28 Kasım 2024 Perşembe

BİRLEŞEN YOLLAR


ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

I.
Ne zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Yıllarca karanlıkta kaldıktan sonra gözlerini bir gün burada açmıştı. Burada, göz kamaştırıcı ışıkların altında. Burada kalabalıkların arasında. Burada yani bu soğuk beton binada.
Etrafında başkaları da vardı. İlk zamanlar onunla hiç konuşmamışlardı. Kendi aralarında her türlü dedikoduyu yaparken onu yok saymışlardı. Hatta bir gece kendi aralarında onun dedikodusunu bile yapmışlardı hem de sabaha kadar. Onun ne kadar anlamsız, suratsız ve boş olduğuna dair birçok cümle kurmuşlardı. Hatta onun yerinin burası olmadığını bile söylemişlerdi. Onlar için önceleri çok değersiz birisiydi. Yalnızca onlar için mi? Hayır… Buraya ziyarete gelen insanlar da diğerleriyle dakikalarca zaman geçiriyor fakat sıra ona gelince göz ucuyla bakıp geçiyorlardı. Güvenlik görevlisi ile bazen göz göze geliyor, güvenlik görevlisi ellerini arkasında bağlayıp şöyle diyordu:
-Bunun nasıl bir değeri olabilir ki? Saçma sapan bir şey bu.
Burayı sevmiyordu ama gidecek başka yeri de yoktu. Burada en azından kendisine ayrılmış bir bölüm vardı. Gece gündüz korunaklıydı. Bazen kendisi de düşünüyordu anlamsızlığını. Neredeyse kendisinin de anlamsız olduğuna ikna olacak gibiydi. Yine de buradaydı. Burayı sevmese de buradaydı. 
Hayatının geriye kalanını burada tamamlamak zorundaydı. 

II.
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu. Tek başına yaşıyordu. Çocuklarından yıllardır haber alamıyordu eşi ise sonsuzluk alemine gideli yirmi yılı geçmişti. Yirmi yıldır bu evin tavanlarını, duvarlarını seyrediyordu. Yalnız değildi aslında çünkü pencerenin önündeki Nazmiye hanım ile konuşuyordu her gün. Nazmiye, onun evinin neşesiydi. Evinin en konuşkan bireyiydi. Nazmiye, bir nilüfer çiçeğiydi. Kendisiyle konuşuldukça yaprakları büyüyen, çiçekleri açan bir çiçekti Nazmiye. Zaman zaman çocuklarının hatta rahmetli eşinin bile dedikodusunu yapıyordu Nazmiye ile. Nazmiye böyle zamanlarda:
-Ölünün ardından konuşmayalım, diyordu. 
Nazmiye de olmasa iyice bunalıma girecekti. Aslında duvarın bir kenarında duran Fadik de vardı ama suskundu o. Hiç konuşmaz üstelik kendisiyle biraz ilgilenince mutlaka iğnelerdi. Fadik, Nazmiye’ye göre içine kapalı ve depresif biriydi. Bulunduğu köşede yıllardır sessiz sedasız büyüyen bir kaktüstü Fadik. Su bile istemiyordu. 
Evin diğer sakinlerinden biri olan Dudu, herkese tepeden bakıyordu ve kafasına estikçe ses veriyordu. Evin en eski sakinlerinden biriydi o. Normalde saat başı çıkarak “guguk” yapması gerekirken galiba yaşlılıktan kafasına göre takılıyordu. Bazen dışarı çıkmayı bazen içeri girmeyi unutuyordu. Bazen sadece “gu” diyor, birkaç saat sonra “guk” ekliyordu. Bazen de dakikalarca ötüyordu: 
-Guguk, guguk. 
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu ve ilk kez sokağa, çarşıya çıkma ihtiyacı hissediyordu. Ev sakinlerinin hepsine sordu:
-Nazmiye hanım, benimle birlikte dışarıya gelir misin?
Nazmiye cevap vermediği gibi bir de surat yapmış, tek dalını yere düşürmüştü. 
Bir süre sonra Fadik’e sordu aynı soruyu fakat cevap alamadı. 
Dudu ise zaten ortalıkta yoktu. İhtimal kulakları da duymaz olmuştur, diye düşünerek ona sormadan evden ayrıldı. Hava güneşliydi ama yanına şemsiyesini aldı. Yağmur varsa yağmurdan, güneş varsa güneşten korurdu onu bu şemsiye. Üstelik eşinden yadigardı. Eşinin elini tutuyor gibi sarıldı şemsiyenin koluna. Nereye gideceğini bilmiyordu. Ne alacağını da bilmiyordu. Mahalleden uzağa gitmeye ilk kez niyetlenmişti. Arada bir yiyecek, içecek için hemen evlerinin yanındaki markete gidip geldiği oluyordu ama marketin ötesine ilk kez geçiyordu. 
Yürüyordu, sağa sola bakmadan. 
Yürüyordu, nereye gittiğini bilmeden.
Yürüyordu; Fadik, Dudu ve Nazmiye’yi düşünmeden.
Caddeler gürültülü ve kalabalıktı fakat onun kulakları duyma yeteneğini çoktan kaybetmişti. Gözleri ise zaten sadece yakını görebiliyordu. Evden uzaklaşmış olmanın endişesi biraz içine düşmüştü ki ayaklarına sürünen bir kedi ile irkildi. Kedi, kendisini sevdirmek istiyor gibiydi. Kediye doğru eğildiğinde kedi zıplayarak yürümeye başladı. Galiba onu bir yerlere götürmek istiyordu. Kedi bazen duruyor, onun yetişmesini bekliyor sonra aniden hızlanıyordu. Kedinin peşinde yürümekten nefes nefese kalmıştı. Biraz dinlensem iyi olur, diye aklından geçiyordu ki kedinin büyük bir kapıdan içeriye girdiğini fark etti. Belki de dinleneceği yer burasıydı.
Kedinin ardından içeriye adım attığında ışıktan gözleri kamaştı. Kedi onu nereye getirmişti, bilmiyordu. Etrafından insanlar geçiyordu. Kedi de kaybolmuştu gözden. Oturacak bir yer buldu kendine. Bir süre dinlendikten sonra etrafı incelemeye başladı. Burası bir müze olmalıydı. Belki de resim sergisiydi fakat resimden başka objeler de vardı etrafta. Bir müzeye gitmeyeli yıllar olmuştu. Evini ve evdeki arkadaşlarını unutmuştu. 
Duvarlardaki resimlerin hepsi anlamsız gelmişti ona. Vazolar, biblolar da saçma sapan şeylerdi. Bu düşüncelerle dolaşırken gözlüklerinin buğulandığını fark etti. Gözlüğünü sildiği anda hemen önünde durduğu tablo dikkatini çekti. İnsanlar bu tablonun önünde bile durmadan geçiyorlardı fakat tabloda bir şey vardı onu çeken. Gözlüklerini bir daha sildi, bir daha sildi ve tablonun önünde öylece kalakaldı.

III.

İlk defa biri onun önünde bu kadar uzun süre beklemişti. İlgiyle bakıyordu yüzüne, gözlerine. Sanki konuşacak gibiydi kendisiyle. Tam ağzını açmış, bir şeyler söyleyecekti ki karışışındaki yaşlı kadın dişlerinin yerinden oynadığını fark etti. Kadın, dişlerini yerleştirdikten sonra:
-Hayatımda hiç bu kadar anlamlı bir resim görmedim, dedi.
Bu cümle onda büyük bir heyecan ve sevgi oluşturmuştu. İlk kez biri onun önünde duruyor, üstelik onunla ilgili güzel şeyler söylüyordu. Kendinden geçmişti bu mutlulukla. Hafif yana doğru kaydığını güvenlik görevlisi fark etti uzaktan ve koşarak yere düşmekten onu kurtardı. Bayılmıştı. Güvenlik Görevlisi yaşlı kadına:
-Bu tablo ilk kez birinin dikkatini çekti. Ben bile yıllardır buradayım, buraya ait olmayan tek şey bence bu. Şayet dilerseniz bu tablonun size hediye edilmesini sağlayabilirim, dedi.
Böylelikle bu tablodan kurtulmuş olacaktı güya. Kadın, önce kendisiyle dalga geçildiğini zannetti fakat görevli ciddiydi. 
-Bu tabloyu çok istiyorum, fiyatı neyse ödemeye de hazırım, dedi. 
-Siz yeter ki bunu başımızdan alın, üste para bile vermeye razıyız teyzeciğim, dedi görevli. Şaka yapılmadığını anlayan kadın:
-Bana vereceğiniz parayla sokak kedilerine mama alın o halde, dedi.
Tablo, gözlerini açtığında bambaşka bir yerdeydi. Biraz yorgun ve gevşemiş hissediyordu kendini ama ilk kez huzur vardı içinde. Sağa sola bakarken teyzenin sesini duydu:
-Yeni evin hayırlı olsun. Burada Nazmiye, Fadik ve Dudu’yla birlikte yaşıyoruz. Sana da bir isim bulmamız lazım. 
Duyduklarına inanamıyordu. Bu esnada teyze devam etti:
-Eski mekanındaki herkes sana tipsiz, diyordu anladığım kadarıyla. Senin adın Tipitip olsun. Tipin de tip yani, diye ilave etti. 

IV.
Artık bu eski konakta beş kişiydiler. Ne kadar yaşayacaklardı, zamana ne kadar direneceklerdi, önce kim ayrılacaktı aralarından, belirsizdi. Artık resmin bir parçası daha Tipitip’le tamamlanmıştı. Nazmiye, Fadik, Dudu, Tipitip ve teyze bir eski zaman masalı gibi kimsenin bilmediği bir hayatı kocaman şehrin tenha bir mahallesinde yaşamaya devam ediyordu.
Tablonun, duvar saatinin, kaktüsün, nilüferin bile adı vardı fakat teyze kendi adını unuttuğunun farkında değildi. Sadece “teyze” denildiğinde bakıyordu sesin geldiği yere. 


FARK


Zeynep Karaman

Hayaller ve hayatlar
İmkansızlar ve zorlar
Herkese göre göre kolay olan
Bazılarına göre zordur
Herkesin imkansızı aynı değildir
Herkesin hayalleri aynı değildir

PERŞEMBE

 

Hazal Göksu

Ne yazmam gerektiğini bilmemek
Büyük bir dert
Bu dert beni buluyor çoğu zaman
Ama özellikle perşembe günleri
Halim çok yaman

Nedendir bilmem
Zihnim çok dağınık 
Aslında azcık düşünsem
Yazacak ne çok şeyim var biliyorum

Yine de yazacağım her şey
Kaçıyor akşam olunca
Hele de 
Perşembe gelince

EN SEVDİĞİM ZAMAN

Merve Hoşgiz

En çok sevdiğin zaman hangisi deseler
Dersler bittiğinde 
Eve dönüş yolunda olduğum zaman derim
Hele bir de eve ulaştığımda
Galatasaray’ın maçı varsa
Ertesi günün dersleri de tam kıvamındaysa
Üstelik ödevler yığılmamışsa
Değmeyin keyfime

ASLINDA


Hazal Göksu

Akşamın ilk saatlerinde
Sağıma bakıyorum, soluma
Neredeyim diye düşünüyorum
Bir anlam arıyorum 
Bulunduğum mekana

Herkes farklı bir dünyada
Kimileri bitmeyen oyunlarda
Kimileri neşeli, sürekli kahkahada
Ben birkaç saat sonrasını düşünüyorum
Belki de birkaç asır öncesini

Aslında böyle değildim eskiden
Diyordum ki tam
Hayır hayır hep böyleydim ben

B/EN

Yusuf Çağrı Ekici


Bazen Yusuf oluyorum yaşarken
Bazen Çağrı, diye çağırıyor insanlar
Birini duysam birini duymuyorum seslenenlerin
Beni adımla çağırıyorlar
Bazen garibime gidiyor 
Bazen Yusuf denildiğinde
Bir kuyuda hissediyorum kendimi
Bana Çağrı denildiğinde
Bir filmin içindeyim gibi hissediyorum
Birden bitiyor film
Ben Çağrı mıyım cevapsız 
Ben Yusuf muyum sahipsiz
Ben Yusuf Çağrı’yım 
Birlikteyim Yusuf ve Çağrı ile
Bir de şu Ekici olmasa

HASRET



Hazal Göksu
Merve Hoşgiz

Mina, Merve ve Hazal günlerdir bir araya gelememişlerdi. Son yıllarda kış aylarının yağışsız geçmesine alışmış, okula kabansız gidip geliyorlardı ki o hafta olanlar olmuştu. Ansızın gelen soğuk, beraberinde kar yağışını da getirmişti. Üç arkadaş güç bela evlerine ulaşmıştı fakat yollar bir günde kapanmıştı. Bir şekilde pazartesi günü görüşebilmeyi umuyorlardı fakat pazartesi günü de okullar tatil olmuştu. En azından Salı günü görüşürüz, diye düşündüler fakat Salı günü de tatil olmuştu. Kar tatili daha fazla uzamaz diye düşünüyorlardı fakat Çarşamba günü de tatil olmuştu. Artık unuttukları yalnızca okul değildi, birbirlerinin yüzünü de unutmaya başlamışlardı. Sadece kar yağsa neyse, dışarıya çıkar oyun oynar, kardan adam yaparlardı fakat dışarısı çıkılacak gibi değildi. Haberlere bakıyorlardı, donan çobanlar, ölen koyunlar, yollarda kalanlar, kazalar, ormanda kaybolanlar…
Büyük bir kasvet çökmüştü üçünün de içine. Bir şekilde bir araya gelmelilerdi ama nasıl? Merve, bir araya gelememekten en çok üzüntü duyan kişiydi. Mina ve Hazal kendilerine uğraş buluyorlardı ama onlar da sıkılmıştı. Mina, Merve’ye:
-Bu hasret artık bitmeli. Ben daha fazla sizleri görmeden yaşayamayacağım. Müsaitseniz Hazal’ı da alarak size geleceğim, dedi. 
Merve, zaten tek başına geçen günlerden çok yorulmuştu:
-Bir saat içinde bekliyorum, dedi. 
Hazal, önce biraz nazlandı fakat o da bu plana dahil oldu. Bir saat içinde nihayet hasret bitmişti. Merve, arkadaşlarını kapıda karşıladı ve şaşkın şaşkın:
-Beş günde insan bu kadar büyür mü? Büyümüşsünüz görmeyeli, dedi. 
Hazal ve Mina biraz sonra bir daha bak diyerek ayaklarından botları çıkardılar. Hazal ve Mina’nın boylarının aynı olduğunu gören Merve, içten içe sevindi. 
Günlerce süren hasret bitmişti. Üstelik ödev de yoktu. Çaylar içildi, kekler yenildi. Sıra ayrılık vaktine gelmişti ki dışarda kar fırtınasının daha da arttığını gördüler. Merve:
-Ailelerinizi haberdar etsek ve bugün bizde kalsanız, dedi. Bu fikir Hazal ve Mina’ya da cazip gelmişti fakat ailelere sormak gerekiyordu. Hazal ve Mina’nın aileleri Merve’nin de araya girmesi ile bu teklifi kabul ettiler. 
Üç arkadaş ilk kez birlikte kalacaklardı. Gece uzundu. Ev sıcaktı. 
Bir süre kitap okudular, film izlediler. Sınıflarına dair sohbet ettiler, dedikodu yaptılar ancak zaman geçmiyordu. Kış geceleri uzundu, hele de ödev yoksa. Saat daha 10 olmamıştı ki Merve esnemeye başladı. Hazal ve Mina’nın uykusu yoktu ama Merve her geçen dakika biraz daha esniyor hatta ara ara gözleri kapanıyordu. En son gözleri kapandığında uzun süre yeniden açılmadı. Hazal ve Mina bu esnada fotoğraf çekiniyordu. 
Dışarda kar durmuştu. Hava yumuşamış, insanlar sokaklara çıkmaya başlamıştı. Merve derin bir uykudaydı. Kar durmuş, sözü uykudaki Merve’yi uyandırdı ve Merve:
-Durmuş, evet bizim okulda, diyerek gözlerini kapattı yeniden. 
Gecenin ilerleyen saatlerinde yine Merve ara sıra uyandı, bur cümle kurdu ve uyudu. Sonunda Hazal ve Mina da yorgunluğa teslim olmuştu. Etraf gündüz gibi aydınlık ve hava yumuşaktı.
Ertesi gün erkenden uyandı üç arkadaş. Halen heyecanlı ve mutluydular çünkü okullar tatildi yine. Merve’nin babası bu mutluluğa mutluluk katmak için çalıştığı yere birlikte gitmeyi teklif etti. Merve’nin babası Sivasspor Kulübünde çalışıyordu. Kar topu oynamak, kardan adam yapmak için çok güzel bir ortam vardı çalıştığı yerde. Kahvaltıdan sonra üç arkadaş ve Merve’nin babası yola koyuldu. Yollar, açılmamıştı. Kar birikintilerine bata çıka nihayet kulübe vardılar. Bir süre oynadılar, üşüdükçe içeri girdiler sonra yine oynadılar. Tam oyunları bitmek üzereydi ki Merve uzaktan gelen iki kişiyi gördü. Yüzleri atkı ile kapalı olsa da bu gelenler tanıdıktı. Mina ve Hazal’a seslendi:
-Kızlar yorulduk mu? Karşıdan gelenleri kar topuna tutmaya ne dersiniz?
Hazal ve Mina karşıya baktı. Gelenler Aras ve Yusuf’tu. Aras, elinde telefonla ilerliyor, Yusuf onun koluna girmiş düşmemesi için yardım ediyordu. Az sonra başlarına geleceklerden habersiz başlarını kaldırmadan ilerliyorlardı. Bu esnada Hazal, Mina ve Merve onlarca kartopu hazırlamış onların iyice yaklaşmasını bekliyordu. 
Nihayet hedef tam görüş alanındaydı. Artık ıskalamak mümkün değildi. Üç kartopu birden Aras ve Yusuf’a isabet etti fakat onlar halen ellerindeki telefona bakıyor, kar yağmaya başladı zannediyorlardı. Az önce hazırladıkları bütün kartopunu birer birer Yusuf ve Aras’a fırlattı üç arkadaş fakat bir türlü bu kartopunun nereden geldiğini merak etmiyordu Yusuf ve Aras. Hazır kartopları bitmişti. Merve ani bir hareketle bir kar parçasını yerde yuvarlamaya başladı. Boyu kadar olmuştu bu kar kütlesi. Hazal ve Mina’nın da desteği ile kocaman, boylarından daha büyük kar kütlesini Yusuf ve Aras’a doğru yuvarladılar. Yusuf ve Aras halen telefona bakıyordu. Yuvarlanan kar kütlesi ikisinin üzerinden geçti. Bu esnada üç arkadaş acaba kötü bir şey mi yaptık, diye birbirlerine bakıyorlardı. Kar kütlesi Yusuf ve Aras’ın üzerinden geçtikten sonra ikisi birden yerden doğruldu. Ellerindeki telefona bakmaya devam ediyorlardı. Aras, biraz sinirlenmişti. Telefonun ekranı kar parçalarıyla kaplanmıştı. Yusuf, telefonun ekranının temizlemeye çalışıyordu. Halen kendilerine bu kar kütlesini yuvarlayanların kim olduğuna bakmak akıllarında yoktu. Hazal, Mina ve Merve koşarak Yusuf ve Aras’ın yanına geldiler. 
Hazal, Mina’yı uyandırmıştı. Merve’ye bakıyorlardı. Merve, yastığı fırlatıyor, yorganı yuvarlıyor bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Dışarda kar durmuş, yumuşak bir hava vardı. Artık ayrılık zamanıydı. Yeniden hasret başlayacaktı. 

23 Kasım 2024 Cumartesi

ELBİSE

Üner Taha Aydemir

Uzaklarda kalmış gibisin
Duymasan da sesimi
Durup durup sesleniyorum sana
Biliyorum bu çok anlamsızca

Şu taşa bir daha basma
Kayıp düşebilirsin yokluğa
O yere bir daha gitme
Hapsolursun yalnızlığa
Demek istiyorum ama
Ulaşamıyorum sana

Aslında sana ait bir telmih var karşımda
Benzemese de sana
Götürüp bırakıyor beni
Acınası anıların ağına

Belki karşımdasın belki yanımda
Belki anımsadıkça derinleşen bir kuyuda
Ya da bıraktığım kuytuda
Uzaklarda değilsin
Mazinin gölgesine paslı çivilerle perçinlisin
Biliyorum bana biraz sitemlisin
Başkalarından ne farkım var diyorsun
Kifayetsiz hamuş kelimelerin

Sen hatalarınla beni var edensin 
Bu yaşa gelirken yağmura astığım elbisemsin

GARİP BİR ÇALIŞMA

NURGÜL ASYA KILCI
KAAN ERDOĞAN 
MEHMET ZAHİD ÖKTEN 
MİRAÇ KAĞAN GÜLER
TAHA METİN YILDIRIM  
SELİM KURT 
TUNAHAN CEYLAN 



İnsanlardan bir kötülük beklemesem de onlar zaman zaman kötü olabiliyordu. Oysa bütün insanların birbiri hakkında iyi şeyler düşündüğü, kötülükten uzak bir dünyada yaşamak istiyordum. Pazara gitsem, çürük ürünlerle dolu poşeti evde fark ediyordum. Çarşıya gitsem hesap öderken farklı bir fiyat vitrinde farklı bir fiyatla karşılaşıyordum. Yalnızca yolda yürüsem pat diye karşıdan gelip bana çarpan birileri oluyordu mutlaka. Hatta bazıları omuz atıp geçiyordu. 
Bazı insanlar yollara tükürüyor, çöplerini fırlatabiliyorlardı. İnsanların yanından geçerken konuşmalarına şahit oluyordum, çoğu argo kelimelerle birbirine şaka yaptığını düşünüyordu.
Böyle olmamalıydı ama böyleydi. Haber dinleyemez olmuştum, gazete okuyamaz olmuştum. İnsanlar çıldırmış gibiydi. Ne zaman bir film izleyecek olsam konuşma sahnelerinde mutlaka kesintiler oluyordu. Yalnızca bu kadar değil elbette… Bir filmi baştan sona izlemek mümkün olmuyordu. 
Maça gitsem, yarısında bırakıp ayrılıyordum stadyumdan. Oysa, oraya eğlenmek için geliyordu insanlar fakat sergiledikleri hareketlerin insanlıkla alakası yoktu. 
Günlerce düşündüm. İnsanları yeniden iyiliğe ve doğruluğa yöneltmek için bir çözüm bulmalıydım. Evimin alt katındaki çalışma odamda planlar yaptım, deneyler yaptım. İnsanlar, bedensel rahatsızlıkları için ilaçlar kullanıyordu, ameliyatlar oluyordu. Düşünce ve tavır yönünden de insanları iyileştirmek gerekiyordu ama insanlar hasta olduklarının farkında bile değildi. 
Kırk gün, kırk gece evimden dışarı çıkmadım. Amacım insanların davranışlarını düzeltecek ve onları iyi insan olmaya yöneltecek bir tedavi yöntemi bulmak, bir ilaç icat etmekti. 
Kırkıncı günün gecesinde ilacımın içeriğini tamamen netleştirmiştim. Birkaç deneyden sonra bu ilacı piyasaya sunabilirdim. İlacımı denemek için bir kobay lazımdı. Belki de kırk kobay lazımdı. Sonunda ilacımı evimizdeki kedi ve kuş üzerinde denemeye karar verdim. Kedi, onu sahiplendiğimiz günden beri evimizdeki kuşa göz dikmişti. Ne zaman onları yalnız bıraksam mutlaka kafesin dibinde buluyordum onu. Kuş ise hep korkmuş oluyordu bu zamanlarda. Kedimin mamasının içine özenle her gün aynı miktarda bu ilaçtan ilave ettim. Kırkıncı günün sonunda kedimin artık kafesteki kuşa sevgi ile baktığını görebiliyordum. Kafesin kapağını açarak kuşu dışarıya çıkardım. Kuş, kedinin ayaklarının arasında bile olsa kedi, ona kıyamıyordu. 
Artık tüm insanlığı kurtarmanın zamanı gelmişti. Bulduğum ilaçla ilgili makaleler yazdım. Bu ilacın etkilerini ve insanlığı taşıyacağı yeri anlattım. Makalem, yayımlanır yayımlanmaz büyük bir yankı oluşturdu. Sürekli ilaç firmaları beni arıyor ve ürünün içeriğini soruyordu fakat kimseye bu formülü veremezdim. 
Benden ilacın formülünü alamayan firmalar daha piyasaya inmemiş bu ilaç hakkında olumsuz reklamlar yapmaya başladılar. Kimilerine göre bu ilaç insanlara zarar veren ve onları doğal yapısından uzaklaştıran bir zehirdi. Kimileri ise bu ilacın insanları robotlaştıracağını söylüyordu. Hatta bazıları güya bu ilaçla yapılmış deneylerden zarar gören hayvanların görüntülerini yayıyorlardı. 
Benim amacım zaten ilaç satışı değildi. Sadece insanlığı kurtarmak istiyordum. 
Bir sabah uyandığımda bilgisayarımdaki tüm verilerin silindiğini fark ettim. Sanırım bilgisayarıma ulaşılmıştı. Neyse ki tüm çalışmalarımı önce kâğıt üzerinde yapmıştım. Bu ilk saldırıyı böylece zarar görmeden geçiştirmiştim. 
Bir süre bu yeni buluşumla ilgili yayın yapmadım. İnsanların bu süreci unutmasını umuyordum. 
Kedime son dozu verdikten sonra kırk gün geçmişti aradan. Bu esnada kedimin yeniden eski davranışlarına kavuştuğunu fark ettim. Demek ki bu karışım kalıcı bir etki sağlamıyordu. Sürekli kullanılmak zorundaydı. Bu durum beni yeni arayışlara yönlendirmişti ister istemez fakat daha fazla ilerleyemiyordum. Hem bazı insanlar zaten özellikle iyi biri olmaktan kaçınıyordu. İçinde yaşadığımız dünyada kim iyi ve dürüst biri olmayı isterdi ki? Dürüstlük, iyilik, erdem, hoşgörü, ahlak gibi kavramlar yalnızca hikayelerde, destanlarda kalmıştı. İnsanlar kendilerini iyi bir insana çevirecek formüle neden ihtiyaç duyacaklardı ki?
Kırk gün, kırk gece düşündüm. İnsanların zaten özünde, yaratılışında iyilik yok muydu? İnsanlar bilerek, isteyerek insanlıktan uzaklaşmıyor muydu? Yapay yollardan bir topluma yön vermek ne kadar mantıklıydı? Kafamdaki sorular bitmek bilmiyordu. 
İnsanları gözlemlemeyeli aylar geçmişti. Yeniden dışarı çıkmalıydım ve insanları gözlemlemeliydim. Hazırlığımı yapmış, dışarıya çıkacaktım ki kedim ayaklarımın arasında dolaşmaya, boynunu çoraplarıma sürmeye başladı. Bana bir şeyler söylemek ister gibiydi. Belki de kendisini kobay olarak kullandığımın farkındaydı. Kısa süreliğine de olsa onu kullanmıştım insanlık adına. Bu beni iyi bir insan olmaktan uzaklaştırmış mıydı? Belki de ben de iyi bir insan olmaktan uzaklaşıyordum. 
Dışarıya çıktım ve düşünerek yürüdüm. Galiba başka insanları düzeltmekten, onları iyileştirmekten önce dikkat etmem gereken şey kendimi korumaktı. Kötülerden, kötü düşüncelerden uzak kalmak bile büyük bir başarıydı. 
Bir süre dolaştım ve yeniden evime girdim. Odamdaki takvimde 23 Kasım, 2075 yazıyordu. 

NEYİM VAR

Aden Mira Kartal

Neyin var
Diye soruyorlar bazen
Uykum var diyorum
Sadece uykum var

Belki de hiçbir şeyim yok
Ve yalnızca uykum var
Bana ait olan
Benim olan
Kimsenin bilmediği, bilemeyeceği
Rüyalara açılan

Uykum var
Ve onun varlığını seviyorum