26 Şubat 2025 Çarşamba

GECE

Mehmet Çınar Köksal

Ay ile bakışıyorum geceleri
Yansıtıyor üzerime ışıltısını

25 Şubat 2025 Salı

BÜYÜYEN YALNIZLIK

Emir Sabri Ünsal

Eskiden
Çınlardı kulaklarımda bazen
Yalnızlık
    Yalnızlık
        Yalnızlık diye
Ama bugünlerde 
Bu sesi daha fazla duymaya başladım
Bilmiyorum niye

Fazla olmaya başladı bu ses
Sanki yanımda kimsem kalmadı
Artık duvarla konuşmaya başladım
Çünkü çok sıkıldım
Belki bir yerlerden 
Kendime destek almalıyım
    Kalmadı 
        Kalmadı 
            Kalmadı artık hiç sabrım

ABLAMA

Salih Taha Balta

Kalbim çok kırık
Düzeltemiyorum 
Çaresini arasam da bulamıyorum
Gecenin karanlığı sarıyor beni
Uyuyamıyorum 
Bir günlüğüne de olsa 
Lütfen kal abla

Sen varken hayatım rengârenk
Solgun bırakma beni
Sen yokken hayatımın anlamı yok
Anlamlandır lütfen
Geceler bana düşman
Aynı mutluluk gibi
Gitme dur ne olur
Mutlukla barıştır beni

Tek dostum yanımdaki duvar
Konuşsa da anlamıyorum
Sen yanımda durursan eğer
Türkülerini bile duyarım duvarın

Üzgünlüğüme çare yok
Sen gelsen bana deva olur
Kalbimin boşluğu açıldıkça açılıyor
Kurtar beni ne olur
Gideceksen şayet
Bir günlüğüne olsun yine gel
Gelirken hediyelerle gel
Bana sorma ne istediğimi
Anlattım işte sana her şeyi

BENİM GÜNÜM

 

Emir Sabri Ünsal

Günlerin arasında en sahipsizi
Salı olsa gerek diye düşünüyorum
Herkesin düşmanı pazartesi
Cuma, cumartesi, pazar herkesin sevgilisi
Çarşamba deseniz ortası haftanın
Salı öyle garip
Öyle kimsesiz
Salı benim günüm
Müsaade ederseniz

DOST


Mahmut Eray Erbaş

Kışın soğuk gecelerinde
Titrerim rüzgâr estikçe
Atarım sobaya üç beş kestane 
Pişer kestaneler ve aydınlanır gece

Dışarda kıyamet kopsa da
Şehir buzdan bir gezegene dönse de
Soba bir dost gibi ısıtır ıssızlığı
Karanlık odamda geceleri
Sobamın alevlerine tual olur tavan
Siluetler çizer sabaha kadar
Kimi korkunç kimi sevimli
Soba bir dosttur aslında
Bizlere anlatan, fısıldayan
Eski, çok eski günleri 

GÜN BİTERKEN


Mehmet Çınar Köksal

Gün batarken her akşam
Yorgunluğu bırakır omuzlarıma
Yüklenir gözkapaklarıma bir ağırlık
Düşerim sessiz, ıssız bir dünyaya

Gün batarken her akşam
Sanki haber beklerim uzaklardan
Soramam, soramam seni, senin haberini
Kaybolan ufuklardan

Gün batar, gece başlar
Yorgunluk siyah bir kuş olur dünyaya inen
Duyarım kanat seslerini ruhumda
Saatin tik takları bir şarkıya dönüşür
Beni söyleyen, seni söyleyen, beni söyleyen

KAMİL KÖZ

Emir Kaan Şimşek, Mahmut Eray Erbaş, Emir Sabri Ünsal

 1. Bölüm: Uzun İnce Bir Yol
Bu mesleği isteyerek seçmemişti ama şikâyetçi de değildi. Herkese nasip olmazdı şehir şehir dolaşmak. Hem de kocaman bir araçla. Tır şoförü Kamil Köz, yaşadığı hayattan memnundu. Zaman geçmişi düşünüyordu, arkadaşlarını hatırlıyordu hepsi iyi eğitim almışlardı hatta hepsi keldi. Saçları dökülmüştü okul sıralarında. Çoğu da gözlüklüydü. Oysa Kamil gözlük kullanmıyordu. Geceleri bile çok iyi gördüğü için arkadaşları ona Kartal Köz, diyorlardı. Saçları ise efsaneydi. Hatta birkaç şampuan markasından reklam yüzü olması için teklif gelmişti ama Kamil:
-Reklam, televizyon, marka işleri beni bozar, şöhret afettir, bulaştırmayın beni, demişti. 
Zaman zaman tırının penceresini açıyor, saçlarını rüzgârla tarıyordu. Arkadaşlarına göre hayli genç de duruyordu. Arkadaşları resmen çökmüşlerdi. Bu mesleği isteyerek seçmemişti ama şikâyetçi de değildi.
Gezmediği şehir kalmamıştı ama dünya büyüktü ve daha gezebileceği birçok ülke vardı. Yurt dışına çıkan arkadaşları hep övgüyle bahsediyordu oralardan. Üstelik dil öğrenen bile vardı arkadaşları arasında. Dönüşte getirdikleri hediyeler, elektronik eşyalar da cabası. Bekliyordu, sabırla, heyecanla yurt dışına çıkacağı günü bekliyordu. 
Nihayet kışın en sert günlerinden birinde sürekli çalıştığı bir firma ona yurt dışına bir nakliye görevi vermişti. Önceleri hayli sevindi ancak gideceği ülkeyi öğrenince biraz duraksadı.  Transdinyester’e yarım tır dolusu Tokat çemeni yarım tır da pezik turşusu götürmesini istiyordu işveren. Ülkenin adını tam anlayamadı ve bir daha sordu:
-Hangi ülkeye gideceğim? 
İşveren gayet sakin bir biçimde cevap verdi:
- Transdinyester.
Adını bile duymadığı bir ülkeydi bu. Dayanamayıp sordu:
-Bu ülke Asya’da mı, Avrupa’da mı, Afrika’da mı? Daha önce hiç duymadım. 
İşveren biraz endişeli bakıyordu. 
-İstemiyorsan talip çok, dedi. Üstelik çok uzak da değil. 
Kamil Köz, düşünmedi fazlaca. Nasıl olsa haritada yerini bulurum diye düşündü ve malzemelerin yüklenmesini istedi. Bir gün boyunca malzeme yüklenecekti tırına. Bu esnada o da gideceği ülke hakkında araştırma yapıp yanına yeterli malzeme alacaktı. 
Tırı onun için evi gibiydi. Orada yatıyor, kalkıyor, yiyor, içiyordu. Hatta bilgisayarı bile vardı tırının uyku bölmesinde. Yorgun olmadığı zamanlar oyun oynuyor, film izliyordu. 
Haritadan Transdinyester’e baktı, çok uzak bir ülke değildi fakat daha önce adını hiç duymamış olması onu biraz endişelendiriyordu. Üstelik yabancı dil de bilmiyordu. Keşke yabancı dil bilen bir arkadaşı olsa ve birlikte gitseydi oralara. Yurt dışına giden arkadaşları, dünyanın her yerinde Türklerin bulunduğunu ve Türkçe bilen birilerine rastladıklarını söylemişlerdi. Gerekli araştırmayı yaptıktan sonra yolculuğun aslında çok uzun sürmeyeceğini fark etti. Hiç mola vermeden bile gidebilirdi ama bu riskliydi. Üstelik yavaş gitmeli ve yolculuğun keyfini çıkarmalıydı. Yine de birkaç günlük yiyecek almalıydı. Hava soğuktu ve Kamil tam olarak her sene ülkemize soğukların geldiği Balkanlara gidiyordu. Soğuğun merkezine gidiyordu. Sıkı giyinmeliydi.
Hazırlıklarını tamamladıktan sonra yola çıktı Kamil. İçinde tuhaf bir duygu vardı. Daha önceden ülkenin en uç noktalarına kadar gitmişti, bozuk yollardan malzeme götürmüştü ama bu kez içi buruktu. Belki de gurbet, hasret dedikleri şeyi şimdiden yaşamaya başlamıştı. İlk kez ülkesinden ayrılacaktı. Bu hislerden arkadaşları hiç bahsetmemişti. Gecenin saat dördüydü ve bir daha hiç dönemeyecekmiş gibi ilerliyordu karanlıkta. Her zaman geçtiği yollar değişik görünüyordu gözüne. Bu şehre, bu yollara sağ salim dönebilecek miyim, endişesi her kilometrede biraz daha artıyordu içinde. Efkârını biraz dağıtmak için kahve içmek iyi bir fikirdi. Bir yandan da radyoyu kurcalamaya başladı. Nasıl olsa Türkiye’den çıkınca bu radyolar da ihtimal çalışmayacaktı. Doya doya memleket şarkıları, türküleri dinleyerek yola devam etmeliydi. Radyoyu açtı, daha önce hiç bu kadar etkilenmediği ama defalarca dinlediği türküye eşlik ederek karanlıkta ilerlemeye devam etti:
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece

2. Bölüm: Tuhaf Yol Arkadaşı
Birkaç saat yol almıştı ki acıktığını hisseti. Yol üzerinde bir yerlerde mola vermeliydi. Türkiye’nin dışında bir yerlerde yemek yiyerek midesini bozmak istemiyordu. Belki de gittiği yerde hiç yemek yemezdi. Yanında da yiyecek vardı ama onları daha sonra yemeyi düşündü. Bu düşüncelerle yol alırken biraz ilerde bir dinlenme tesisi gördü. Üstelik birkaç tır daha park halinde bekliyorlardı burada. Uzun süre kalmayacak, hızlıca yemeğini yiyip yola devam edecekti. 
Tırını uygun bir yere park edip aşağıya indiğinde ayaklarının şiştiğini hissetti. Ellerini kollarını salladı, ayaklarını yere vurdu. Daha şimdiden küçük bir usanç ve yorgunluk hissetmeye başlamıştı. Biraz kendine gelince tesisin lokantasına yöneldi fakat bu esnada kenarda elinde valizle bekleyen bir adam dikkatini çekti. Adam 1940’lı yıllardan kalmış gibiydi. Başında bir fötr şapka vardı ve yuvarlak gözlükleri hayli garipti. Küçük bir de valizi vardı yanında. Kamil Köz, geçerken sanki ona bir şeyler söylemek istedi fakat vazgeçti. En azından Kamil, böyle hissetti. Biraz endişe de etti adamın halinden. 
Hızla içeriye girdi ve biraz kuru fasulye biraz da pilav rica ederek yerine geçti. Dışarda gördüğü adam aklından çıkmıyordu. Geniş pencerelerden adama doğru baktı, adam Kamil’i izlemeye devam ediyordu gözleriyle. 
İştahı kaçmıştı. Hatta mola verdiğine de pişman olmuştu. Yemeğin yarısını masada bırakarak dışarıya çıktı. Bir an önce buradan uzaklaşmalıydı. Zaten yemek de hayli kötüydü. Bir daha mola yerlerinde yememeye karar verdi. Hızla aracının yanına doğru gidiyordu ki birdenbire karşısında az önce kendisini izleyen adamı gördü. Derin bir nefes aldı ve:
-Buraya geldiğimden beri beni takip ediyorsunuz sanki. Beni tanıyor musunuz? Bir şey mi diyeceksiniz?
Adam sakin bir biçimde cevap verdi:
-Sizi tanımıyorum fakat sizin bana yardım edeceğiniz hissine kapıldım. 
Kamil’in endişesi daha da artmıştı. Bir film setinden ya da eski bir fotoğraftan çıkmış gibi duran bu adam gecenin bir yarısı kamera şakası mı yapıyordu acaba? Belki de dolandırıcıydı. Önce hiç cevap vermek istemedi fakat tırının kapısına yaklaşınca döndü ve sordu:
-Nasıl bir yardımmış bu, ne yapabilirim sizin için?
-Yurt dışına çıkmam gerekiyor ve beni siz götürebilirsiniz, diye düşündüm. Galiba siz de yurt dışına malzeme götürüyorsunuz, dedi tuhaf adam. 
-Nereye gidiyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz, neden beni seçtiniz, uçak yok muydu gideceğiniz yere gibi soruları üst üste sordu Kamil. Tuhaf adam:
-Size her şeyi anlatabilirim fakat burada değil, araca bindiğimde, dedi.
Kamil önce hiçbir şey demeden binip gitmek istedi fakat bu esnada adamın görünüşü acınası bir durum almıştı. Kafasında binbir endişe ile adamın teklifini kabul etti. Hem yolculuk biraz daha eğlenceli hâle gelebilirdi yanında bir arkadaşı olursa. Adamın yüzüne bile bakmadan:
-Haydi yolumuz açık olsun, yol boyu anlatırsın bana hikâyeni, dedi. 
Bu cevap tuhaf adamı mutlu etmeye yetmişti. Bir çocuk sevinci ve heyecanıyla tırın diğer kapısına yöneldi. Tırın basamakları hayli yüksekti. Bir süre zorlandıysa da neşeyle kapıyı açtı ve yandaki koltuğa oturdu. Kamil, tanımadığı bu adamı yanına almakla iyi mi yoksa kötü mü yaptığını bilemiyordu. Tek düşündüğü bir an önce yükünü teslim edip dönmekti. 
2. Bölüm: Sessiz Veda
Yolculuk başlamıştı fakat garip yabancı hiç konuşmuyordu. Oysa her şeyi yolda anlatacağını söylemişti. Kamil, yabancıyı konuşturmak için birkaç kez havadan sudan söz açtı. Fakat yabancı sürekli elindeki deftere bir şeyler yazıyordu. Bazen çantasından bir kitap çıkarıyor, bir süre ona bakıyordu sonra yine yazıyordu. Kamil, dayanamadı ve konuştu:
-Her şeyi yolda anlatacağını söylemiştin. Yola çıktık ama sen tek cümle bile konuşmadın. Oysa ben yolculuğun seninle daha zevkli geçeceğini ummuştum. Bana hikâyeni anlatacaktın, dedi. 
Yabancı, sanki başka bir dünyada gibiydi. Kamil’e cevap bile vermedi ve kalemiyle defterini işaret etti.
Birkaç saatlik yolculuktan sonra sınıra ulaşmışlardı. Artık ülke sınırlarının ötesine geçeceklerdi. Kamil’in için yabancının evraklarının eksik çıkacağına ve başına dert açacağına dair bir his vardı. Tırını durdurdu ve görevlilere evraklarını uzattı. Yabancı da hiçbir şey söylemeden belgelerini görevliye uzattı. Birkaç dakika sonra görevli belgeleri getirdi ve Kamil yeniden gaza bastı. Morali bozulmuştu iyice. Mola vermek de istemiyordu ancak bir yerlerde mola verip yabancıyı indirmek fikri zihninde dolaşıyordu. 
Birkaç saat daha yolculuk yaptıktan sonra Kamil yabancıya döndü ve:
-Bir şeyler yemenin zamanı gelmedi mi, dedi. 
Yabancı:
-Benim için fark etmez, gideceğimiz yere kadar mola vermeden devam edebiliriz, dedi. 
Kamil, iyiden iyiye kızmaya, sinirlenmeye başlamıştı. 
-Arkadaşım, yoldan seni aldım, işin açığı neden aldığımı ben de bilmiyorum. Belki yol boyu sohbet ederiz diye düşündüm. Bu benim yurt dışına ilk çıkışım. Seni nerden buldum, niye yanıma aldım bilmiyorum. Vallahi pişman ettin, dedi. 
Bu cümleler üzerine yabancı yazmayı bıraktı. Defterini kenara koydu. 
-Endişe etmen gereken bir durum yok. Şimdi, müsait ilk yerde mola verelim. Belki de konuşuruz, dedi. 
Bu kez susma sırası Kamil’e gelmişti. Kamil sustu. Kilometrelerce sustu. Gurbet, ayrılık, hayat gibi sorgulamalar uçmuştu zihninden. İlerde bir mola yeri görünce yavaşladı ve tırına uygun bir yer buldu. Yabancı kendinden önce inmişti bile. Birlikte boş bir masaya geçtiler. İkisi de suskundu. Yabancı müsaade isteyerek lavaboya gideceğini söyledi. Kamil, cevap vermedi. Sadece gözleriyle tamam, dedi. 
On beş dakika geçmesine rağmen yabancı dönmedi. Hesabı ödemek için kasaya gittiğinde hesabın yabancı tarafından ödendiğini öğrendi Kamil. Buna gerek yoktu oysa. Dışarıya çıktı, beklemeye başladı fakat gelen giden yoktu. Yeniden içeriye girerek tesis görevlisine az evvel yanımda oturan kişiyi gördünüz mü, diye sordu. Görevli, tarif edilen kişinin yarım saat önce başka bir araçla ayrıldığını söyledi. 
Derin bir nefes aldı Kamil. Kurtulmuştu yabancıdan ve Transdinyester’e birkaç saatlik yolu kalmıştı. Karnı da doymuştu nasıl olsa. Keyifle tırına bindi. Yabancının defteri bıraktığı yerde duruyordu. Çantasını zaten yanına almıştı. Kimdi bu adam? Belki defterde ona dair bir şeyler bulurum, diye düşündü ve sayfaları çevirmeye başladı. Hikâyelerle dolu bir defterdi bu ve son hikâye çok tanıdık gelmişti Kamil’e. Şöyle başlıyordu:
Bu mesleği isteyerek seçmemişti ama şikâyetçi de değildi. Herkese nasip olmazdı şehir şehir dolaşmak. Hem de kocaman bir araçla. Tır şoförü Kamil Köz, yaşadığı hayattan memnundu. Zaman geçmişi düşünüyordu, arkadaşlarını hatırlıyordu hepsi iyi eğitim almışlardı hatta hepsi keldi. Saçları dökülmüştü okul sıralarında. Çoğu da gözlüklüydü. Oysa Kamil gözlük kullanmıyordu...
Olanlara anlam vermeye çalışmak gereksizdi. Kimdi bu yabancı, kimdi?


BAY MÜRKEMEL'İN SIRADAN BİR İŞ GÜNÜ

Salih Taha  Balta


Bay Mürkemel, elinde siyah çantası ile evinin tam önündeydi. Bir şeyler bekliyor gibiydi ama gelen giden yoktu. Etrafına da bakmıyordu. Bir süre hareketsiz bekledikten sonra sağ tarafa doğru yürümeye başladı. Çantası galiba ağırdı, taşımakta zorluk çeker gibi bir hali vardı. Bir süre yürüdükten sonra yönünü değiştirdi ve sola geçti. Bay Mürkemel, çok unutkan biriydi. Bir süre sonra hızlandı, hızlandı. Bu hızlanışın nedenini anlayamıyordu. Çantasını döndüğü ilk köşede unuttuğunun farkında değildi. Unutkandı Mürkemel. Beş, altı dakika kadar hızla yürüdükten sonra çantasının eksikliğini hissetti. Nerede bıraktığını bilmiyordu ama yine de geri dönmek gerekliydi. Geri döndü fakat geldiği yolu unutmuştu. Siyah şapkası ve siyah gözlükleriyle sokakta dikkat çekiyordu. Onu görenler önemli biri zannediyordu. Ciddiydi ve kimseye bakmadan yürüyordu. Bir süre yürüdükten sonra neden bu tarafta yürüdüğünü hatırlamaya çalıştı. Çantasını almak için dönmüştü ama ne için döndüğünü de unutmuştu. Neyse ki bu esnada yolun karşısında çantasını gördü. Ne kadar da benim çantama benziyor dedi içinden. Bu esnada eline baktı, çantası yoktu. Evet evet, çantasını aramak için gelmişti buraya. 
Yolun karşısına geçip çantasını alacaktı ki güvenlik görevlileri çantanın olduğu yeri çevrelemeye başlamıştı. Halk heyecanla etrafına toplanmıştı bantlarla çevrilen yerin. Bu esnada bomba imha ekibi göründü uzaktan. Bay Mürkemel’in çantası fünye ile patlatılmak üzereydi. Kalabalığın içinde birden adımlarını hızlandırarak görevlilere doğru koştu Mürkemel. Durdurmak isteyenleri kenara itekledi ve çantasını yerden kaptı. Etraftakilere bağırdı:
-Ben özel dedektifim ve bu benim çantam ve içinde çok önemli evraklar var. 
Güvenlik görevlileri olup biteni anlamaya fırsat bile bulamadılar. Hızla çantasını açtı Mürkemel ve içindeki boş sayfaları sağa sola atmaya başladı. Bir yandan da yine yüksek sesle konuşuyordu:
-Çantamın içindekileri birileri değiştirmiş. 
Boş çantayı sallayarak bürosuna ulaştı. Yorucu bir sabahtı onun için. Sandalyesine oturdu, geriye doğru yaslandı. Kaç zamandır müşteri gelmiyordu sanki. Belki de geliyordu ama Mürkemel unutkan biriydi. 

22 Şubat 2025 Cumartesi

HİKÂYESİ YAZILMAYAN KAHRAMAN

Ayşegül Yıldız
Yusuf Kerem Acar
Eymen Çam

Fransız yazar Exupery, onun en yakın arkadaşını ve gezegenini yazmış ve bütün hayatını herkese anlatmıştı fakat onun yaşadığı gezegeni ve onun hayat hikâyesini kimseler bilmiyordu. Y216 gezegenini kim bilebilirdi ki? İnsanlar son yıllarda Mars gezegeninden başka bir şeye ilgi duymuyordu. Başka dünyalarda hayat olduğuna inanalar çoğalmıştı fakat hiçbir gökbilimci onun yaşadığı gezegeni tespit edememişti. Oysa Küçük Prens’in gezegenine çok yakındı yaşadığı yer. Zavallı Küçük Prens… Artık Dünya’nın her yerinde çocuklar onu tanıyor kimileri seviyor, kimileri onu anlamıyordu. Hatta büyükler, küçüklerden daha çok ilgi duymuştu ona. Kimse onun hikâyesinin sonunu da merak etmemişti. Kimse şu anda Küçük Prens’in nerede olduğunu da bilmiyordu. Gerçek bir hikâye, yazarının sayesinde gerçeküstü bir masala dönüşmüştü. 
Zaman zaman Küçük Prens’e ziyarete gittiğinde onu hep düşünceli görüyordu. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen hâlen insanların dilinde olmak, onun için biraz üzücüydü. 
Y216, B612’ye göre oldukça büyük bir yaşam alanıydı. Burada kim tarafından yapıldığı belli olmayan terk edilmiş evler vardı, başka bir gezegende yetişmeyen ve konuşup şarkı söyleyebilen mantarlar vardı. Yürüyebilen ağaçlar vardı. Kocaman köklerini ustalıkla adım atmak için kullanıyorlardı. Dallarına yuva yapan kuşlar, akşam vakti döndüklerinde bazen evlerini aramak zorunda kalıyorlardı. İki küçük ırmak vardı bu gezegende. Birinin rengi mavi, diğerinin rengi sarıydı. Bu ırmaklar ilerde birleşiyor ve yeşile dönüyordu yeni ırmağın rengi. Irmakta yaşayan ve adı konulmamış tavşana benzeyen canlılar vardı. Bunlar suyun dışına hiç çıkmadıkları için ancak ırmağa girdiğinde onlarla görüşebiliyordu. 
Belki de Y216 bu kadar geniş ve renkli olduğu için Küçük Prens gibi yalnızlık çekmiyordu ve başka yerlere gitme ihtiyacı duymuyordu. 
Küçük Prens, Dünya’da yaşadıklarını ona anlattığında zaman zaman içinden keşke benim gezegenim de tespit edilse diye düşünüyordu. Son zamanlarda sıkılmıştı hep aynı yerlerde dolaşmaktan. Bir şekilde Dünya’daki insanların dikkatini kendi gezegenine çekmeliydi. Bunu nasıl yapabilirdi, düşünüyordu. 
Belki de prens olmadığı için insanlar onu ve hayatını merak etmiyordu. Kim ne yapsındı ki Servi isimli bir canlının yaşadığı gezegeni. Hem Küçük Prens’in dediğine göre servi, Dünya’da bir ağaç türünün adıydı. Belki de ataları götürmüştü Dünya’ya servi ağacını. Bir şeyler yapmalı ve kendisi de artık kitaplardaki yerini almalıydı. Ataları var mıydı, yok muydu? Bu sorunun cevabını da bilmiyordu. Belki başka gezegenlerde yaşayan birileri götürmüştü serviyi Dünya’ya. Onu sevmeyen birileri. 
Oturup kendi hikâyesini yazmayı düşündü bir süre fakat bu ne işe yarardı ki? İnsanlara nasıl ulaştıracaktı bu hikâyeyi? İnsanlar, kendi hikâyelerini yazan ve okuyan canlılardı. Küçük Prens gibi bir hikâye çok nadir olduğu için dikkat çekmişti belki de. 
En iyisi etrafı keşfetmek ve Dünya’ya bir yolculuk yapmaktı. Yaşadığı yerde seyahat edebilmek için bir araç yoktu fakat ağaçlardan yardım isteyebilirdi. Yürüdüklerine göre belki uçabilirlerdi de. Ya da kuşlar ona yardım edebilirdi. Kuşlardan yardım istemedi ve ağaçlara durumu anlattı. 
Ağaçların en yaşlısı Bilge Ağaç, ona yardım edebileceğini söyledi. Onu, en azından yaşadığı gezegenin dışına çıkarabileceğini, sonrasının ise kendi çabasına kaldığını dile getirdi. Hazırlıklara başlayan Servi, kısa sürede Bilge Ağaç’a giderek artık yolculuk zamanının geldiğini söyledi. 
Bilge Ağaç yaşlıydı ama güçlüydü de. Gövdesinin orta yerinde kocaman bir kovuk vardı. Burası sanki bir odayı andırıyordu. Servi’nin yolculuğu burada geçecekti. Servi, kovuktaki yerini aldı ve Bilge Ağaç gürültüyle hareketlendi. Bir süre yürüdü, sonra koştu ve en sonunda havalanmayı başardı. Bu yolculuğun Bilge Ağaç için de önemi büyüktü. İlk kez gezegen dışına çıkacaktı ve belki de dönemeyecekti. 
Nihayet yolculuk başlamıştı. Bilge Ağaç dışarda gördüklerini Servi’ye anlatıyor ve onun ineceği yeri tarif ediyordu. Onlarca küçük gezegen vardı ve her birinde yaşayan farklı farklı canlılar vardı. Üzerinde ağaç bulunan gezegen ise çok azdı. Dünya, uzaktan görünmüştü. Bilge Ağaç nefes nefese kalmış, geri dönecek gücü kendisinde hissetmiyordu. Dünya’ya girdikleri anda Servi’ye yeni planını anlattı Bilge Ağaç:
-Artık geriye dönmek benim için hayli zor. Kocaman uzay karanlığında yuvarlanmak yerine ben de seninle Dünya’ya ineceğim. En azından senin için de bir barınak olurum. 
Bu fikir Servi’nin hoşuna gitti. Dünya’ya iniş süreci başlamıştı. Nereye ineceklerini bilmiyorlardı. Bilge Ağaç, çok yukarılardan kendine bir hedef belirledi ve bir süre sonra gürültüyle yere indiler. Bilge Ağaç’ın rengi değişmiş, mavimsi bir hâl almıştı. Işık saçıyordu etrafa. İndikleri bozkırdı. Etrafta canlı görünmüyordu. Bilge Ağaç son gücüyle köklerini toprağa saldı. Kökleri, bu toprağı yabancı bulmuştu önceleri fakat besin alması gerekiyordu. Onun için artık dinlenme zamanıydı. Biraz ürpererek ve korkuyla başını kovuktan dışarıya çıkaran Servi önünde uzayan kocaman bir duvar gördü. Bu duvarın sonu yok gibiydi. Belli ki birilerini engellemek için örülmüş bir duvardı burası. Hava, yeni aydınlanıyordu. Etrafı keşfetmesi ve hikayesini, gezegenini anlatacak birilerini bulması gerekiyordu. Çok fazla ilerlememişti ki karşıdan bir toz bulutu yükseldi. Dört bacaklı, yüksek hayvanlar üzerinde kendisine doğru gelen insanlar vardı. Önce korktu fakat iyice yaklaştıklarında gelenlerin iyi niyetli birileri olduğu hissine kapıldı. 
Dört kişi gelmişti onu karşılamaya. Önce saygı gösterisinde bulundular. Servi’nin onlar için göklerden gelen bir kutsal kişi olduğunu düşündüklerini söylediler. Servi, hikâyesini anlatmak için acele etmedi. Atlılardan birinin ardına atlayarak ve Bilge Ağaç’la vedalaşarak gözden kayboldu. 
Bir süre yolculuk yaptıktan sonra çadırların bulunduğu, etrafta atların, geyiklerin, keçilerin ve ineklerin bulunduğu bir obaya ulaştılar. Küçük Prens’in anlattığı Dünya’dan çok farklı bir yerdi burası. Ne uçaklar vardı ne de çöl. Üstelik hayli kalabalıktı da. Nereye düştüğünü, kimlerin arasında olduğunu merak etmiyor değildi fakat kendisini güvende hissediyordu ve bu da ona şimdilik yetiyordu. 
Çadırların en büyük ve süslü olanının önüne gelince atlardan indiler. Çadırdan içeriye girdiklerinde Servi, önce gördükleri karşısında biraz irkildi. Yaşlı, aksakallı ve saçlı biri yerde oturuyor ve boşluğa bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra konuştu:
-Kaç zamandır senin gelmeni bekliyoruz. Destanlarımızda hep sen vardın. Efsanelerimizde hep sen vardın. Bir umut bekliyorduk göklerden. Nihayet geldin ve obamızı şenlendirdin. Türk boyu artık senin de desteğinle zaferlere imza atacak ve Çin’in eziyetleri sona erecek. Atalarımız yüzyıllarca beklediler seni ama sen şimdi geldin. Hoş geldin. 
Söylenen sözlerden bir şey anlamadı Servi. Kenara geçerek oturdu. Bir hikâyem olsun diye ayrılmıştı gezegeninden ancak bambaşka bir hikâyenin içine düşmüştü. Hikâye değil de destanın içine düşmüştü belki de. Yaşayacağı şeyler çok merak ediyordu. Üstelik etrafta kâğıt, kalem, kitap tarzında bir şeyler de görünmüyordu. Küçük Prens’in anlattığı dünya bu değildi. Küçük Prens’in anlattığı çağ, bu çağ değildi. Sanki destanlar çağına düşmüştü. Destanların tarihi, hikâyelerden çok önce olmalıydı. Yorgundu. Biraz dinlendikten sonra her şeyi anlamak için hayli vakti olacaktı nasıl olsa. 
Dünya’nın havası biraz çarpmıştı Servi’yi. Önüne kâse ile konulan beyaz sıvının ne olduğunu sorarak başladı merakını gidermeye. Çadırdakiler önce sustu sonra hep birlikte kahkaha attılar ve önündeki şeyin ayran olduğunu söylediler. Daha önce böyle bir şeyin tadına hiç bakmamıştı Servi. Çekinerek tadına baktı ve çok sevdi bu içeceği. Birkaç kâse daha içtikten sonra biraz uyumak istediğini söyledi. Çadırda ona keçi yününden hazırlanmış bir yatak gösterdiler. Mışıl mışıl bir uykuya daldı. Rüyasında Y216’yı gördü. Galiba özlemeye başlamıştı orasını ama Dünya da fena sayılmazdı. 
Tam bir gün boyunca hiç uyanmamıştı. Uyandığında ertesi günün sabahı olmuştu. Güneş, Dünya’da başka görünüyordu. Kendi gezegenindeki gibi hemen kaybolmuyordu. Merakını gidermek istiyordu ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Etrafında toplananlarla hoş bir sohbete başladı kendine geldikçe. 
Uzun konuşmalar sonucu Asya’da olduğunu anlamıştı. Tarihin henüz ilk çağlarıydı. Onu misafir edenler Türklerdi ve Bilge Ağaç’la indiği yer Türkler ve Çin arasındaki sınır bölgesiydi. Çin Seddi’nin kenarına inmişlerdi. Hiç böyle hayal etmemişti. Küçük Prens mi şanslıydı yoksa kendisi mi, bunu tahmin etmek zordu. Küçük Prens’ten yüzlerce yıl öncesine denk geliyordu onun Dünya’ya inişi ve insanlarda gezegenleri gözlemleyebilecek, başka dünyadaki canlıları tanıyabilecek teknolojik gelişmeler henüz yoktu. Servi’nin Dünya’ya inişini birtakım inanışlarla anlamlandırıyorlardı. Servi, onlar için Gök Tanrı’nın armağanıydı. Düşünceler içindeyken aklına Bilge Ağaç geldi. Bilge Ağaç hayli yaşlıydı ve onu orada öylece bırakıp gelmişti. Etrafında bulunanlara kendisini Dünya’ya indiği yere götürmelerini istedi. Yine dört kişi atına bindi. Bu kez bir at da Servi’ye vermişlerdi. İlk kez ata biniyordu ama çok ustaca yol alıyordu. Bilge Ağaç’ı uzaktan görünce duygulandı Servi. Atından indi ve yanına gitti. Bilge Ağaç yürüme yeteneğini kaybetmişti. Üstüne garip kuşlar yuva yapmışlardı. Bir süre onunla sohbet etti. Bilge Ağaç’ın hayatta kalabilmek için köklerini çok derinlere saldığını öğrendi. Etrafındakiler, Servi’nin ağaçla olan sohbetinden çok etkilenmişlerdi. Bu ağacın sıradan bir ağaç olmadığına karar verdiler ve burada her gün birinin nöbet tutması gerektiğini kendi aralarında konuştular. Bilge Ağaç’ın ihtiyaçlarını gidermek için her gün iki Türk buraya gelecek ve etrafı kolaçan edecekti. 
Servi yaşadığı yeri, umduğu Dünya’yı anlattı onu yanına alan insanlara fakat hiçbiri inanmak istemiyordu onun anlattıklarına. Sadece saygı duyuyorlar ve zaman zaman fikir danışıyorlardı. 
Bilge Ağaç’ın hemen yanında duran duvar Servi’nin ilk günden beri dikkatini çekmişti. Bu duvarın sebebini sorduğunda hayreti biraz daha arttı. Duvarın öte yanında yaşayan insanlar, Türklerin o bölgeye geçmesini engellemek için kocaman yüksek bir duvar örmüşlerdi. Bu duvarı aşabilmek için çok Türk can vermişti. Aslında Servi’den asıl beklentileri de bu yöndeydi. Servi’nin bu duvarı yok etmesi ya da aşmak için bir fikir vermesini istiyorlardı. 
Servi artık çadıra dönmek yerine bu duvarın önünde bir fikir bulmanın daha mantıklı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hem Bilge Ağaç da yanındaydı onun. 
Günlerce düşündükten sonra Bilge Ağaç, Servi’ye bir fikir söyledi. Yüzlerce büyük merdiven yapıp bu duvara tırmanmak ve duvarı aşmak mümkündü. Servi, etrafındaki insanlara yapmaları gereken şeyleri her gün anlattı. Sonunda duvarın önünde onlarca basamağı olan yüzlerce merdiven hazırdı. 
Duvarın diğer tarafında yaşayan halk, arka taraftaki hareketlilikten huzursuz olmaya başlamıştı. Gizlice Türklerin nelerle meşgul olduklarını izlemeye başladılar. Büyük bir taarruz hazırlığındaydı Türkler ve onlar da savunma konumuna geçmek için hazırlıklara başladılar. Bu esnada Bilge Ağaç kendine gelmişti. Ona her gün su taşıyan ve sağlığı için etrafını çapalayan insanlar sayesinde artık kendisini son derece güçlü hissediyordu. 
Büyük gün gelmişti. Türkler bütün gücüyle seddin diğer yüzünden tırmanmaya ve arka tarafa geçmeye başlamışlardı. Islık çalan oklar, kılıç sesleri, at kişnemeleri birbirine karışıyordu. Her yer toz duman olmuştu. Servi ve Bilge Ağaç ise sadece dinliyordu gürültüyü. Anlam veremiyorlardı olanlara. 
Birkaç gün devam eden gürültü sonunda sessizliğe bırakmıştı yerini. Türkler, seddin diğer tarafına geçmişlerdi. 
Servi ve Bilge Ağaç, yaşadıklarından sıkılmışlardı. Servi, yine Bilge Ağaç’ın kovuğundaydı. Bilge Ağaç ona fısıldadı:
-Aynı şeyleri mi düşünüyoruz?
Servi:
-Ben Y216’yı özledim. Burası bize göre değil, dedi. 
Bilge Ağaç:
-Eğer istersen eski gücüme kavuştum, yeniden havalanmayı ve gezegenimize dönmeyi düşünebiliriz, dedi.
Bu teklif Servi’nin hoşuna gitmişti. Bilge Ağaç gürültüyle köklerini topraktan söktü ve önce yürümeye sonra koşmaya başladı. En sonunda havalanmıştı. Bir rüzgar ona destek oluyordu havalanması için. Bir süre sonra gözden kayboldular ve gezegenlerine doğru yola çıktılar. 
Onların hikâyesini anlatacak bir yazara denk gelmemişlerdi. Onların bir kitabı olmayacaktı insanlar tarafından okunan fakat onların hayatlarıyla, varlıklarıyla ilgili şeyler kulaktan kulağa, nesilden nesle anlatılacaktı. 
Büyük zaferin ardından Türkler döndüklerinde Servi’yi ve ağacı yerinde göremediler. Artık iyice emin oldular onlar kendilerine Gök Tanrı’nın gönderdiği yardımcılardı. 

UNUTULMAZ KAMP

 
UNUTULMAZ KAMP
Yola Çıkarken

Yıllardır hayalini kurduğum iki haftalık kampı nihayet gerçekleştirecektim. Aslında süre sınırı da koymamıştım fakat en kötü ihtimalle iki hafta sürecekti bu kampım. Ben dâhil beş kişi olacaktık kampta. Yaşadığım şehirde kamp yapılacak alan yoktu, daha yeşil ve daha uzaklarda bir yer planlamıştık. Kamp yerine yakın bir ırmak ya da göl olmalıydı mutlaka. Dağlar olmalıydı, ormanlar olmalıydı kamp yaptığımız yerde ve mağaralar da olmalıydı. Daha önce kimsenin gitmediği bir yer olmalıydı burası. Eyşan, Agâh, Atakan ve Beren bu tariflere uygun yerler arıyorlardı ama ben her seferinde bir eksiklik buluyordum bu yerlerde. Sonunda Eyşan hayli uzak bir yerde benim istediğim gibi bir mekân bulmuştu: Canista ormanları. Haritalardan burasını aradık, ansiklopedilerden baktık fakat hiçbir bilgi yoktu buraya dair. Eyşan da burasını ninesinden duymuştu. Ninesi ise buraya hiç gitmemiş sadece çocukluğunda buraya ait ilginç hikâyeler duymuştu. Aslında varlığı bile meçhul bir yer gibiydi burası fakat Eyşan, ninesinden buranın yakınındaki köyleri, kasabaları öğrenmişti. Diğer arkadaşlar da Canista ormanlarında kamp yapmayı kabul ettiler ve hazırlıklara başladık. 
Orada kalacağımız süre tam olarak belli olmadığı için en az bir ay yetecek kadar yiyecek tedarik ettik. Kıyafetlerimizi bile bir ay yetecek kadar aldık. Hepimizin kocaman kamp çantaları tıka basa dolmuştu. Ayrıca iki de çadır vardı yükümüz arasında fakat bunları kimin taşıyacağı, kuracağı belli değildi. 
Atakan, kiraladığı kocaman arazi aracıyla hepimizi evlerimizden alacaktı ve pazartesi günü sabaha yakın yola çıkacaktık. Yolculuk bizim tahminimize göre sekiz saat sürecekti. 
Pazar günü tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Yolda yemek için atıştırmalıklar, termosla çaylar bile hazırdı. Gecenin saat dördüydü ve Atakan önce Agâh’ı, ardından Eyşan’ı alacaktı. Beren’in evi ile bizim evimiz arasında zaten bir dakikalık bir süre vardı. Saat dördü yirmi geçe Atakan gelmişti. Arkadaşlarımın hepsinin gözlerinden uyku akıyordu ama hayli heyecanlılardı. Ben de uyumamıştım zaten gece boyunca. Çantamı güçlükle taşıyarak araca bindim. Aracın bu kadar dar olabileceğini tahmin etmemiştim. Atakan ve Agâh ön koltuklarda rahattı ama arka koltukta üç kişi ile yol almak biraz sıkıcı gelmişti bana. Neyse ki Eyşan ve Beren ufak tefek kızlardı. Saat beşi gösterdiğinde artık yaşadığımız şehrin dışına ulaşmıştık. Hava hâlen karanlıktı. Yollar ise tenhaydı. 
Kimse konuşmuyordu bu esnada Eyşan sessizliği bozdu:
-Canista ormanlarına dair bir şeyler öğrenebildiniz mi ninemin anlattıklarından başka?
Atakan:
-Ben bulamadıysam buraya dair bir bilgi, kimse bulamamıştır. Hatta ben burasını ninenin uydurduğunu bile düşünmeye başladım. Ninen zaten hayli yaşlı. Belki de bir filmde gördüğü yeri bize kamp alanı tarif etti. 
Beren, Atakan’ın sözlerinden umutsuzluğa kapılmıştı:
-Eyşan’ın ninesinin yaşlı olduğu doğru fakat o bir bunak değil. Lütfen hayallerimizi yolun başında bozma, dedi. 
Bu esnada Agâh’ın ani horlama sesi bütün gerilimi dağıttı. Agâh, kahkaha sesleriyle uyandı ve mırıldandı:
-Ben uyumuyorum, sizi dinliyorum. Kalbim uyanık benim merak etmeyin. 
Bir süre sonra yeniden sessizlik başlamıştı ki Eyşan, ninesinden buraya dair yeni bir hikâye duyduğunu söyledi. Eyşan’ın ninesinin anlattığına göre bu ormanda başka hiçbir yerde yaşamayan hayvanlar varmış ve bu ormana gidip bir geceyi burada geçirenler elli yıl yaşlanmış olarak dönermiş. 
Eyşan’ın anlattıkları sessizliği daha da derinleştirmişti. Karanlık bir yolda beş kişi başımıza geleceklerden habersiz ilerliyorduk. Neyse ki sabah yakındı ve güneş doğduğunda her şey daha güzel olacaktı.

Endişeli Yolculuk
Yaklaşık bir saatlik suskunluk herkesin uykuya dalmasına yetmişti Agâh ve Atakan hariç. Güneşin ilk ışıklarıyla herkes yeniden uyandı. Gece boyu oluşan gerilim ve esrarengiz hava kaybolmuştu. Herkesin neşesi yerine gelmişti. Eyşan’ın anlattığı konular geride kalmıştı. Öğleye doğru bir yerlerde kahvaltı yapmamız gerekiyordu. Bunun için güzel bir mekân seçmek lazımdı. Agâh yol üzerinde bir yerlerde yemek yiyebileceğimiz yerler olduğunu söyledi. Hepimiz bu fikri beğenmiştik. Vakit öğleye yakındı ve artık yol hayli tenhalaşmış, ağaçlar yükselmeye başlamıştı. Yol kenarında şirin, ağaçtan yapılmış bir kulübe önünde durduk, küçücük bir tabelada “Meşhur Kır Menemencisi” yazıyordu. Kulübenin hemen yanında kocaman kurnası ile güzel bir çeşme akıyordu. Sırayla elimizi yüzümüzü yıkadık. Resmen can gelmişti hepimize. Açık hava içimizi aydınlatmış gibiydi. Kulübeden çıkan yaşlı amca ve eşi bizi içeriye davet etti. Yarım saat içinde kahvaltımız ve çayımız hazırdı. İyi ki böyle bir yola çıkmıştık. Neşeli anılar anlatılıyor, kahkahalar havada uçuşuyordu fakat Eyşan dalgın görünüyordu. Menemen hepimizin çok hoşuna gitmişti. Çaylarımızı yudumlarken bir ara herkes Eyşan’a baktı. Kulübenin sahibi olan teyze Eyşan’a yaklaşarak garip bir ses tonuyla ve tuhaf bir gülümsemeyle:
-Sen menemenimizi beğenmedin galiba, dedi. 
Eyşan cevap bile vermedi. Onun bu sessizliği git gide bizi de tedirgin etmeye başlamıştı. Yola çıkmak gerekliydi. Bir saat kadar süren molanın ardından yeniden yollardaydık. Yol uzadıkça tenhalaşıyor ve daralıyordu. Sonunda anayoldan çıkarak toprak bir yola girdiğimizde ikindi vaktine yaklaşmıştık. Bu yoldaki tek araç bizimkiydi. Zaten iki araç bu yola sığmazdı. Etraftaki ağaçlar, dağlar ve kayalar yükselmeye devam ediyordu. Hesaplamalarımıza göre önce Canista ormanlarının yanındaki kasabaya ulaşmamız gerekiyordu. Zaten haritalarda böyle bir bölge görünmüyordu. İkindiyi biraz geçtiğinde karşıda şirin bir kasaba göründü. Kasabaya yaklaşınca “Canis Kasabasına Hoş Geldiniz” yazısı göründü. Yolculuğun sonuna yaklaşıyor gibiydik. Kasaba sakindi. Etrafta kimseler görünmüyordu. Normalde bu tür yerlerde yollarda tavuk, ördek, köpek, kedi gibi canlılarla karşılaşmak mümkündü fakat burada hiçbiri yoktu. Kasabanın tam ortasında durduk. Burada akşam yemeği yedikten sonra ormana doğru çıkmak kalıyordu geriye. 
Kasabada neyse ki küçük bir lokanta vardı. Bizi gören insanlar çok güler yüzlü davranmıyordu. Hatta verdiğimiz selamı bile nazla alıyorlardı. Lokantaya girdiğimizde önce yemeğin bittiğini söyledi işletmeci ve ardından buralarda ne aradığımızı sordu. Atakan ve Agâh, sakin bir biçimde niyetimizi, hedefimizi anlattı. Lokanta sahibi ürpertiyle onları dinliyordu. Derin bir nefes aldı ve konuştu:
-Canista ormanlarına en son otuz sene önce sizin gibi bir grup geldi ve kayboldu. Parmağıyla uzakta bir aracı göstererek devam etti:
-Bakın, şu araç onların. Günlerce aradık onları ve sadece araçlarını bulabildik. 
Hepimiz karşıdaki boş arazide duran eski araca bakıyorduk. Paslanmış, pencereleri kırılmış, lastiklerinin havası inmişti bu aracın. 
-Yine de siz bilirsiniz elbette. Bana soracak olursanız sizlere güzel bir yemek hazırlayayım. Geceyi burada geçirin. Küçük bir misafirhanemiz var. Yarın sabah da geldiğiniz yere dönersiniz, dedi işletme sahibi. 
Eyşan saatlerdir süren sessizliğini bozdu:
-Siz güzel bir yemek hazırlayın, biz nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı, nasıl hayatta kalacağımızı biliyoruz. Yanımızda her tür malzeme var. Hatta telsizimiz bile var. Endişe etmeyin. 
Bu cümle üzerine herkes sustu ve lokanta sahibi az önce yemek kalmadı, demesine rağmen yemekleri önümüze getirmeye başladı. 
Yeniden başladığımız yere, o soğuk ve endişeli ruh haline bürünmüştük. Şakalar, gülüşmeler artık yerini düşüncelere bırakmıştı. Tez vakitte yemeğimizi yiyerek yola devam etmemiz, ormana ulaşmamız gerekiyordu. İkindi üzeri lokantacının tarif ettiği yoldan ilerlemeye başladık. Ağaçların gölgelerinden, arada bir önümüzden geçen yabani hayvanlardan zaman zaman ürküyorduk. Bu esnada Beren bir şarkı söyleyerek sessizliği bozmaya çalıştı fakat kimse ona eşlik etmeyince sustu. Bu kez Eyşan sözleri hangi dilde olduğu belli olmayan bir şarkıya başladı. Şarkı güzeldi fakat kimse sözlerini bilmediği için ona da eşlik eden olmadı. Güneş batmaya başlamıştı. Artık kamp yerini belirlememiz gerekiyordu. Tam bu düşünceler hepimizin zihninden geçerken yol bitti. Yolun bittiği yerde küçük bir boş alan vardı. Buradaki ağaçlar daha seyrekti. Araçtan hep birlikte indik. Sağa sola baktık. Hava hafif serinlemeye başlamıştı. Etraftan kuş sesleri ve arada çığlığa benzeyen sesler geliyordu. Hava kararmadan kampımızı kurmamız gerekiyordu. İki çadır vardı. Kızlar çadırın büyük olanında kalacaktı Agâh ve Atakan ise küçük çadırda idare edeceklerdi. Çadırların kurulumu kolaydı. Çadırları kurduktan sonra Agâh ve Atakan bana seslenerek:
-Elvin, sen Eyşan ve Beren’le biraz odun toplayın, dedi. Hava kararmadan bir ateş yakalım. Gece burası soğuk ve karanlık olacağa benziyor. 
Güneş tamamen battığında hepimiz kocaman odun parçalarıyla kamp yerine geldik. Zaten küçük bir ateş yakmışlardı, ateşi büyüttük. Çay ve kahvenin tam zamanıydı. Henüz karnımız acıkmamıştı.  Kamp alanının hemen yanındaki dereden demlikleri doldurduk. Yorulmuştuk fakat uyumak için çok erkendi. 
Çıtırtılarla yanan ateşin sesini zaman zaman ormanın derinliklerinden gelen uğultular, çığlığa benzer sesler bölüyordu. Bu tarz bir ses duyduğumuzda hepimizin önce gözleri parlıyor sonra korkunun yerini tebessüm alıyordu. Akşam, geceye doğru ilerliyordu ve yeniden sohbete başlamıştık. Çocukluk günlerimizden, geleceğe dair planlarımızdan bahsediyorduk. Ailelerimizden, kardeşlerimizden bahsediyorduk. Vakit ilerliyordu. Korku ve endişe, yerini güzel bir yorgunluğa bırakmıştı. Hava iyice serinlediğinde artık uyku vaktinin geldiğini anladık. 

Tanıdık Bir Yüz
Ertesi sabah güzel bir kahvaltı sonrası keşiflere başlayacaktık. Kamp yerimize yalnızca uyku zamanı ve dinlenmek için gelecektik. Herkes birbirine iyi geceler diledikten sonra çadırlarımıza girdik. Hava git gide serinliyordu, çadırlar da çok sıcak değildi. 
Uyuyalı henüz birkaç saat geçmişti ki çadırın önünden geçen bir gölge ile irkildim. Acaba yabani hayvan mı dolaşıyor etrafta diye bir endişe içimde büyümeye başladı. Arkadaşlarımı çağırıp çağırmamakta tereddüt ettim. Fakat gölge sürekli dolaşıyordu. Artık sönmeye yüz tutan alevlerin çadırlar arasında dolaşan gölgeyi kimi zaman büyütüyor kimi zaman küçültüyordu. Bir yandan da ormanın derinliklerinden sesler geliyordu. Bu esnada diğer arkadaşlarımın da uyandığını fark ettim. Onlar da sessizce gölgeyi izliyordu. Hiçbirimizde dışarıya çıkacak cesaret yoktu fakat merakımız da büyüyordu. El fenerini elime aldım ve arkadaşlarıma baktım. Bakışlarımızla dışarıya çıkmak için sözleştik. Ani bir hareketle üçümüz birden yerimizden fırladık ve dışarıya çıkarak feneri yaktık. Bizim dışarıya çıkmamışla birlikte bir karartı çalıların arasına doğru hızlıca sıçradı. Bu esnada diğer çadırdaki arkadaşlar da dışarıya çıkmıştı. Hep birlikte çalıların olduğu yere doğru ilerledik. Benim elimde fener vardı, diğer arkadaşlarım da ellerine halen yanmaya devam eden odun parçaları almışlardı. Büyük bir heyecanla çalıların arkasına ulaştığımızda bize doğru bakan bir çift gözle karşılaştık. Feneri tuttuğumda bunun bir insan olduğunu anladık. Eyşan sessizliği bozdu:
-İnsan olduğunu düşünmüyorum bunun. Dikkat etmeliyiz bence. 
Atakan bu esnada bildiği duaları yüksek sesle okumaya başlamıştı. Tam bu esnada çalıların ardındaki kişiden ses geldi:
-Korkmanıza gerek yok, ben bir insanım. Adım Emir. Geceleri ormanda dolaşmak gibi garip bir huyum var. Yıllardır bu ormanda gezerim fakat şimdiye kadar ilk kez buraya kamp çadırı kuran kişiler görüyorum. İşin açığı ben de sizden çok korktum.
Bu sözler herkesi biraz sakinleştirmişti fakat Beren endişeyle konuştu:
-Geceleri ormanda dolaşmak ha? Üstelik tüm kasabanın girmeye cesaret edemediği bir ormanda gece dolaşmak… İnanılacak bir yalan söylemen gerek. Kimsin ve neden bizim çadırlarımızın etrafında dolaşıyordun?
Emir bir süre sustu. Herkes sustu. Bu esnada Emir bulunduğu yerden doğruldu. Agâh hiç konuşmuyor, suskun suskun bakıyordu. Emir’in yüzünü görünce birden hareketlendi. Bir yerlerden tanıyor gibiydi bu yüzü. 
-Emir, seni nereden tanıyorum ben? Hiç yabancı değilsin. Anlat bakalım, sen buralı olamazsın. Bize gerçekleri anlat. 
Hepimizin uykusu kaçmıştı bu davetsiz misafir yüzünden. Sönmek üzere olan ateşi biraz canlandırdık. Yeniden etrafına toparlandık. Emir, hepimizin karşısında tek başına duruyordu ve anlatmaya başladı:
-Aslında ben buralı değilim. Beş yıl önce sizler gibi buraya kamp yapmaya arkadaşlarımla gelmiştim. Tam da buraya kurmuştuk çadırlarımızı. Sabah uyandığımda arkadaşlarımın hiçbirinin olmadığını fark ettim. Öğleye kadar aradım, bağırdım ama kimseler yoktu. Yeniden kamp yerine geldiğimde çadırın da yerinde olmadığını gördüm. Günlerce bu ormandan çıkmaya çalıştım ama bir türlü çıkış yolunu bulamadım. Belki sizler bana yardım edersiniz ve sizinle birlikte yeniden hayata, dünyaya dönerim, dedi. 
Bu sözler, Beren’i ikna etmemişti yine. Beren:
-Nedense sana bir türlü inanmak istemiyorum. Peki, daha önce nerede yaşıyordun? Ne iş yapardın bize bunları da anlat bakalım. 
Emir gayet sakin bir ses tonuyla devam etti:
-Madem öyle, baştan başlayalım. Beş yıl önce yani sizlere yakın bir yaştayken büyükşehirlerden birinde güvenlik kamerası işiyle uğraşıyordum. İşlerim de çok iyiydi fakat bu olay benim hayatımı bitirdi. Aslında buraya dair efsaneler duymuştuk ama böyle bir son düşünmüyordum. Arkadaşlarım döndü mü, beni burada unuttu mu, yaşıyor mu bunları bile bilmiyorum. 
Bu esnada Agâh, Emir’i nereden hatırladığını buldu. Beş altı yıl önce çalıştığı yere güvenlik kamerası sistemi kurulmuştu ve Emir yapmıştı bütün işleri. Şimdi hayli yaşlanmış görünüyordu. Agâh, Emir’i hatırladığını söyledi. İş yerinin adresini, binanın özelliklerini anlattığında Emir de hatırladı burada yaptığı işi. Ortam bir süreliğine sakinleşmişti fakat şimdi yeni bir endişe vardı: Ya biz de burada kalır ve şehre dönemezsek?

Kurtuluş
Kamp yapmak, eğlenmek düşünceleri artık tamamen aklımızdan çıkmıştı. Hepimiz buradan kurtuluşun yolunu düşünmeye başlamıştık. Bu esnada gökyüzünün rengi değişmeye başladı. Sabah yaklaşmıştı. 
Günün ilk ışıklarıyla güzel bir kahvaltı yaptık. Emir, hepimizden daha çok yemek yemişti. Yılların verdiği açlıkla önünde ne bulsa tüketiyordu. Burada gezmek, dolaşmak düşüncesini unutmuştuk. Kahvaltıdan sonra yola çıkacaktık. Emir’i kasabaya, sonra da şehre götürecektik. 
Kahvaltı bitmişti ki aracımızın yerinde olmadığını gördük. Bu hepimizin tedirginliğini daha da artırmıştı. Acaba aracın freni boşalmış ve bir yerlere mi gitmişti kendiliğinden. Aracı aramaya başladık fakat tekerlek izi bile yoktu. Yeniden kamp yerine döndüğümüzde çadırların da yerinde olmadığını gördük. Her şey Emir’in anlattığına çok benziyordu fakat hepimiz bir aradaydık. Hava kararmadan buradan çıkmamız gerekiyordu. Eyşan’ın aklına sürekli ninesinin anlattığı yeni efsaneler geliyor, arada bunları anlatmak istiyor fakat kimse buna müsaade etmiyordu.
Kendimize bir rota belirleyerek yürümeye başladık. Her şey normal görünüyordu. Hatta yürüdükçe ilerdeki kasaba camisinin minaresini de görmeye başladık. Hedefimiz önümüzdeydi fakat biz yürüdükçe minare uzaklaşıyordu. 
Bir süre sonra etrafımda kimsenin kalmadığını fark ettim. Telaşla sağa sola koşmaya, bağırmaya başladım. Sessizlik uğulduyordu sanki ve kendi sesim bile kayboluyordu. Kan ter içinde kalmıştım. Zor nefes alıyordum. 
Gözlerimi açtığımda arkadaşlarımın tümü yanımda uyumaya devam ediyordu. Önümüzde boş menemen tabakları ve bardaklar vardı. Yaşadıklarımı anlamlandırmaya çalışıyordum. Bu esnada birer ikişer arkadaşlarım da gözlerini açmaya başladı. 
Şaşkın şaşkın birbirimize bakarken masadaki not gözümüze ilişti, şöyle yazıyordu:
Bilmediğiniz yerlerde mola vermeyin, yemek yemeyin. Aslında arabanızı da alacaktık fakat size kıyamadık. O kadar merhametliyiz yani. Yalnızca cüzdanlarınızı ve değerli eşyalarınızı aldık. Bizi unutmazsınız umarım. 
Karşı duvardaki takvim gözüme ilişti, on yıl öncesine aitti. Duvardaki saat ne zaman durmuştu, kestirmek zordu. Hepimizin başı ağrıyordu. En azından aracımız yerindeydi ve şehre dönebilecektik. Gerçekten merhametli insanlarmış, dedim içimden. 
Bu esnada kulübenin kapısı gıcırtıyla açıldı. Bir yerlerden tanıyordum içeri giren bu adamı. Çok yakından tanıyordum hem de. Adam biraz sinirli bir tavırla sordu:
-İçeriye nasıl girdiniz. Burası benim kulübem.
Ses tonu da yüzü gibi yabancı olmayan bu adama bir süre baktıktan sonra Eyşan:
-Emir, yine mi sen, dedi. 
Atakan ve Agâh devam etti:
-Emir, bizimle dalga mı geçiyorsun.
Evet, Emir’di bu.