23 Kasım 2024 Cumartesi

HAYAL ETTİĞİM DÜNYA

Gamze Sena Kuyucu

Hayal ediyorum
Acaba ağaçlar ve çalılar
Şekerlerle, kalemlerle dolsa
Daha mı severdi insanlar 
Ağaçları ve çalıları

Düşünüyorum
Acaba ırmaklar
Sütlü çikolata şeklinde aksa
Daha mı değer verirdi insanlar
Suya, suyun varlığına

Değer vermiyorlar, düşünmüyorlar
İnsanlar
Susuzluk ne demek
Oksijen alamamak ne demek
Bilmiyorlar

Sevmiyorlar ağaçları, çalıları
Sevselerdi ağaç dikerlerdi
Onları katletmezlerdi 
Yakmazlardı güzelim çalıları

Değer vermiyorlar suya
Değer verselerdi
Boşuna akmazdı, zehirlenmezdi sular
İsraf olmazdı

Başka bir dünya düşünüyorum
Hayal ediyorum
İnsanların ağaçları ve çalıları sevdiği ve diktiği
Suyun değerini bildiği
Bir dünya düşünüyorum
Bir dünya düşlüyorum




RENGÂRENK DÜNYA

Gamze Sena Kuyucu

Siyah beyaz fotoğrafları herkes sever
Ama ben sevmiyorum
Bazıları siyah beyaz filmleri izlemekten zevk alır
Ama ben almıyorum
Renksiz bir dünya düşünemiyorum

Mesela mavi yoksa insanın hayatında
Ya da yeşil yoksa etrafa baktığınızda
Ne kadar sıkıcı olur hayat
Rastlamıyorsanız günün herhangi bir saatinde
Yol üzerinde bir kırmızıya

Aslında yağmur değildir insanı mutlu eden
Yağmur sonrası gökkuşağını görme umududur
Hatta bulutlar bile seviliyorsa
Belki de bu yüzden

Güneş doğarken ya da batarken
İnsanlar bambaşka hislere bürünüyor
Kimse hayallere dalmıyor gün tepedeyken
Çünkü batarken ve doğarken 
Renkten renge giriyor güneş

Eğer gökkuşağı olmasaydı
Sıkılırdı insanlar yağmurdan
Eğer güneş renkten renge girmeseydi
Boğulurdu insanlar hep aynı şeyi görmekten
Eğer mavi olmasaydı gökyüzü
Kimse kaldırıp başını bakmazdı göğe
Çiçekler renksiz olsaydı
Kim koyardı onları pencere önüne

KÜÇÜK ADAM


Doğa Uzunpınar Ekin Akçay

Aslında boyu uzun olan
Ruhu çocukluğu yaşayan
Kalbi kocaman olan
Bir kişiydi Küçük Adam

Araba kullanan
Kemerini takmayan
Kurallara uymayan
Haylaz bir çocuktu Küçük Adam

Abur cubura dayanamayan
Cipse doyamayan
Kolayı su gibi yutan
Şeker bir çocuktu Küçük Adam

Zekâsını kullanan
Haklarını arayan
Adaleti savunan
Eşitlikçi bir çocuktu Küçük Adam

Miskete bayılan
Bulutlarla oynayan
Topaçlarla yarışan
Hayalperest bir çocuktu Küçük Adam

Kedilere havlayan
Köpeklere viyaklayan
Kuşlara miyavlayan 
Hayvansever bir çocuktu Küçük Adam


ÇATI

Elif Serra Yıldırım

Bayraklar, yalnızca bir kumaş parçasından çok öte bir şeydir. Her yerde büyük manalarıyla tüm vatandaşlar için bir değerdir bayrak. Uğruna canlar verilen, hayatlar hediye edilen bayrak. Her yerde çıkar karşımıza: sınıfta, okulda, parkta, bahçede. Peki nedir bayrağa duyulan bu sevgi? Niçin bu saygı?
Bu sorunun cevabı için çok değil sekiz sene öncesine gitmemiz gerekir. 15 Temmuz gecesi bir milleti taarruza geçirendir bu saygı. O halde bayrak, hürriyet demektir, istiklal demektir. Vatan sevgisiyle dolup taşmaktır bayrak. Kurtuluş Savaşı’nda bebeğinin battaniyesini top mermisinin üstüne örtebilmektir. 
Yalnız bizim için değil en küçüğünden en büyüğüne tüm ülkeler için paha biçilmez bir değerdir bayrak. Kırmızı, sarı, beyaz, siyah, mavi, yeşil ve çok daha fazlası. Hepsi için renklerin bir manası var bayrakta. Belki özgürlüğü, belki mutluluğu, belki sonsuzluğu anlatıyor bayraklar fakat değişmeyen bir şey var ki her milletin bir bayrağa ihtiyacı vardır. Sadece milletler değil en küçük bir dernekten tutun da büyük futbol takımlarına kadar her topluluğun kendi varlığını sembolize eden bir bayrağı vardır. 
Bayrak, bir topluluğun varoluşunun kanıtıdır özetle. Bayrak yoksa yarım kalır toplumların bir yanı. Bayrak, bir tamamlayıcı unsurdur, bir “olmazsa olmaz”dır. Bir temel ihtiyaçtır birlikte olabilmek için bayrak. Altında toplanılacak bir çatıdır bazen. Bazense bir savaşta tarafımızı belirten bir simge. 
Görünce göğsümüzü kabartan bir gururdur bayrak.  

BULUTLAR

Ekin Akçay

Onlar mı bizim istediğimiz şekillere giriyorlar yoksa biz mi onları istediğimiz şekilde görüyoruz? Belki de anlatmak istedikleri şekle giriyorlar, bir kimsenin onlara bakıp kendilerini anlamalarını umuyorlar, umutsuzca. Onlar, çocukların kendileriyle oynadıkları benzetme yarışmalarının asıl kahramanı ya da çocukların anlattıkları öykülerdeki lezzetli bir pamuk şekerine benzetildiklerinde içlerindeki mutluluğu küçük bir çocukmuşçasına açığa çıkaran saf meleklerdir belki de. Bilemeyiz, belki birisi onları tarla niyetine sürüyor sonra da insanların en çok alerjisinin olduğu köygöçerten bitkisini dikiyordur. İşte belki bu yüzden ağlıyorlar bulutlar. 

BESTESİZ GÜFTE

Nehir Güver

Yazıyorum yazıyorum olmuyor
Deniyorum deniyorum olmuyor
Ne yapacağımı bilmiyorum
Çaresizim bilmiyorum
Sence ne yapabiliriiim
(Söyle)

Söyle
Bana bana bana bana 
Kendi fikrini bana bana söyle
İstersen başka başka birine 
Ama yeter ki söyleee

Söyledin, tamam anladım
Duydum, tamam anladım
Biliyorum yeterince söyledin zaten

(Sakin bir şekilde)
Tamam, ilhamı kaptın
Hepsi senin sayende
Teşekkürler sana

Söyledin, söyledin benim için
Anlattın anlattın benim için
Dinledim dinledim senin için
Anladım anladım senin için

Sadece sen ve ben için

Not: Bu şiiri okuyan kişi istediği gibi besteleyebilir. 


RENK KÖRLÜĞÜ

 

Elif Naz Özden


Irkçılık nedir sizce? Bence renk körlüğünden başka bir şey değildir. İnsanın düşüncelerini yalnızca bir noktaya odaklaması ve başka bir şey görmemesi, zihnin başka bir şey düşünmemesi demektir. İnsanları sınıflandırmak ve kendisini üstün, diğerlerini zavallı görmekten başka bir şey değildir ırkçılık. Oysa insanlar yalnızca insandır ve kimsenin kimseden üstünlüğü, farkı yoktur. Her insan etten kemiktendir ve bir beyni, bir kalbi vardır tümünün. Tüm insanlar düşünebilir, acı çekebilir, sevinebilir, ağlayabilir. 
Üç yumurta düşünelim. Biri beyaz, biri açık kahverengi, üçüncüsü ise koyu kahverengi. Bunların kabuğunu kırdığımızı ve içini tavaya döktüğümüzü düşünelim. Ne görürüz? Normal bir yumurta. Sarısıyla, akıyla aynı yumurta. Farklılık sadece kabukta ve bu kabuğun rengini seçen yumurtanın kendisi değildir. İnsanlar için de bu örneği verebiliriz. İnsanın elinde değildir kendi ten rengini ve ırkını seçmek. Farklı renkte olmak suç değildir. Tek suç renkleri ayıran insanlardadır. Ne diyor Bukowski:
Hangi çiçek, diğerini “sarı açtı” diye ayıplar? 
Hangi kuş, “farklı ötünce” diğerine yasak koyar? 
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar. 
Ah insanlar! 
Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…

PİŞMANLIK

Beste KAYA


Dokuzuncu sınıfa gidiyordum. Henüz herkesle tanışmamıştım ama üç kişilik bir arkadaş grubu bulmuştum kendime. Onlar, sürekli internet kafede takılıyorlardı. Benim onlardan neyim eksikti? Bir süre sonra onlardan ayrı kalmamak için ben de onlarla takıldım. Günlerin, haftaların nasıl geçtiğini anlayamadan sınav haftası gelmişti. Son gün çalışacağım, diyerek onlarla yine internet kafeye gittim. Sınava bir gün kalmıştı. Sorular kolaydır, diye düşünüp erkenden yattım. Sabah olduğunda içimde bir stres vardı ama önemsemedim, okula gittim. Okula gidince arkadaşlarımdan biri yanıma gelerek:
-Sınava çalıştın mı, dedi. 
Hayır, anlamında başımı sallayınca, ben çalıştım, dedi ve sırasına gitti. O an anladım kullanıldığımı. Sınava beş dakika gibi bir süre kalmıştı. Hemen kitabın sonundaki soruları açtım ve okumaya başladım. Hiçbir soruyu anlayamıyordum. Sonunda sınav saati gelmişti. Ağlamaya başladım. Kağıtlar dağıtılıyordu. Hiçbir soruya cevap yazamamanın verdiği kadar kötü bir üzüntü yoktu. Hayatımda hiç bu kadar kötü olmamıştım. 
Bir haftalık sınavlar boyunca her gün aynı üzüntüyü ve kötülüğü yaşadım. Durumu aileme de diyemiyordum. Çalıştığımı ama başaramadığımı söylüyordum sadece.
Bir hafta kadar geçmişti aradan. Sınav sonuçları okunmaya başlandı. Sıra bana gelmişti. Öğretmen:
-Sıfır, deyince işte o an yıkıldım. Aslında beklediğim bir sonuçtu ama öğretmen belki bana kıyamaz, diye düşünüyordum çünkü daha önceden iyi bir öğrenciydim. 
Yalnız bu sınav değil, diğerlerinde de benzer notlar aldım. O yıl sınıfta kalmıştım. Hayatımdan koca bir seneyi bir hiç uğruna heba etmiştim. Ailemi hayal kırıklığına uğrattığım için çok üzgündüm. Tabi arkadaş grubumdakiler sınıfı geçmişlerdi hem de yüksek puanlarla. Beni kullandıkları için onlarla arkadaşlığı kestim ve yeni arkadaşlar edindim. İçlerinde yeni sıra arkadaşım Sümeyye de vardı. O yıl Sümeyye ile derslere ağırlık verdim ve geride kalan bir yılı telafi etmeye çalıştım. 
Şu an Sümeyye ile tıp fakültesindeyiz. Şimdi dokuzuncu sınıfta okuyan gençlere sesleniyorum: Sakın derslerinizi ihmal etmeyin çünkü yaydan çıkan ok, geri dönmez. 

YAZGI

Akın Eliş

Yıllardır aynı yerde bekliyordum. Bulunduğum yere ilk gelen bendim. Buradaki herkes, benden sonra gelmişti ve herkesin hikayesini biliyordum. Onlar benim hikâyemi bilmiyordu. Benim hikâyemi aslında kimse bilmiyordu. İşte bu yüzden benim hikayem onlardan farklıydı. Buna rağmen bu farkı, fark edebilen olmadı hiç. Onlar, birbirleriyle dost oldular. Başkalarıyla dost oldular. Başka başka mekanlara gittiler fakat ben yıllarca aynı yerde bekledim. Tozlanarak bekledim. Hava almadan bekledim. Eskiyerek, sararak bekledim. Yıprandım. 
Onları değerli kılan neydi? Farklı kılan yalnızca görünüşleri miydi? Onlarda olup da bende olmayan neydi, bilmiyordum. Bazıları benden daha çelimsizdi, bazıları benden daha küçüktü fakat onlar değerliydi sanki insanların gözünde. Onlardan farklı olmamın bir üstünlük olduğunu düşünüyordum fakat değilmiş, bunu çok geç anladım. Yıllar sonra anladım. Bu gerçeği anladığımda ben de varlığımı hissettirmeye çalıştım etrafımdan gelip geçenlere fakat kimsenin fark etmeye niyeti olmadı hiç. 
Belki de beni tanıyacak, anlayacak birileri daha yaşlı insanlardır, diye düşündüm ve çocuklardan, gençlerden ziyade onlardan bir medet umdum. Onlar da gelmedi. Kimse gelmedi.
Belki de böyle olmalıydım. Belki de benim yazgım buydu. Yazgım buydu evet. Kimsenin okumadığı bir yazgı. Okuyamadığı ya da dikkatini çekmediği bir yazgı. 
Bu yazgıya razı olmuştum. Kendimi uykuya vermiştim artık. Bulunduğum yerden biraz her geçen gün biraz daha arkaya doğru çektim kendimi ve yalnızca günün bazı saatlerinde uyandım, diğer zamanlarda kendi hayallerimi kendime anlattım. Kendi rüyalarımı kendime anlattım. Kendi hikayelerimi yeniden okudum satır satır. Kimsenin bilmediği hikayelerimi.
Artık ümidi kesmiştim başkalarından. Birilerinin gelip beni fark etmesinden umutsuzdum ki o gün değişik bir şeyler hissettim. Buraya geldiğimden beri ilk defa biri bana dokunmuştu. Dokunmasıyla elini geri çekmesi bir oldu. Sanki elektrik çarpmış gibi birden uzaklaştı bana dokunan eller. Daha sonra üzerimden bir rüzgar geçti. Üzerimden geçen rüzgarla beraber bir ağırlık kalktı sanki gövdemden. Nihayet biri beni fark etmişti. Heyecanlı olduğunu gözlerinden anlayabiliyordum. Sayfalarımı çevirirken titreyen parmaklarından anlayabiliyordum. 
Beni bulunduğum yerden bir masanın üzerine indirdi ve elindeki mendille kapaklarımı temizledi. Bir yandan sayfalarımı çeviriyordu. Nihayet beni anlayacak, beni dinleyecek birileri çıkmıştı. 
O günden sonra yerim değişti. Artık aydınlık ve ihtişamlı bir yer verilmişti bana. Arkadaşlarım da hep benim gibiydi. Onlar bana anlattılar hikayelerini ben de onlara anlattım. Yazgının değişebildiğini mi anladım yoksa yazgım bu muydu bilemiyorum. 
Halen orada kalsaydım, o kitapların arkasında belki de unutulup gidecektim ve bu hikâye de unutulup gidecekti. 

SEÇTİRİLEN YOL

Betül Seyhan

Dünyam sizin dünyanıza benzemiyor, bu çok belli. Sizi sevindiren şeyler beni sevindirmeye yetmiyor, bu da belli. Siz üzüldüğünüzde bunun nedenini anlayamıyorum çoğu zaman ve belki de bu yüzden hep oyunlarınızın seyircisiyim. Oyunlarınıza dahil olamıyorum. 
Oyuna dahil olamamak aslında üzüntü veren bir şey çünkü zaman, geçmek bilmiyor oyunda olmadığın zaman. Tek tesellim ise kıyıda kalmayı benim seçmiş olmam. Kıyıda kalmayı ben tercih ettim. Yalnızlığı ben seçtim bu kalabalıklar arasında. Kıyıda kaldım çünkü beklediğim gemiyi bulamadım hiçbir zaman. Zaten bu kıyaya gemiler de yanaşmıyor fazlaca. 
Bu yalnızlığı ben seçtim. Seçer gibi çiçekçiden can vermek üzere olan bir menekşeyi. Seçtim ve ona yeni bir dünya kurdum. Onunla yeni bir dünya kurdum. Yeşerttim yalnızlığımı, çiçeklendirdim. Karanlıktan alıp kurtardım onu, aydınlık bir pencerenin önünü onunla süsledim. 
Benzemiyoruz birbirimize farkındayım. Siz de bunun farkında olun artık ve benden beklemeyin size benzememi. Sizleşmemi. 
Yine de istiyor insan bazen anlaşılmayı ve istemiyor unutulmuş bir kitap gibi raflarda tozlanmayı. Bu yalnızlığı ben, bile isteye seçtim fakat zorunlu bir yalnızlık bu. Seçmek zorunda kaldığım bir yol.