bilge agaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bilge agaç etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Şubat 2025 Cumartesi

HİKÂYESİ YAZILMAYAN KAHRAMAN

Ayşegül Yıldız
Yusuf Kerem Acar
Eymen Çam

Fransız yazar Exupery, onun en yakın arkadaşını ve gezegenini yazmış ve bütün hayatını herkese anlatmıştı fakat onun yaşadığı gezegeni ve onun hayat hikâyesini kimseler bilmiyordu. Y216 gezegenini kim bilebilirdi ki? İnsanlar son yıllarda Mars gezegeninden başka bir şeye ilgi duymuyordu. Başka dünyalarda hayat olduğuna inanalar çoğalmıştı fakat hiçbir gökbilimci onun yaşadığı gezegeni tespit edememişti. Oysa Küçük Prens’in gezegenine çok yakındı yaşadığı yer. Zavallı Küçük Prens… Artık Dünya’nın her yerinde çocuklar onu tanıyor kimileri seviyor, kimileri onu anlamıyordu. Hatta büyükler, küçüklerden daha çok ilgi duymuştu ona. Kimse onun hikâyesinin sonunu da merak etmemişti. Kimse şu anda Küçük Prens’in nerede olduğunu da bilmiyordu. Gerçek bir hikâye, yazarının sayesinde gerçeküstü bir masala dönüşmüştü. 
Zaman zaman Küçük Prens’e ziyarete gittiğinde onu hep düşünceli görüyordu. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen hâlen insanların dilinde olmak, onun için biraz üzücüydü. 
Y216, B612’ye göre oldukça büyük bir yaşam alanıydı. Burada kim tarafından yapıldığı belli olmayan terk edilmiş evler vardı, başka bir gezegende yetişmeyen ve konuşup şarkı söyleyebilen mantarlar vardı. Yürüyebilen ağaçlar vardı. Kocaman köklerini ustalıkla adım atmak için kullanıyorlardı. Dallarına yuva yapan kuşlar, akşam vakti döndüklerinde bazen evlerini aramak zorunda kalıyorlardı. İki küçük ırmak vardı bu gezegende. Birinin rengi mavi, diğerinin rengi sarıydı. Bu ırmaklar ilerde birleşiyor ve yeşile dönüyordu yeni ırmağın rengi. Irmakta yaşayan ve adı konulmamış tavşana benzeyen canlılar vardı. Bunlar suyun dışına hiç çıkmadıkları için ancak ırmağa girdiğinde onlarla görüşebiliyordu. 
Belki de Y216 bu kadar geniş ve renkli olduğu için Küçük Prens gibi yalnızlık çekmiyordu ve başka yerlere gitme ihtiyacı duymuyordu. 
Küçük Prens, Dünya’da yaşadıklarını ona anlattığında zaman zaman içinden keşke benim gezegenim de tespit edilse diye düşünüyordu. Son zamanlarda sıkılmıştı hep aynı yerlerde dolaşmaktan. Bir şekilde Dünya’daki insanların dikkatini kendi gezegenine çekmeliydi. Bunu nasıl yapabilirdi, düşünüyordu. 
Belki de prens olmadığı için insanlar onu ve hayatını merak etmiyordu. Kim ne yapsındı ki Servi isimli bir canlının yaşadığı gezegeni. Hem Küçük Prens’in dediğine göre servi, Dünya’da bir ağaç türünün adıydı. Belki de ataları götürmüştü Dünya’ya servi ağacını. Bir şeyler yapmalı ve kendisi de artık kitaplardaki yerini almalıydı. Ataları var mıydı, yok muydu? Bu sorunun cevabını da bilmiyordu. Belki başka gezegenlerde yaşayan birileri götürmüştü serviyi Dünya’ya. Onu sevmeyen birileri. 
Oturup kendi hikâyesini yazmayı düşündü bir süre fakat bu ne işe yarardı ki? İnsanlara nasıl ulaştıracaktı bu hikâyeyi? İnsanlar, kendi hikâyelerini yazan ve okuyan canlılardı. Küçük Prens gibi bir hikâye çok nadir olduğu için dikkat çekmişti belki de. 
En iyisi etrafı keşfetmek ve Dünya’ya bir yolculuk yapmaktı. Yaşadığı yerde seyahat edebilmek için bir araç yoktu fakat ağaçlardan yardım isteyebilirdi. Yürüdüklerine göre belki uçabilirlerdi de. Ya da kuşlar ona yardım edebilirdi. Kuşlardan yardım istemedi ve ağaçlara durumu anlattı. 
Ağaçların en yaşlısı Bilge Ağaç, ona yardım edebileceğini söyledi. Onu, en azından yaşadığı gezegenin dışına çıkarabileceğini, sonrasının ise kendi çabasına kaldığını dile getirdi. Hazırlıklara başlayan Servi, kısa sürede Bilge Ağaç’a giderek artık yolculuk zamanının geldiğini söyledi. 
Bilge Ağaç yaşlıydı ama güçlüydü de. Gövdesinin orta yerinde kocaman bir kovuk vardı. Burası sanki bir odayı andırıyordu. Servi’nin yolculuğu burada geçecekti. Servi, kovuktaki yerini aldı ve Bilge Ağaç gürültüyle hareketlendi. Bir süre yürüdü, sonra koştu ve en sonunda havalanmayı başardı. Bu yolculuğun Bilge Ağaç için de önemi büyüktü. İlk kez gezegen dışına çıkacaktı ve belki de dönemeyecekti. 
Nihayet yolculuk başlamıştı. Bilge Ağaç dışarda gördüklerini Servi’ye anlatıyor ve onun ineceği yeri tarif ediyordu. Onlarca küçük gezegen vardı ve her birinde yaşayan farklı farklı canlılar vardı. Üzerinde ağaç bulunan gezegen ise çok azdı. Dünya, uzaktan görünmüştü. Bilge Ağaç nefes nefese kalmış, geri dönecek gücü kendisinde hissetmiyordu. Dünya’ya girdikleri anda Servi’ye yeni planını anlattı Bilge Ağaç:
-Artık geriye dönmek benim için hayli zor. Kocaman uzay karanlığında yuvarlanmak yerine ben de seninle Dünya’ya ineceğim. En azından senin için de bir barınak olurum. 
Bu fikir Servi’nin hoşuna gitti. Dünya’ya iniş süreci başlamıştı. Nereye ineceklerini bilmiyorlardı. Bilge Ağaç, çok yukarılardan kendine bir hedef belirledi ve bir süre sonra gürültüyle yere indiler. Bilge Ağaç’ın rengi değişmiş, mavimsi bir hâl almıştı. Işık saçıyordu etrafa. İndikleri bozkırdı. Etrafta canlı görünmüyordu. Bilge Ağaç son gücüyle köklerini toprağa saldı. Kökleri, bu toprağı yabancı bulmuştu önceleri fakat besin alması gerekiyordu. Onun için artık dinlenme zamanıydı. Biraz ürpererek ve korkuyla başını kovuktan dışarıya çıkaran Servi önünde uzayan kocaman bir duvar gördü. Bu duvarın sonu yok gibiydi. Belli ki birilerini engellemek için örülmüş bir duvardı burası. Hava, yeni aydınlanıyordu. Etrafı keşfetmesi ve hikayesini, gezegenini anlatacak birilerini bulması gerekiyordu. Çok fazla ilerlememişti ki karşıdan bir toz bulutu yükseldi. Dört bacaklı, yüksek hayvanlar üzerinde kendisine doğru gelen insanlar vardı. Önce korktu fakat iyice yaklaştıklarında gelenlerin iyi niyetli birileri olduğu hissine kapıldı. 
Dört kişi gelmişti onu karşılamaya. Önce saygı gösterisinde bulundular. Servi’nin onlar için göklerden gelen bir kutsal kişi olduğunu düşündüklerini söylediler. Servi, hikâyesini anlatmak için acele etmedi. Atlılardan birinin ardına atlayarak ve Bilge Ağaç’la vedalaşarak gözden kayboldu. 
Bir süre yolculuk yaptıktan sonra çadırların bulunduğu, etrafta atların, geyiklerin, keçilerin ve ineklerin bulunduğu bir obaya ulaştılar. Küçük Prens’in anlattığı Dünya’dan çok farklı bir yerdi burası. Ne uçaklar vardı ne de çöl. Üstelik hayli kalabalıktı da. Nereye düştüğünü, kimlerin arasında olduğunu merak etmiyor değildi fakat kendisini güvende hissediyordu ve bu da ona şimdilik yetiyordu. 
Çadırların en büyük ve süslü olanının önüne gelince atlardan indiler. Çadırdan içeriye girdiklerinde Servi, önce gördükleri karşısında biraz irkildi. Yaşlı, aksakallı ve saçlı biri yerde oturuyor ve boşluğa bakıyordu. Bir süre sessizlikten sonra konuştu:
-Kaç zamandır senin gelmeni bekliyoruz. Destanlarımızda hep sen vardın. Efsanelerimizde hep sen vardın. Bir umut bekliyorduk göklerden. Nihayet geldin ve obamızı şenlendirdin. Türk boyu artık senin de desteğinle zaferlere imza atacak ve Çin’in eziyetleri sona erecek. Atalarımız yüzyıllarca beklediler seni ama sen şimdi geldin. Hoş geldin. 
Söylenen sözlerden bir şey anlamadı Servi. Kenara geçerek oturdu. Bir hikâyem olsun diye ayrılmıştı gezegeninden ancak bambaşka bir hikâyenin içine düşmüştü. Hikâye değil de destanın içine düşmüştü belki de. Yaşayacağı şeyler çok merak ediyordu. Üstelik etrafta kâğıt, kalem, kitap tarzında bir şeyler de görünmüyordu. Küçük Prens’in anlattığı dünya bu değildi. Küçük Prens’in anlattığı çağ, bu çağ değildi. Sanki destanlar çağına düşmüştü. Destanların tarihi, hikâyelerden çok önce olmalıydı. Yorgundu. Biraz dinlendikten sonra her şeyi anlamak için hayli vakti olacaktı nasıl olsa. 
Dünya’nın havası biraz çarpmıştı Servi’yi. Önüne kâse ile konulan beyaz sıvının ne olduğunu sorarak başladı merakını gidermeye. Çadırdakiler önce sustu sonra hep birlikte kahkaha attılar ve önündeki şeyin ayran olduğunu söylediler. Daha önce böyle bir şeyin tadına hiç bakmamıştı Servi. Çekinerek tadına baktı ve çok sevdi bu içeceği. Birkaç kâse daha içtikten sonra biraz uyumak istediğini söyledi. Çadırda ona keçi yününden hazırlanmış bir yatak gösterdiler. Mışıl mışıl bir uykuya daldı. Rüyasında Y216’yı gördü. Galiba özlemeye başlamıştı orasını ama Dünya da fena sayılmazdı. 
Tam bir gün boyunca hiç uyanmamıştı. Uyandığında ertesi günün sabahı olmuştu. Güneş, Dünya’da başka görünüyordu. Kendi gezegenindeki gibi hemen kaybolmuyordu. Merakını gidermek istiyordu ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Etrafında toplananlarla hoş bir sohbete başladı kendine geldikçe. 
Uzun konuşmalar sonucu Asya’da olduğunu anlamıştı. Tarihin henüz ilk çağlarıydı. Onu misafir edenler Türklerdi ve Bilge Ağaç’la indiği yer Türkler ve Çin arasındaki sınır bölgesiydi. Çin Seddi’nin kenarına inmişlerdi. Hiç böyle hayal etmemişti. Küçük Prens mi şanslıydı yoksa kendisi mi, bunu tahmin etmek zordu. Küçük Prens’ten yüzlerce yıl öncesine denk geliyordu onun Dünya’ya inişi ve insanlarda gezegenleri gözlemleyebilecek, başka dünyadaki canlıları tanıyabilecek teknolojik gelişmeler henüz yoktu. Servi’nin Dünya’ya inişini birtakım inanışlarla anlamlandırıyorlardı. Servi, onlar için Gök Tanrı’nın armağanıydı. Düşünceler içindeyken aklına Bilge Ağaç geldi. Bilge Ağaç hayli yaşlıydı ve onu orada öylece bırakıp gelmişti. Etrafında bulunanlara kendisini Dünya’ya indiği yere götürmelerini istedi. Yine dört kişi atına bindi. Bu kez bir at da Servi’ye vermişlerdi. İlk kez ata biniyordu ama çok ustaca yol alıyordu. Bilge Ağaç’ı uzaktan görünce duygulandı Servi. Atından indi ve yanına gitti. Bilge Ağaç yürüme yeteneğini kaybetmişti. Üstüne garip kuşlar yuva yapmışlardı. Bir süre onunla sohbet etti. Bilge Ağaç’ın hayatta kalabilmek için köklerini çok derinlere saldığını öğrendi. Etrafındakiler, Servi’nin ağaçla olan sohbetinden çok etkilenmişlerdi. Bu ağacın sıradan bir ağaç olmadığına karar verdiler ve burada her gün birinin nöbet tutması gerektiğini kendi aralarında konuştular. Bilge Ağaç’ın ihtiyaçlarını gidermek için her gün iki Türk buraya gelecek ve etrafı kolaçan edecekti. 
Servi yaşadığı yeri, umduğu Dünya’yı anlattı onu yanına alan insanlara fakat hiçbiri inanmak istemiyordu onun anlattıklarına. Sadece saygı duyuyorlar ve zaman zaman fikir danışıyorlardı. 
Bilge Ağaç’ın hemen yanında duran duvar Servi’nin ilk günden beri dikkatini çekmişti. Bu duvarın sebebini sorduğunda hayreti biraz daha arttı. Duvarın öte yanında yaşayan insanlar, Türklerin o bölgeye geçmesini engellemek için kocaman yüksek bir duvar örmüşlerdi. Bu duvarı aşabilmek için çok Türk can vermişti. Aslında Servi’den asıl beklentileri de bu yöndeydi. Servi’nin bu duvarı yok etmesi ya da aşmak için bir fikir vermesini istiyorlardı. 
Servi artık çadıra dönmek yerine bu duvarın önünde bir fikir bulmanın daha mantıklı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hem Bilge Ağaç da yanındaydı onun. 
Günlerce düşündükten sonra Bilge Ağaç, Servi’ye bir fikir söyledi. Yüzlerce büyük merdiven yapıp bu duvara tırmanmak ve duvarı aşmak mümkündü. Servi, etrafındaki insanlara yapmaları gereken şeyleri her gün anlattı. Sonunda duvarın önünde onlarca basamağı olan yüzlerce merdiven hazırdı. 
Duvarın diğer tarafında yaşayan halk, arka taraftaki hareketlilikten huzursuz olmaya başlamıştı. Gizlice Türklerin nelerle meşgul olduklarını izlemeye başladılar. Büyük bir taarruz hazırlığındaydı Türkler ve onlar da savunma konumuna geçmek için hazırlıklara başladılar. Bu esnada Bilge Ağaç kendine gelmişti. Ona her gün su taşıyan ve sağlığı için etrafını çapalayan insanlar sayesinde artık kendisini son derece güçlü hissediyordu. 
Büyük gün gelmişti. Türkler bütün gücüyle seddin diğer yüzünden tırmanmaya ve arka tarafa geçmeye başlamışlardı. Islık çalan oklar, kılıç sesleri, at kişnemeleri birbirine karışıyordu. Her yer toz duman olmuştu. Servi ve Bilge Ağaç ise sadece dinliyordu gürültüyü. Anlam veremiyorlardı olanlara. 
Birkaç gün devam eden gürültü sonunda sessizliğe bırakmıştı yerini. Türkler, seddin diğer tarafına geçmişlerdi. 
Servi ve Bilge Ağaç, yaşadıklarından sıkılmışlardı. Servi, yine Bilge Ağaç’ın kovuğundaydı. Bilge Ağaç ona fısıldadı:
-Aynı şeyleri mi düşünüyoruz?
Servi:
-Ben Y216’yı özledim. Burası bize göre değil, dedi. 
Bilge Ağaç:
-Eğer istersen eski gücüme kavuştum, yeniden havalanmayı ve gezegenimize dönmeyi düşünebiliriz, dedi.
Bu teklif Servi’nin hoşuna gitmişti. Bilge Ağaç gürültüyle köklerini topraktan söktü ve önce yürümeye sonra koşmaya başladı. En sonunda havalanmıştı. Bir rüzgar ona destek oluyordu havalanması için. Bir süre sonra gözden kayboldular ve gezegenlerine doğru yola çıktılar. 
Onların hikâyesini anlatacak bir yazara denk gelmemişlerdi. Onların bir kitabı olmayacaktı insanlar tarafından okunan fakat onların hayatlarıyla, varlıklarıyla ilgili şeyler kulaktan kulağa, nesilden nesle anlatılacaktı. 
Büyük zaferin ardından Türkler döndüklerinde Servi’yi ve ağacı yerinde göremediler. Artık iyice emin oldular onlar kendilerine Gök Tanrı’nın gönderdiği yardımcılardı.