya başlandı. Öğretmenler “keşke burada kalsalardı” diye hayıflanıyorlardı. Bu tarz bir konuşma üzerine okul müdürü:
-Hep beraber gidip Üçlü Priz’i ziyaret edelim, dedi. Öğretmenlerden ve öğrencilerden bir komisyon kuruldu. Üçlü Priz’i ziyaret etmek için yola çıktılar ve üç ayrı hediye aldılar. Üç tane üçlü prizi hediye kutusuna ayrı ayrı yerleştirdiler. Prizlerin üzerine okullarının adını da yazmışlardı. 
Uzun sayılabilecek bir yolculuktan sonra Üçlü Priz’in bulunduğu kuruma üç idareci, üç öğretmen ve üç öğrenciden oluşan komisyon ulaştı. Daha binayı görür görmez hepsinin içini bir sıkıntı sarmıştı. Tek tük gördükleri öğrencilerin öğrenci mi robot mu olduğunu bile fısıldadılar birbirlerine. Kurum idaresinden Üçlü Priz’in sınıfını öğrendiler ve teneffüsü beklediler. Teneffüste kimse sınıf dışına çıkmıyordu. Sınıfa girdiklerinde yanlış sınıfa girdik diye düşündüler önce. Fakat dikkatlice bakınca Üçlü Priz’i tanıdılar. İğneden ipliğe dönmüş üç genç vardı karşılarında. Kalın gözlükleri vardı bu gençlerin ve önlerindeki kitaplardan gözlerini ayırmıyorlardı. Eski Okul Müdürü elini cebine attı ve kağıt mendil çıkararak dökülen gözyaşlarını kuruladı. Öğretmenlerden biri de ağladığını belli etmemeye çalışıyordu. Öğrenciler suskundu. Nihayet başlarında bekleyen tanıdık yüzleri gören Üçlü Priz aynı anda önlerindeki kitabı kapattılar. Sadece baktılar. Hoş geldiniz, bile diyemeden baktılar. Ruhlarını önlerindeki kitaplara hapsetmiş robotlar gibiydiler. Önce öğrenciler ellerini uzattı Üçlü Priz’e fakat elleri boşlukta kaldı. Sonra öğretmenler uzattı, onların da elleri boşta kaldı. Okul Müdürü kocaman bir çığlıkla sessizliği bozdu:
-Size ne yaptılaaaar?
Kimse bu çığlıktan rahatsız olmuyordu. Öğretmenler Üçlü Priz’i kollarından tuttu ve sınıfın dışına aldılar. Sırasıyla üçü de konuştu:
-Test kitaplarımızı orada unuttuk, dedi biri. 
Diğeri:
-Testlere dönmemiz lazım. Bizi meşgul etmeyin, dedi.
Üçlü Priz’in üçüncüsü:
-Bizi kurtarmaya mı geldiniz hocam, diyebildi fısıltıyla ve ekledi, ben sizleri çok özledim. 
Okul Müdürü daha fazla dayanamadı ve kurum yetkililerine giderek öğrencilerini sonsuza dek buradan almak istediğini söyledi. Yetkililer, ailelerle görüşmeleri gerektiğini dile getirdiler. 
Okul Müdürü hemen oracıkta üç veliyi de aradı ve kuruma davet etti. Kurum yetkilisi Üçlü Priz’in kuruma başlarken imzalanan belgeleri çıkardı ve:
-Kurumumuzun şimdiye kadar çocuklarınıza verdiği eğitimin karşılığı olarak ödeme yapmanız gerekiyor, dedi. 
Veliler, çocuklarının sağlığının burada bozulduğunu dile getirdi. Sözleşme iptal edilmezse sağlık kurumlarından rapor alarak kurumu mahkemeye vereceklerini söylediler. 
Kurum, bu durumun olumsuz bir reklama sebep olacağı düşüncesi ile sözleşmeyi iptal etti. 
Ertesi gün Üçlü Priz eski okullarına döndüler. Arkadaşları, öğretmenleri ile konuştukça usul usul eski günlerine dönmeye başladılar. Arkadaşlarıyla konuştukça, oynadıkça, yaramazlık yaptıkça gözlerinin daha iyi görmeye başladığını fark ettiler ve gözlüklerden kurtuldular. 
Yine üç kişilerdi ama artık bela değillerdi çünkü arkadaşları da öğretmenleri de hatta aileleri de onları bela olarak görmüyor, neşe kaynağı olarak düşünüyorlardı. 

30 Ekim 2024 Çarşamba

BELKİ

ZEYNEP AKBULUT

Herkes iyi olduğunu söyler
Herkes iyilik yaptığını düşünür
Fakat iyilik farkında değildir bunun
Kötülük ise sessizce kenarda
Olan biteni seyreder

Kimse kötüyüm demez
Kötülük yaptığını bile düşünmez
Kötülük, sözlüklerde aranır çoğu zaman
Ya da başkalarının hayatında

Oysa iyi de senin içinde 
Kötü de
İyi de sensin 
Kötü de sensin belki de

BÜYÜK DEĞİŞİM

Zeynep Akbulut


Hiçbir şey değişmiyordu. Günler hep birbirine benziyordu. Ara sıra derin bir nefes alıyordum, sonra yeniden bir koşunun içinde buluyordum kendimi. Her şey üst üste geliyordu. Bitmeyen işler, yapılması gereken şeyler, yetiştirilmesi gereken ödevler, ev temizliği, akrabaların gereksiz ziyaretleri… Bazen bir film arası gibi her şeye ara verdiğim dönemler oluyordu fakat çabucak bitiyordu bu süre ve yeniden kendimi aynı kaosun içinde buluyordum. Hiç bitmeyen mesajlar, aramalar, yol ortasında hâl hatır sormalar… Usanmıştım durmadan tekrar eden bu olayların içinde. Yarın ne yaşayacağımı biliyordum mesela; okula git, sınava gir, ummadığın soruları karşında gör, eve dön, ders çalış, yine sınava gir. Sonraki gün ne yaşayacağımı da biliyordum. Hatta sonraki haftaları, ayları da biliyordum. Bunları düşünmek beni yoruyordu. Yapmam gereken işlerden daha çok yoruyordu. 
Yine nasıl geçeceğini bildiğim bir sabahtı ve yola çıkmıştım. Az sonra yanımdan başka bir okulun öğrencisi geçecekti. Her sabah aynı yerde, aynı saatte karşılaşıyorduk onunla. Adını bilmiyordum ama mavi çantası hep sırtındaydı. Kocaman kulaklığı hep kafasındaydı. Ne dinlediğini bilmiyordum ama kendini çok kaptırdığı belliydi. Mutlu olduğu da belliydi. Belki de uyuşmuş olmanın verdiği bir mutluluktu bu. Müzikle, derslerle, arkadaşlarıyla uyuşan biriydi belki de. Yalnız o mu? Etrafımdaki çoğu arkadaşım da onunla aynı özelliklerdeydi. Tebessüm etmiyorlar, kahkaha atıyorlardı. Biri sendelediğinde ya da başından bir olay geçtiğinde herkes gülüyordu. Sadece ben gülmüyordum. 
Yola çıkmıştım ve okuluma doğru bu düşüncelerle ilerliyordum. Havanın farklı olduğunu hissettim nedense. Hava değişikti ve içimde garip bir koşma isteği vardı. Kendimi zor tutuyordum. İlk kez kuş seslerini duydum. Beni mest eden kuş seslerini. Kuş seslerinin geldiği ağaçlara baktım. Ağaçlar bir gecede büyümüş gibiydi. Yalnızca ağaçlar mı? Kaldırımlar yükselmiş, yollar kocaman olmuştu. Ezberden bildiğim bir yoldu burası fakat sanki onlarca kat büyütülmüş gibiydi her şey. Kuşlar, beni davet ediyor gibiydi yanlarına. Birkaç ağaca tırmanmaya bile çalıştım fakat kuşlar uçtu gitti. Kocaman bir sineğin gürültüsünü duydum ve sineğe bakarken ağaçtan düşüverdim. Neyse ki bir yerim acımamıştı. Kendimi hayli çevik ve atılgan hissediyordum. Bu sırada sırtımda çantamın olmadığını fark ettim. Belki de yola çıktığımdan beri kendimi bu kadar hafif hissetmemin sebebi buydu. Bambaşka bir dünyaya gelmiş gibiydim. Yaşamak bu kadar keyifli ve hayat bu kadar güzeldi de neden ben daha önce fark etmemiştim? Belki de her sabah gördüğüm mavi çantalı öğrenciye benzemiştim artık. Okula gitmek hiç cazip gelmiyordu fakat yine de gitmeliydim. Kuşlar sürekli ötüyordu, kocaman sinekler ya da arılar yanımdan gelip geçiyordu. 
Okulun önüne yaklaştığımda okulumuzun kedisi Selçuk’la karşılaştım. Her zamanki gibi bakmıyordu. Biraz tehditkâr bakıyordu bana. Üstelik bir gecede nasıl bu kadar büyümüştü? Neredeyse benim kadar olmuştu. Yaklaştığım anda garip sesler çıkardı ve bana saldırmaya kalkıştı. Zaten onunla uğraşacak vaktim de yoktu. Okul kapısından içeri girdim. Kuşlarla, sineklerle uğraşırken okula geç kalmıştım. Bahçede kimsecikler yoktu. Merdivenleri hızla çıktım, tam içeriye girecektim ki nöbetçi öğretmenlerden biri beni ensemden yakaladı. Öğretmenle göz göze geldiğimizde tanıdım onu. Dev gibi görünüyordu bana öğretmenim. Tek eliyle beni merdivenlerin aşağısına bırakırken bir yandan şöyle diyordu:
-Selçuk yetmiyormuş gibi bir de sen mi çıktın başımıza. Burada senin için ders yok. Haydi, geldiğin yere git. 
Bu söylenenlerden bir şey anlamamıştım. Selçuk, bahçenin dışında bana kızgın kızgın bakıyordu. Yoklama alınmadan sınıfa girmem yazımdı. Birkaç kez daha şansımı denedim fakat bu kez koridorda başka bir öğretmen beni yakaladı. O da ensemden tutarak dışarıya bıraktı. Kapıyı kapatırken söylediği sözler, olduğum yere yığılmamı sağlayacak cinstendi:
-Okul değil kedi bahçesi. Biri bahçenin dışında bekliyor, birini koridordan dışarıya ben atıyorum. 
Bahçenin dışında bekleyen Selçuk’tu. Koridordan dışarıya attığı galiba bendim. Tüm bunların nasıl olduğunu anlamıyordum. 
Her şey değişmişti. Her şey…
-


KAHKAHA

Zeynep Akbulut

Bulutlar ne kadar güzel görünürse görünsün
Ben o kadar bir geç kalıyorum aslında
Yarın gidip oturmam gereken sıraya
Bungunum 
Dışarda hiç dinmeyen çocuk sesleri
Kocaman bir dünyayı paylaşıyorlar gibi

Kemençe havası doluyor odaya
Bir bardağın sessiz sessiz soğuyuşunda
Bir mikrofon, bir ekran
Bu karanlıktan çıkıyorum sonra
Matbaalar her şeyi basıyor
Kahkaha hariç
En çok ona ihtiyacım var oysa

27 Ekim 2024 Pazar

İLELEBET CUMHURİYET

Mehmet Çınar 

Kuruldu Cumhuriyet
29 Ekim 1923’tü tarihi
Eklendi Anayasa’ya
İlk kez laiklik ilkesi

Okunması zordu
Osmanlıca yazının
Bu dönemde getirildi
Yeni Türk alfabesi

Karışırdı isimler
Yoktu soyadı
Yeni Soyadı Kanunu’yla
Lakaplar bile kalmadı

Hak ve özgürlükleriyle
Eşitlik sağlandı
Erkek ile kadın arası
Ayrımcılık kalmadı

Eşitlikle, yenilikle
Hep yaşasın Cumhuriyet
Herkes mutlu olsun diye
İlelebet, Cumhuriyet

26 Ekim 2024 Cumartesi

EFSANEDEN GERÇEĞE

Ayşegül Yıldız, Eymen Çam, Gamze Sena Kuyucu, Aden Mira Kartal


Tarihin bilinmeyen zamanlarıydı. Asya’nın bozkırlarında yaşayan millet artık eskisi kadar mutlu değildi çünkü bir yandan Çin akınları bir yandan da bastıran kuraklık bölgeyi yaşanmaz hale getirmişti. Hayvanlar açlık ve susuzluktan birer birer ölüyor, halk yoksulluktan yok olma tehlikesi yaşıyordu. Belki açlık ve yoksulluk o kadar etkilemiyordu ama bunların üzerine bir de Çin baskınları iyice milleti huzursuz etmeye başlamıştı. 
Ülkenin Kağan’ı halkına karşı kendisini sorumlu hissediyor, içine düştükleri bu durumdan kurtulmak için çözüm arıyordu. Bilgelerin, şamanların getirdikleri çözüm önerileri işe yaramıyordu. 
Tüm çözüm önerilerinin bittiği bir gece, ansızın yağmur yağmaya başladı. Oysa kuraklık vardı ve havada aylardır bulut yoktu. Herkesi şaşkına çeviren bu yağmurdan sonra şimşekler çakmaya, her yer aydınlanmaya başlamıştı. Yıllardır hasret oldukları yağmur yağarken halk uyuyamazdı, dışarıya çıktılar. Halkın yaşadığı yerin az ilerisinde kutsal olduğuna inanılan üç büyük çınar ağacının üzerine mavi bir ışık inmişti. Halk bu ışığın kendileri için bir kurtuluş olduğuna inandı ve ışığın geldiği yere doğru koşmaya başladı. Göz alıcı mavi ışık etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kağan ve bilgeler, şamanlar iyice yaklaştıklarında ağaçların tam üzerinde kocaman kanatlı bir canlı gördüler. Biraz insana benziyordu bu kuş biraz da kurda fakat kanatları da vardı. Yağmur yağdıkça kanatları daha da büyüyor, şimşek çaktıkça gözlerinde ateş gibi bir şeyler parlıyordu. Bu canlıyı Tanrının kendileri için gönderdiğine inandılar ve ona saygı gösterisinde bulundular. Bu canlı, daha önceden efsanelerde duydukları, taşların üzerinde resmini gördükleri Gadayey olmalıydı. Halk ne zaman yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalsa Gadayey onları tehlikeden kurtarmak için ortaya çıkmıştı. En azından yaşlılar çocuklara bu efsaneyi anlatırdı ve yine gelmişti işte kurtarıcı. 
Sabaha kadar yağmur yağdı, gök gürledi. Gadayey büyüdükçe büyüdü, heybetlendi. 
Günün ilk ışıkları artık umut ve kurtuluş için doğuyordu. Kağan etrafta toplanan halkına bir konuşma yaptı:
-Ey Halkım
Gördüğünüz, yaşadığınız gibi güzel olaylar gerçekleşiyor fakat geceden beri burada bulunan şu canlı hakkında ben çok iyi şeyler düşünmüyorum. Bu canlı Çin’in bize bir tuzağı olabilir. Bizi yok etmek için gönderilmiş olabilir. O yüzden sevincimizi çok fazla büyütmeyelim. Önlemlerimizi alalım. 
Kağan, böyle düşünmekte haklıydı çünkü Çin defalarca farklı farklı yöntemlerle kendilerine saldırmıştı. Bu sözler üzerine şamanlardan biri öne çıkarak:
-Kaygınızı anlıyoruz fakat bu canlının bir olumsuzlukla ortaya çıkmış olmasına ihtimal vermiyoruz. Bu canlı Gadayey’dir ve onunla ancak biz iletişim kurabiliriz, dedi. 
Kağan bunun üzerine iletişim kurmaları emrini verdi. Şamanlar bir süre Gadayey’in etrafında değişik hareketler sergileyip sesler çıkardıktan sonra gözlerini kapatarak beklediler. Halk ve Kağan da sessizce olanları izliyordu. Şamanların en tecrübelisi bir süre sonra kendine geldi ve şöyle dedi:
-Kağanım, gün kurtuluş vaktidir. Gadayey bizimle birlikte Çin’e karşı savaşacak bu sırada yağmurlar yağmaya devam edecek. Topraklarımız yeniden yeşerecek. Hastalıklar bitecek ve güçlü bir millet olacağız. 
Kağan’ın gözleri parlamıştı. Gadayey birkaç kez kanatlarını indirip kaldırdı. Kanatlarını açıp kapatması bile küçük bir rüzgâr oluşturmuştu. 
Genellikle baskından korunmak için geceleri nöbet tutan halk yıllardır ilk kez saldırı planı yapmaya başladı. Üç gün boyunca Çinlilerin mevzileri, sınırları konuşuldu ve planlı bir hareket için eli silah tutan herkes savaşa katılmaya çağrıldı. Halk elinde ok ve yaylar, mızraklarla atlanarak Kağan’ın çadırının önünde toplanmıştı. Şamanlar üç kutsal ağacın üzerindeki Gadayey’le iletişim kurarak harekete geçmek gerektiğini bildirdiler. 
Yalnızca geceleri saldırıda bulunacaklardı ve kırk gecelik bir taarruz olacaktı bu. Güneşin batmasıyla birlikte gökte Gadayey, yerde gençlerden oluşan ekip Çin sınırına doğru yola çıktı. Çinliler yaklaşan askerleri önce tebessümle karşıladılar fakat onların hemen üzerlerindeki Gadayey’i görünce şaşkınlıktan donup kaldılar. Gadayey, kanatlarını çırptıkça zaten rüzgar oluşuyordu. Pençelerine aldığı kaya parçaları ve büyük odunları Çin askerlerinin üzerine bırakıyordu. Çinlilerin ne okları ne mızrakları ne de ateş topları Gadayey’i etkilemiyordu. Mücadele çok uzun sürmedi. Gecenin tam ortasında Çinliler gerilemeye başlamıştı ve kaçarken bıraktıkları erzakı toplamak kalıyordu yalnızca askerlere. Toplanan erzak Gadeyey tarafından sabaha doğru halkın yaşadığı yere getirildi. Halk sevinç ve mutluluk içindeydi. 
Kırk gün sürdü bu mücadele. Kırk gece Çin sınırlarına hareket sürdü. Sonunda halkın yüzü gülmüş, kırk gün süren yağmurla her taraf yeniden yeşermeye başlamıştı.
Kırk birinci günün gecesi yine şimşekler çakıyordu. Yağmur daha da hızlanmıştı ama insanlar çadırlarında huzur içindeydiler. Birdenbire gece, mavi bir ışıkla aydınlandı. Halk bu mavi ışığın sebebini görmek için çadırlarından dışarıya çıktı. Büyük bir rüzgar vardı dışardı. Kutsal üç ağacın üzerinde yine mavi ışık belirmişti. Halk, Kağan ve şamanlar rüzgarın kaynağının üç ağaç tarafında olduğunu fark etmişlerdi. Güçlükle üç ağacın yanına gittiklerinde Gadayey’in süratle kanat çırptığını gördüler. Dakikalarca devam etti onun kanat çırpışları. Sonunda tüyleri alev alan Gadayey yanmaya başladı. Artık hareketsiz bir biçimde kül olmayı bekliyordu. Rüzgâr dinmişti. Yağmur azalmıştı. Sabaha kadar sürdü Gadayey’in tüm gövdesinin yanıp küle dönüşmesi. 
Sabah olup güneş doğduğunda Gadayey’e dair hiçbir şey kalmamıştı etrafta. Gençler ve babalar Gadayey efsanesini yüzyıllar sonra bir kez daha yaşamıştı ve torunlarına kim bilir kaç yüzyıl daha anlatacaklardı. 




YENİ BİR HAYAT

Nehir Güver

Okulun bitmesine son üç gün, bir saat, yirmi iki dakika vardı. Herkes kaç saniye kaldığını bulmaya çalışıyordu. Bense saniyeyi bulup üç günü gözümde büyütmek istemiyordum. Çünkü herkese tanınan bu özgürlük, bu serbestlik, bu sivillik ve bize yapılan bu haksızlığı kocaman üç gün boyunca çekeceğimi düşünmek canımı çok sıkıyordu.  Günler geçtikçe sınıf sayımız azalıyordu: 18, 4, 4. 
Sayılar azaldıkça sınıfları birleştiriyorlardı. Kendi sınıfının dışında başka bir sınıfta ders işlemek çok bunaltıcı bir his. Üstelik son haftanın son günlerinde ders işlemek… 
Bir teneffüs bari öğretmenler etkinlik getirsin, diyoruz. Bunu dediğimiz teneffüsün dersi matematikti. Öğretmen elinde kâğıtlarla girdi sınıfa. Birkaç kişinin, ben dâhil, yüzü gülümsemeye başlamıştı. Öğretmenle selamlaştıktan sonra öğretmenimiz:
-Verdiğim testleri çözeceksiniz, dedi. 
Gülümsemeye başlayan yüzler tekrar somurtmaya başlamıştı. Herkes o testi istemsizce çözmeye başlamıştı. Çözmeye başlayınca herkes ilk ünitenin ilk konusu olduğunu fark etti ve canları daha çok sıkıldı. 

Öğretmen bize kısacık bir süre verdi ve o süreyi verdikten hemen sonra soruları çözmeye başladı. Öğretmen soruları uzun uzun çözerken birden ders bitti. Üç arkadaşımla beraber kendi sınıfımıza gittik ve sınıfımızdaki dolabın üstüne çıktık. Onlarla yıl boyunca yaşanan gizli olayları anlattım. Teneffüs bitmişti. Bu sefer derse giren öğretmen bizi serbest bırakmıştı. Bu derste herkesin yüzü gülmüştü. Ben de üç arkadaşıma teneffüste anlatmaya başladığım olayların devamını anlatmaya başladım. Derste bütün olayları anlatınca anlatacak başka bir şey kalmamıştı. Yine ders bitti ve biz sınıfımıza geçtik yine dolabın üstüne çıktık. İçimizden biri inip sıraların arasında gözlerini kapatarak geziyor ve bir sıra seçiyordu. Seçtiği sıranın sahibinin kim olduğunu tahmin edip o kişinin özelliklerini sayıyordu. Okul böylece bitmişti. Öğretmenimiz, artık dağılabilirsiniz, dediğinde çantalarımızı topladık ve okuldan ayrıldık. 
Ertesi gün karne günüydü. Bu kez bütün sınıfımız gelmişti çünkü herkes karnesini almak istiyordu. Sonra ne olduğunu hatırlamıyorum. 

KARANLIK

Şeyma Ateş

Feride bir pazar günü evde tek başınaydı. İlk kez tek başına kalmıyordu. Anne ve babası işleri yüzünden bir hafta boyunca evde olmayacaklardı. Feride evde sıkılmıştı, bir paket cips alıp korku filmi izlemeye karar vermişti. Üstelik akşam vakti izleyecekti. Akşam olunca seçtiği filmi izlemeye başladı. Evde tek kaldığında korkmazdı ama içinde bir ürperti vardı. Saat on ikiye yaklaşıyordu. Uykusu gelmişti. On dakika sonra uyuyakaldı. Feride rüyasında gördüğü kabuslarla uyandı. Uyumadan önce ışıklar kapalı televizyon açıktı ama uyandığında ışıklar açık televizyon ise kapalıydı ve bazı eşyaların yeri değişmişti. Feride korktuğu için mutfağa gidip bir bardak su içti. Odasına doğru ilerlerken bodrum katından garip sesler duymaya başladı. Hemen telefonunu aldı. Annesi, babası… kimi arayabiliyorsa onları arıyordu ama hiçbiri açmıyordu. Odasına girdiğinde dehşete düşmüştü. Hiç bu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Odasının her tarafı dağılmış, duvarlarda garip lekeler, yanıp sönen ışık ve en korkuncu da anne babasının yatağında oturmuş bir şekilde Feride’ye korkunç bir biçimde bakmasıydı. Feride ne olduğunu anlamıyordu. Ne olduğunu anlamadan gözü karardı ve yere yığıldı. 
Yaklaşık dört saat sonra Feride koltukta uyandı. 
Feride bunların neden yaşandığını anlamıyordu. Dışarıya çıkıp yürüyüş yapmaya karar verdi. Yürüdü, yürüdü… Issız bir sokaktan geçerken takip edildiğini fark etti. Hızlı adımlarla yürümeye başladı. O an sırtında bir acıyla yere yığıldı. Aynı acıyı bir daha, bir daha hissetti. Gördüğü son şey önündeki kaldırım taşlarıydı, hissettiği son şey sırtındaki acı, duyduğu son şey ise insanların çığlık sesi ve ambulans sesiydi. Sonra her yer karardı. 

SIRADAN OLMAYAN BİR SABAH

Fatma Beren Karatepe
Agah Taha Temizkan
Ela Eyşan Polat
Amırhosseın Hamedıshahrakı
Elvin Rana Pelit
Atakan Kıvanç Ağca
Gamze Sena Kuyucu

-Hayırlı sabahlar, dedi teyzem. Uyandığımda teyzemi başucumda görmek beni şaşırtmıştı. Heyecanla sordum:
-Ne zaman geldin teyze?
Teyzem:
-Kar yağmaya başladığında yola çıkmıştım. Az önce geldim ve seni uyandırmak istedim. Dışarda çok fena kar yağıyor. Her taraf bembeyaz. 
Teyzemle aramın pek iyi olduğu söylenemezdi ama nedense sabah sabah onu görmek beni mutlu etmişti. Okula gitmek için hazırlık yapıyordum ki teyzem ardımdan seslendi:
-Ben sana kar tatili getirdim. Okula gitmene gerek yok, az önce okulların tatil olduğu haberi geçti. Şimdi seninle güzel bir kahvaltı yapacağız. 
Annem bu esnada mutfaktaydı. Oysa okulda en sevdiğim dersler vardı bugün: beden eğitimi, resim, müzik. Üstelik Türkçe öğretmenimiz de raporlu olduğu için dersimiz boştu. Bu güzel günde okula gitmiyor olmak, benim için bir ödül değildi. Okulu seviyordum aslında yani teyzemle evde vakit geçirmek mi, okul mu? Elbette okul. 
Teyzeme karşı neden böyleydim, bilmiyordum. Belki de annemin tavırları teyzem geldiğinde değiştiği için. Belki de teyzemin sürekli çocuklarını benimle kıyaslamasından dolayı. Belki de teyzem de öğretmen olduğu için. Teyzem, evimizin hemen yanındaki okulda öğretmendi ve beni hep öğrencisi zannediyordu. Ya da ben öyle algılıyordum. Oysa onun yeğeniydim. 
Başkalarının teyzeleri böyle değildi. Arkadaşlarımdan teyzelerini annesinden çok sevdiğini söyleyenler bile vardı. Sorun bende miydi, teyzemde miydi bilemiyordum. 
Bu düşünceler zihnimde sıralanırken annem kahvaltı vaktinin geldiğini söyledi. Ben düşünmeye devam ediyordum. Sonunda şöyle bir fikre kapıldım: Belki de teyzem, öz teyzem değildi. Mutfağa gittiğimde kahvaltı için yeterli ekmek olmadığını gördüm. Annem bana dönerek:
-Ekmek yeterli değil dersen markete gidip ekmek alabilirsin. 
Aslında ekmek yeterliydi fakat dışarıya çıkmam ve etrafı görüp biraz moral toplamam lazımdı. Teyzem söze girdi:
-Çocuk daha yeni uyandı. Ben hemen ekmek alıp geleyim.
Annem karşı çıksa da teyzem ayağa kalkmıştı bile. Hızla kapıya yöneldi. Bu fırsatı da elimden almıştı. Çaresiz onun dönüşünü bekleyecektim. Masanın üzerindeki çay bardaklarından çıkan buharları bir şeylere benzetmeye çalıştım anlamsızca. Hiçbir şeye benzemiyordu. Teyzem için konulan bardaktan çıkan buhar biraz farklıydı. Dikkatle bakınca teyzemi andırıyordu çıkan buhar. İyiye gitmiyordu benim düşüncelerim. Kar tatilinin keyfini çıkarmalıydım belki de. 
Bu esnada kapı çaldı ve açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım çünkü kapıyı açmadan her zaman bakardım. Teyzem kapıda bekliyordu. Gözleri yerdeydi. Gerçekten teyzem miydi bu? Kapıyı açmalı mıydım? Farklı bir şeyler seziyordum. Bir yabancılık seziyordum. Teyzem bu kez kapıyı tıklattı ve telaşla açıverdim. Yüzüme bile bakmadan söze girdi teyzem:
-Bu marketteki mor kedi ne Allah aşkına? Nasıl bir kedi? Hiç böylesini görmemiştim, çok ürkütücüydü. Siz buradan nasıl alışveriş yapıyorsunuz? Ben bir daha bu markete gitmem. 
Mor kedi oysa çok sevimliydi. Sadece onu görmek için bu markete başka mahallelerden gelen insanlar vardı. 
Mutfağa geçtik, teyzeme karşı olan yabancılık hissim git gide büyüyordu. Kahvaltı masasında daha yakın gözlem yapmaya başladım. Önündeki çaya baktım teyzemin. Bardaktan halen buhar çıkıyordu ve buharda yine teyzem görünüyordu. 
Kahvaltıya başlamıştık ama ne yediğimi ne içtiğimi bilmiyordum. Başkasının yazdığı bir hikâyenin anlamsız kahramanı gibiydim. Her kim ya da kimler yazıyorsa bu hikâyeyi teyzemi benden uzaklaştırmayı başarmıştı. 
Uykudan mı uyanamamıştım daha yoksa bu yaşadıklarım bir şaka mıydı, anlayamıyordum. Kahvaltı bittikten sonra annem hiçbir şey söylemeden odasına gitti, hazırlandı ve evden çıktı. Onun için kar tatili yoktu, bu doğaldı. Babam da kaç zamandır şehir dışındaydı. Teyzem ve ben kalmıştık evde. Ben de bir şeyler söylemeden odama çekildim. Belki de biraz daha uyusam her şey değişecekti. Yatağıma uzandım, uyumaya çalışırken bir gürültü ile kapım açıldı. Teyzem, elinde sopaya benzeyen kocaman bir nesne ile odama dalmıştı. İrkildim ve bağırdım:
-Hayır, kendine gel teyze!
Teyzem tebessüm ediyordu. Elindeki sopaya benzeyen nesneyi yere tutuyordu ve gürültü yükseliyordu. Ben bağırmaya devam ediyordum:
-Teyze, ben senin yeğenin değil miyim?
Bu esnada gürültü kesildi. Teyzem bana yaklaştı. Gözlüğümü takmalı ve evden kaçmalıydım. Gözlüğümü el yordamı ile buldum. Tam takmıştım ki teyzemin elindeki şeyin süpürge olduğunu gördüm. Mahcubiyetle teyzemin yüzüne baktım, teyzem değildi bu. Teyze, diye hitap ettiğim temizlikçi teyzeydi bu. Zaten bana oldum olası soğuk davranırdı. Yüzümü yıkamadığımı fark ettim. Yüzümü yıkamalı ve kendime gelmeliydim. Sabah çok garip başlamıştı. 
Yüzümü yıkadım. Biraz daha kendime geldim o esnada kapı çalındı. Kapıyı açmak için koştum. Kapı dürbününden baktım, gelen teyzemdi. Öğretmen teyzem. 
Kapıyı açtım ve teyzeme sarıldım. 
-Neredesin sen teyze?