7 Kasım 2024 Perşembe

HİKAYESİNİ YAZAN KALEM


İlk Karşılaşma

RUKİYE  TOKGÖZ


Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum. 
Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Sadece yere bakıyordum. Zaten ben yürürken ya yere bakarım ya göğe. Sağa sola bakmam. Hele de karşıdan gelen insanlara hiç bakmam. Tanıdık birileri ile karşılaşmak ve ayaküstü onunla dakikalarca konuşmak istemem. Dalgın dalgın okuldan eve yürüdüğüm bir gündü. Yere bakıyordum. Bir şey bulmak ya da görmek için değil, sadece yere bakıyordum. Hızla yanımdan bir araba geçti. Başımı çevirip arabaya bakmadım bile sadece önüme fırlayan, birkaç takla attıktan sonra ayakkabımın yanına düşen kalemi gördüm. Bir süre bekledim hareketsizce. Kalemin belki bir sahibi vardır ve çantasından düşmüştür ya da hızla geçen arabadan fırlamıştır ve araç yeniden döner diye. Kimsecikler durmuyordu, etrafımdan yürüyüp geçiyorlardı. Ben hareketsiz kaldığım sürece insanlar bana çarpıyor, yoluna devam ediyordu. Eğilip aldım kalemi yerden. Bir süre elimde taşıdım. Çantama ya da cebime koyamazdım yolda bulduğum bir kalemi. Yürüyordum ve elimde bir emanet kalem taşıyordum, insanların göreceği biçimde taşıyordum. Hatta bana bakanlara kalemi uzatıyordum. Dikkatle bakanlara kalemi işaret ediyor:
-Yolda buldum da acaba sizin olabilir mi, diye sormaya çalışıyordum.
Yabancı bir şehre düşmüş gibiydim çünkü ben ya göğe bakardım ya yere yürürken. İnsanlar çıldırmış gibi koşuyordu sağa sola ve beni de ihtimal normal bir insan gibi görmüyorlardı. En iyisi onlara bakmamak, yere ya da göğe bakmaktı. Çaresizce kalemi cebime koydum. Yollardaki taşları, işaretleri ezberlemiştim. Eve yaklaştığımı hissettim. Başımı kaldırdığımda evimin önündeydim. Her zamanki gibi görünmüyordu evim. Bir farklılık vardı ama zaten evim, her gün farklı gelirdi bana. Her gün farklı gelmeyen bir evde nasıl yaşanır ki? Sadece evim değil, her gün odam da değişik gelir bana. Odamın içindeki eşyalar da. Her gün farklı gelmeyen bir odada nasıl yaşanır ki? Her gün aynı eşyalarla nasıl yaşanır ki?
Çantam zaten kalemlerle doluydu. Yolda önüme düşen kalemin hangisi olduğunu seçmem bir hayli zordu. Masanın üzerine kalemleri döktüm. Diğer kalemleri de tanımıyordum çünkü onlar da her gün yenileniyordu. Her gün aynı kalemlerle nasıl dolaşılır ki? Kalemlerde büyülü bir şeyler vardı ya da bende bir çekim gücü. Kalemler bana doğru geliyordu ya da ben kalemlere doğru gidiyordum. Neden böyle oluyordu? Galiba aradığım kalem yüzünden oluyordu bunlar. Tüm kalemleri masaya dizdim. Diğer kalemleri de ilk kez görüyor olmama rağmen yolda bulduğum kalemi fark ettim. Kapağını çıkardım ve boş bir kâğıda çizgiler atmaya başladım. Kalem yazmıyordu. Defalarca denememe rağmen tek bir nokta bile bırakmadı kâğıtta. Belki de özellikle atılmış bir kalemdi. Yazmadığı için birileri fırlatmıştı. Kâğıdın yanına kalemi bıraktım. Uzaktan kâğıdı ve kalemi izlerken birdenbire aklıma belki de aradığım kalemin bu olduğu geldi. Yazmayan bir kalemdi bu fakat belki de kaç zamandır aradığım kalemdi. 
Gözlerimi kapattım ve hayal kurmaya başladım. 
Bu kalem şayet o kalemse hayallerimin resmini çizebilir. 
Bu kalem şayet o kalemse 
Daha önce yazılmamış cümleler kurabilir. 
Bu kalem şayet o kalemse
Bana yepyeni bir kader yazabilir.
Bu kalem şayet o kalemse
Sınırsız sayfaları olan bir defter gerekebilir
Bu kalem
O kalem miydi?
Ne kadar gözlerim kapalı düşündüm bilmiyorum. Belki birkaç dakika belki birkaç saat. Belki de uyumuş uyanmıştım. Bir klik sesiyle uyanmıştım. Kalem kapağı kapanıyor ya da açılıyor gibi bir ses. Gözlerimi açtığımda masada duran diğer tüm kalemlerin değiştiğini gördüm fakat bulduğum kalem aynıydı. Ses belki de bu kalemden gelmişti. Hemen onun yanındaki kâğıda baktığımda heyecandan öylece kaldım. Kâğıtta bir şeyler yazıyordu. Kâğıdı elime aldığımda bu yazının bana ait olduğunu fark ettim. K,l,m harflerim hayli kendime özeldi ve bu harflere özellikle baktım. Evet, bu yazı bana aitti. Okumalıydım fakat heyecandan ellerim titriyor, nefesim daralıyordu. 

Bir İsim Koyma Töreni

EMİR ARAS İMİRHAN
MERVE HOŞGİZ
RUKİYE  TOKGÖZ
YUSUF ÇAĞRI EKİCİ


Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapatmaya korkuyordum, tekrar gözlerimi açtığımda kâğıdı boş görmekten. Kâğıdı iyice gözlerime yaklaştırdım ve okumaya başladım: 
Kayalıklardan iniyorsun durmadan. İnmiyor, yuvarlanıyorsun. Ayakların, ellerin parçalanmış durumda. Sağından solundan yılanlar akıyor aşağı doğru. Yılanlar, kırmızı gözlü. Yılanlar, kırmızı dilli. Yılanlar da kırmızı.
Tepende bir güneş var kavuruyor. Gündüz vakti yıldızları saymaya kalkıyorsun. Zamanın kenarına atılmış bir düğüm gibi kalbin. Parmaklarının gücü yok, tırnakların kan. Ayakların tutmuyor, dilin dönmüyor. Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Yazının hepsi bu kadardı. Sarsılmıştım. Bu kalem, o kalemdi. Emindim bundan fakat bu ürperti, bu anlamsız korku niçin beni bulmuştu, bilemiyordum. Yıllardır aradığım kalem, beni bulmuştu. Önceleri onu bulduğumu düşünüyordum ama meğer o beni bulmuş. Şimdi ise ne yapacağımın endişesindeydim.
Bu kalem yazacak ve ben okuyacak mıydım, yoksa kalemin yazdıklarını ben yazdım, diye mi sunacaktım insanlara. Kalem, benim söylediğim, düşündüğüm şeyleri mi yazacaktı yoksa az önceki gibi garip şeyler mi yazacaktı? 
Kalem sadece yazıyor muydu? Belki düşünüyordu da… Belki görüyordu. Benim yazımı taklit ettiğine göre -aslında taklit de denilemez birebir aynısı- bu bilinci olan bir kalemdi. Evde evcil hayvan beslemek bile daha güvenliydi. Evet, belki de evcil kalemdi bu. Gezmeye götürebilirdim onu. Onunla pikniğe gidebilir, müzik dinleyebilirdim. Üstelik onu beslemek zorunda da değildim. Kumu da yoktu. 
Bunları düşünürken zihnimdeki korku dağıldı. Korkunç şeyler düşünmemeliydim. Evcil kalemime bir isim bulmayı düşündüm. Evcil kelimesi pencil kelimesi ile örtüşüyordu. Pencil kelimesi ise pencereyi çağrıştırmıştı bana. Pencere, tencereyi; tencere, tavayı… Oturmuş kalemime bir isim arıyordum. Bunu anlatsam birilerine mutlaka benim tedaviye ihtiyacım olduğunu söylerdi. Var mıydı tedaviye ihtiyacım? Belki de… 
Tava bir kalem için iyi bir isimdi ama teflon muydu bu tava, çelik mi? Belki de teflon daha iyiydi. Tavadan vaz geçemiyordum fakat teflon da kendisini hatırlatıp duruyordu. Dede Korkut kitabına göre bir kahramanlık gösterilmeden isim konulmazdı. Kalemimin belki de bir kahramanlık göstermesini beklemeliydim ona isim vermek için. Düşündüm, göstermişti kahramanlığını. Benim yazımı başarıyla taklit etmiş ve bir metin ortaya çıkarmıştı. Bir kahramandı kalemim ve ismi hak ediyordu.  Sonunda kimsenin aklına gelmeyecek ismi bulmuştum: Tefkalta. Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı. Kalemime baktım ve seslendim:
-Tefkalta.
Bu kadar aksiyon yeter, diye düşündüm. Yorulmuştum. Artık kelimeler kafamda uçuşuyor, yan yana gelerek cümle oluşturmuyorlardı. Belki de Tefkalta onlara hükmediyordu ve cümle kurmama mani oluyordu. Belki de Tefkalta daha çok şeye hükmedecekti. Mesela hayatıma.
Uyandığımda tüm kemiklerim ağrıyordu. Masanın başında öylece kalakalmıştım gece boyu. Olsun, Tefkalta artık hayatımdaydı ya. Biraz kemiklerim ağrısa ne olur? Tefkalta’ya baktım. Biraz üzüntülü gibiydi. Diğer kalemlere baktım, onların görünüşlerinde hiçbir olumsuzluk yoktu. Onlar sadece kalemdi. Ruhu olmayan nesneler. Belki de onlar kalem değil, kalem cesediydi ve onları gömmek gerekliydi. Tefkalta’nın hüznü bundan kaynaklanıyor olmalıydı. 
Bütün kalemleri topladım ve evdeki büyük saksılara gömmeye başladım. Kalemleri gömdükten sonra Tefkalta’nın hüznü dağılmıştı. Çiçekler de sanki mutluydu zira topraklarında kalem gibi önemli bir nesneyi barındırmak görevini üstlenmişlerdi. Belki de kalemlerin rengi, onların çiçeklerine yansıyacaktı. 
Tefkalta’yı gezmeye çıkarmam gerekliydi. Dün, o da yorulmuş olmalıydı hayli. Hayatımdaki büyük bir eksiklik tamamlanmış gibiydi. Tefkalta’yı cebime aldım. Çanta filan almadım yanıma ve yürüyüşe çıktım. Onu parklara götürdüm, ağaçları gösterdim ona. Çiçekleri gösterdim. Bulutları, güneşi gösterdim.  Tefkalta, çiçeklerin yanından uzaklaşmak istemiyor gibiydi. Özellikle sararmış çiçeklerin yanındayken ayaklarım çivilenmiş gibi hissettim. Tefkalta ile dokunduğum çiçekler canlandı, renklendi. Bu, sadece bir kalem değildi. Bunu artık tümüyle anlamıştım. Oysa benim ihtiyacım olan tek şey kalemdi. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olabilecek bir kalem.  Sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla fakat gezmeye çıkarmıştım onu. 
Eve dönüş vakti gelmişti. Kalemin gezmesi gereken yer boş kağıttı. Boş defterdi. Bitmeyen bir defterdi. Telaşla eve döndüm. Odama girdiğimde masamın üzeri kalemle doluydu. Bu kalemleri tanıyordum. Saksıların dibine gömdüğüm kalemler, hiçbir şey olmamış gibi masamın üzerinde keyifle bana bakıyordu. Dün akşam Tefkalta’nın yazdığı kâğıda gözüm ilişti. Kâğıt boştu. Kâğıdın arka yüzüne baktım, boştu. Gözlerimi kapattım. Tefkalta’yı kâğıdın yanına bıraktım. Gözlerimi araladığımda gördüğüm şeye inanamadım. Tefkalta bu kez bir resim çiziyordu. Bir ev resmiydi çizdiği. Evin içine çizdiği kişi ise bendim. Saçlarım darmadağındı. Elimde bir kâğıt vardı ve kağıtta bir metin. Bir şeyler konuşuyordum. Gözlerimi açmadan kâğıda yaklaştım, duyduğum ses bana aitti:
-Tefkalta! Teflonun tef’i, kalemin kal’ı, tavanın ta’sı.
Ellerimi saçlarıma doğru götürdüğümde saçlarımın hayli dağınık olduğunu fark ettim. 


Esrarengiz Yazılar

EMİR ARAS İMİRHAN

MERVE HOŞGİZ

HAZAL MİNA ÇAKMAK

RUKİYE  TOKGÖZ

EMİR SUBAŞI


Tefkalta’nın hayatımı değiştirdiği bir gerçekti fakat bu değişiklik nereye kadar gidecekti bilemiyordum. Onun çizdiği resimde kendimi görmek birdenbire aklıma onun yazdığı metni getirdi. Belki o metinde de ben vardım. Yazıya tekrar baktım. Anlamsız cümleler gibiydi ama son cümle çok netti: Nereye düştüğünü bilmiyorsun, bundan sonra olacakları da…
Eğer bu yazı doğrudan bana yazılmışsa başıma bir şeylerin geleceği belliydi. Korkmaya başlamıştım. Tefkalta dostum muydu yoksa düşmanım mı? O bir bela mıydı yoksa umut mu? Beni iyi bir yola mı götürecekti yoksa kötü bir yola mı? Son cümle korkutucuydu. Göz ucuyla yeniden kalemime baktım. Sevimli görünüyordu ama aynı zamanda ilk kez bir tehlikeyi de gördüm onun yüzünde. 
En iyisi bir süre Tefkalta’yı bir çekmeceye bırakmaktı. Bir süre kendimi dinlemeliydim. Daha sonra onunla ne yapacağıma karar vermeliydim. Bunları düşünürken yine bir ses duymuştum. Göz ucuyla baktım, Tefkalta yine bir resim çiziyordu. Resimde yine bir ev görünüyordu. Evin içinde bir çocuk masabaşındaydı. Duvarda bir saat vardı ve saat 19.10’u gösteriyordu. Ayrıca evin dış kapısı açıktı. Duvardaki saate baktım 19.09’du. Usulca yerimden kalktım ve evimin kapısına baktım. Kapı açıktı. Orada donup kalmıştım. Kapıyı kilitlediğimi çok iyi hatırlıyordum çünkü. Kendimi toparladım ve Tefkalta’ya doğru yöneldim. Artık kalemin bana hükmettiğini hissediyordum. Beynim ele geçirilmiş gibiydi. Son gücümle Tefkalta’yı elime aldım. Oysa hafifti, sıradan bir kalem ağırlığındaydı. Hızla en yakın çekmeceye yerleştirdim ve çekmeceyi kilitledim. Ardıma döndüğümde büyük bir iş başarmışım hissi vardı. Artık bu hikaye burada bitmeliydi. Çok uzamıştı. Masaya döndüğümde Tefkalta’yı yeniden masada gördüm. Buna inanamıyordum. Bir kağıt üzerinde dolaşıp duruyor, yazıyordu. Az önce onu çekmeceye kilitlememiş miydim? Çekmeceye baktım, kalem oradaydı. Masaya geldim, kalem yoktu. Kağıdın her iki yüzü de yazıyla doluydu. Biraz korkarak okumaya başladım:
Kaç zamandır bir kalem arıyordum. Hiç bitmeyen bir kalem. Hayır, tükenmezkalem değil, bitmeyen bir kalem. Sırdaşım olacaktı bu kalem, sınırsız hayallerimi yazacaktım onunla. Gittiğim her kırtasiyede aradım onu. Bir gün bulacaktım fakat böyle bulacağımı düşünmüyordum…





 


5 Kasım 2024 Salı

ROBOTLAR VE İNSANLAR

Utku Kerim Genç

Yıl 2054.
Yaz ayıydı. Artık dünyada insanlar, hayvanlar ve bitkiler dışında bir robotlar vardı. Neredeyse tüm insanın asistanı gibilerdi ve mesleklerde de vardılar. Örneğin polislerin, hemşirelerin robot asistanları vardı. 
Yıl 2058.
İnsanlar robotlara çok yüklenmiş, robotlar da isyan çıkarmıştı ama robotlar ikiye ayrılıyordu; bir kısmı insanları desteklerken bir kısmı da insanları yok etmek istiyordu. Gönül isterdi ki savaş olmasın ama savaşın yıllar süreceğini bile bilmiyorlardı. 
Yıl 2068.
Savaş yaklaşık on yıl devam etmiş insanların son sığınacak yeri olarak sadece Balkanlar, Anadolu ve Orta Asya kalmıştı fakat mevsim sonbahardı ve bu mevsim her şeyi değiştirebilirdi. 
Birkaç hafta sonla sonbaharın aylarından biri olan eylül aynıda insanları kurtaracak bir gelişme yaşanmış ve süresi günlerle ifade edilen sağanak yağışlar başlamıştı. Robotların her şeye tedbiri vardı ama bu kadar şiddetli bir yağmura dayanamamışlardı. Yaklaşık bir hafta sonra robotların yüzde sekseni bozulmuştu. Robotlar sadece Amerika kıtasına insanlar ise Avrupa, Asya ve Anadolu’ya hapsolmuşlardı. 
İnsanlar artık yeniden gelişmeye başlamış, robotlar da eski güçlerini kaybetmişlerdi. 2088 yılında artık insanlar Avrupa, Asya ve Kuzey Afrika’ya yerleşmiş ve çok hızlı bir gelişme yaşamışlardı. Öte yandan robotlar ise kendi kıtlarında yeni nesil robotlar geliştirmişler ve Rusya’nın yarısını Çin ve Hindistan’ın bir kısmını ve Japonya’yı ele geçirmiş, bu gelişme ile birlikte robotlar; gözlem robotları ve asker robotlar insanları yeniden bombalamaya başlamış, insanlar da onların yaşam alanlarına bomba atmaya başlamışlardı. Böylelikle iki uygarlık da yok olma tehlikesi yaşamaya başlamıştı. 
Yıl: 2090.
Bir barış antlaşmasıyla iki uygarlık da çok güçsüz kaldığı için dost oldular. Milletler yeniden ortaya çıkmış, artık her ülkede bir cumhurbaşkanı ve Detroit vardı. Detroitler, robotların cumhurbaşkanıydı. 
Detroitler ülkeyi robotlar adına yönetiyor, cumhurbaşkanı ise ülkeyi insanlar adına yönetiyordu. Dünyada çok güzel bir dostluk oluşmuştu. 

BİR MÜTEŞAİR DOĞUYOR

Hayrettin Eymen
Utku Kerim Genç
 (Asıl Yazarlar)

Mehmet Çınar Köksal
Salih Taha Balta
(Yardımcı Yazarlar)


Ruhi, o gün hiçbir şey yapmak istemiyordu. Çünkü okuldan bir şiir istemişlerdi. Onun ise şiirden başka yapılacak tonla ödevi vardı. Neden şiir istenildiğinde ne olup olmadığını anlamadan hemen atlamıştı ki? Aslında ilk başta bir şiir yazması gerekmiyordu. Sadece bir yarışmadan bahsedilmişti. Yarışmayı duyunca Ruhi de doğrudan doğruya el kaldırmıştı. Yani kendi elleriyle kendini ateşe atmıştı. Bunların hepsini Türkçe hocasının gözüne girmek için yapmıştı. Türkçe hocası, Ruhi sınıfta yokmuş gibi davranıyordu çoğu zaman ve yaptığı ödevlere de göz ucuyla bakıyordu. Güya şimdi bu şiiri yazarak hocasının gözüne girecekti. Ancak şiirin nasıl yazılacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Gerçi olsa da yazamayacaktı. Zaten şiiri sevmezdi. Hikâye olsa anlatırdı ama yazmak yine zordu. Bunları düşünürken ödevleri aklına geldi. Eğer bir ödevini yapmasa ve babası Ruhi’nin ismini okul grubunda görse gerçekten çok kızardı. Ruhi’nin başarısı babası için çok önemliydi. Belki de bunun için önemli olmasının sebebi arkadaşlarının yanında bunun konu edilmesiydi. İş yerinde babasının arkadaşları oğluyla dalga geçebilir ve kendi çocuklarını övebilirlerdi. Aslında övdükleri çocukları değil, kendileri olurdu. Ruhi’nin arkadaşları da aynı düşüncelere sahip insanlardı. Okul grubunda sokak lambasını andıran bir fotoğrafıyla bile dalga geçmişlerdi. 
Bu düşüncelerden sıyrılmalı ve derhal şiiri bitirip ödevlerine geçmeliydi. Şiir konusu hayli ilginçti. Ulusal Kızarmış Tavuk Günü sebebiyle tavukların anlam ve öneminden bahseden bir şiir yazması gerekiyordu. Neyse ki şiirin türü serbestti. En azından ölçülü ya da dörtlükler, beyitler şeklinde diye bir sınırlama yoktu. Ruhi bir süre gözlerini kapattı ve yazmaya başladı:

Kanatları çiçek gibi
Gözleri ipek gibi
Kasapta da bulunuyor
Zannedersin inek gibi

Kızarınca tadı başka
Yerken geliyorum aşka
Akşama yine tavuk var
Bu şiir neden böyle saçma

Çorbasını demiyorum
Zaten çok da yemiyorum
Kızartma dışında asla
Kendisini sevmiyorum

Kızartmasan tavuk olmaz
Zaten karnımız da doymaz
Çok sevelim tavukları
Kovalamayalım onları

Şiirini bitirdikten sonra Ruhi, derin bir nefes aldı ve ödevlerine başladı. Yazdığı şiir belki de öğretmeninin kendisinden nefret etmesine neden olacaktı. Göze gireyim derken yerin dibine girecekti belki de. Elinden gelen buydu. Yapacak başka bir şey yoktu. Ödevlerini tamamladı ve uyudu. 
Ertesi sabah daha ilk ders başlamadan Türkçe öğretmeni Ruhi’ye şiir yazıp yazmadığını sordu. Ruhi biraz sıkılarak şiiri öğretmenine uzattı ve ortadan kayboldu. 
Üçüncü ders saati Türkçeydi. Ruhi, öğretmen tarafından paralanacağını düşünerek en arka sıraya oturmuştu fakat öğretmen sınıfa girer girmez onunla göz göze geldi. Tüm sınıfı susturduktan sonra elindeki kağıdı okumaya başladı: 
 Kanatları çiçek gibi
Gözleri ipek gibi
Her dörtlük bitiminde sınıf kahkahadan yerlere yatıyordu. Ruhi de her dörtlükten sonra biraz daha sıranın altına doğru kayıyordu. Nihayet tüm şiir bittiğinde Ruhi de yere düşmüştü. Öğretmen:
-Ruhi, yanıma gel çabuk, diye bağırdı.
Ruhi üzerindeki tozu silkeleyerek korku içinde öğretmenin yanına vardı. Öğretmen bir elini Ruhi’nin omzuna koyarak konuşmaya başladı:
-Göreve başlayalı henüz üç ay oldu ve üç aydır böyle bir şiir okumadım. Ruhi, aslanım… Ruhi, koçum… Sen bir efsanesin. Şiirini yarışmaya gönderdim bile. Bundan sonra bütün yarışmalara sen şiir yazacaksın, dedi. 
Son cümle Ruhi’ye ölümcül yumruğu indirmiş gibiydi. Gözlerini patlatmış öğretmenine bakıyordu. Öğretmeninin şaka yapmadığını fark ettiğinde içi rahatladı. Artık ailesi de kendisiyle gurur duyabilirdi. 
Garip bir gün geride kalmıştı. Her şey birkaç gün içinde unutulmuştu fakat Türkçe öğretmeni artık Ruhi’ye Şair Ruhi Bey, diyordu. 
Çok süre geçmeden matematik dersindeyken nöbetçi öğrenci sınıfa girerek Ruhi’yi Okul Müdürü’nün çağırdığını söyledi. Ruhi de tüm sınıf da irkilmişti. Ruhi anlamsız bakışlarla Okul Müdürü’nün odasına gitti. Türkçe Öğretmeni de oradaydı. İkisi de tebessüm ediyordu. Türkçe Öğretmeni konuştu:
-Şair Ruhi Bey, şiiriniz yarışmada birinci oldu. Tebrik etmek için seni çağırdık. 
Ruhi, o gün içinde uyuyan şairi uyandırmıştı. Artık bütün şiir yarışmalarına katılıyordu. Dünya Kertenkele Günü, Dünya Devekuşu Günü, Dünya Lastik Günü… 

NİCE ŞEYLER

Hayrettin Eymen Bulut

İnsanlar tanırım bu coğrafyada
Kalbi bozkırda kalmış
Kum tanesi gibi savrulmuş

Acılar tanırım
Yürek ile çekilmiş
Gözyaşı ile silinmiş

Uykular hatırlarım
Rüyası yarım
Sevinci kursağında kalmış

Bir de olmayan uykular hatırlarım
Sabahlanmış koltukta
Uyku tutmamış
Acısı ağır basmış
Nice sabahlamalar hatırlarım

Susulan zamanlar bilirim
Saygıdan susulan zamanlar

Kaygılar duyarım ben
İçimi kasıp kavuran
Ya olmazsa diye

Ben nice şeyler bilirim
Benim ne bildiğimi 
Siz ne bilirsiniz

MEHMET'İN FETHİ

Utku Kerim Genç

Yıllar 1438/1439’u gösteriyor, Osmanlı İstanbul’u kuşatmış ama bütün saldırılarında başarısız olmuş ve Bizans yaşamak için son umudunu vermiyordu. 17/18 yıl sonra Mehmet adında bir çocuk gelmiş “Tahta oturmuş, ceza gerektiren kişileri falakaya yatırıyor, oyun oynar gibi devlet yönetiyordu.” Ama Haçlılar daha sonra yaşayacakları felaketten habersizdiler. 
Yıl 1451/1452. 
Bizanslıların sonunun gelmesine bir yıl kalmış ama Haçlıların bundan haberi yok. 17/18 yaşında bir çocuk İstanbul’u nasıl fethetsin?
Yıl 1453. 
Savaş başlamış Mehmet donanmasıyla deniz yoluyla İstanbul’u çevirmiş, yetmemiş donanmasıyla karadan geçiyordu. Bildiğin bakkaldan ekmek alır gibi İstanbul’u alıyordu. 
Mehmet öyle bir şey yapmıştı ki kimse anlayamadı, anlayamazdı da zaten. 
Savaş bitmiş, Mehmet kazanmanın verdiği mutlulukla uyuyordu. Birden içerden: “Mehmet uyan.” Diye bir ses geldi. Bu Mehmet, henüz 7. Sınıf öğrencisi olan bizim Mehmet’ti. Okula geç kalmıştı. Gördüğü rüyayı arkadaşlarına anlattı ve ders başladı. İlk sosyal bilgilerdi ve konu İstanbul’un Fethi’ydi.  

2 Kasım 2024 Cumartesi

YANSI

Üner Taha Aydemir

Bir ayna açılıyor kendiliğinden çoğu zaman
Uzaklarda, çok uzaklarda
Görüyorum
Bir çocuk şarkı söylüyor
Bakarak sulardaki aksine
Bir gölün kıyısında
Hayal kurduğu belli benim aksime
Yaklaşıyorum aynaya 
O beni görmüyor
Dalıyor ufuklara

Bir ayna açılıyor kendiliğinden çoğu zaman
Ardında ne var göremiyorum
Belki bir çift göz izliyor beni
Biliyor içimden geçenleri
Anılarına dönüp bakıyor sanki
Çok uzaklardan 
Yıllar sonrasından
Aşina bir yüz, aşina bir bakış
Üzerime eğilmiş gibi

İNTİZAR

Üner Taha Aydemir

Bir şeyler bekliyorum
Olmasını umuyorum
Ama kimden
Bunu da bilmiyorum
Çünkü bunlar
Meçhulün
Önüme serdiği duygular

Soruyorlar
Niye bakıyorsun hüzünle
Bir şey mi oldu
Hayır olmasına gerek mi var
Bakıyorum ızdırabın korkusuyla 

Çok kalabalık bir ıssızlıktayım
Çok yankılı bu sessizlik
Artık bıktım 
Keşke 
Tebessüm edebilsem bir kerelik

Korkmuyorum ölümden
Bu duygular kadar
Çünkü ölüm yok yaşarken
Ölünce de ben yokum
Fakat var bu duygular hep 

Keşke kar yağsa da
Kaplasa duygularımı
Saklasa
Görmese
Ben de dahil
Hiç kimse

DOST DOST DİYE...

 Nurgül Asya Kılcı

Gerçek dostluk bir pırlantadan daha değerlidir. Dostlar, peri gibidirler. Bazen hayatınızı sihirli bir dokunuşla güzelleştirirler. Bazen bazı dostluklardan ders çıkarmamız gerekir. Çünkü dostlar siz farkında olmadan sizi sırtınızdan vurabilirler. Dostlar, sizi vuracağı yeri en iyi bilen kişilerdir aynı zamanda. İşte o zaman anlarsınız gerçek dostluğun önemini. Peki kim dost? Yaralarınıza bant yapıştıran, merhem süren kişi mi yoksa yaralarınızı öğrenmeye çalışan, zayıf noktalarınızı not alan kişi mi?
Dost, dört kelimelik tek heceden oluşan bir sözcük. Oysa anlamına dair onlarca cilt kitap yazılabilir. Dost, her insanın aradığı ancak çok az insanın bulduğu bir şeydir. Dost, dünyayı, hayatı güzelleştiren bir iksirdir. 
Kimsesiz insanlar değil, dostsuz insanlar yalnızdır. 

ÖN YARGI

 Selim Kurt

Okul bazen bir kurtarıcı kahraman bazen de bizi esir alan bir kötü kişidir. Sıkıcı olduğu da olur, eğlenceli olduğu da. Okul, dostumuz mudur yoksa düşmanımız mı? Bu sorunun cevabını bu yaşlarda net olarak söylemek çok zor. 
Okul, bizim hayat sınıfımızdır. Bazen hastaneye benzer bazen hapishaneye. Bazen can verir bize, bizi iyileştirir bazen ise daraltır ruhumuzu. 
İçi bilgi, dışı eğlence doludur okulun. Galiba bilgi dolu olan kısmında sıkılıyoruz istemeden. 
Vakit geçirdiğimiz bir yerdir okul. Çoğu kişi okulu ikinci evimize benzetir. Gerçekten de evden sonra en çok vaktimiz orada geçer. Okul, bizim sırdaşımızdır aynı zamanda. Okulu aslında çok severiz fakat bunu belli etmeyiz ya da başkalarından duyduğumuz ön yargı ile yaklaşırız. Aslında bu ön yargıyı oluşturan şeylerin başında ödevler var. Ödevler olmasa okul ne sıkıcı olur ne de hapishaneye benzer. Okul, kocaman bir bahçeye dönüşür. 
Ben de arkadaşlarım gibi zaman zaman sıkılıyorum okulda fakat okulun hiç olmaması, olmasından daha kötü. 

SUDAN BİR KONU

 Kaan Erdoğan

su öyle bir şeydir ki saftır ve belki de bu yönüyle hayatın kendisidir. Bir bardak suya şeker kattığınızda şekerli su oluşur. O bardağa tuz kattığınızda tuzlu su olur. Önemli olan içine kattığınız şeydir. Tıpkı insan gibi yani. 
Su, berekettir. Belki de saf olduğu için bereketin temsilcisidir. Dünyadaki her şey hatta dünyanın kendisi bile suya muhtaçtır. İnsanlar milyonlarca kilometre uzaklarda hayat belirtisi bulabilmek için gezegenleri araştırıyor ve aradıkları tek şey aslında su. 
Su akar, yolunu bulur diye bir söz var. Belki de onun saflığını da karşılıyor bu söz. Saf su, erinde geçinde kendi saflığına ulaşıyor ve bir yol buluyor. 
Su, sadece içilen bir şey değildir. Temizlik, su varsa mümkündür. Huzur bile su varken mümkündür çünkü insanlar genellikle dinlenmek istediklerinde ya deniz kenarına gider ya da ırmak kenarına. Hatta yağmurun yağmasını bile insanlar bu yüzden sever. Yağmur, saf sudur. 
Suyun hep aktığına dair bir kabulleniş var ama su her zaman akmayabilir. Önüne bir baraj kurulmuş olabilir ya da dört tarafı kara parçası ile çevrili bir gölet akamaz. Su, her yerdedir. Bizim vücudumuzda bile. Evlerimizde sular kesildiğinde tedirgin oluruz. Barajlarda sular azaldığında canımız sıkılır. Dünya yüzeyinin dörtte üçü sudur. 
Su, sudan bir konu değildir. Hayati bir konudur.