28 Kasım 2024 Perşembe

BİRLEŞEN YOLLAR


ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

I.
Ne zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Yıllarca karanlıkta kaldıktan sonra gözlerini bir gün burada açmıştı. Burada, göz kamaştırıcı ışıkların altında. Burada kalabalıkların arasında. Burada yani bu soğuk beton binada.
Etrafında başkaları da vardı. İlk zamanlar onunla hiç konuşmamışlardı. Kendi aralarında her türlü dedikoduyu yaparken onu yok saymışlardı. Hatta bir gece kendi aralarında onun dedikodusunu bile yapmışlardı hem de sabaha kadar. Onun ne kadar anlamsız, suratsız ve boş olduğuna dair birçok cümle kurmuşlardı. Hatta onun yerinin burası olmadığını bile söylemişlerdi. Onlar için önceleri çok değersiz birisiydi. Yalnızca onlar için mi? Hayır… Buraya ziyarete gelen insanlar da diğerleriyle dakikalarca zaman geçiriyor fakat sıra ona gelince göz ucuyla bakıp geçiyorlardı. Güvenlik görevlisi ile bazen göz göze geliyor, güvenlik görevlisi ellerini arkasında bağlayıp şöyle diyordu:
-Bunun nasıl bir değeri olabilir ki? Saçma sapan bir şey bu.
Burayı sevmiyordu ama gidecek başka yeri de yoktu. Burada en azından kendisine ayrılmış bir bölüm vardı. Gece gündüz korunaklıydı. Bazen kendisi de düşünüyordu anlamsızlığını. Neredeyse kendisinin de anlamsız olduğuna ikna olacak gibiydi. Yine de buradaydı. Burayı sevmese de buradaydı. 
Hayatının geriye kalanını burada tamamlamak zorundaydı. 

II.
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu. Tek başına yaşıyordu. Çocuklarından yıllardır haber alamıyordu eşi ise sonsuzluk alemine gideli yirmi yılı geçmişti. Yirmi yıldır bu evin tavanlarını, duvarlarını seyrediyordu. Yalnız değildi aslında çünkü pencerenin önündeki Nazmiye hanım ile konuşuyordu her gün. Nazmiye, onun evinin neşesiydi. Evinin en konuşkan bireyiydi. Nazmiye, bir nilüfer çiçeğiydi. Kendisiyle konuşuldukça yaprakları büyüyen, çiçekleri açan bir çiçekti Nazmiye. Zaman zaman çocuklarının hatta rahmetli eşinin bile dedikodusunu yapıyordu Nazmiye ile. Nazmiye böyle zamanlarda:
-Ölünün ardından konuşmayalım, diyordu. 
Nazmiye de olmasa iyice bunalıma girecekti. Aslında duvarın bir kenarında duran Fadik de vardı ama suskundu o. Hiç konuşmaz üstelik kendisiyle biraz ilgilenince mutlaka iğnelerdi. Fadik, Nazmiye’ye göre içine kapalı ve depresif biriydi. Bulunduğu köşede yıllardır sessiz sedasız büyüyen bir kaktüstü Fadik. Su bile istemiyordu. 
Evin diğer sakinlerinden biri olan Dudu, herkese tepeden bakıyordu ve kafasına estikçe ses veriyordu. Evin en eski sakinlerinden biriydi o. Normalde saat başı çıkarak “guguk” yapması gerekirken galiba yaşlılıktan kafasına göre takılıyordu. Bazen dışarı çıkmayı bazen içeri girmeyi unutuyordu. Bazen sadece “gu” diyor, birkaç saat sonra “guk” ekliyordu. Bazen de dakikalarca ötüyordu: 
-Guguk, guguk. 
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu ve ilk kez sokağa, çarşıya çıkma ihtiyacı hissediyordu. Ev sakinlerinin hepsine sordu:
-Nazmiye hanım, benimle birlikte dışarıya gelir misin?
Nazmiye cevap vermediği gibi bir de surat yapmış, tek dalını yere düşürmüştü. 
Bir süre sonra Fadik’e sordu aynı soruyu fakat cevap alamadı. 
Dudu ise zaten ortalıkta yoktu. İhtimal kulakları da duymaz olmuştur, diye düşünerek ona sormadan evden ayrıldı. Hava güneşliydi ama yanına şemsiyesini aldı. Yağmur varsa yağmurdan, güneş varsa güneşten korurdu onu bu şemsiye. Üstelik eşinden yadigardı. Eşinin elini tutuyor gibi sarıldı şemsiyenin koluna. Nereye gideceğini bilmiyordu. Ne alacağını da bilmiyordu. Mahalleden uzağa gitmeye ilk kez niyetlenmişti. Arada bir yiyecek, içecek için hemen evlerinin yanındaki markete gidip geldiği oluyordu ama marketin ötesine ilk kez geçiyordu. 
Yürüyordu, sağa sola bakmadan. 
Yürüyordu, nereye gittiğini bilmeden.
Yürüyordu; Fadik, Dudu ve Nazmiye’yi düşünmeden.
Caddeler gürültülü ve kalabalıktı fakat onun kulakları duyma yeteneğini çoktan kaybetmişti. Gözleri ise zaten sadece yakını görebiliyordu. Evden uzaklaşmış olmanın endişesi biraz içine düşmüştü ki ayaklarına sürünen bir kedi ile irkildi. Kedi, kendisini sevdirmek istiyor gibiydi. Kediye doğru eğildiğinde kedi zıplayarak yürümeye başladı. Galiba onu bir yerlere götürmek istiyordu. Kedi bazen duruyor, onun yetişmesini bekliyor sonra aniden hızlanıyordu. Kedinin peşinde yürümekten nefes nefese kalmıştı. Biraz dinlensem iyi olur, diye aklından geçiyordu ki kedinin büyük bir kapıdan içeriye girdiğini fark etti. Belki de dinleneceği yer burasıydı.
Kedinin ardından içeriye adım attığında ışıktan gözleri kamaştı. Kedi onu nereye getirmişti, bilmiyordu. Etrafından insanlar geçiyordu. Kedi de kaybolmuştu gözden. Oturacak bir yer buldu kendine. Bir süre dinlendikten sonra etrafı incelemeye başladı. Burası bir müze olmalıydı. Belki de resim sergisiydi fakat resimden başka objeler de vardı etrafta. Bir müzeye gitmeyeli yıllar olmuştu. Evini ve evdeki arkadaşlarını unutmuştu. 
Duvarlardaki resimlerin hepsi anlamsız gelmişti ona. Vazolar, biblolar da saçma sapan şeylerdi. Bu düşüncelerle dolaşırken gözlüklerinin buğulandığını fark etti. Gözlüğünü sildiği anda hemen önünde durduğu tablo dikkatini çekti. İnsanlar bu tablonun önünde bile durmadan geçiyorlardı fakat tabloda bir şey vardı onu çeken. Gözlüklerini bir daha sildi, bir daha sildi ve tablonun önünde öylece kalakaldı.

III.

İlk defa biri onun önünde bu kadar uzun süre beklemişti. İlgiyle bakıyordu yüzüne, gözlerine. Sanki konuşacak gibiydi kendisiyle. Tam ağzını açmış, bir şeyler söyleyecekti ki karışışındaki yaşlı kadın dişlerinin yerinden oynadığını fark etti. Kadın, dişlerini yerleştirdikten sonra:
-Hayatımda hiç bu kadar anlamlı bir resim görmedim, dedi.
Bu cümle onda büyük bir heyecan ve sevgi oluşturmuştu. İlk kez biri onun önünde duruyor, üstelik onunla ilgili güzel şeyler söylüyordu. Kendinden geçmişti bu mutlulukla. Hafif yana doğru kaydığını güvenlik görevlisi fark etti uzaktan ve koşarak yere düşmekten onu kurtardı. Bayılmıştı. Güvenlik Görevlisi yaşlı kadına:
-Bu tablo ilk kez birinin dikkatini çekti. Ben bile yıllardır buradayım, buraya ait olmayan tek şey bence bu. Şayet dilerseniz bu tablonun size hediye edilmesini sağlayabilirim, dedi.
Böylelikle bu tablodan kurtulmuş olacaktı güya. Kadın, önce kendisiyle dalga geçildiğini zannetti fakat görevli ciddiydi. 
-Bu tabloyu çok istiyorum, fiyatı neyse ödemeye de hazırım, dedi. 
-Siz yeter ki bunu başımızdan alın, üste para bile vermeye razıyız teyzeciğim, dedi görevli. Şaka yapılmadığını anlayan kadın:
-Bana vereceğiniz parayla sokak kedilerine mama alın o halde, dedi.
Tablo, gözlerini açtığında bambaşka bir yerdeydi. Biraz yorgun ve gevşemiş hissediyordu kendini ama ilk kez huzur vardı içinde. Sağa sola bakarken teyzenin sesini duydu:
-Yeni evin hayırlı olsun. Burada Nazmiye, Fadik ve Dudu’yla birlikte yaşıyoruz. Sana da bir isim bulmamız lazım. 
Duyduklarına inanamıyordu. Bu esnada teyze devam etti:
-Eski mekanındaki herkes sana tipsiz, diyordu anladığım kadarıyla. Senin adın Tipitip olsun. Tipin de tip yani, diye ilave etti. 

IV.
Artık bu eski konakta beş kişiydiler. Ne kadar yaşayacaklardı, zamana ne kadar direneceklerdi, önce kim ayrılacaktı aralarından, belirsizdi. Artık resmin bir parçası daha Tipitip’le tamamlanmıştı. Nazmiye, Fadik, Dudu, Tipitip ve teyze bir eski zaman masalı gibi kimsenin bilmediği bir hayatı kocaman şehrin tenha bir mahallesinde yaşamaya devam ediyordu.
Tablonun, duvar saatinin, kaktüsün, nilüferin bile adı vardı fakat teyze kendi adını unuttuğunun farkında değildi. Sadece “teyze” denildiğinde bakıyordu sesin geldiği yere. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder