29 Kasım 2024 Cuma

VAROLUŞ SEBEBİM

Akın Eliş

O güne kadar neler silmiştim hatırlamıyordum. Sürekli bir şeyler siliyordum. Bazen bir sınavda cevapları, bazen alınmış önemli kararları. Yanımda olan biri vardı, arkadaşım sayılır mıydı, bilmiyordum ama sürekli yanımdaydı. O da sürekli yazıyordu. O ne kadar yazarsa ben de o kadar siliyordum ama bir şeyler eksik gibi hissediyordum. 
Hep siliyordum, belki de devrim yaratacak fikirleri siliyordum. Bu mizacım bana kötü biri olduğum duygusunu aşılıyordu. Yoksa ben, kötü biri miydim? Eğer ben kötüysem arkadaşım iyi biri miydi? Zaten ben sürekli hor görülüyordum. İnsanlar yalnızca hata yaptıklarında, işleri bana düştüğünde benden bir şeyler bekliyorlardı. Kullanılmış gibi hissediyordum kendimi ve her kullanılışımda küçük parçalara ayrılıyordum, tükeniyordum sanki.  Sürekli kendisini parçalıyorlar ve parçalarını çöpe atıyorlardı. Arkadaşım da kullanılıyordu ama benim kadar hızlı tükenmiyordu. Ondan kopan parçacık olmuyordu. Hatta onun yanlışlarıydı belki de beni bitiren. Tıpkı insanlar gibi o da bana borçluydu çoğu şeyi.  O güne kadar neler silmiştim, hatırlamıyordum. Belki bu yazı yazılırken bile önemli cümleleri, fikirler silmişti
Sürekli yazıyordu arkadaşım. Belki de ona göre yazmaktır tek önemli olan şey. Yazmak, onun varlık sebebidir belki ama benim için silmek o kadar önemli bir şey değil. O fikirleri, duyguları yazıyordu ben ise onun yazdıklarından yanlış olanları temizliyordum. İz bırakmıyordum geriye. İz bıraktığımda insanların bana olan güveni sarsılıyordu. Öyle olmak istemiyordum. Beni bu hayata tutunduracak bir dal parçasına el uzatıp o dalın bulunduğu ağacın tepesinde hayatı kendim için anlamlı kılmak istiyordum. Bu isteğimde başarılı olduğumu düşünmüyordum.
Bir süre ortadan kaybolursam belki de onun bana ne kadar ihtiyacının olduğunu gözlemleyebilirdim. Bu düşünceyle köşeye, en uç noktaya sakladım kendimi. Zaten insanlar ihtiyaç hissetmediği sürece yokluğumun farkına varmıyordu. Bakalım, arkadaşım benim yokluğumu hissedecek miydi? Saklandığım yerde kaç saat, kaç gün kaldım bilmiyorum. Kendime gelmiştim; yıpranmamış, ufanmamıştım. Tatil dedikleri belki de böyle bir şeydi. Tam yeni hayatıma alışıyordum ki bir gürültü hissettim saklandığım yerde. Beni arıyorlardı. Arkadaşım üzgündü. Bir kenarda upuzun yatıyordu. Daha fazla saklanmanın anlamı yoktu. Dinlenmiş ve kendime güvenen bir eda ile başımı usulca uzattım. Başımı uzatır uzatmaz hatalarla karşı karşıya geldim. Bu hataları yok etmem gerekiyordu. Bu görev kutsaldı. Varlık sebebimdi. Yine harcanacaktım ama boşuna değildi bu. Tam işimi tamamlıyordum ki daha önce hiç görmediğim birini daha gördüm. Beni sevdiği, gözlerinden anlaşılıyordu. Sildiğim hatalardan sonra bana teşekkür eder gibi bakıyordu. Galiba yazan arkadaşımdan ziyade onun için önemliydim. Hatta belki de hayatını bana borçluydu. Çöpe gitmekten onu kurtaran bendim, benim küçük parçalarımdı. 
Arkadaşım yazmazsa ne yapacaktım. Benim varlığım, onun varlığına kelepçeli miydi? Bir amaca bağlayamadığım görevimi bile kaybedecektim o olmadığı zamanlarda. Bir oyuncak kadar bile değerim yoktu onsuz. Anladım ki o olmazsa ben pek işe yarayacak gibi değildim. O zaman onunla hareket etmeliydim. Onunla ortak bir amaç belirlemeli ve o amaca doğru yürümeliydim. Peki, o benim hakkımda ne düşünüyordu? İyi birisi olmalıydı çünkü insanlar benden çok onu tutuyordu el üstünde. Hatta insanların kalbinin üzerinde yerinin olduğunu biliyordum, görüyordum. Ona bu düşüncelerimi açmalı mıydım? Beni anlar mıydı? Aynı dili konuştuğumuz söylenemezdi. Onun sesi daha ince ve ahenkliydi. Benim sesim ise tekdüze ve sert. Kimi zaman bu sertlik yüzünden işleri heba ettiğim oluyordu. Madem benim varlığım onun varlığına bağlıydı, bir şekilde onunla konuşmalıydım. Onun varlığı benim varlığıma bağlı değildi ama yanında beni görmek ona huzur veriyor ve onun rahat hareket etmesini sağlıyordu, biliyordum. Konuşsam, söylesem, anlatsam beni küçümser miydi?
Silemeyecekti, beğenmediği görevini yapamayacaktı ve daha da önemsiz olacaktı. 
Gerçi arkadaşı da küçülüyor, yıpranıyordu ama el üstünde tutuluyordu her zaman. Hatta kalbin üzerindeki ceplerde yeri vardı.
Ne kadar ömrüm kaldığını bilmiyordum ama mutluydum. Varlık sebebimi artık biliyordum. 

28 Kasım 2024 Perşembe

AKŞAM SANRISI

ZEHRA YILDIRIM, MERYEM KATIRCI


Akşama kalan dersleri oldum olası sevemedim. Bir yandan karnım acıkmış oluyor bir yandan da yorulmuş oluyordum fakat haftanın iki günü dersler uzadıkça uzuyordu. Herkesin evinde yemeğini yediği saatte ben halen sınıfımda derste oluyordum. Tek başıma değil elbette. Benimle aynı durumu paylaşan bir avuç kaderdaşım vardı neyse ki. Akşam derslerine de bir yere kadar dayanabilirdim fakat bu ders matematikse… Katlanılmaz bir azaba dönüşüyordu haftanın bu iki günü.  
Matematik dersi başlamıştı ama ben başlayamamıştım. Öğretmen soruları yazmıştı ama ben soruları göremiyordum. Öğretmen soruları çözmüştü, ben onları da göremiyordum. Zaman zaman önüme bir yemek tabağı geliyordu, içinde dolmalar olan, mantı bulunan, yaprak sarmaları olan…  Sonra öğretmenin sesiyle o tabak uzaklaşıp gidiyordu. Bazen bir çay bardağı düşünüyordum masada, elimi uzatınca pet şişeye dönüşüyordu. Akşam dersleri böyle bir havada ilerliyordu. Matematik dersi başlamıştı ve bitmek üzereydi. Ben çoktan bitmiştim. 
İkinci dersin tam ortasında sınıfın kapısı vurulmadan açıldı. Nefes nefese bir adam girdi içeriye. Bu adamı ilk kez görüyordum.  Hiçbir şey söylemedi ve sanki benden başka kimse de görmüyordu. Göz göze geldik fakat o ani bir hareketle duvardaki düğmeye bastı ve lambaları söndürdü. Ardından hızla kapıyı çarpıp gitti. Sınıf karanlığa gömülmüştü. Kimse bir şey söylemiyordu. Öğretmenimiz yerinden kalkarak lambayı yeniden açtı. Bu esnada sınıfın kapısını açarak az önce lambayı söndüren kişiye baktı. Kimse görünmüyordu. Sınıf kapısını kapattı ve kaldığı yerden sorular yazmaya, çözmeye devam ediyordu ki kapı yeniden açıldı. Yine kapı vurulmamıştı ve gelen yine aynı kişiydi. Kendi kendine:
-Perili sınıf mıdır nedir? Az önce söndürdüm buranın lambasını yine açılmış, diyerek lambayı söndürdü. 
Öğretmenimiz bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama adam duymuyordu bile. Yeniden sınıfı karanlığa boğarak uzaklaştı adam. 
Öğretmenimiz şaşkındı. Benim de yemek hayallerim çoktan uçuşmuştu. Hatta bu hareketlilik yorgunluğumu da almıştı. Öğretmenimiz yeniden lambaları açtı. Bu kez tahtaya bir şey yazmadı. Bize de bir şey söylemedi. Sınıfın kapısını açtı ve beklemeye başladı. 
Çok geçmeden aynı adam nefes nefese sınıfa yine girdi. Sınıfa girerken besmele çekiyor ve söyleniyordu:
-Ya benim kafam çok karışık ya da bu sınıfta bir şeyler var. Adım gibi biliyorum, iki kez kapattım bu sınıfın lambasını. 
Bu esnada öğretmenimiz adama bir şeyler anlatmaya çalıştı fakat adam sınıf boşmuş gibi davranıyordu. Bizler de bir şeyler söylemeye çalıştık. Adam görmüyor, duymuyordu. Yeniden lambaları söndürdü ama bu kez çıkmadı dışarıya. 
Öğretmenimiz lamba düğmesinin yanına gitti yeniden ve lambayı açtı. Adam, bembeyaz olmuş, hareketsiz kalmıştı. Titrek parmağı ile düğmeye yeniden bastı ve kapattı lambayı. Öğretmenimiz bu kez lamba düğmesine üst üste basmaya başladı. Lamba, bir yanıyor bir sönüyordu. Bu esnada çığlık çığlığa adam koşmaya başladı koridorda. Dışarıya çıktığında halen bağırıyor, bir şeyler söylüyordu. Neyse ki ders bitmişti. Çantamı toparladım. Değişik bir gün olmuştu. Acaba evde akşam yemeğinde ne vardı? Belki dolma, belki sarma, belki mantı. Belki de dünden kalan mercimek çorbası. Hayır hayır, yeni ve sıcak bir şeyler olsun.  
Akşama kalan dersleri oldum olası sevemedim dedim ya. Artık bir şey de anlamıyorum bu derslerden ve derslerde garip şeyler oluyor. İyi miyim? İyiyim iyiyim. 


O KELİME

Rukiye Tokgöz

Dört harften oluşan, iki heceli bir kelime aslında o fakat yalnızca yazılışı ve söylenişi kolay. Bir insan ömründeki yerine baktığımızda çok uzun. Neyden mi bahsediyorum, elbette okuldan. Şu an yedinci sınıftayım ve daha ilerde kaç sınıfım olacak bilmiyorum. Geriye baktığımda okuldan önceki hayatıma dair hiçbir şey hatırlamıyorum. 
Ne zaman yürüdüm?
Ne zaman konuştum?
Ne zaman koşmaya başladım?
Ne zaman kendi yemeğimi kendim yemeye başladım?
Ekmek almaya kendi başıma ilk ne zaman gittim?
Bu soruların hiçbirinin cevabı yok bende ama ne zaman okumaya başladığımı, ne zaman yazmaya başladığımı biliyorum. Ödevlerim ne zaman boyunu aştı, biliyorum. Kaç kez iyi not aldım ya da kaç kez sınavım iyi geçmedi, hepsini hatırlıyorum. 
Şimdiden hayatımı sadece okulla anlamlı kılmışım gibi geliyor. Yedinci sınıftayım. Yani yedi senedir yaz tatiller hariç zamanım hep okulda geçmiş. Günlerimin önemli bir bölümünü okulda geçirmişim. Annemden, babamdan çok arkadaşlarımı, öğretmenlerimi görmüşüm. Peki kazancım ne oldu? Bitmek bilmeyen ödevler, bittikçe yenisi verilen ödevler. Okuldan kalan zamanım bile okul için çalışarak geçmiş.
Şikayetçi miyim bu durumdan? Okul olmasa hayatım daha mı güzel olurdu? Herkesin bir okulu olmak zorunda mı?
Bence hayata dair şeyler okul olmadan da öğrenilebilir. İnsan, okullarda ömrünü harcamadan da bir meslek sahibi olabilir mutlaka fakat okulun eğitim dışında başka görevleri de var sanki. Mesela arkadaşlık. Okul, güvenli ve devamlı arkadaşlıklar için güzel bir imkân sağlıyor aslında. Beden eğitimi, resim, müzik gibi dersler keşke ders olmasa, not kaygısı olmasa her insanın mutlaka ilgilenmesi gereken alanlar bence. 
Türkçe, matematik, fen bilgisi, sosyal bilgiler… onlarca ders var ve yüzlerce konu var fakat bu dersler insanın kendi kendisini keşfetmesine imkan sağlamıyorsa bir anlamı yok hiçbirinin. İnsanın benliğini, özünü, hayata dair sorularını yakalamıyorsa boşlukta kalıyor dersler de. Hatta ilkokul senelerimde düşünmüştüm, hayat bilgisi adında bir ders var ama hayata dair hiçbir şey öğrenemiyoruz o dersten. 
Hayalimde şöyle bir okul var: Çocukların zorlanmadığı, ödevlerin yığılmadığı, çalışanların başarılı olduğu, notların adaletle verildiği, öğrencilerin koşarak gittiği ve tatil olduğunda üzüldüğü bir okul… Öyle bir okul olmalı ki evimden daha çok orayı özlemeliyim. Parklardan daha çok oranın bahçesinde huzur bulmalıyım. Öyle bir okul olmalı ki en azından ortaokuldan sonra hangi mesleği seçeceğimi bilmeliyim ve yalnız o meslekle ilgili dersleri almalıyım. Bu dersleri zorla değil gönüllü ve keyifli olarak almalıyım. Öyle bir okul olmalı ki sınav olmamalı, öğretmenlerin keyfi not uygulamaları da olmamalı. Eğitim, zillerle başlayıp bitmemeli. Yorulunca derse ara verilmeli, dinlenince yeniden devam etmeli. Öyle bir okul olmalı ki dersler sınıflarda değil bazen bahçede, bazen müzede, bazen bir ırmak kenarında hatta başka başka şehirlerde işlenmeli. Kim bilir, belki bir gün…
Okul; dört harften oluşan, iki heceli bir kelime aslında o fakat yalnızca yazılışı ve söylenişi kolay.

BİRLEŞEN YOLLAR


ZEHRA YILDIRIM
ZEYNEP KARAMAN
MERYEM KATIRCI
RUKİYE TOKGÖZ

I.
Ne zamandır burada olduğunu bilmiyordu. Yıllarca karanlıkta kaldıktan sonra gözlerini bir gün burada açmıştı. Burada, göz kamaştırıcı ışıkların altında. Burada kalabalıkların arasında. Burada yani bu soğuk beton binada.
Etrafında başkaları da vardı. İlk zamanlar onunla hiç konuşmamışlardı. Kendi aralarında her türlü dedikoduyu yaparken onu yok saymışlardı. Hatta bir gece kendi aralarında onun dedikodusunu bile yapmışlardı hem de sabaha kadar. Onun ne kadar anlamsız, suratsız ve boş olduğuna dair birçok cümle kurmuşlardı. Hatta onun yerinin burası olmadığını bile söylemişlerdi. Onlar için önceleri çok değersiz birisiydi. Yalnızca onlar için mi? Hayır… Buraya ziyarete gelen insanlar da diğerleriyle dakikalarca zaman geçiriyor fakat sıra ona gelince göz ucuyla bakıp geçiyorlardı. Güvenlik görevlisi ile bazen göz göze geliyor, güvenlik görevlisi ellerini arkasında bağlayıp şöyle diyordu:
-Bunun nasıl bir değeri olabilir ki? Saçma sapan bir şey bu.
Burayı sevmiyordu ama gidecek başka yeri de yoktu. Burada en azından kendisine ayrılmış bir bölüm vardı. Gece gündüz korunaklıydı. Bazen kendisi de düşünüyordu anlamsızlığını. Neredeyse kendisinin de anlamsız olduğuna ikna olacak gibiydi. Yine de buradaydı. Burayı sevmese de buradaydı. 
Hayatının geriye kalanını burada tamamlamak zorundaydı. 

II.
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu. Tek başına yaşıyordu. Çocuklarından yıllardır haber alamıyordu eşi ise sonsuzluk alemine gideli yirmi yılı geçmişti. Yirmi yıldır bu evin tavanlarını, duvarlarını seyrediyordu. Yalnız değildi aslında çünkü pencerenin önündeki Nazmiye hanım ile konuşuyordu her gün. Nazmiye, onun evinin neşesiydi. Evinin en konuşkan bireyiydi. Nazmiye, bir nilüfer çiçeğiydi. Kendisiyle konuşuldukça yaprakları büyüyen, çiçekleri açan bir çiçekti Nazmiye. Zaman zaman çocuklarının hatta rahmetli eşinin bile dedikodusunu yapıyordu Nazmiye ile. Nazmiye böyle zamanlarda:
-Ölünün ardından konuşmayalım, diyordu. 
Nazmiye de olmasa iyice bunalıma girecekti. Aslında duvarın bir kenarında duran Fadik de vardı ama suskundu o. Hiç konuşmaz üstelik kendisiyle biraz ilgilenince mutlaka iğnelerdi. Fadik, Nazmiye’ye göre içine kapalı ve depresif biriydi. Bulunduğu köşede yıllardır sessiz sedasız büyüyen bir kaktüstü Fadik. Su bile istemiyordu. 
Evin diğer sakinlerinden biri olan Dudu, herkese tepeden bakıyordu ve kafasına estikçe ses veriyordu. Evin en eski sakinlerinden biriydi o. Normalde saat başı çıkarak “guguk” yapması gerekirken galiba yaşlılıktan kafasına göre takılıyordu. Bazen dışarı çıkmayı bazen içeri girmeyi unutuyordu. Bazen sadece “gu” diyor, birkaç saat sonra “guk” ekliyordu. Bazen de dakikalarca ötüyordu: 
-Guguk, guguk. 
Yıllardır burada, bu eski ahşap konakta yaşıyordu ve ilk kez sokağa, çarşıya çıkma ihtiyacı hissediyordu. Ev sakinlerinin hepsine sordu:
-Nazmiye hanım, benimle birlikte dışarıya gelir misin?
Nazmiye cevap vermediği gibi bir de surat yapmış, tek dalını yere düşürmüştü. 
Bir süre sonra Fadik’e sordu aynı soruyu fakat cevap alamadı. 
Dudu ise zaten ortalıkta yoktu. İhtimal kulakları da duymaz olmuştur, diye düşünerek ona sormadan evden ayrıldı. Hava güneşliydi ama yanına şemsiyesini aldı. Yağmur varsa yağmurdan, güneş varsa güneşten korurdu onu bu şemsiye. Üstelik eşinden yadigardı. Eşinin elini tutuyor gibi sarıldı şemsiyenin koluna. Nereye gideceğini bilmiyordu. Ne alacağını da bilmiyordu. Mahalleden uzağa gitmeye ilk kez niyetlenmişti. Arada bir yiyecek, içecek için hemen evlerinin yanındaki markete gidip geldiği oluyordu ama marketin ötesine ilk kez geçiyordu. 
Yürüyordu, sağa sola bakmadan. 
Yürüyordu, nereye gittiğini bilmeden.
Yürüyordu; Fadik, Dudu ve Nazmiye’yi düşünmeden.
Caddeler gürültülü ve kalabalıktı fakat onun kulakları duyma yeteneğini çoktan kaybetmişti. Gözleri ise zaten sadece yakını görebiliyordu. Evden uzaklaşmış olmanın endişesi biraz içine düşmüştü ki ayaklarına sürünen bir kedi ile irkildi. Kedi, kendisini sevdirmek istiyor gibiydi. Kediye doğru eğildiğinde kedi zıplayarak yürümeye başladı. Galiba onu bir yerlere götürmek istiyordu. Kedi bazen duruyor, onun yetişmesini bekliyor sonra aniden hızlanıyordu. Kedinin peşinde yürümekten nefes nefese kalmıştı. Biraz dinlensem iyi olur, diye aklından geçiyordu ki kedinin büyük bir kapıdan içeriye girdiğini fark etti. Belki de dinleneceği yer burasıydı.
Kedinin ardından içeriye adım attığında ışıktan gözleri kamaştı. Kedi onu nereye getirmişti, bilmiyordu. Etrafından insanlar geçiyordu. Kedi de kaybolmuştu gözden. Oturacak bir yer buldu kendine. Bir süre dinlendikten sonra etrafı incelemeye başladı. Burası bir müze olmalıydı. Belki de resim sergisiydi fakat resimden başka objeler de vardı etrafta. Bir müzeye gitmeyeli yıllar olmuştu. Evini ve evdeki arkadaşlarını unutmuştu. 
Duvarlardaki resimlerin hepsi anlamsız gelmişti ona. Vazolar, biblolar da saçma sapan şeylerdi. Bu düşüncelerle dolaşırken gözlüklerinin buğulandığını fark etti. Gözlüğünü sildiği anda hemen önünde durduğu tablo dikkatini çekti. İnsanlar bu tablonun önünde bile durmadan geçiyorlardı fakat tabloda bir şey vardı onu çeken. Gözlüklerini bir daha sildi, bir daha sildi ve tablonun önünde öylece kalakaldı.

III.

İlk defa biri onun önünde bu kadar uzun süre beklemişti. İlgiyle bakıyordu yüzüne, gözlerine. Sanki konuşacak gibiydi kendisiyle. Tam ağzını açmış, bir şeyler söyleyecekti ki karışışındaki yaşlı kadın dişlerinin yerinden oynadığını fark etti. Kadın, dişlerini yerleştirdikten sonra:
-Hayatımda hiç bu kadar anlamlı bir resim görmedim, dedi.
Bu cümle onda büyük bir heyecan ve sevgi oluşturmuştu. İlk kez biri onun önünde duruyor, üstelik onunla ilgili güzel şeyler söylüyordu. Kendinden geçmişti bu mutlulukla. Hafif yana doğru kaydığını güvenlik görevlisi fark etti uzaktan ve koşarak yere düşmekten onu kurtardı. Bayılmıştı. Güvenlik Görevlisi yaşlı kadına:
-Bu tablo ilk kez birinin dikkatini çekti. Ben bile yıllardır buradayım, buraya ait olmayan tek şey bence bu. Şayet dilerseniz bu tablonun size hediye edilmesini sağlayabilirim, dedi.
Böylelikle bu tablodan kurtulmuş olacaktı güya. Kadın, önce kendisiyle dalga geçildiğini zannetti fakat görevli ciddiydi. 
-Bu tabloyu çok istiyorum, fiyatı neyse ödemeye de hazırım, dedi. 
-Siz yeter ki bunu başımızdan alın, üste para bile vermeye razıyız teyzeciğim, dedi görevli. Şaka yapılmadığını anlayan kadın:
-Bana vereceğiniz parayla sokak kedilerine mama alın o halde, dedi.
Tablo, gözlerini açtığında bambaşka bir yerdeydi. Biraz yorgun ve gevşemiş hissediyordu kendini ama ilk kez huzur vardı içinde. Sağa sola bakarken teyzenin sesini duydu:
-Yeni evin hayırlı olsun. Burada Nazmiye, Fadik ve Dudu’yla birlikte yaşıyoruz. Sana da bir isim bulmamız lazım. 
Duyduklarına inanamıyordu. Bu esnada teyze devam etti:
-Eski mekanındaki herkes sana tipsiz, diyordu anladığım kadarıyla. Senin adın Tipitip olsun. Tipin de tip yani, diye ilave etti. 

IV.
Artık bu eski konakta beş kişiydiler. Ne kadar yaşayacaklardı, zamana ne kadar direneceklerdi, önce kim ayrılacaktı aralarından, belirsizdi. Artık resmin bir parçası daha Tipitip’le tamamlanmıştı. Nazmiye, Fadik, Dudu, Tipitip ve teyze bir eski zaman masalı gibi kimsenin bilmediği bir hayatı kocaman şehrin tenha bir mahallesinde yaşamaya devam ediyordu.
Tablonun, duvar saatinin, kaktüsün, nilüferin bile adı vardı fakat teyze kendi adını unuttuğunun farkında değildi. Sadece “teyze” denildiğinde bakıyordu sesin geldiği yere. 


FARK


Zeynep Karaman

Hayaller ve hayatlar
İmkansızlar ve zorlar
Herkese göre göre kolay olan
Bazılarına göre zordur
Herkesin imkansızı aynı değildir
Herkesin hayalleri aynı değildir

PERŞEMBE

 

Hazal Göksu

Ne yazmam gerektiğini bilmemek
Büyük bir dert
Bu dert beni buluyor çoğu zaman
Ama özellikle perşembe günleri
Halim çok yaman

Nedendir bilmem
Zihnim çok dağınık 
Aslında azcık düşünsem
Yazacak ne çok şeyim var biliyorum

Yine de yazacağım her şey
Kaçıyor akşam olunca
Hele de 
Perşembe gelince

EN SEVDİĞİM ZAMAN

Merve Hoşgiz

En çok sevdiğin zaman hangisi deseler
Dersler bittiğinde 
Eve dönüş yolunda olduğum zaman derim
Hele bir de eve ulaştığımda
Galatasaray’ın maçı varsa
Ertesi günün dersleri de tam kıvamındaysa
Üstelik ödevler yığılmamışsa
Değmeyin keyfime

ASLINDA


Hazal Göksu

Akşamın ilk saatlerinde
Sağıma bakıyorum, soluma
Neredeyim diye düşünüyorum
Bir anlam arıyorum 
Bulunduğum mekana

Herkes farklı bir dünyada
Kimileri bitmeyen oyunlarda
Kimileri neşeli, sürekli kahkahada
Ben birkaç saat sonrasını düşünüyorum
Belki de birkaç asır öncesini

Aslında böyle değildim eskiden
Diyordum ki tam
Hayır hayır hep böyleydim ben

B/EN

Yusuf Çağrı Ekici


Bazen Yusuf oluyorum yaşarken
Bazen Çağrı, diye çağırıyor insanlar
Birini duysam birini duymuyorum seslenenlerin
Beni adımla çağırıyorlar
Bazen garibime gidiyor 
Bazen Yusuf denildiğinde
Bir kuyuda hissediyorum kendimi
Bana Çağrı denildiğinde
Bir filmin içindeyim gibi hissediyorum
Birden bitiyor film
Ben Çağrı mıyım cevapsız 
Ben Yusuf muyum sahipsiz
Ben Yusuf Çağrı’yım 
Birlikteyim Yusuf ve Çağrı ile
Bir de şu Ekici olmasa

HASRET



Hazal Göksu
Merve Hoşgiz

Mina, Merve ve Hazal günlerdir bir araya gelememişlerdi. Son yıllarda kış aylarının yağışsız geçmesine alışmış, okula kabansız gidip geliyorlardı ki o hafta olanlar olmuştu. Ansızın gelen soğuk, beraberinde kar yağışını da getirmişti. Üç arkadaş güç bela evlerine ulaşmıştı fakat yollar bir günde kapanmıştı. Bir şekilde pazartesi günü görüşebilmeyi umuyorlardı fakat pazartesi günü de okullar tatil olmuştu. En azından Salı günü görüşürüz, diye düşündüler fakat Salı günü de tatil olmuştu. Kar tatili daha fazla uzamaz diye düşünüyorlardı fakat Çarşamba günü de tatil olmuştu. Artık unuttukları yalnızca okul değildi, birbirlerinin yüzünü de unutmaya başlamışlardı. Sadece kar yağsa neyse, dışarıya çıkar oyun oynar, kardan adam yaparlardı fakat dışarısı çıkılacak gibi değildi. Haberlere bakıyorlardı, donan çobanlar, ölen koyunlar, yollarda kalanlar, kazalar, ormanda kaybolanlar…
Büyük bir kasvet çökmüştü üçünün de içine. Bir şekilde bir araya gelmelilerdi ama nasıl? Merve, bir araya gelememekten en çok üzüntü duyan kişiydi. Mina ve Hazal kendilerine uğraş buluyorlardı ama onlar da sıkılmıştı. Mina, Merve’ye:
-Bu hasret artık bitmeli. Ben daha fazla sizleri görmeden yaşayamayacağım. Müsaitseniz Hazal’ı da alarak size geleceğim, dedi. 
Merve, zaten tek başına geçen günlerden çok yorulmuştu:
-Bir saat içinde bekliyorum, dedi. 
Hazal, önce biraz nazlandı fakat o da bu plana dahil oldu. Bir saat içinde nihayet hasret bitmişti. Merve, arkadaşlarını kapıda karşıladı ve şaşkın şaşkın:
-Beş günde insan bu kadar büyür mü? Büyümüşsünüz görmeyeli, dedi. 
Hazal ve Mina biraz sonra bir daha bak diyerek ayaklarından botları çıkardılar. Hazal ve Mina’nın boylarının aynı olduğunu gören Merve, içten içe sevindi. 
Günlerce süren hasret bitmişti. Üstelik ödev de yoktu. Çaylar içildi, kekler yenildi. Sıra ayrılık vaktine gelmişti ki dışarda kar fırtınasının daha da arttığını gördüler. Merve:
-Ailelerinizi haberdar etsek ve bugün bizde kalsanız, dedi. Bu fikir Hazal ve Mina’ya da cazip gelmişti fakat ailelere sormak gerekiyordu. Hazal ve Mina’nın aileleri Merve’nin de araya girmesi ile bu teklifi kabul ettiler. 
Üç arkadaş ilk kez birlikte kalacaklardı. Gece uzundu. Ev sıcaktı. 
Bir süre kitap okudular, film izlediler. Sınıflarına dair sohbet ettiler, dedikodu yaptılar ancak zaman geçmiyordu. Kış geceleri uzundu, hele de ödev yoksa. Saat daha 10 olmamıştı ki Merve esnemeye başladı. Hazal ve Mina’nın uykusu yoktu ama Merve her geçen dakika biraz daha esniyor hatta ara ara gözleri kapanıyordu. En son gözleri kapandığında uzun süre yeniden açılmadı. Hazal ve Mina bu esnada fotoğraf çekiniyordu. 
Dışarda kar durmuştu. Hava yumuşamış, insanlar sokaklara çıkmaya başlamıştı. Merve derin bir uykudaydı. Kar durmuş, sözü uykudaki Merve’yi uyandırdı ve Merve:
-Durmuş, evet bizim okulda, diyerek gözlerini kapattı yeniden. 
Gecenin ilerleyen saatlerinde yine Merve ara sıra uyandı, bur cümle kurdu ve uyudu. Sonunda Hazal ve Mina da yorgunluğa teslim olmuştu. Etraf gündüz gibi aydınlık ve hava yumuşaktı.
Ertesi gün erkenden uyandı üç arkadaş. Halen heyecanlı ve mutluydular çünkü okullar tatildi yine. Merve’nin babası bu mutluluğa mutluluk katmak için çalıştığı yere birlikte gitmeyi teklif etti. Merve’nin babası Sivasspor Kulübünde çalışıyordu. Kar topu oynamak, kardan adam yapmak için çok güzel bir ortam vardı çalıştığı yerde. Kahvaltıdan sonra üç arkadaş ve Merve’nin babası yola koyuldu. Yollar, açılmamıştı. Kar birikintilerine bata çıka nihayet kulübe vardılar. Bir süre oynadılar, üşüdükçe içeri girdiler sonra yine oynadılar. Tam oyunları bitmek üzereydi ki Merve uzaktan gelen iki kişiyi gördü. Yüzleri atkı ile kapalı olsa da bu gelenler tanıdıktı. Mina ve Hazal’a seslendi:
-Kızlar yorulduk mu? Karşıdan gelenleri kar topuna tutmaya ne dersiniz?
Hazal ve Mina karşıya baktı. Gelenler Aras ve Yusuf’tu. Aras, elinde telefonla ilerliyor, Yusuf onun koluna girmiş düşmemesi için yardım ediyordu. Az sonra başlarına geleceklerden habersiz başlarını kaldırmadan ilerliyorlardı. Bu esnada Hazal, Mina ve Merve onlarca kartopu hazırlamış onların iyice yaklaşmasını bekliyordu. 
Nihayet hedef tam görüş alanındaydı. Artık ıskalamak mümkün değildi. Üç kartopu birden Aras ve Yusuf’a isabet etti fakat onlar halen ellerindeki telefona bakıyor, kar yağmaya başladı zannediyorlardı. Az önce hazırladıkları bütün kartopunu birer birer Yusuf ve Aras’a fırlattı üç arkadaş fakat bir türlü bu kartopunun nereden geldiğini merak etmiyordu Yusuf ve Aras. Hazır kartopları bitmişti. Merve ani bir hareketle bir kar parçasını yerde yuvarlamaya başladı. Boyu kadar olmuştu bu kar kütlesi. Hazal ve Mina’nın da desteği ile kocaman, boylarından daha büyük kar kütlesini Yusuf ve Aras’a doğru yuvarladılar. Yusuf ve Aras halen telefona bakıyordu. Yuvarlanan kar kütlesi ikisinin üzerinden geçti. Bu esnada üç arkadaş acaba kötü bir şey mi yaptık, diye birbirlerine bakıyorlardı. Kar kütlesi Yusuf ve Aras’ın üzerinden geçtikten sonra ikisi birden yerden doğruldu. Ellerindeki telefona bakmaya devam ediyorlardı. Aras, biraz sinirlenmişti. Telefonun ekranı kar parçalarıyla kaplanmıştı. Yusuf, telefonun ekranının temizlemeye çalışıyordu. Halen kendilerine bu kar kütlesini yuvarlayanların kim olduğuna bakmak akıllarında yoktu. Hazal, Mina ve Merve koşarak Yusuf ve Aras’ın yanına geldiler. 
Hazal, Mina’yı uyandırmıştı. Merve’ye bakıyorlardı. Merve, yastığı fırlatıyor, yorganı yuvarlıyor bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu. Dışarda kar durmuş, yumuşak bir hava vardı. Artık ayrılık zamanıydı. Yeniden hasret başlayacaktı.