4 Ocak 2025 Cumartesi

MİNİK BİR DÜŞÜNCE


Ekin Akçay


Bir gerçek; kimine göre sadece bir doğrudan, kimine göre sadece bir yanlıştan ibarettir. Ya da çoğu insana göre kişiden kişiye değişen gerçekler vardır değil mi? Hayır; bir gerçek, benim için bundan ibaret değil. Daha da fazlası var. Nasıl milyonlarca olasılık dururken içlerinden iki tanesinin var olduğunu düşünüp de bu iki şık arasından kendimizi seçim yapmaya zorlarız? Birisine doğru, bir diğerine ise yanlış nasıl diyoruz. Oysa düşünülmesi gereken çok şey var bu kararı verirken. Bu kararı bize verdiren nedir? Bu karar, düşüncelerle, mantıkla ya da başka insanlardan etkilenerek mi verilir? Bir gerçek, bu şekilde etkiler altında seçilebilecek, karar verilebilecek şey değildir. Doğru ya da yanlış, yanımızdaki insanların doğru veya yanlış diye kabul ettikleri şey değil ki. Bir gerçek,  bence kalplerimizin tam ortasından geçen o minik bir düşüncedir. Her şeyden bağımsız ve herkesten uzak karar verilir gerçeğin kendisine. 

OYUNCAK

Elif Naz Özden


Zamanın değerini kim anlayabilir ki? 
İki hecelik bu kavramı kim tanımlayabilir ki?
Onun kölesi olmuşuz farkında bile değiliz
Peşinden koşuyoruz zamanın, bunu bile anlayamıyoruz

Onu yakalamaya çalışsak beceremeyiz
Durdurmayı denesek başaramayız
Akışına bıraktığımızda bela oluyor neden
Ne yaparsan yap, giden gidiyor elden

Planlarımızı zamana göre ayarlıyoruz
Kendimizi yirmi dört saate sıkıştırıyoruz
Herkesin bir işi var zamanla
Kısacık görüşmek için bile biriyle kavga ediyoruz onunla

Bazıları ise yarını planlarken bugünü kaybediyor
Şanslı değilsek bu planlar işe yaramıyor
Ancak zamanın yoldaşı hayat çıkagelene dek
Çukurlar açıyor hayat planlarımıza 

Kimisi ihtiyaçlarını bile zamanı varsa görüyor
Kimisi doğum günü şenliği bitti diye üzülüyor
Peki, biz ne yapıyoruz? 
Oyuncağı olduğumuz zamanın, peşinden koşuyoruz

3 Ocak 2025 Cuma

ADINI SUSAN ÇİÇEK


Betül Seyhan

Ne zaman babaannemlere gitsem onu görüyorum salonun bir köşesinde, sessiz ve hüzünlü. Onu görmek yalnızca bir bitkiyi görmek değil benim için. Onu görmek yıllar yıllar öncesinin bir kısa film gibi gözlerimin önünden geçmesi. Onu görmek demek, zamanın donması. Onu görmek demek çocukluğuma dönmek biraz da. 
Adını bile bilmediğim bir bitkinin bu kadar anlam yüklenmesi nasıl oldu, anlamıyorum. Aslında yıllardır oradaydı o ve sadece dedemin gözdesiydi. Elleriyle dikmişti onu, o saksıya ve üzerine titremişti yıllarca. Büyüyen her dalında, açılan her yaprağında dedemin de yüzünde bir tebessüm açardı, sevinirdi çocuklar gibi ve bizlere gösterirdi büyüyen çiçeğini. O zamanlar anlamazdık dedemin sevincini. Çiçek de sanki dedemin dilinden anlar gibi o sevindikçe daha da gelişti, büyüdü. Hatta bir ara daha fazla büyürse nereye sığacak diye düşünmeye başlamıştım fakat daha fazla büyümedi, aksine küçüldü. Bir ekim ayında dedem bizleri bırakıp göçtüğünde sonsuzluğa, onun yadigârı çiçek de küçülmeye başladı. Artık yeni dallar, yapraklar açmadı. Önce büyümeyi bıraktı, sonra küçüldü, küçüldü. 
Çoğu insan için sadece bir çiçek o fakat benim için başka bir dünya, başka bir imge. Dili olmayan, kelimeleri bilmeyen fakat konuşan, fısıldayan, hüzünlenen bir canlı. 
Hani üzerinde güller açsa, çiçekler açsa ismini Dedeçiçeği koyacağım fakat çiçek de açmıyor garibim. Yalnızca hoş bir yeşillik. Hepsi o kadar. 
Babaannem artık fazlaca ilgilenemiyor çiçekle. Belki de ilgilenmek istemiyor.
Dedem onu bize bırakıp gitti. Şimdilerde o yok evinde fakat onun emaneti öylece duruyor ve her yanına gittiğimde sanki bana dedemle yaşadığı şeyleri anlatıyor. Sormasam da, konuşmasam da anlatıyor. 

KÖR SAĞIR ARAYIŞI


İdil Karaman

Sanat, hayat bulur yaşamın her damlasında
Aynı yaşamın sanattan var olduğu gibi
Doğada saf bir maden gibi bulunur
Doğa sanatın kendisiyken
İnsan kendisi yapamaz mı
Yaptığını zanneder ancak
Eğer sanat yansıtamazsa duyguları
Batsın ona sanat diyenler
Yürür insan sanatı bulmak için
Yürüdüğü yol sanatın kendisiyken
Ayağından çıkan her ses bestedir
Lakin asıl olay, bunu fark edebilen olmaktır

İNSAN ÜZERİNE

Ezgi Budak

Duygular insanları güçsüz mü kılar? Birçoğumuz böyle düşünüyoruz, belli oluyor gözler önündeki vaziyetimizden.
Manavdan meyve seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Kabuğuna mı, şekline mi, rengine mi, boyutuna mı? Neticede hepsinin tek tek içini açıp bakmıyorsunuz. Diyelim ki manavdan parlak kabuklu, güzel görünümlü mandalinalar aldınız fakat içlerini açıp tattığınızda ne denli acı olduğunu fark ettiniz. O mandalinalar insanlardır. Kabuklar, duygular gibi içteki tatsızlığı saklar. İç kısmı ise salt insandır. Eğer güçlü olmanın vicdan azabı çekmemek ya da ağlamamak olduğunu savunuyorsanız bu çok büyük bir yanılgıdır. Duygulardan arınmış insanlar salt hallerine geri dönmüş demektir, yani o kabuksuz ve tatsız haller. İçlerinde yalnızca mantar gibi onlara yapışmış acılar ve intikam hissi kalmıştır. İntikam uğruna verilen manasız savaş, onları güçsüz yapar. Bir hiç uğruna verilmiş savaş, güçsüzlük değil midir? İçlerinde bu güdülerini dizginleyemeyecek kadar hiçbir şeyin kalmayışı ve kendilerini bitirecek derecede güçsüz olduklarını rahatça görebiliriz. İnsanlık bu yöne doğru evrilirse katliam kaçınılmazdır. Asıl güç, bu güdüyüz dizginleyecek vicdana ve iradeye sahip olmaktır. Bu iki kelime insanı canavardan ayıran tek şeydir keza duygular da öyle. Her insan intikamın cazibesine aldanabilir. Ne de olsan insan buna kanacak kadar ikiyüzlü mahlûktur. Ancak güçlü olanlar kendilerine sahip çıkar, bunu da duyguları sayesinde yaparlar. Yine duygular vasıtasıyla katliamdan uzak dururlar. Duygular insanı insan yapar ve onu günah çizgisinden uzak tutar. Bazen güç, yapmaktansa yapmamaktır, yapmayacak kadar güçlü olmaktır. 
Duygular güçsüzlük arz etmez aksine insan gibi güçsüz bir varlığı güçlü kılar. Bu yüzden onlara sahip çıkmalıyız. Duygularından vazgeçmiş bir insan, insanlığından da vazgeçmiştir çünkü güç, hâkim olabilmektir; nefret ve intikam güdüsünü hiçe sayabilecek kadar kendine hâkim olabilmektir. Bu da ancak duygularla sağlanabilir. 

SAHİCİ YALANLAR

İdil Karaman

Farklı zihinlerde aynı hayaller barınamaz. Herkes farklı bir açıdan ve zihnin büyüklüğü ya küçüklüğü kadar bakar aynı zannedilen hayale. Aynı tohum, aynı toprakta, aynı güneşi ve suyu alsa bile nasıl farklı farklı şekillerde boy veriyorsa insan zihni de böyledir. Aynı evde yaşıyor olmak, aynı yaşta olmak, aynı sınıfta aynı öğretmenlerden aynı dersi almak aynı sonuca götürmüyor insanı, aynı hayale nasıl götürsün?
Farklıyız, hiçbirimiz benzemiyoruz birbirimize. Benzeyemiyoruz, benzeyemeyiz. Ortak kesişen noktaları benzerlik zannediyoruz ki bu kesişmeler de zaten anlık. Sıcak bir günde soğuk suya duyulan hasret gibi, çok açken aynı yemeği düşlemek gibi. Yani ihtiyaç zamanlarında yalnızca insan değil, bütün canlılar bu reflekse kanar. Bu, benzerlik değildir, çaresizliktir. Bu çaresizlik birlikte tutar insanları ve ortak hayale, ortak düşünceye inandırır. Oysa bu bir yanılgıdır. Aynı hayale sahip olunduğunun yanılgısı. 
Hayallerin ve düşüncelerin ortak bir noktada buluşamayacağının diğer göstergesi de bu iki kavramın sabit olarak kalmamasıdır. Hayaller değişir. Her yaşta değişir, her mevsimde hatta her ayda değişebilir. Değişirken gelişir aynı zamanda. Detaylanır, büyür. Bir bitki tohumunun toprak altında kök salması, derinlere inmesi gibidir hayal. Düşünce de yine aynı şekilde zihinde kurgulanır ve dış dünyaya göre şekillenir. Bütün bu etkenlere rağmen nasıl insanlar aynı hayali kurabilir. Aynı şeyi düşünebilir. 
Seni anlıyorum, cümlesi doğru zannedilen bir yalan. İnanılası bir yalan. Söyleyeni bile inandıran ve söyleneni mutlu eden bir yalan. Seninle aynı hayalleri paylaşıyoruz, cümlesi ise çıngıraklı yalan. 
Farklı zihinlerde aynı hayaller barınamaz.

2 Ocak 2025 Perşembe

ZAMANIN KARMAŞASI


Rukiye Tokgöz
Meryem Katırcı

1. Bölüm: Bela

Son günlerde telefonuyla başı beladaydı. Durup dururken telefonu kapanıyor, kapalıyken açılıyordu. Şarjı bazen yüzde yüz dolu iken birdenbire bitiyordu. Bu da yetmiyormuş gibi bazı uygulamaların kendiliğinden açıldığını görüyordu. Artık bu telefonu değişmenin zamanı geldi, diye düşünüyordu ama bu telefonu alalı henüz birkaç ay olmuştu. 
Telefonunu sıfırladı, uygulamaları sildi, hatta telefondan, yazılımdan anladığını düşündüğü arkadaşlarına gösterdi fakat onlar telefonu eline aldığında her şey normale dönüyordu. Telefon, onun için artık hayatı kolaylaştıran değil zorlaştıran bir araca dönmüştü. En iyisi evde olduğu zamanlar telefonunu kapalı tutmak, dışarıya çıkınca açmaktı. 
Evdeydi ve telefonunu kapattı. Bir süre sonra gözü telefonuna ilişti, telefon kendiliğinden açılmıştı. Kapatmaya üşendi. Çözmesi gereken sorular, yapması gereken ödevler vardı. Bir süre sonra ekran ışığı yeniden dikkatini çekti. Üstelik bir de bildirim sesi gelmişti. Belki de arkadaşı yarın yapılacak sınav hakkında bir şeyler soruyordu. İstemsizce telefona uzandı. Telefonuna bir mesaj gelmişti ama gönderen kişi görünmüyordu. Bu tarz mesajlara tıklanmaması gerektiğini biliyordu. Yeniden derslere döndü fakat bir kez daha bildirim sesiyle dikkati dağıldı. Bu kez doğrudan doğruya mesajlar düğmesini tıklayarak okumaya başladı. Bu bir bilgilendirme mesajına benziyordu: 
Yarın, 2 Ekim 2068 tarihinde kuvvetli rüzgâr ve şiddetli meteor yağışı beklenmektedir. Tedbirli olmanız ve sığınaklardan çıkmamanız önemle rica olunur. 
Bunun mesajın gereksiz bir şaka olduğunu düşünerek ders çalışmaya yöneldi fakat diğer mesaj da aklındaydı. Henüz onu okumamıştı. Yine istemsizce diğer mesaja göz ucuyla baktı:
Dün, 2 Ocak 2032 tarihinde yaşanan depremden dolayı hasar tespit çalışmaları için en kısa zamanda kurumumuza müracaat etmeniz gerekiyor. 
Her iki mesajın da gönderen kısmında bir isim yoktu. Bu bir şaka olmalıydı. Aynı kişinin gönderdiği saçma sapan bir mesajdı. Zaten mesajları okuduktan sonra telefon kapanmıştı. Açmaya çalıştı fakat telefon açılmıyordu. Ders çalışmalıydı. Böyle garipliklerle uğraşacak zamanı yoktu. Hem iyi notlar alırsa belki de ailesi yeni bir telefon almak için gönüllü olabilirdi. Gecenin geç saatlerine kadar ders çalıştı. Artık sınava hazırdı. 
Ertesi gün sabah telefonunu açmaya çalıştı ancak telefonu yine açılmıyordu. Belki de servise göndermeliydi. Halen garantisi devam ediyordu. Sınava girdi, çıktı. Telefonsuz hayat da aslında fena değildi. Kimse aramıyordu, kimseyi de arama ihtiyacı hissetmiyordu. Artık birileriyle irtibatı kesmek için bir bahanesi de vardı: Telefonum bozuk. 
Gün bitip eve döndüğünde ertesi günün sınavına çalışmak için masasına oturdu. Telefonunu da yine yanına koydu. Artık açmaya bile lüzum yoktu. Tam ders çalışmaya başlamıştı ki telefon yine kendiliğinden açıldı. Telefonu umursamıyordu artık fakat yine bir bildirim sesi geldi. İçinden, yine başlıyoruz saçma mesajlara, diye geçirdi. Göz ucuyla telefona baktı. Gelen bir video mesajdı. Açıp açmamakta tereddüt yaşadı. Sonunda videoya tıkladı. Bir öğrenci, bir okul çıkışında merdivenlerin önünde açıklama yapıyordu. Mikrofonlar tutulmuştu öğrenciye. Öğrenci şöyle diyordu:
Sınava çok çalıştım ancak bu kadar iyi bir başarı elde edeceğimi ben de bilmiyordum. Hayalimdeki üniversiteye kayıt yaptırmak benim için harika bir duygu. 
Bu sesi bir yerden tanıyordu ama nereden? Bu yüzün sahibini bir yerden tanıyordu ama nereden? Birkaç kez daha aynı videoyu izledi. Bu esnada telefon kapandı ve siyah ekranda kendi yüzünü gördü. Videoda konuşan kişi kendisine çok benziyordu. Üstelik sesi de aynı kendi sesi gibiydi. Çok mu uykusuz kalmıştı, çok mu besinsiz kalmıştı? Bu yaşadıkları, zihninden geçenler… Hepsi saçma sapan şeylerdi. Belki de dün mesaj filan da gelmemişti. 
Telefonu yeniden açmaya çalıştı. Bir süre uğraştı ve sonunda başardı. Hemen mesajları açtı, gerçekten de düne dair herhangi bir mesaj yoktu. Az önce gördüğü ya da gördüğünü sandığı video da yoktu. Telefonu yeniden kapattı ve sonraki günün sınavına çalışmaya devam etti. 
Bu dönemin son sınavını da geride bırakmıştı. Sınavların bittiği gün telefonu normale dönmüştü. Artık açmak istediği zaman telefon açılıyor, kapatmak istediği zaman kapanıyordu. Uygulamalardan da kendi kendisine çalışan yok gibiydi. Her şey normal görünüyordu ta ki bir hafta sonrasına kadar. 

Bir hafta sonra ara tatil başlamıştı. Tatil boyunca nasıl vakit geçireceğine henüz karar vermemişti. Tatilin ilk sabahı telefonunun yine kendiliğinden açıldığını gördü ve bildirim sesiyle biraz canı sıkıldı. Yatağından kalkmadan telefonuna uzandı. Yine bir mesaj gelmişti. Belki de virüs girmişti telefonuna. Tüm bu yaşadıklarının başka açıklaması olamazdı. Telefonu bu hafta garantiye göndermeli ve tatil sonrasına daha huzurlu başlamalıydı. Mesajlara baktığında daha önce göremediği iki yazılı ve bir video mesaj yerinde duruyordu. Bu üçüncü mesaj da yazılı olarak gelmişti. Okudu mesajı fakat anlam veremedi. Mesaj şöyleydi:

Galiba şaşkınsın hem de çok üzgün
Elinde telefon hayattan bezgin
Lavaboya git ve uyan hemencik
Evde olanlara söyleme bir şeycik
Cevap bekliyorum senden kaç gündür
Endişe etmeden yazsaydın bana
Kendimi söylerdim belki de sana

Zihnin çok karışık ama panik yok
Artık senin işin zor mu hem de çok
Mesajları atan benim aslında
Anlamak istersen ilk harflere bak
Nasıl da şaşırdın küçük yavrucak

2. Bölüm 
zeynep karaman, zehra yıldırım, rukiye tokgöz, meryem katırcı

Gelen mesajı bir kez daha, bir kez daha okudu, farklı anlamlar bulmaya çalıştı fakat sondan bir önceki dizede “ilk harflere bak” ifadesine gözü takıldı. Mesajların ilk harflerini birleştirdiğinde “Gelecek Zaman” kelimelerini gördü. Gerçekten de gelen mesajlardaki tarihler on yıllar sonrasına aitti. Artık bu şakanın tadı kaçmıştı. Muhtemelen bilgisayar ve telefon işlerinden iyi anlayan bir arkadaşı yapıyordu bu şakayı fakat telefonundaki anormalliğin sebebi neydi? Belki de virüs girmişti telefonuna. Bu cihazı garantiye göndermeliydi ve yazılımının yenilenmesini talep etmeliydi. Tatilini bu saçmalıklarla geçirmeye niyeti yoktu. 
Olan biten her şeyi başından sonuna düşündü ve ailesine anlatmaya, telefonu garantiye göndermeye karar verdi. 
Durumu paylaştığı babası ve annesi telefonu görmek istediklerini söylediler ve olanlara pek anlam vermediler. Telefonu annesine ve babasına uzattı. Büyük bir dikkatle telefonu inceleyen babası anormal bir durumla karşılaşmadı. Mesajlara baktı, silinen mesajlara baktı, dosyalara baktı fakat hiçbir anormallik görünmüyordu. Telefonu annesi eline aldı ve bir süre de o kurcaladı. Kendisine mesaj attı, kendi telefonunu aradı. Kendi telefonundan mesaj attı. Telefonu defalarca kapattı, açtı fakat hiçbir sorun görünmüyordu. Ailesi bu hikâyeye inanmamıştı anlaşılan. Telefonu garantiye göndermek yerine, kendi telefonuyla değişmeyi teklif etti babası. Bunu kabul edemezdi. Ailesinin gözünde artık telefon değil de kendisi anormal görünüyordu. Bunu, sessizlikten ve birbiriyle işaret diliyle anlaşan anne babasının tavırlarından anlıyordu. 
Telefonu hiç açmayacaktı. Hatta internet bağlantısını kesecek, kartını çıkaracaktı. Yeni mesaj geldiğinde ise açmadan annesine, babasına gösterecekti. Telefon, onun için büyük bir gizemdi. Anlam veremediği bir gizem. 
Anne ve babası bu esnada psikolog arayışına girmişlerdi bile. Çocuklarının durumunu hiç iyi görmüyorlardı. Oysa birkaç hafta öncesine kadar bu tarz bir davranış hiç göstermemişti. 
Belki de ailesi haklıydı. Çok uykusuz kalmış ve son zamanlarda arkadaşları da çevresinden iyice uzaklaşmıştı. Bu yaşadıkları belki de sanrıydı. Uyumalı, dinlenmeli ve kendini toparlamalıydı. Düzensiz bir hayat, bu tarz şeylere neden olabilirdi. İnsanın hastalığını kabul etmesi ile başlar iyileşme süreci, diye düşündü. Ailesini daha fazla üzmeden psikoloğa gitmeyi kendisi teklif edecekti. Şimdi yeniden telefonla uğraşmak istemedi. Bilgisayarını açtı ve psikolog aramaya başladı. En azından ailesine, gitmek istediği psikoloğu kendisi söylemeliydi. İnternet tarayıcısını açtığında garip haberler gözüne çarptı. Normalde haberlere hiç dikkat etmezdi fakat bütün haberlerdeki kişilerin kıyafetleri çok garipti. Haberlerin hepsine birer birer bakmaya başladı ve o anda yine morali bozuldu. Açtığı ilk haberin başlığı şöyleydi: “İstanbul’a Uçuş Fiyatları Mars’a Uçuş Fiyatlarını Geçti.” Bir sonraki habere baktı: “Ay’da Bulunan Tüm Otellerde Uzay Böcekleri Yayılıyor.” Hızlıca tüm haberlere baktı. Bunlar da bir şaka olamazdı. Bilgisayarının tarihine baktı 2 Haziran 2072’yi gösteriyordu. Bilgisayarını kapatacaktı ki masaüstünde Windows 33 logosunu gördü. Bilgisayarını kapatmaktan vazgeçti. Ailesine bilgisayarı götürmeyi ve haberleri göstermeyi düşündü. Bilgisayarını masadan aldı ve ailesine götürüyordu ki ekranın karardığını gördü. Tuşlara bastı ama nafileydi. Bilgisayar açılmıyordu. Bu esnada babasını gördü ve bilgisayarın açılmadığını söyledi. Bilgisayarı eline alan babası tek dokunuşla bilgisayarı açtı. Her şey normal görünüyordu. Neyse ki babasına az önce gördüğü şeyleri söylememişti. Sorun kesinlikle kendisindeydi. 
Biraz oyalanmak için televizyon izlemek, iyi bir fikirdi. Salona geçti. Televizyonu açtı. Neyse ki her şey normaldi. Arka Sokaklar, dizisini epeydir izlemiyordu ve özet bölümü geçiyordu. Özet bölümünde kaçırdığı ne kadar çok şey olduğunu düşündü. Bir süre sonra nihayet özet bölümü bitti ve yeni bölüm yazısını gördü. 5602. Bölüm yazısını görünce başı dönmeye başladı. Diziyi izlemeye devam etmeliydi fakat mekânlar, oyuncular değişmişti. Bu esnada annesinin yanına geldiğini fark etti. Annesi odaya girdiğinde televizyona baktı, her şey normal görünüyordu. Az önce gördüğü mekânlar, oyuncular değişmişti. Odasına dönüp uyumalıydı ve düşünmemeliydi. 
Odasına döndü ve uzandı. Kaç dakika, kaç saat uyuduğunun farkında bile değildi ki bir bildirim sesiyle uyandı. Telefonu kapalıydı. İnternetini kesmişti, kartı çıkarmıştı ve şimdi bu telefondan bildirim sesi geliyordu. Eliyle telefona uzandı ve yine bir mesaj geldiğini gördü. Mesajı okudu:
Telefonu kapatmanın çözüm olmadığını gördün. 
Bağlantıları kesmenin çözüm olmadığını da gördün. 
Bilgisayarını gördün. 
Televizyonu gördün.
Gördüklerini başkalarına anlatmanın bir çözüm sağlamayacağını da gördün. 
Artık kabullenmelisin. 
Sen, gelecek zaman içinde gezinebilen birisin.
Hayatını buna göre şekillendirmelisin.
Sen, anormal değilsin. 
Sen, seçilensin.  
Son cümle tüm öfkesini yatıştırmaya yetmişti. “Sen seçilensin.”
Kim seçmişti onu? Neden ve ne için seçmişti? Görevi ne olacaktı? Zihninde bu sorular dolaşırken aklına ilk kez bir şey geldi: Cevap yazmak… Gelen mesaja bir cevap yazmalıydı. Düşünmeden yazmaya başlamıştı bile:
Beni seçen kim? Sen kimsin? Gelecek zamanın bir sınırı var mı? Gelecekteki hangi zamana kadar gidebilirim? Geçmiş zamana da gidebilir miyim? 
Cevap gecikmedi:
Benim kim olduğum önemli değil ama bu telefon senin kaderin. Kaderinden kaçamazsın. Seni kimin ne için seçtiğinin de önemi yok. Sadece kabullen. Geçmişe gitmen mümkün değil. 


MESAİ


Yusuf Çağrı Ekici


Her sabah yedide uyanmak 
Ve uykulu gözlerle hayata başlamak
Gün boyu koşuşturmak 
Bir şeylerin peşinden
Çok sıkıcı böyle yaşamak

Ansızın gelen bir kar tatili
Ya da uzun yorgunluklar sonrası
Önüne vardığımız küçücük tatiller
Yetmiyor mutlu etmeye beni

Yine de gün bitip akşam olunca
Okul formasıyla uzanmak yatağa
Ve ansızın dalmak rüyalara
Yaşamak en çok bu vakitler güzel

Fakat uyanınca yine bir mesai
Bir de diyorlar ki bana 
Hayatın ne güzel, hayatın ne iyi

T/UZAK

Merve Hoşgiz

Herkes uzak kalmaktan şikâyetçi
Ya da uzakta olmaktan bir yerlere
Uzak, o kadar da kötü değil
Uzakta olmak da kötü bir şey değil bence 

Hem insan
Bazen kendinin bile uzağında
Başkasına nasıl yakın olabilir ki
Ya da başka başka mekânlara

Uzak, deyince çoğu insan yıldızları söylüyor
Yıldızlar uzakta değil oysa
Uzak, ötesi değil insanın
Galiba kendisi

Ben mesela
Uzağındayım geçmiş günlerimin
Ve geleceğimin
Uzak, hem de çok uzak
Yarın kadar yakın
Yanımda kadar uzak




DÖRT BOYUTLU OLAYLAR

Emir Aras İmirhan

1. Boyut
Bunda ne vardı ki? Oysa herkesten işitirdim bunları. Kimse saklamazdı. Hatta başkalarından da daha evvelden işitmişti söylediklerimi ama ben söyleyince beni yanından kovdu. Sadece yanından kovsa neyse, işten de kovdu. 
Bizim sultan da işte böyle biri. Kendini dünyanın hâkimi zannediyor. Bazen hiç umursamaz bazen ise alınganlığı tutar. İyi mi oldu? Şimdi işsizim lakin iş çok kötüydü. Belki de hayırlı bir şeydir. Böyle olması gerekiyordu. İşim kolay yahut bu kötü işi yapmak isteğim değildir. 
Zaten Hünkârım ne zaman benden şerbet istese şerbetini götürmeden önce üstünden birkaç yudum alıyordum. Bu iyi şerbetlerden neden bize vermediklerini anlayamıyorum çünkü. Ben de nasibimi alıyordum.  Kurulan toylarda, derneklerde o oturmadan önce mutlaka yemeklerden ısırıklar alıp bırakıyordum. Bunu yapan yalnızca ben değildim, hakikat bu. 
Neyse ki merdivenlerden inerken sürünen kaftanına benim bastığımı ve bu yüzden merdivenlerden yuvarlandığını bilmiyor. Koca göbeğiyle yuvarlanarak inmişti merdivenlerden. 
Gece istirahat halineyken saçlarını kesen kişinin ben olduğumu da bilmiyor şükür. Sabah uyandığında saçlarındaki farklılığı görünce çok tez ve kolay ikna etmiştim onu, iyi saatte olsunların yanına uğradığına. Hatta o kadar ürkmüştü ki yarım saatte Bakara’yı ezberlemişti. Oysa Kevser’i ezberlemek bir ayını almıştı. 

2. Boyut
Ben, ona gösterdiğim yakınlığı iş yerinde kimseye göstermemiştim. O ne etti? Bütün çalışanların yanında bana ağzına geleni söyledi. Beni aşağıladı. Üstelik bunu öyle rahat yaptı ki… Başkalarından da duyduğum şeylerdi bunlar fakat ondan duymak, beni hayli rencide etti. Ben de onu aşağıladım ister istemez. Mümkün olsa aşağıya atacaktım. Dua etsin ki sarayın tek katı vardı. Onun için ve benim için en iyi olan şeyi yaptım, kovdum onu. Kırmızı papyonuyla zaten avare gibi dolaşıyordu her yerde. Kaç kez ona kravat hediye ettim ama hiçbirini kullanmadı. Hem huzurumdan hem işinden kovdum. O şimdi kesinlikle şöyle düşünüyordur: “Başkaları aynı şeyleri söyleyince tebessüm eder, ben söyleyince kovar.” Doğru bu düşüncesi fakat o, başkalarından farklıydı. Ona kimseye göstermediğim teveccühü göstermiştim. O ise bunu suiistimal etti. Başkaları o cümleleri kurarken müdahale etmeliydi. O ne yaptı? Müdahale etmek yerine aynı cümleleri bana karşı kullandı. Yeter senelerdir beslediğim, maaş verdiğim. Kovulmayı hak etti. Zaten çalışma desen yok. İş güç desen yok. Kocaman imparatorlukta ondan başka bu işi yapacak kimse yok sanki. Kendisini ne sanıyor, bilmiyorum. Üç kıta, yedi deniz bana bağlı.
*
Son zamanlarda herkes onun işten kovulmasını konuşuyordu. O kovulduktan sonra Hünkâr da artık eskisi kadar güler yüzlü değildi. Epeyce gergindi. Yanına giren çıkan herkesi işten kovmakla tehdit ediyordu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Üstelik bu olay dış ülkeler tarafından bile duyulmuştu ve yer yer isyan hareketleri başlamıştı. Hatta ülkelerden birinin savaş için asker topladığı yönünde bilgiler geliyordu fakat bunu kimse Hünkâr’a söyleyemiyordu. Günler böyle geride kaldı. Kimse bir şey konuşmamaya devam ediyordu ki bir sabah uyandıklarında kapıda başka bir ülkenin elçisini gördüler. Hem de hayli kalabalık gelmişti elçi. Artık Hünkâr’a olan biteni anlatmanın zamanı gelmişti. 
Hünkâr hiçbir şey söylemeden olan biteni dinledi. Çok kötü bir durumdaydı kendi ve ülkesi adına. Elçiyi huzuruna kabul etti. Elçi hayli küstah biriydi. Artık Hünkâr’ın emekliye ayrılmasını ve tüm işleri kendilerine bırakmalarını söylüyordu. Şirketi hisselere ayırmazsa zaten batacaklarını da ilave ediyor sanki tehdit ediyordu. Hünkâr sessizdi. Sadece elini havaya kaldırdı. Tam elçiyi de kovacaktı ki kovduğu son eleman aklına geldi. Onun kovulmasından sonra gelişmişti bunların hepsi. Havada duran Hünkâr’ın eli boşta kalmasın diye elçi eliyle karşılık verdi ve “çak” dedi. O sırada Hünkâr içinden konuşuyordu: “Herkesi zaten kovacaktım ama ilk önce onu kovdum.” Şimdi onun yüzünden tüm çalışanları kovmak gerekiyordu. Bir kişiyi işten çıkarınca bütün şirket felakete sürüklenmişti. Hayli düşündürücü bir durumdu bu.

3. Boyut
Hepsi hepsi ben bir elçiydim. Emir kuluydum. Hünkâr son hareketimden çok fazla alınmış. Neymiş efendim kocaman Hünkâr’a “çak” yapmışım. Oysa ben onun eli boşta kalmasın diye yapmıştım bunu. Kocaman Hünkâr’ın eli havada kalır mı? Madem o kadar büyük biri, neden etrafındaki çalışanlardan biri ona müdahale etmedi. Elini tutmadı. 

4.Boyut
Daha az tarih çalışması gerektiğini düşündüğünde saat sabahın beşiydi. Uyusa işe geç kalabilirdi. Uyanık kalmalıydı ve iş yerine zamanında gitmeliydi. Gece boyunca dört kez uyanmış her uyanışında garip rüyalar görmüştü. En iyisi gördüğü rüyaları her zamanki gibi defterine yazmaktı. Defterini açtı ve o günün tarihini attı, yazmaya başladı: Bunda ne vardı ki? Oysa herkesten işitirdim bunları.